PDF İndir - toplum ve demokrasi dergisi

Transkript

PDF İndir - toplum ve demokrasi dergisi
TOPLUM ve DEMOKRASİ
6 Aylık, Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi
Yıl 9, Sayı 19-20, Ocak-Aralık, 2015
ISSN: 1307-4687
4 SEÇİM 1 TÜRKİYE
Sayı Editörleri
Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet Kiriş
Prof. Dr. Hüseyin Gül
Süleyman Demirel Üniversitesi
Dergi Sahibi
Yayın Kurulu: Mehmet Albayrak (SDÜ), Ayşe
Ali Kamalak
Alican (Kırklareli Üni.-Sosyoloji), Murat Altun
(Uni. of Minnesota), İbrahim Arap (DEÜ-İİBF),
Mustafa Kemal Bayırbağ (ODTÜ-İİBF), S. Ulaş
Bayraktar (Mersin Üni.-İİBF), Ruhi Demiray
(ODTÜ-İİBF), H. Haluk Erdem (Ankara Üni.Eğitim Bilimleri Fak.), Ayşe Dercioğulları Ergun
(MAKÜ-SYO), Cem Ergun (MAEU-FEF), Aykan
Erdemir (ODTÜ-Sosyoloji), Hüseyin Gül (SDÜİİBF), Özlem Gölgelioğlu (ODTÜ-İİBF), Mahmut
Güler (Trakya Üni.-İİBF), Atilla Güney (Mersin
Üni.-İİBF), H. Eylem Kaya (SDÜ-FEF), Hakan M.
Kiriş (SDÜ-İİBF), Yasemin Sarıkaya Levent
(Mersin Üni.-Mimarlık Fak.), Çağlar Özbek (Muğla
Üni.-FEF), Zülfikar Özdoğan (ODTÜ), Umut Rıza
Özkan (ODTÜ-İİBF), İbrahim Sarıtaş (Gazi Üni.İİBF), Ümit Sönmez (London School of Econ.),
Hasan Engin Şener (Yıldırım Beyazıt Üni.), Merih
Taşkaya (Akdeniz Üni.-İletişim Fak.), Hamdi
Turşucu (Gazi Üni.-İİBF), Koray Tütüncü (AİBİİBF), Ümit Yazmacı (CRPS-Panthéon Sorborne),
Bediz Yılmaz (Mersin Üni.-İİBF), Cevdet Yılmaz
(SDÜ-FEF), Levent Yılmaz (DEÜ-İİBF)
Danışma Kurulu: Prof. Dr. Muhittin Acar
(Hacettepe Üni.-İİBF), Prof. Dr. Şinasi Aksoy
(ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Adalet Alada (İ.Ü.-SBF),
Doç. Dr. Metin Altıok (Mersin Üni. İİBF), Prof.
Dr.
Ayşe
Güneş
Ayata
(ODTÜ-İİBF),
Prof.
Noorjahan
Begum
(Haydarabat
Üni.,
Hindistan), Aydın Cıngı (SODEV Başkanı), Doç. Dr.
Koray Çalışkan (Boğaziçi Üni.-İİBF), Prof. Dr.
Oya Çitçi (TODAİE), Doç. Dr. Cem Deveci (ODTÜİİBF), Prof. Dr. Murat Ali Dulupçu (SDÜ-İİBF), Prof.
Dr. Hayriye Erbaş (Ankara Üni. DTCF), Prof. Dr.
Ercan Eyüboğlu (Galatasaray Üni.), Prof. Dr. Atilla
Göktürk (DEÜ-İİBF), Prof. Dr. Korel Göymen
(Sabancı Üni.), Prof. Dr. Songül Sallan Gül (SDÜFEF), Prof. Dr. Birgül Ayman Güler (AÜ-SBF), Prof.
Dr. Firdevs Gümüşoğlu (MSGSÜ-FEF), Prof. Dr.
Muharrem Güneş (Mustafa Kemal Üni), Prof. Dr.
Nazife Güngör (Gazi-İletişim Fak.), Prof. Dr.
Hasan B. Kahraman (Sabancı Üni.), Ercan Karakaş
(Eski Kültür Bakanı-SODEV Onursal Başkanı),
Prof. Dr. Raşit Kaya (ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Fuat
Keyman (Sabancı Üni.), Prof. Dr. Kemal Kocabaş
(DEÜ-FEF), Prof. Dr. Aziz Konukman (Gazi Üni.İİBF), Prof. Dr. Meryem Koray (YTÜ), Prof. Dr.
Oğuz Makal (Beykent Üni.), Dr. Philippe Marliere
(University College-London), Doç. Dr. Mehmet
Okyayuz (ODTÜ-İİBF), Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
(Ege Üni.-FEF), Prof. Dr. Levin Özgen (AİB-İİBF),
Doç. Dr. Metin Özuğurlu (AÜ-SBF), Prof. Dr. Yeşim
Ediz Şahin (DEÜ-İİBF), Prof. Dr. Burhan Şenatalar
(Bilgi Üni.), Doç. Dr. Mihriban Şengül (Malatya
Üni.-İİBF), Prof. Dr. Muammer Tuna (Muğla Üni.FEF), Erol Tuncer (Eski Milletvekili, SDD
Başkanı), Prof. Dr. Utku Utkulu (DEÜ-İİBF), Doç.
Dr. Yılmaz Üstüner (KKTC-Lefke Üni.), Prof. Allan
Williams (London Metropolitan Üni.), Doç. Dr. Onur
Yıldırım (ODTÜ-İİBF), Doç. Dr. Hüseyin M. Yüceol
(Mersin Üni-İİBF)
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ali Kamalak
Tlf. (Phone): +90 542 524 49 36
E-mail: [email protected]
Editör
Doç. Dr. İhsan Kamalak
Adres: Mersin Üniversitesi, İİBF,
Kamu Yönetimi Bölümü, Mersin
Tlf. (Phone): (324) 361 00 01/5368
E-mail: [email protected]
URL: www.toplumvedemokrasi.org
Editör Yardımcısı
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Arap
Adres: Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF
Kamu Yönetimi Bölümü, İzmir
GSM: +90 505 673 11 69
E-mail: [email protected]
İletişim
Doç. Dr. İhsan Kamalak
Adres: Mersin Üniversitesi, İİBF,
Kamu Yönetimi Bölümü, Çiftlikköy
Merkez Kampusu, Mezitli, Mersin
Tlf. (Phone): (324) 361 00 01/5368
GSM: +90 534 307 14 20
E-mail:
[email protected]
URL: www.toplumvedemokrasi.org
Abonelik: Tek dergi fiyatı 15 TL’dir.
Üç sayı içeren yıllık bireysel abone
ücreti 40 TL’dir. Yurtdışı için dergi
fiyatı 15 € ve yıllık abonelik fiyatı da
40 €’dur. Kurumsal abonelik ücreti ise
yıllık 100 TL’dir.
Havale: Akbank, Mersin Üniversitesi
Şubesi (Şube kodu: 956); Hesap No:
4556; Hesap Sahibi: Ali Kamalak
Yayın Türü: Yaygın süreli yayın
Dergi Kapak Tasarımı: Öğr. Gör.
Murat Çeliker
Dergi Web Tasarımı:
Dizgi: Öğr. Gör. Harun Çakır
Bu sayı Aralık 2015’te basılmıştır.
ii
İçindekiler
Yazarlar
Çalışmalar
Sayfa
Hakan Mehmet
Kiriş & Hüseyin Gül
Sunuş: 4 Seçim 1 Türkiye
v
Tanju Tosun &
Gülgün Erdoğan
Tosun
Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri
1
Hakan Mehmet
Kiriş
Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları: Seçime
Katılma Oranlarının Anlamı ve Önemi
25
Songül Sallan Gül
& Yonca Altındal
Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi: 2015
Seçimlerini Kota Uygulamaları Üzerinden
Yeniden Düşünmek
51
Evren Haspolat
‘Kadın, Anne, Yurttaş’ Ana Akım Siyasal
Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı
(1 Kasım 2015 Genel Seçimleri Örneği)
73
Nigar Değirmenci
& Büşra Kaya
2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde
Siyasal Güven ve Sinizm: Genç Diyojenlerden
Genç Vatandaşa
109
İhsan Kamalak &
Hüseyin Gül &
Songül Sallan Gül
Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi
Tartışmalarının Karşılaştırmalı Bir Analizi
127
Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?
149
Ferihan Polat
Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı
Direnişi
177
Esra Vona Kurt
Medya ve Kutuplaşma: Kutuplaşmanın Medyaya
Yansımalarının, ‘Gezi Parkı Eylemleri’ Üzerinden
Değerlendirilmesi
193
Hüseyin Gül &
Niran Cansever &
Mustafa Turhan
2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde
Isparta’da Seçmen Davranışı Analizi
225
Onur Sungur
2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi: Büyüme,
Enflasyon, İşsizlik, Borçlanma ve Dış Ticarette
Gelişmeler
243
Bülent Özgül
iii
iv
Sunuş: 4 Seçim 1 Türkiye
Hakan Mehmet Kiriş
Hüseyin Gül
Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Türkiye, son birkaç yılı çok hızlı yaşadı. Siyasette bazı yılların sıcak ve
hareketli olması normal kabul edilebilir. Ama 2014 yılında yerel seçimlerle
başlayan maraton, Cumhurbaşkanlığı seçimi, iki seçimle ve ilk kez kurulan
seçim hükümeti dönemleriyle 2015 yılı Kasım ayına kadar devam etti. Bu
süreçte, siyasetin yoğun ve çetrefilli meseleleriyle seçimler iç içe geçti.
Seçimlerin yanı sıra, eski meseleler yeni bileşenlerle ve yeni yönelim ve
boyutlarla konuşulmaya devam edildi. Şu an okumakta olduğunuz bu satırlar
ile Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin 4 Seçim 1 Türkiye konulu bu sayısının
içeriği, her ne kadar söz konusu birkaç yıla yoğunlaşsa da, daha geniş ve
derin bakış açılarıyla dönemi değerlendirmeyi ve katkıda bulunmayı
amaçlamaktadır.
4 Seçim 1 Türkiye sayısı üzerinde çalışmaya başladığımızda aklımıza
takılan temel soru, bu dönemin nasıl ele alınabileceğiydi. Gerçekten 2002
seçimlerinde Türk siyasetinde yaşanan kırılmanın pekiştiği ve yerleşik bir hal
aldığı bu dönemi değerlendirirken, hâlihazırda elimizde bulunan eski altyapıyı
mı kullanmak gerekliydi yoksa yeni bir temelde mi bu tartışmaları yürütmek
gerekiyordu? Şimdilik kesin ve keskin bir tercih yapmak oldukça zor
görünüyor; zira bu dönem de aslında çok partili hayatın bir evresini
oluşturuyor ve ana akımların devam ettiği söylenebilir. 2002’de oluşan
Mecliste bir önceki dönemde yer almayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK
Parti) bilindik merkez sağı ondan daha geniş bir yelpazeye yayılarak kapsayıp
çoğunluğu sağlarken, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de ana muhalefet olarak
ve yine eski deyimle merkez solu temsilen TBMM’deki yerini almıştı.
Şüphesiz siyasal aktörlerin konumu, kadroları ve taban destekleri bu
dönemin önde gelen belirleyicilerinden biridir. 2002 seçimlerinden bu yana
Türkiye, tek partili bir siyasal iktidar tarafından yönetiliyor. AK Parti, güçlü bir
liderlikle birleştirilen icraatçı bir kadro olarak Türk siyasetinin yöneten sağ
partisi konumuna yerleşmiş görünüyor. Bir diğer ana akım tarihsel süreçte
çoğunlukla olduğu gibi, bugün de CHP tarafından temsil ediliyor. CHP,
Cumhuriyet döneminin en eski ve kurumsal partisi olarak bu konumda
Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s.v-xi.
4 Seçim 1 Türkiye
sağlamış olduğu seçmen desteğiyle sabit ve daimi ana muhalefet partisi
oluyor. Bu devamlılık görünümüne rağmen, 2002 ve sonrası dönemin kendine
has bir yapısı ve özellikleri de var ve bunlar yeni kavramları, durumları ve
gerçeklikleri beraberinde getiriyor.1
Aslında CHP’nin sabitliğini (son dönemde %25 oranında seçmen
desteğine sahip) biraz da kurumsallığına bağlamak mümkün; zira CHP’nin
karşısındaki yöneten sağ partide sürekli bir değişim ve yenilenme var.
Demokrat Parti küçük bir fasıla ile yerini Adalet Partisi’ne bırakıyor, Adalet
Partisi’nden (AP), Anavatan Partisi’ne (ANAP) liderlik, kadrolar, politikalar ve
dönemsel koşullar da dâhil olmak üzere bir dönüşüm ve yenilenme var.
Anavatan Partisi’nden de, her ne kadar Refah Partili daha genç ve dinamik bir
kadronun öncülüğünde ve 2000 krizinin Türk siyaset sahnesinde yarattığı
etkiyle de olsa, AK Parti’ye de benzeri bir dönüşüm ve yenilenme var. Bu bir
yandan eskinin denenmişliğini, yıpranmışlığını ve gerileyişini gösteriyor. Diğer
yandan ise yeninin denenmemişliğinden doğan cazibesini içeriyor. İktidar
adayı olarak beliren bu konumdaki partiler, güçlü ve karizmatik liderleriyle
ortaya çıkıyorlar ve dönemin konjonktürünü kendi vizyonlarıyla birleştirip
seçmene sunuyorlar. Buna karşın CHP, tarihsel ve kurumsal bir parti olarak
liderinin kolayca sürükleyebileceği bir yapı değil. 1980 sonrası dönemde
CHP’de güçlü, sürükleyici ve karizmatik bir liderin çıkmamasının bir nedeni
de, öncesinde Atatürk, İnönü ve Ecevit gibi güçlü ve karizmatik liderlerin var
olmasıdır. “Çınardan fışkıran yeni filiz” sloganına rağmen bugün CHP eskinin
gölgesinde kalmaya devam ediyor. Bu nedenle de, hızlı ve değişken gündeme
yanıt vermesi ve güçlü liderliğe dayanan dinamik bir siyasal hareketle rekabet
etmesi güçleşiyor.
Söz konusu dört yöneten sağ parti iktidarları dışında çok partili
dönemde herhangi bir parti ki, burada akla yine CHP geliyor, kendi başına
iktidara gelebilmiş değil. Bu dönemlerde ya koalisyon hükümetleri ya da
darbe veya muhtıra hükümetleri var. Koalisyonlar, yöneten sağ parti
zayıfladığı ya da dışarıdan müdahale gördüğü zamanlarda ortaya çıkıyor.
Koalisyonlar; 1961 – 1965 dönemi, 1973 – 1980 dönemi ve 1991 – 2002
dönemi olarak yaşanmıştır.
1
2009 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi’nde olmanın verdiği şans ile
bulunduğumuz bir ortamda 9. Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel ile Türkiye
siyasetini konuşma fırsatı bulmuştuk. Konu “merkez sağ” siyaset anlayışına gelince biz
de o dönem bizim alanda popüler olan “acaba AK Parti, yeni merkez sağ partisi mi?”
sorusunu belki de en yetkili ve ehil kişiye yöneltmiştik. Demirel, “o bir devirdi, geldi
geçti, şimdi başka şeyler konuşmak lazım” demişti. Demek ki, klasik anlamda merkez
sağ denilen siyaset anlayışının devri sona ermişti ve AK Parti de klasik bir merkez sağ
partisi değildi. Aradan geçen dönem AK Parti’nin bilindik bir merkez sağ partisi
olmadığını gösterdi. AK Parti kendisi de merkez sağ konumu klasik kalıpla sahiplenen
bir söyleme sahip olmadı. Ancak iktidara gelen bu partiler, tek başına yöneten parti
olarak isimlendirilebilirler ve bunların hepsi de tarihsel süreçte karşımıza sağ partiler
olarak çıkmıştır.
ii
Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi.
1960’ların ilk yılları 1960 darbesinin gölgesinde geçerken, 1960’ların
ikinci yarısı 1960 Anayasası’nın özgürlükçü havasının ve ABD başta olmak
üzere artan gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan özgürlükçü hareketlerin artan
etkisinin hissedildiği yıllar olmuştur. Meclise seçilerek giren bazı sol partiler ve
milletvekilleri bu dönemin rengini oluşturmuş, toplumsal hareketler artmaya
başlamıştır. 12 Mart 1971 tarihinde Süleyman Demirel başbakanlığındaki AP
Hükümeti askeri muhtıra ile görevden ayrılmış ve Nihat Erim hükümeti
kurulmuş, 1960 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümleri
kısıtlanırken, yürütmenin eli güçlendirilmiştir.
1970’li yıllar CHP’nin, toplumsal ve sendikal hareketlerin yükselişte
olduğu dönemdir. Bu yükseliş, rakamsal açıdan iki değişkene bağlı
görünmektedir. Bunlardan birisi CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerindeki sandık
başarısıdır ki, CHP oyları 1977’de %41,4’e kadar yükselmiştir. İkinci unsur
ise, Adalet Partisi’nin tek başına yerleştiği tabanı 1970’lerle birlikte
Demokratik Parti, Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) gibi partilerle paylaşmasıdır.
Türk siyasal hayatında ilginç ve özellikli koalisyonlara da rastlanmıştır.
CHP – MSP Koalisyonu, Doğru Yol Partisi (DYP) – Sosyal Demokrat Halkçı
Parti (SHP) Koalisyonu ve Demokratik Sol Parti (DSP) – MHP (ve ANAP)
Koalisyonu bunlar arasında önde gelenlerdir. Bugün Türkiye’de koalisyonun
istikrarsızlık ve kriz anlamına geldiğine dair yaygın ve neredeyse genel kabul
gören bir görüş var. Buna karşın tek partili bir yönetimin istikrar sağladığı
düşünülüyor. Herhalde bu kanaat, türdeşlik beklentisi yüksek, buna karşın
çatışmacı siyasal kültürümüzden kaynaklanıyor. Bu kanaat oluşumunda ANAP
ve AK Parti hükümetlerinin güçlü ve başarılı tek parti dönemlerinin de katkısı
olduğu söylenebilir.
Ancak bugün sağ – sol temelli siyasetin çok daha ötesinde olan bir
siyasal dönemi yaşıyoruz. Sınıf temelliliğin ve ideolojilerin yerini etnik
milliyetçilik, mezhep, din gibi başka değişkenlere bıraktığına ya da en azından
bu unsurların etkisinin arttığına tanık oluyoruz. Aslında bu değişimin 1980
sonrasında askeri darbe ile ortamın değişim için uygun hale getirildiği
dönemde başladığını söylemek gerekir. Bu dönemde başlayan liberalleşme,
piyasalaşma, AB ve küresel sistemle entegrasyon politikaları, hızlı kentleşme
dinamikleri, dinsel grupların ve dinin siyasette artan önemi, ayrılıkçı PKK
terörünün yaygınlaşması bugünlerin işaretlerini vermişti. Devamında 1990’lı
yıllarda Refah Partisi’nin yükselişi, siyasal Kürt hareketinin SHP’den koparak
ayrı bir hareket olarak siyaset sahnesinde yer alması ve 1990’ların
koalisyonlarla anılması bugünleri etkileyen diğer önemli gelişmeler oldu.
2000’li yıllarda AK Parti merkez sağa ve 2010 referandumu ile de sisteme
egemen hale gelmesi, Tayyip Erdoğan’ın AK Parti lideri olarak sergilediği
başarılı liderlik bugünkü siyasal gündemi belirleyen unsurlar olarak öne
çıkmaktadır.
2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi, milletvekili genel seçimi ve
referandumunun ardından siyaset ve akademya bu tartışmaları, başkanlık
iii
4 Seçim 1 Türkiye
sistemi, siyasal partiler ve seçim sistemi ile yeni anayasa odaklı olarak
yürütüyor. İşte 4 Seçim 1 Türkiye bu tartışmalara odaklanan bir tema başlığı
olarak düşünüldü. Kısaca hatırlayacak olursak, gerçekten de 30 Mart
2014’teki yerel seçimlerin konjonktürü, olağandışı olmuştu. Mayıs sonunda
ortaya çıkan Gezi Olayları, basit bir çevreci eylem olarak başlamış, ancak bir
anda hükümetin protesto edildiği kitlesel gösterilere ve ardından da radikal
göstericilerle emniyet güçlerinin çatıştığı eylemlere dönüşmüştü. 2014 yerel
seçimlerinde de, tek istisnası 1989 yerel seçimleri olan, “Türkiye’de tek
başına hükümetteki parti yerel seçimleri kazanır” kuralı değişmedi ve AK
Parti, yerel seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Bu yerel seçimlerle birlikte
Türkiye, 1860-1870’li yıllardan bu yana gerçekleştirilen en önemli ve geniş
erimli idari reformla, otuz ilinde büyükşehir / bütünşehir sistemine geçiş
yaptı.
2014 yılı Ağustos ayında, Türkiye ilk defa Cumhurbaşkanının halk
tarafından doğrudan seçileceği bir seçimde oy kullandı. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan aday oldu ve ilk turda
seçimi kazandı. CHP ve MHP, çatı adayı adı verilen ortak aday gösterme
yoluna gitti. Halkların Demokrasi Partisi (HDP) de kendi adayını gösterdi.
Ancak başarılı olamadılar. Bu seçimler döneminde, ama özellikle sonrasına
etkili olan olaylar silsilesi, paralel yapı olarak isimlendirilen cemaatin
faaliyetleriydi. Bu arada AK Parti’de Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Tayyip
Erdoğan’ın yerine genel başkanlık görevine Ahmet Davutoğlu geldi.
Son olarak 2015 yılı ise, milletvekili seçimi zamanıydı. 7 Haziran 2015
seçimleri, tek parti çoğunluğundan koalisyona giden bir sonuç ortaya çıkardı.
Bu sonuç üzerine AK Parti ve CHP, uzun süren müzakerelerde bulundular. Bu
müzakereler, Türkiye’de iki ana akım parti arasındaki diyalog yollarının
açılması adına umut verici bir gelişme oldu. Hatta CHP, uzun yıllar sonra ilk
kez kendisinin de iktidar potansiyeli olduğunu ve koalisyonla da olsa iktidara
gelebileceğini kamuoyuna gösterme fırsatı buldu. Bununla birlikte anayasal
süre içinde hükümet kurulamadı. Ülke 1 Kasım 2015 tarihinde yeni bir
seçimle karşı karşıya geldi.
Haziran ve Kasım ayları arası, Türkiye için zor geçirilen bir dönem
oldu. Gerek Ortadoğu’da gerekse de Güneydoğu Anadolu’da yaşanan kritik
gelişmeler, Kasım seçimlerinin öncelikli konularının, 7 Haziran seçimlerinin iş
ve ekmek sloganlarının aksine, güvenlik ve istikrar olmasını beraberinde
getirdi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yoğunlaşan terör, şiddet ve çatışma
sarmalı, bütün ülkeyi etkiledi. Ankara Garı önündeki miting için toplanan
göstericilere yönelik bir terör eylemi gerçekleştirildi. Türkiye tarihinin bu en
kanlı terör eyleminde, 102 kişi hayatını kaybetti, 300 civarı kişi yaralandı.
Bunun sonucu olarak partiler seçim mitinglerini iptal ettiler. Böylece 1 Kasım
seçimlerine gidildi ve seçmenler AK Parti’ye tek parti hükümeti kurma
yetkisini tekrar verdi.
1 Kasım 2015 seçimleri, ilginç bir aritmetiği ortaya çıkardı. AK Parti,
almış olduğu %49,5 oy oranı ile 317 milletvekili kazandı ve tek başına iktidar
iv
Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi.
oldu. Ancak temel olarak parlamenter demokrasi olarak nitelenen Türk siyasal
sistemini başkanlık sistemi yönünde değiştirebilecek yeni bir anayasayı tek
başına hazırlayabilme gücünü elde edemedi. Böyle bir girişim için mecliste
başka bir parti grubuyla ya da en azından referandum aralığını aşmak için bir
milletvekili fraksiyonuyla uzlaşması gerekiyor. CHP, sabit konumunu
sürdürürken, diğer muhalefet partilerinin durumu CHP’nin daimi ana
muhalefet rolünü pekiştiriyor.
İki muhalefet partisi MHP ve HDP, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a yaşanan
süreçte seçmen desteklerinin önemli bir kısmını yitirerek neredeyse
marjinalize oldular. Bunun arkasında yatan temel nedenlerin MHP koalisyona
girme konusunda gösterdiği direnç ile HDP’nin terör ve şiddet karşısında
takındığı pasif tutum gösterilebilir. Ancak, 1 Kasım sonrası MHP ve HDP,
küçük meclis gruplarına rağmen, AK Parti’nin anayasayı değiştirebilmek için
Mecliste ihtiyaç duyduğu çoğunluğu sağlayabilmek adına halen müzakere
potansiyellerini belirli ölçüde de olsa koruyorlar. Bir diğer ilginç aritmetik;
mecliste temsil edilen üç muhalefet partisinin toplam oyları, iktidar partisinin
oy oranına erişemiyor, iki küçük muhalefet partisinin oyları da ana muhalefet
partisinin oy oranına erişemiyor. İktidar partisi ile ana muhalefet partisi
arasındaki makasın çok açık olmasına, ana muhalefet partisi ile diğer
muhalefet partileri arasındaki makasın açılmasının da eklendiği ilginç bir
tablodan söz edilebilir. Bu da beraberinde ne iki partili ne de çok partili bir
sistemi net olarak tanımlamamıza olanak veriyor. Bu noktadan hareketle
birbiriyle de ilişkili beş tartışma konusu ortaya çıkıyor:





Türkiye hangi hükümet sistemiyle yoluna devam edecek?
Yeni anayasa yapılabilecek mi?
Siyasal parti sistemi nasıl olacak? İki partili yapı mümkün mü?
Seçim sistemi nasıl yeniden düzenlenecek?
Bu süreçte hangi aktörler, ne ölçüde, nasıl ve hangi biçimde rol
alacak?
Önümüzdeki dönemde bu tartışmalarla sıklıkla karşılaşacağımız açık.
Yeni AK Parti hükümeti bu konuları, özellikle bir başkanlık sistemi öngören
anayasa değişikliğini önceliği olarak ortaya koyarak, muhalefet partileriyle
görüşmelere başladı bile. Bu durum gösteriyor ki, bu konular önümüzdeki
birkaç yılın en önemli siyasal ve yönetsel tartışma konuları olacak. Belki bir
referandum karşımıza gelecek belki yeni bir erken seçim. Dolayısıyla
yukarıdaki sorulara daha çok kafa yormamız ve tartışmamız gerekecek.
Gerçekten Türkiye’de hâlihazırda işleyen hükümet sistemi hangisidir?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kendisinin bilinen türden bir cumhurbaşkanı
olmayacağını, sorunlu işlediğini ileri sürdüğü mevcut parlamenter sistemi
Türkiye’ye uyacak bir başkanlık sistemine dönüştürmek gerektiğini
açıklamalarında belirtti. AK Parti temsilcileri de bu açıklamalara destek verdi.
Genel olarak 1982 Anayasası’nın orijinalinin dahi klasik parlamenter sistemin
ötesinde olduğu kabul edilmektedir. Üstelik şimdi halk tarafından seçilen ve
doğrudan halka karşı sorumlu konumda bulunan, ayrıca ikinci dönemi için
v
4 Seçim 1 Türkiye
yine seçime gidebilecek bir Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, bu konuların
tartışılmasını istiyor. Dolayısıyla bu konular akademya ve siyasetçiler kadar,
vatandaşlar tarafından da tartışılmaya devam edecektir.
1982 Anayasası en çok eleştiri konusu olan sistemik çerçeve olarak
aradan geçen otuzu aşkın yılda büyük ölçüde değişime uğramış bulunuyor.
1982 Anayasasını mecliste bulunan bütün partiler eleştirmeye devam ediyor.
Ancak aynı partiler bu anayasa yerine başka bir metin üzerinde de
uzlaşamıyor. Daha önce anayasa değişikliği konusunda partiler arasında
yaşanan görüşmelerde başarı elde edilemedi. Partiler şimdiye kadar yeni
anayasa konusunda uzlaşmacı bir tutum sergileme ve bir anayasa yapabilme
sorumluluğunu gösterebilmeyi değil, masayı terk etmeden diğerlerini terk
ettirerek haklı bir pozisyonda kalabilmeyi benimsediler.
Türkiye’de siyasal elitin istediği bir sistem olsa da, etkin işleyen iki
partili bir sisteme erişmek şimdilik kolay görünmüyor. İlk iki parti arasındaki
mesafe (ideolojik uzaklık) ve asimetri oldukça büyük. Dahası güçlerini
yitirseler de diğer iki muhalefet partisi halen etkili olabilme potansiyellerini
koruyorlar. İktidardaki tek partinin diğerlerine göre dominant olduğu seçim
sonuçları var. Bu durum da ister istemez siyasal sistemin ve anayasanın
yeniden tasarımında AK Parti’nin kendini güçlü hissederek, başkanlık
sisteminde ısrarcı davranmasına, diğerlerininse buna karşı durmasına yol
açıyor.
İşte Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin 4 Seçim 1 Türkiye adını taşıyan
bu sayısında, birbirlerini bütünleyen konular olarak Türkiye’de siyasal sistem
ve hükümet sistemi, demokrasi, siyasal katılım ve temsil, son dönemdeki
seçimler, siyasal liderlik, siyasal güven ortamı, siyasal ve ekonomik durum
gibi konuları ele alan yazılara yer verdik. Bu içeriğin oluşmasında pek çok
yazarın katkısını almaya özen gösterdik.
Bu sayının ilk makalesi Tanju Tosun ve Gülgün Erdoğan Tosun’a ait.
Yazarlar makalelerinde, partilerin programları ve seçmenlerinin davranış
analizi ve oy kaymaları çerçevesinde 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Milletvekili
Genel Seçimlerini kazananları ve kaybedenleriyle ele alıyor ve analiz
ediyorlar. İkinci makalede Hakan Mehmet Kiriş, Türkiye’de seçim sandığı
kavramını ve seçime katılma ve siyasal temsil oranlarının anlamı ve önemini,
farklı demokrasilerle karşılaştırmalı şekilde ele alıyor.
Dergide yer alan üçüncü ve dördüncü makaleler, son dönemin siyaset
sahnesine toplumsal cinsiyet ekseninden bakıyorlar. Songül Sallan Gül ve
Yonca Altındal, Türkiye siyasetinin eril anatomisini çıkarıyorlar, 7 Haziran ve 1
Kasım seçimlerini kota uygulamaları üzerinden ve tarihsel bir perspektiften
değerlendirerek kadın temsilini tartışıyorlar. Hemen ardından Evren Haspolat
ise kadın, anne, yurttaş niteleyenleri çerçevesinde ana akım siyasal partilerin
kadın algısını değerlendirerek, partilerin söylemlerindeki benzeşme ve
farklılaşmaları sorguluyor.
vi
Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi.
Beşinci makale Nigar Değirmenci ve Büşra Kaya’ya ait. Değirmenci ve
Kaya, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde üniversite gençliğinin siyasal
sisteme bakışını güven ve sinizm çerçevesinde araştırıyorlar. Onları izleyen
İhsan Kamalak, Hüseyin Gül ve Songül Sallan Gül’ün ortak eseri olan makale,
siyasal rejim ve hükümet sistemi tartışmalarını ele alan bir içeriğe sahip.
Yazarlar, çalışmalarında Türkiye’de demokrasi, siyasal rejim ve başkanlık
sistemi tartışmalarının, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa siyasal
sistemleri temelinde karşılaştırmalı bir analizini yapıyorlar.
Bülent Özgül, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” sorusuna
verdiği karşılıkta, ülke çapında yürüttüğü alan araştırmasının en çarpıcı
sonuçlarını bizimle paylaşıyor. Mecliste temsil edilen dört partinin liderlerinin
nasıl algılandığını ve halkta nasıl bir liderlik beklentisi olduğunu ele alarak
tartışıyor.
Sekiz ve dokuzuncu makaleler, bugün Gezi Parkı olayları olarak
adlandırılan süreci ele alıyor. Ferihan Polat, Gezi Parkı olaylarının sadece
muhalif bir gösteri olarak adlandırılmasının yetersiz olduğu görüşünde ve bu
görüşünü gerekçelendirerek açıklıyor makalesinde. Esra Vona Kurt ise,
kutuplaşmanın Gezi Parkı olayları ile medyaya yansımasını ele alarak, medya
gruplarının tavır ve söylemlerinin öngörülebileceğini iddia etmektedir.
Onuncu makalede bu kez seçmen davranışı ile ilgili bir alan
araştırmasının bulguları ve tartışması yer almaktadır. Hüseyin Gül, Niran
Cansever ve Mustafa Turhan, Isparta’da 2011 milletvekili ve 2014 yerel
seçimlerinde seçmen yönelimleri araştırmalarının verilerini ortaya koyuyorlar.
Son olarak bütün bu tabloya etki ettiği düşünülen ve değerlendirmemizi
tamamlayıcı role sahip makalesinde Onur Sungur, 2000’li yıllarda Türkiye
ekonomisini büyüme, enflasyon, işsizlik, borçlanma ve dış ticaret rakamlarıyla
ortaya koyuyor.
Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin Ocak – Aralık 2015 sayısını
oluşturan 4 Seçim 1 Türkiye teması, yakın gelecekte de tartışılmaya devam
edecek konu başlıklarıyla içinde bulunduğumuz dönemin temel özelliklerini
değerlendirmekte ve tartışmaktadır. Elbette, derginin oluşmasında pek çok
kişinin katkısı var. Temamızı bütünleyen değerli çalışmaları için yazarlarımıza,
derginin yayına hazırlanması sürecinde bizlere destek olan ve katkı veren
teknik ekibimize teşekkürü borç biliriz. Bir teşekkür de dergiyi takip eden,
okuyan, değerlendiren size, okuyucularımıza.
vii
4 Seçim 1 Türkiye
viii
Kazananı ve Kaybedenleriyle
1 Kasım Seçimleri
Tanju Tosun
Gülgün Erdoğan Tosun
Prof. Dr.
Ege Üniversitesi,
İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Bölümü.
E-posta: [email protected]
Prof. Dr.
Ege Üniversitesi,
İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü
E-posta:[email protected]
Özet: Bu çalışmada, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri çerçevesinde partilerin parti
programları ve seçmenlerinin davranışı analiz edilmektedir. Partilerin parti
programlarında yer verdikleri vaatleri ve öngördükleri politikalar ortaya konularak
çözümlenmektedir. Bunun yanında, 7 Haziran ve 1 Kasım seçim sonuçları üzerine
karşılaştırmalı bir değerlendirme yapılarak, bu iki seçimde partilerin seçmenlerinin
davranışları irdelenmektedir. Partiler arasındaki oy kaymaları ve sandığa yansıyan
seçmen iradesine ilişkin düşünceler belirtilerek tartışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Genel Seçimler, Siyasi Parti Programları, Oy Kayması, Oy
Oynaklığı, Seçmen İradesi
November 1 General Elections with Its Losers and Winners
Abstract: This study focuses on June 7 and November 1 general elections and
anlayzes political party programs for these two elections. In this respect, the promises
and prospective policies of the political parties as declared in their party programs are
presented and examined. Besides, the results of June 7 and November 1 general
elections are analyzed comparatively and discussed. Moreover, voter attitudes in the
two elections are explored and analyzed. Finally, a discussion on vote slide among
political parties and the will of voters as reflected by the ballot results are presented.
Keywords: General Elections, Political Party Programs, Vote Slide, Vote Elasticity, Will
of Electorate
Giriş
1 Kasım seçimi gerek nedenleri, gerekse sonuçları bakımından Türkiye
siyasal hayatında uzun süre tartışılacak özelliklere sahip. 7 Haziran seçimiyle
oluşan parlamenter çoğunluktan tek parti hükümetinin çıkmaması, ardından
yürütülen partiler arasındaki koalisyon görüşmelerinin sonuçsuz kalması, aynı
süreçte artan terör ve şiddet eylemleri mevcut istikrarın süratle aşınmakta
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”, Toplum ve
Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.1-23.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
olduğuna işaret eden gelişmelere ilişkin tipik örneklerdi. 2002‟den 2015‟e AK
Parti‟nin tek parti hükümetiyle tesis edilen hükümet istikrarının ardından 7
Haziran sonrası yaşanan hükümet kurma odaklı uzlaşmazlığa ekonomik ve
siyasi belirsizliğin eşlik etmesi doğaldır ki Türkiye toplumunda endişelere yol
açtı. Özellikle 90‟lı yıllardakine benzer terör eylemleri, kitlesel katliamlar
toplumda 90‟ların alacakaranlık kuşağına geri mi dönüyoruz şeklinde bir soru
işaretine yol açmıştı. Bu süreçte MHP lideri Devlet Bahçeli‟nin herhangi bir
parti ya da partilerle kurulacak koalisyona yanaşmaması, CHP-AK Parti
arasındaki
koalisyon
görüşmelerinin
başarısızlıkla
sonuçlanması
ve
Cumhurbaşkanı Erdoğan‟ın ülkeyi yeniden bir seçime götürme tercihiyle
birleşince seçmenin önüne kaçınılmaz olarak 1 Kasım‟da yeni bir seçim
sandığı kondu. Aynı süreçte artan terör eylemlerine yanıt olarak AK Parti
hükümetinin izlediği güvenlikçi politikalar karşısında, HDP‟nin ülke genelinde
siyasal
meşruiyetini
pekiştirmeye
yönelik
Türkiyelileşme
projesini
başaramaması, CHP‟nin ise izlediği uzlaşmacı söylem ve tavırları, 1 Kasım‟a
uzanan süreçte Türkiye siyasetinin hal-i pür melaline ilişkin karakteristik
görünümlerdi. Bu çalışmada önce partilerin 1 Kasım bildirgeleri, ardından
seçimde
sandıktan
çıkan
seçmen
iradesi
çeşitli
boyutlarıyla
değerlendirilmektedir.
Siyasi Partilerin Seçim Bildirgelerine Yansıyan Tahayyülleri
CHP Seçim Bildirgesinin Şifreleri
7 Haziran seçiminin ardından altı ay dahi geçmeden gidilen seçimler,
siyasi partilerin seçmen tercihlerine mazhar olmak için yeniden az zamanda
çok mesai harcamalarını zorunlu kıldı. Önce milletvekili adayları belirlendi,
ardından partiler 1 Kasım seçimine yönelik bildirgelerini seçmenle
paylaşmaya başladılar. Seçim bildirgelerinin seçim kazandırma etkilerinin
fazla olmadığı bilinse de, partilerin iktidara gelmeleri durumunda neyi, nasıl
yapacaklarına dair önemli metinler olduğu da bir gerçek. 7 Haziran seçimine
iddialı bir bildirgeyle hazırlanan, ideoloji ve siyaseti ekonomik olanın sosyal
boyutuyla birleştiren CHP‟nin benzer çabasını 1 Kasım için kaleme aldığı
bildirgede de görüyoruz1.
Bildirgede yer alan partinin siyaset tahayyülünde özgürlük, demokrasi
ve hukuk devletinin kurumsallaşmasının ekonomik gelişmenin, sosyal adaleti
tesis etmenin ve bilgi toplumuna ulaşmanın anahtarı olduğu daha başlangıçta
dile getirilirken, bunun ancak demokratik değerler ve hukuk devleti ilkelerinin
bir norma dönüşmesiyle mümkün olacağı iddia edilmiştir. Adeta demokratik
ve günışığında devletin kapılarını açan üç altın anahtar şeklinde kurgulanan
özgürlük, hukuk devleti ve demokrasinin pekişebilmesi ise CHP‟ye göre
kurumsal yeni düzenlemelerle mümkündür. Demokrasi ve hukuk devletinin
tesisini önemli ölçüde yürütmenin yasama organı tarafından etkin
denetiminde gören CHP için aslolan dengelenen ve denetlenen bir demokrasi
1
2
CHP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, chp.org.tr
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
olup, bunun ise ancak siyasal çoğulculuk ve kurumsal özerklikle mümkün
olabileceği düşünülmekte. Bildirgede çoğulculuk ve kurumsal özerkliğin hayat
damarları ise siyasal süreçlerin tüm aşamalarında siyasal tarafsızlık, hukukun
üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, meclis üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır.
Bildirgede temel önceliğini “Haklar ve Özgürlükler Cumhuriyeti”ni
kurmak olarak açıklayan parti, bunun da ancak hukukun üstünlüğü ve temel
hakların yeniden tesisi ile gerçekleşeceğine inanmaktadır. İçselleştirdiği
siyaseti “Hak ve Özgürlükler Siyaseti” şeklinde tanımlayan CHP, bunun
yurttaşlığı güçlendireceği, özgürlükleri teminat altına alacağı düşüncesindedir.
Tahayyül edilen siyaset anlayışı; etnik, dinsel, sınıfsal, cinsiyetçi
tahakkümlere karşı koruyucu tahakkümsüz demokratik yurttaşlığı besleyecek
olan yegâne damardır. Demokratik yurttaşlığa sosyal bir öz de katarak,
sosyal devlete yakışan “sosyal yurttaşlık anlayışı”nı dillendiren CHP, bunun
siyasa destekleyicileri olarak başta aile sigortası olmak üzere, adil asgari
ücret hakkı, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim hakkını toplumsallaştırma
iddiasında bulunmakta, bildirgede bunun araçlarını tek tek saymaktadır.
Laikliği, demokrasiyi pekiştirici siyasal mekanizma olarak takdim eden
CHP demokrasiyle laikliği devletin tüm inançlara, bireysel tercihlere eşit
mesafede durma, Diyanet İşleri Başkanlığı‟nı bu düzene göre çoğulcu,
kapsayıcı bir yapıya kavuşturma sözü de vermektedir. Vaatler ise zorunlu din
derslerinin kaldırılmasından, cemevlerinin diğer ibadethaneler gibi yasal
statüye kavuşturulmasına kadar uzamaktadır.
CHP‟nin birkaç seçim öncesine dek bildirgelerinde dışlayıcı vatandaşlığın
ürünü olarak kaleme alınan, hatta “Kürt sorunu” yerine salt “Güneydoğu
sorunu” şeklinde tanımlanan Türkiye‟nin en temel sorun boyutlarından biri
olan Kürt meselesine bildirgede ayrı bir özenle yer verilmiş, sorunun
çözümünün Tam Demokrasi ve Eşit Vatandaşlık ile mümkün olacağı
vurgulanmıştır. Kürt sorununa bakışını temel insan hakkı tanımlamasından
yola çıkarak kurgulayan CHP, bu sorunu bir demokrasi eksikliği sorunu olarak
tanımlamaya gitmekte, bunun ancak daha fazla özgürlük, demokrasi ve
hukuk devleti anlayışı ile çözülebileceğinin altını çizmektedir. Sorunun
çözümünün metodolojik olarak salt siyasal olana da indirgenmediği, bölgede
işsizlik ve yoksullukla mücadelenin öneminden, sosyal ve ekonomik
kalkınmanın gerekliliğini dillendirmesinden de anlıyoruz. Kürt sorununun
çözümüne yaklaşımında güvenlik, ekonomik kalkınma, insan hakları, hukuk
devleti ya da eşit vatandaşlıktan birini değil, tümünü birarada çözümün
anahtarı olarak görmektedir. Sorunun tanımı ve teşhisinin adresinin Meclisten
geçtiği, yasama organında kurulacak mekanizmalar (Toplumsal Mutabakat
Komisyonu gibi) ve topluma uzanacak kurumsal yapılar (Ortak Akıl Heyeti) ile
meselenin barış, demokrasi ve ekonomi boyutlarıyla bütünleşik biçimde ele
alınması gerektiği inancındadır. Sorunun çözümüne yönelik somut önerileri
ise idari sistemde yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesinden, anadili
Türkçe olmayan yurttaşların kamu hizmetlerinden eksiksiz yararlanmasının
sağlanmasına, sorunun çözüm yönteminde şeffaf ve hukuka uygunluğun esas
alınmasına kadar uzanmaktadır.
3
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
CHP‟nin özgürlük-demokrasi-hukuk devleti ekseninde “Haklar ve
Özgürlükler Cumhuriyeti”ne giden yolda özenle altını çizdiği kurumsal
özgürlük alanları, bildirgede toplantı ve gösteri özgürlüğünden özgür ve çok
sesli medyaya, örgütlü toplumdan bilgi toplumu ve demokrasi ilişkisine kadar
uzanır. Bu alanların ancak “özgürlükçü bir anayasa” ile açılacağının
dillendirilmesi bildirgedeki gözalıcı vaatler olarak dikkat çekmekte. Tasarlanan
bu yeni anayasa demokrasi, hukuk devleti, sosyal adalet ve insan haklarına
saygı üzerinde yükselip, tüm toplumu kucaklayacak bir anayasa olarak
tahayyül ediliyor. Bildirgedeki tüm bu vaatlerle varılmak istenen hedefin ise
Türkiye‟de yeni “sosyal demokratik bir uygarlık” olduğunun altı özenle
çizilmektedir. Bu uygarlığın inşasını sağlayacak koşullar şunlardır;
güçlendirilmiş bir parlamenter sistemde etkin (yasa tasarıları ve tekliflerini
yasama organı ve kamuoyunda yeterince tartışıldıktan sonra kabul edilmesi,
torba kanun uygulamasının sona erdirilmesi vb.), yürütmeyi denetleyen bir
Meclis (araştırma komisyonlarının çeşitlendirilmesi, Meclisin mali, denetim
işlevlerinin güçlendirilmesi), yurttaşın demokratik temsiline dayanan siyasi
partiler ve seçim yasası (%10‟luk ulusal barajın kaldırılması, memurların
siyasi partilere üye olma yasağının kaldırılması), partiler arasında adil
rekabeti yaratacak finansal açıdan şeffaf ve hesap verebilir siyaset (seçim
yolsuzluklarının etkin biçimde cezalandırılması), dürüst ve katılımcı siyaset
(siyasi ahlak yasasının çıkarılması), devlet otoritesi karşısında yurttaşı
devletin hukuksuzluklarına karşı koruyan düzenlemelerin yapılması (kolluk
kuvvetlerinin keyfi uygulamalarına son verilmesi), hukuk devleti ve yargı
reformuna yönelik kurumsal düzenlemelerle hukuka ve hukukçuya bağımsız
yargının inşası ile yeniden itibar kazandırılması (yüksek yargı organı
üyelerinin seçim yönteminin değiştirilmesi, gizli tanık uygulamasına son
verilmesi, HSK‟nın yeniden yapılandırılması, hakim ve savcıların bağımsızlığa
kavuşturulması),
Cumhurbaşkanının
klasik
demokratik
parlamenter
sistemdeki tarafsız konumuna çekilmesi (Cumhurbaşkanın yargı ve üst
bürokrasideki atama yetkilerinin kısıtlanması), medyayı çoğulculaştırma ve
siyasetin vesayetinden kurtarma, üzerindeki baskılara son verme (TRT‟yi
iktidarın siyasi aracı olmaktan çıkarma, medya çalışanlarına iş güvencesi
sağlama), sosyal medya kullanımını özgürleştirme. Bildirgede örgütlü toplum
ve demokratik siyasetin de altı özenle çizilirken, bu düzenin tesisi yolunda
iktidar olunması durumunda atılacak adımlar bildirgede tek tek sayılmaktadır.
Bu adımların başlıcaları; sendikal hakların genişletilmesi, dernekler yasasının
gözden geçirilerek, örgütlenme özgürlüğü aleyhindeki düzenlemelerin
kaldırılması, meslek örgütleri üzerindeki baskılara son verilmesidir. CHP‟nin
bildirgeye yansıyan tüm saptanmış sorunlar, bunları çözmeye yönelik
geliştirdiği öneri ve vaatler veri alındığında, “Önce Türkiye” diyen CHP‟nin
Türkiye için bir hayali olduğunu anlıyoruz. Bu; “günışığında bir devlet” ve
“yurttaş için siyaset”tir.
4
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
AK Parti’nin 1 Kasım Mesajı: “Yaptıklarımız Yapacaklarımızın
Teminatıdır”
13 yıllık tek parti iktidarının ardından 7 Haziran‟da sandıkta hükümet
kuracak çoğunluğunu kaybeden AK Parti, yeniden iktidara ulaşmak için 1
Kasım bildirgesinin neredeyse her satırında geçmişte yaptıklarına dayanma
ihtiyacı duymuş, bunu detaylandırarak seçmene hissettirmeye çalışmıştır.
Bildirgenin partinin yaptıklarından yola çıkılarak yapacaklarına dair bir
manifesto olduğunu söyleyebiliriz2. Türkiye‟nin partisi olma iddiasıyla yola
koyulduklarını, ülkenin birikmiş ve kronikleşmiş pek çok meselesini de bu
anlayışla çözdüklerini iddia eden AK Parti, bildirgeye yansıyan biçimiyle varlık
sebebini vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini genişletmek şeklinde
tanımlamakta. Yeni dönemde makro siyaset tahayyülünde ilk göze çarpan;
demokratikleşme ve yönetim kalitesini arttırmaya devam etme iddiasıdır.
1 Kasım sonrası yeni anayasa ile birlikte yapacakları reformlarla
demokrasinin ilerlemesi, yönetim kalitesinin daha da iyileşmesine; bunun bir
yandan ekonomik gelişmeyi hızlandıracağına, insani kalkınmaya hız
vereceğine, diğer yandan uluslararası alanda Türkiye‟yi daha saygın ve cazip
bir ülke haline getireceğine ilişkin vurgu dikkat çekmektedir. Bildirgede AK
Parti‟nin arzu ettiği toplum biçimi; herkesin inandığı gibi yaşayabildiği,
fikirlerini özgürce ifade edebildiği, refaha katkıda bulunduğu ve refahtan hak
ettiği payı aldığı, emniyet ve huzur içerisinde yaşayan bir toplumdur. Sözü
edilen toplumun nasıl inşa edileceği ise sıralanan vaatlerle kurgulanıyor. Bu
süreçte atılması planlanan ilk adımın temel hak ve hürriyetler alanında
olduğunu anlıyoruz. Hak ve hürriyetlere yaklaşımında ise, bunların garanti
altına alınması, kullanımını kısıtlayan engellerin ortadan kaldırılması, klasik bir
iddia olarak gözlenmekte. Toplum-devlet ilişkisi konusundaki tahayyülü
bildirgede şöyle dile getiriliyor: “Tüm toplumsal kesimlere eşit mesafede
durma anlayışımızla, milletimizin temel değerlerine dayalı birlikteliğimizi ve
vatandaşlık bağını benimsiyoruz. Devlet ile vatandaş ilişkilerinin adalet
ölçüsünde ve demokratik bir temelde sağlanması gerektiğini düşünüyor ve
tüm vatandaşlarımızı çoğulcu bir yaklaşımla kucaklamaya devam ediyoruz”.
Vatandaşlık anlayışı ise etnik kimliği, mezhebi ve inancı ne olursa olsun
herkesi bağrına basan, onları eşit vatandaşlık ile evrensel ilke ve değerler
temelinde demokratik bir ortak yaşam bilincine ulaştıran bir anlayış şeklinde
tanımlanmaktadır.
Temel hak ve hürriyetler alanında iktidarları döneminde neler yaptıkları
ayrıntılı biçimde sayıldıktan sonra, sıra vaatlere gelmekte. Temel hak ve
hürriyetler alanında geçmişte sağladıkları kazanımların kararlılıkla korunacağı
belirtildikten sonra, geçmişte olduğu gibi ikinci atılım döneminde de topluma
kimlik ve yaşam tarzı dayatılmasının karşısında olacakları, tüm vatandaşların
birinci sınıf olarak muamele gördüğü ve özgür fertler olarak yaşadığı bir
ortamın tesis edilmeye devam edileceği vurgulanmakta. Vatandaşlık
anlayışını kapsayıcı ve evrensel değerlere dayalı bir temelde, birlik ve
2
AK Parti 1 Kasım Seçim Bildirgesi, akparti.org.tr
5
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
bütünlüğü pekiştirme odaklı, tüm etnik, mezhebi ve dini kesimlere, başörtülü
veya başı açık, köylü veya şehirli, kadın veya erkek, yoksul veya zengin, şu
veya bu siyasi görüşten tüm vatandaşlara eşit mesafede duruma odaklı ilan
eden AK Parti‟nin hedefinin her bir bireyin, temel hak ve özgürlüklerden en
ileri derecede yararlanacağı bir Türkiye olduğunu anlıyoruz. Bu düzeni inşa
etme adına bildirgede Alevilerden (cemevlerine hukuki statü kazandırılması)
Romanlara (eğitim, istihdam, iskan sorunlarının çözülmesi) ve azınlıklara
kadar (ayrımcılığın önlenmesi) uzanan vaatlere yer verilmektedir. Ayrıca, hak
ve hürriyetlerin kurumsallaştırılması için hukuki alanda atılacak adımlar da
tek tek bildirgede sayılmakta. Örnek vermek gerekirse; TBMM İnsan Haklarını
İnceleme Komisyonu, Kamu Denetçiliği Kurumu ve Türkiye İnsan Hakları
Kurumunun etkinleştirilmesi, ceza ve tutukevlerinin etkin bir şekilde
denetlenmesi, kolluğa yönelik şikâyetlerin üzerine kararlı bir şekilde gidilmesi.
Çözüm sürecine de ayrıntılı biçimde yer verilirken, nelerin yapıldığından,
sürecin niçin tıkandığından bahsedilmiş, ülkede birlik ve kardeşliği tesis
etmeyi amaçlayan, dönemsel bir mesele olarak bakmadıkları Çözüm Sürecinin
kararlıkla sürdürüleceği iddiasına yer verilmiştir. Burada altı çizilmesi gereken
husus; demokratikleşme ile eş zamanlı olarak yatırım, üretim ve istihdam
imkânlarının geliştirilmesi başta olmak üzere, terörden etkilenen yörelerin
ekonomik ve sosyal rehabilitasyonuna dönük çalışmaların hızlandırılarak
devam ettirileceği vaadi, AK Parti‟nin Kürt sorununa sosyal ve ekonomik bir
perspektifi de eklediğini göstermektedir.
“Yeni Bir Toplumsal Sözleşme” olarak tanımlanan yeni anayasanın
partinin ikinci atılım döneminde yapılacağının altı çizilirken, anayasanın,
Cumhuriyetin insan hakları ve demokrasi konularındaki kazanımlarını
geleceğe taşıyacak; vesayetin izlerini tamamen silecek, insan onurunu,
bireysel hak ve özgürlükler ile toplumsal meşruiyeti, sistemin ahlaki ve
demokratik temeli kabul edecek; bireyin ve toplumun geleceğe dair
beklentilerini karşılayacak bir sözleşme olacağı iddia edilmiştir. Aynı belgenin
milletin kültürel ve toplumsal çeşitliliğini tanıyan, herhangi bir etnik veya dini
kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alan, toplumun
herhangi bir kesiminin dışlanmasına yol açacak değer yargıları ve siyasal
tercihler barındırmayan, demokratik denge ve denetim ilişkisini esas alan bir
içerikte hazırlanacağını satır aralarında görüyoruz.
Hükümet sistemi tercihinin başkanlık sistemi olduğu açıkça şu sözlerle
ilan edilmekte; “Yeni Türkiye vizyonumuzun ihtiyaç duyduğu etkin ve dinamik
yönetim dolayısıyla, başkanlık sisteminin daha uygun bir yönetim modeli
olduğuna inanıyoruz… Başkanlık sisteminin, Türkiye’nin siyasal tecrübesine ve
gelecek vizyonuna daha uygun olduğuna inanıyoruz”. Bildirgede iddialı olunan
alanlardan biri de adalet sistemidir. “Adalet Sisteminde Dönüşüm” başlığı
altında nelerin yapılacağı sıralanmış (yargıda etkinlik, hızlılık, hesap
verebilirlik, ekonomiklik ve şeffaflığın sağlanması, anayasal değişikliklere
bağlı olarak yüksek yargıda içtihat düzeyinde dağınıklığın giderilmesine
yönelik düzenlemeler), ve dönüşümün amacının hukukun üstünlüğüne dayalı,
herkesin güven duyduğu, her türlü güç odağından bağımsız, tarafsız,
6
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
vatandaş taleplerine hızlı cevap verebilen bir yapıyı inşa etmek olduğu
görülüyor. Adalet sisteminde dönüşüme yönelik kurumsal düzenleme temelli
vaatler arasında en sorunlu olan, kanımızca yargı üst yönetimi ile temyiz
mahkemesinin oluşumunda TBMM‟nin rolünü güçlendirerek, yargının
toplumsal meşruiyetini arttırma tasavvurudur. Bu tür bir düzenleme
çoğunlukçu sonuçlara yolaçıp, kaçınılmaz olarak yargının mevcut halinin daha
da siyasallaşmasına neden olabilir.
Bildirgeye yansıyan siyasi tahayyül bağlamında değinmemiz gereken
diğer öncelikli hususlar; güvenlik, yönetişim ve şeffaflığa ilişkin vaatleridir.
Güvenlik ve asayiş ortamını bozarak, vatandaşların anayasal hakkı olan
özgürlüklerini yaşaması açısından baskı ve tehdit oluşturabilecek tüm
yapıların üzerine kararlılıkla ve ödün vermeden gitmeye devam edeceğini
açıklayan parti, uluslararası ve bölgesel teröre destek veren çevre ve
odaklarla, mücadelesini sürdüreceğinin altını çizmiş, güvenlik hizmetlerini
şeffaflık, katılımcılık ve hesap verebilirliği artıracak mekanizmalarla daha fazla
destekleyecek, vatandaşların güvenlik birimlerine olan güvenini daha da
pekiştireceğini vaat etmiştir. Terörizm, örgütlü suçlar, siber suçlar, narkotik
suçlar ve kaçakçılıkla mücadelede ulusal ve uluslararası kuruluşlar arasındaki
işbirliğini güçlendireceğini, bu suçlarla mücadeleye devam edeceğini
açıklaması da dikkate değerdir.
Kamu yönetiminde vatandaşlara daha kaliteli hizmet sunma vaadinde
bulunulurken, yeni dönemde de kamu hizmetlerinin adil, etkili ve verimli,
süratli, kaliteli sunumunu sağlayacak şekilde merkezi birimleri daha küçük
ama daha etkin bir yapıya dönüştürme, performanslarını arttırma sözü
verilmektedir. Şeffaflığın altı önemle çizilirken, şeffaflık, demokratik bir
ortamda yönetimlerin hesap verme sorumluluğu açısından vazgeçilmez kabul
edilmekte, bunun için şeffaflık paketinin süratle hayata geçirileceği vaadinde
bulunulmakta.
Siyasette şeffaflığı
tesis etmeye
yönelik kurumsal
düzenlemeler ise bildirgede kapsamlı biçimde dillendirilmektedir (Siyasi
partilerin ve seçim kampanyalarının finansmanının şeffaflaştırılmasına yönelik
Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Siyasi
Partiler Kanununda değişiklikler yapılması, Milletvekili ve belediye başkan
adaylarına yapılacak nakdi yardımların kendi adlarına açılmış seçim
hesaplarına yatırılması ve şeffaflığın sağlanması, adaylara ve siyasi partilere
yapılacak ayni ve nakdi yardımlara bazı sınırlamalar getirilmesi gibi). Sonuç
olarak, bildirgede ülkenin 13 yıl içinde AK Parti iktidarıyla nereden nereye
taşındığının ve bulunulan noktadan nereye ulaşılmak istendiğinin altı ayrıntılı
biçimde çizilirken, kanımızca geçmişin referansları üzerinden gelecek inşasına
yönelen tek partili iktidar adayı bir parti portresi resmedilmektedir.
7
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
MHP’nin 1 Kasım İddiası: “Geleceğinizin Teminatı Biziz”
1 Kasım seçim kampanyasına diğer partiler gibi ayrıntılı bir bildirgeyle
başlayan MHP3, bildirgesinin başlangıcında ayrıntılı olarak AK Parti iktidarına
yönelik eleştirilere yer vermiştir. 13 yıllık tek parti iktidarında milletin desteği,
adalet, huzur ve refah için kullanılmak yerine, gerilim, kutuplaşma ve çatışma
ekseninde heba edildiği, “milli irade”nin yolsuzluk, adaletsizlik ve bölücülük
için kılıf yapıldığını, Türk milleti ve devletinin beka sorunu ile yüz yüze
bırakıldığı iddia edilmektedir. MHP çözüm sürecine de çok sert eleştirilerde
bulunarak, sürecin sonunda gelinen terör ortamının yegâne sorumlusu olarak
AK Parti‟yi işaret etmektedir. Kendisini “Ülkenin Geleceği” olarak tanımlayan
parti, hem meselelere bakışında, hem de çözüm önerilerinin temelinde; Türk
milletine millî, manevi ve insanî açılardan seslenen; sevgiyi, adaleti,
özgürlüğü, barışı ve güven içinde bir gelişimi amaçlayan Türk milliyetçiliği
anlayışının yattığı düşüncesindedir.
Adalette, demokraside, güvenlikte, kardeşlikte, ahlakta, kalitede,
güvende, itibarda ve ekonomide ortaya çıkan fiyasko, çöküş ve bozulmaları
yok etme, açıkları kapatacak program ve projeleri ile Türkiye‟yi içinde
bulunduğu kısır döngüden kurtarma iddiası, “geleceğin teminatı olma”
şeklindeki mega iddia ile örtüşüyor denilebilir. Refah içinde bir toplum inşa
etmeye yönelik reformist bir anlayış içinde uygulayacağı politika ve projeler
ile; ekonomide toparlanma ve canlanma, devlet ve yönetimde onarım ve
yeniden yapılanma, uluslararası düzeyde saygınlık ve sözü dinlenir olma,
karşılıklı güveni esas alan vatandaş odaklı bir yönetim bu iddiaya yönelik
makro tahayyül şeklinde okunabilir. MHP‟nin makro vaatler bütününde öne
çıkanlar; adaletine inanılan bir yargı sistemi, devlet ve toplum hayatında
ahlak ve kalite, üniter milli devlete yönelen bölücü saldırıların hak ettiği
karşılığı aldığı, terörün son bulduğu ve asayişin sağlandığı güvenlikli bir
yaşam, temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı, hukukun
üstünlüğüne dayalı demokratik bir düzen tesisidir.
Temel proje alanlarını Toplumsal Onarım Sürecinde Devlet ve Yönetim
Reformu, Üreten Ekonomi Programı, Yoksullukla Mücadele Projesi, Terörle
Mücadele ve Milli Birlik Projesi, Yolsuzlukla Mücadele, Ahlak ve Kalitenin Tesisi
Projesi şeklinde takdim eden MHP‟nin siyasete dair tahayyülünde keskin bir
millilik ve milli olana atıf öne çıkıyor. Varolan devlet düzenini “Akıl Tutulması”
şeklinde tanımlayan partinin hedefi ise “Akıllı Devlet”tir. Bu devlete ise ancak
sayılan bu projelerin hayata geçirilmesiyle ulaşılacağına inanılmaktadır.
Çözüm sürecini liderinin söylem ve diğer programatik belgelerde olduğu
gibi yine bir ihanet ve bölünme süreci olarak tanımlayan MHP, milli birlik ve
beraberliğin tesisinin ancak ortak değerler ve geçmiş üzerinde inşa edilen bir
millet anlayışıyla ve müşterek bir gelecek yürüyüşü ile mümkün olabileceği
düşüncesine sahip. Siyasal konumlanma iddiası bildirgede “toplumsal merkezi
hem inşa hem de temsil” olarak belirtilirken, ülkenin içinde bulunduğu acil
3
8
MHP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, mhp.org.tr
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
durum ve krizden kurtulabilmesi için teröristlerle işbirliği yapanların
cezalandırılacağı, çözüm sürecine son verileceği, üniter yapı, millî ve manevî
değerler ile Cumhuriyetin temel niteliklerinin tahribine ve tehdidine yönelik
düzenlemelerin kaldırılarak, devletin ve milletin bekasına yönelik tehditlerin
giderileceği açıklanmıştır. Ayrıca, hukuk devletinin tesisine yönelik olarak anti
demokratik, vesayetçi, kayırmacı, hukuk tanımaz, kişi güvenliğini ihlal edici,
temel insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı her türlü iş, işlem, kural ve kurum
bütün unsurlarıyla ele alınarak bozuk düzene son verileceği, hukukun
üstünlüğünün hâkim kılınacağı vaadinde bulunmaktadır.
Bildirgede
“Çağın
Dinamiklerine
Milli
Bakış”
başlığı
altında
küreselleşmenin sorun alanlarına ilişkin tespitler yapıldıktan sonra,
küreselleşmenin insani bir mecraya sokulabilmesi ve küresel adaletin tesisi
için atılması gereken adımlar (insanların temel hak ve hürriyetlerinin teminat
altına alınması, terörizmle mücadele için ortak bir tavır geliştirilmesi, açlık ve
yoksulluğun önüne geçilmesi vb.) tek tek sayılmaktadır Bildirgede öne çıkan
“Küresel Güç Türkiye” vizyonu ise Türkiye‟nin imkân ve kabiliyetleri ile sahip
olduğu potansiyelin, gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesi esasına
dayanmaktadır.
Partinin 1 Kasım‟a yönelik vaatleri ise “İktidar Anlayışımız, Temel Görüş
ve Hedeflerimiz” başlığı altında ayrıntılı biçimde sunulmuştur. Somut öneri ve
vaatlerin “Politikalarımız” başlığı altında seçmene takdim edilmesi dikkat
çekicidir. Vaatlerini Adalet, Yolsuzlukla Mücadele, Siyasi ve Ahlaki
Yozlaşmanın Önlenmesi, Kamu Yönetimi temel alanlarında somutlaştıran
MHP‟nin seçim vaatlerinin bir hayli ayrıntılı oluşu göze çarpıyor. Adalet
alanında adalet sisteminin güçlüyü değil haklıyı koruyacak temelde inşası
(erişilebilir, adil, fiziki ve teknolojik imkanların arttırıldığı bir sistemin
oluşturulması), hukukun üstünlüğünün hakim kılınması (temel hak ve
özgürlüklerin güvenceye alınması, mahkemelerin bağımsız, hızlı ve doğru
karar vermelerinin sağlanması), reformlarla adalete güvenin arttırılması
(hukuk ve adalet alanında evrensel normların dikkate alınması), milli ve
manevi değerleri tehdit ve tahrip eden yasal, idari düzenlemelerin kaldırılması
(bölünmezliği tehdit eden, yolsuzluk ve usulsüzlüğü teşvik eden yasal ve idari
düzenlemelerin kaldırılması), yargı hizmetlerinde etkinliğin sağlanması, yargı
bağımsızlığının teminat altına alınması (hiç kimse ya da organın yargı
denetimi dışında bırakılmaması) gibi düzenlemeler MHP‟nin Türkiye‟de yargı
sistemini topyekün etkin işleyen, adil bir sisteme dönüştürme arzusuna
yönelik düzenlemeler olarak dikkate değerdir.
Bildirgede yolsuzlukla mücadeleye özel bir önem verilmiş, siyasi ve
ahlaki yozlaşmanın önüne geçilebilmesi için somut vaat ve öneriler
sıralanmıştır. Kurumsal yozlaşmayla mücadele için bağımsız ve etkin bir
denetim yapısı (etkin bir hukuka uygunluk denetimi dışında performans
denetiminin yapılması) öngörülürken, yolsuzlukla mücadelede yolsuzluk
yapanlardan hesap sorulacağının altı özenle çizilmiştir. Buna yönelik olarak
bir yolsuzlukla mücadele kurulunun oluşturulması, her alanda etik kuralların
hakim kılınması, yolsuzluğa karşı eğitim yoluyla bilinçlendirme, sağlıklı işleyen
9
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
sivil toplum ve medya yapısının (hür ve bağımsız medya yapılanması) tesisi,
elektronik oy kullanımına geçilmesi, siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması,
harcamaların denetlenmesi bu alanda dikkat çekici vaat ve öneriler
arasındadır.
Bildirgede üzerinde önemle durulan bir diğer konu kamu yönetiminin
yeniden yapılanmasına ilişkindir. Yapılacak reformlarla bu alanda demokratik
meşruiyetin güçlendirilmesi ve devlete duyulan güvenin arttırılması
hedeflenirken,
bunun
yolsuzlukla
mücadele
ve
hukuk
devlerinin
güçlendirilmesiyle gerçekleştirileceği düşünülüyor. Katılımcı bir yönetim,
kamunun düzenleme ve denetleme yetkisinin güçlendirilmesi, hizmet
sunumunda vatandaş memnuniyetinin esas alınması, performans esaslı
yönetim başta olmak üzere kamu yönetiminde yeni bir yaklaşımı benimseyen
MHP, yerel yönetimlerin hizmet kapasitesinin arttırılmasına yönelik vaatlerde
de bulunmakta (büyükşehir sınırını mülki sınır yapan düzenlemenin
kaldırılması, kapatılan belde belediyeleri, özel idare ve köylerin yeniden
kurulması v.b düzenlemelerle yerel yönetimleri güçlendirme), bunun
karşılığında ise hizmet yönünden yerel yönetimin federasyon ve benzeri
bölgesel
yönetimlere
dönüştürülmesine
izin
verilmeyeceğinin
altını
çizmektedir.
Genel olarak bakıldığında milli temeli çok güçlü, birlik, bütünlük
referanslı vaatleriyle MHP, bildirgesi aracılığıyla siyasi kimliğini de net olarak
tanımlarken, bildirgesindeki tüm öneri ve vaatleri, kimliğiyle örtüşen bir
görünüm arzetmektedir.
HDP’nin 1 Kasım İnadı: “Büyük İnsanlık, Büyük Barış”
Seçim bildirgelerinin mantığı; siyasi partilerin bir tarihsel bağlamda
daha önceki seçim dönemlerinden biriktirdikleri sözlerinin, önlerindeki seçime
yönelik gelecek tasavvuru çerçevesinde yeni şeylerle zenginleştirilmesine ve
güçlendirilmesine dayanır. HDP bildirgesine4 dair söylenebilecek ilk şey;
partinin de dahil olduğu Kürt siyasal hareketinin zengin politik mirasının
başatlığının HDP‟nin seçim bildirgesinde, çok yakın bir zamanda kurulmasına
ve henüz bir seçim geçirmesine rağmen kendisini göstermiş, bunu güncel
gelişmeler doğrultusunda bir gelecek projeksiyonu ile birlikte yapmış
olduğudur. “Büyük İnsanlık Büyük Barış” başlığı hem ulusal hem uluslararası
gelişmelere dönük referanslar taşıdığından, geçmiş, bugün ve Kürt siyasal
hareketinin olası gelecek senaryoları göz önünde bulundurulmadan
anlaşılamaz.
7 Haziran seçimleri için hazırlanan bildirgeye benzer biçimde „Halk‟ların
değişimin temel aktörü olarak kodlanması ve değişimin hedefi ile yönünün
HDP‟ye göre gerçek demokrasi olan „Radikal Demokrasi‟ yoluyla elde edilecek
bir „Demokratik Cumhuriyet‟ nam-ı diğer „Yeni Yaşam‟ olarak belirlenmesi,
4
HDP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, hdp.org.tr
10
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
bildirgeler arası paralelliği ortaya koyması açısından önemlidir. Bu hareket
alanı doğrultusunda temel ihtiyaçların barış, adalet ve demokrasi olduğu
vurgusu HDP‟nin taşıyıcısı olduğu toplumsal taleplerin yanı sıra, 7 Haziran
sonrası hızla tırmanan çatışma ortamı ve ülkenin bir kısmını esir alan şiddet
sarmalının da özellikle barış vurgusunda kendine yer bulduğunu
göstermektedir. Post-modern dönemin toplumsal fay hatlarına uygun biçimde
ifade edildiği şekliyle, farklı kimliklerin eşit yurttaşlık temelli birlikte yaşama
iradesinin restorasyonu ve güçlendirilmesi „inadına çoğulcu ve radikal
demokrasi‟ mottosuyla sağlanmaya çalışılmış ve çatışma ortamının hızla
tırmandırılmasının
Cumhurbaşkanı
Erdoğan‟ın
Başkanlık
„hırsı‟
ile
açıklanmıştır. Bunun yanınsıra, her ne koşulda olursa olsun müzakerenin
barışa giden yolda tek meşru yöntem olarak görülmesi ve Selahattin
Demirtaş‟ın „Bundan sonra yola HDP ile devam edeceğiz‟ ifadesi, siyasetin
silah karşısında alan kazanması açısından değer arzetmektedir.
Bildirgede yönetim sistemi bahsinde, üniter devlet yapısı ve demokratik
parlamenter sistem içerisinde kalarak bir özyönetimin inşasının mümkün
olduğu iddiası, Kürt siyasi hareketinin uzun yıllardır farklı isimlerle dile
getirdiği yerinden yönetim fikrinde „bölünme‟ye yönelik korkuların teskin
edilmesi açısından bir dönüm noktası oluşturuyor. Daha önce bölgedeki farklı
belediye başkanlarının da dile getirdiği şekliyle bu yönetim tahayyülü merkezi
yönetimce sağlanan hizmetleri belediyelere devretmeye ek olarak, valilerin
seçilmesinden, yerellerin bölgeleri, doğal varlıkları ve kaynakları üzerinde
doğrudan yetki, karar ve söz sahibi olmasını ve gençlik, işçi, kadın gibi
tanımlanmış kategorileri bu yetkilerin kullanımında işlevselleştirmesini gerekli
görmektedir. Burada sorulacak temel soru HDP‟nin güçlü olduğu seçim
çevrelerine yönelik uygun gördüğü çözümlerin Türkiye sathında ne kadar
fonksiyonel olabileceğidir.
Aynı bildirgede ana başlık altında ele alınan konulardan biri olarak
„Demokratik Cumhuriyet‟, çoğulcu yasama (alınan oy oranı doğrultunda
temsil), bağımsız yargı ve demokratik yürütme ilkeleri ile desteklenmiştir. 7
Haziran seçimleri öncesinde „Seni başkan yaptırmayacağız!‟ ifadesi etrafında
örgütlenen ve „Seni başkan yaptırmadık‟ ile pekişen tüm ulusal destek yine
HDP‟nin açık şekilde başkanlık sisteminin karşısında konumlanmasıyla elde
tutulmak istenmiştir. Bu karşıtlık bildirgedeki ibarelerden anlaşıldığı kadarıyla
sisteme içkin değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan‟ın ortaya koyduğu ve yeniden
ürettiği yönetim pratiğine yöneliktir. Yine, bir siyasi vaat olarak parti içi
demokrasini gelişmesinde engel olarak gördüğü Siyasi Partiler Yasası‟nı
demokratikleştirme sözü veren HDP, bu anlamda yasanın mevcut haliyle
değiştirilemeyeceğini ve kaldırılacağını söyleyen CHP ve AK Parti‟nin gerisine
düşmüştür.
Bildirgenin „İnsan Hakları‟ başlığı altında ele alınan konularına göre
cezaevleri, geçmiş ve hakikatlerle yüzleşme, zorla yerinden edilenler ve
zorunlu göç, koruculuk sistemi, vicdani red hakkı, nefret suçları, halklara
eşitlik ve inançlara özgürlük, sığınmacı ve mülteciler meseleleri ayrı ayrı ele
alınmıştır. Burada dikkat çeken bir ayrıntı; 7 Haziran seçimleri öncesinde
11
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
Diyanet İşleri Başkanlığı‟nın kaldırılacağı beyanının bu bildirgede Diyanet
İşleri Başkanlığı‟nın yeniden yapılandırılacağı biçiminde değiştirilmiş olmasıdır.
Bu durum, parti içinden ve AK Parti‟den konuya dair gelen eleştirilerin karşılık
bulduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca, sığınmacı ve mültecilerin daha önce
birkaç beylik cümle ile geçiştirilmiş durumlarına dair bu kez sayısal verilerden
de yararlanılarak entegratif politika önerileri geliştirilmiştir. Oy verme yaşını
16‟ya, seçilme yaşını 18‟e çekmek isteyen HDP de tıpkı CHP gibi yeni yaşamı
kurma sorumluluğu bağlamında gençliği öne çıkarmıştır. Apolitik gençlik miti
yıkılırken, her siyasal kanat kendi sembolleri ve referans noktaları ışığında
gençliğe rol biçmekte ve bu kitleyi bir „paylaşılan ortak kanı‟ etrafında
seferber etmeye çalışmaktadır. Yine, LGBTİ bireyler ve çocuklar da
dezavantajlı
toplumsal kesimler olarak bildirgede
kendilerine
yer
bulmuşlardır.
Genel olarak bakıldığında, barajı geçip geçmeyeceğinin bilinemediği 7
Haziran seçimleri öncesinde çok daha heyecanlı ve etkili bir seçim
kampanyası götüren HDP‟nin bu kez sönük bir başlangıç yaptığı göze
çarpıyor. Her ne kadar toplum ve özellikle emanet oy veren HDP seçmeni
„İnadına Barış‟ sloganın hakkını verircesine barış yolunda HDP‟nin öncelikle
PKK üzerinde pro-siyaset eksenli nasıl bir baskı unsuru olabileceğini görmek,
örgütü kısa vadede ateşkese uzun vadede silah bıraktırmaya götürebilme
kapasitesinin olup olmadığını anlamak açısından en azından bir seçim daha
HDP etrafında kenetlenecek gibi dursa da, bu bildirgede HDP‟nin kendine
biçtiği „Yeni Yaşam Mimarı‟ rolünün hakkını vermeyecek şekilde kısık sesli
kaldığı söylenebilir.
7 Haziran ve 1 Kasım Seçim Sonuçları Üzerine Karşılaştırmalı Bir
Değerlendirme
1 Kasım‟da sandığa yansıyan seçmen iradesi, seçim öncesinde
partilerin oy oranlarına ilişkin beklentiler anlamında ciddi sürprizlere yolaçtı.
AK Parti %49,5 oy oranı ile 317, CHP % 25,3 ile 134, MHP % 11,9 ile 40 ve
HDP % 10,7 ile 59 milletvekilliği elde etti5. Partilerin 1 Kasım‟daki oy güçleri,
7 Haziran seçimiyle karşılaştırmalı olarak ele alındığında, karşımıza şöyle bir
tablo çıkmaktadır:
CHP 1 Kasım‟da 28 ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy
oranına ulaşırken, en yüksek oyu Edirne (%55,9), Kırklareli (%54,6), Muğla
(%47,5), İzmir (%45,9) ve Tekirdağ‟da (%44,8) almıştır. Ülke ortalamasının
altında ise 53 ilin olması dikkat çekicidir. En düşük oy aldığı 5 il sırasıyla
Şırnak (1,4), Ağrı (%1,5), Batman (%1,6), Hakkâri (%1,6) ve Muş‟tur
(%1,7). Bu illerin tümü Güneydoğu Anadolu‟da yer almaktadır. CHP‟nin oy
artışı, oy grupları ve iller örneğinde ele alındığında, oylarını en fazla 7 puan
civarında arttırdığını görüyoruz. Bu artış bağlamında tek il dikkat çekmekte:
Tunceli (%7,3). 41 ilde oy artışı, 40 ilde ise 7 Haziran‟a göre oy kaybı
5
ysk.gov.tr
12
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
yaşamıştır. Oylarını Türkiye oy artışı ortalamasının üzerinde arttırmayı
başardığı 33 il mevcut. En yüksek artışın yaşandığı 5 il sırasıyla Tunceli,
Ardahan (%6,4), Kırklareli (%4,5), Kilis (%4,5) ve Artvin‟dir (%3,8). En fazla
oy kaybına uğradığı iller ise Ordu (-%4,2), Rize (-%4), Bolu (-3,1),
Zonguldak (-3,1) ve Samsun‟dur (-%2,7).
7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde oy topladığı 29 ilin 9‟u
Marmara, 6‟sı Ege, 2‟si İç Anadolu, 5‟i Akdeniz, 6‟sı Karadeniz, 1 tanesi Doğu
Anadolu‟daydı. 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy almaya başardığı
28 ilin 9‟u Marmara, 6‟sı Ege, 2‟si İç Anadolu, 4‟ü Akdeniz, 4‟ü Karadeniz ve
3‟ü Doğu Anadolu‟dadır. Her 2 seçimde de CHP‟nin en yüksek oy aldığı 10 il
değişmiyor. Bu iller Edirne, Kırklareli, Muğla, İzmir, Tekirdağ, Aydın,
Çanakkale, Eskişehir, Zonguldak ve Hatay. Buna karşılık, 7 Haziran‟da
ortalamasının üzerinde oy aldığı Burdur ve Amasya ortalama altına düşerken,
aynı seçimde ortalamasından daha az oy aldığı Ardahan ve Tunceli bu kez
aynı kategoriye dâhil olmuştur. Parti oylarının bölgesel dağılımına son iki
seçim için karşılaştırmalı olarak baktığımızda, 7 Haziran‟da oy ortalaması en
yüksek Marmara‟da (% 34,35), en düşük Güneydoğu Anadolu‟dadır (% 4,94).
1 Kasım‟da oylarını en fazla Doğu Anadolu‟da artırırken (1,54 puan), en fazla
kaybı Karadeniz‟de yaşamıştır (-1,13). Akdeniz, İç Anadolu ve Karadeniz‟de
0,10-1,13 arasında oy kaybederken, Ege, Güneydoğu Anadolu ve Marmara‟da
0,38-1,54 arasında oy artışı sağlamış görünüyor.
7 Haziran seçimine göre oylarını çok sınırlı arttırabilen CHP‟nin oy artışı
0,03 (Antalya) ile 7,32 puan (Tunceli) arasında gerçekleşti. CHP oylarının en
yüksek olduğu illerin ortak özellikleri; 90‟lı yıllarda merkez sağın güçlü
olması, batıya açık olma, sosyolojik anlamda seküler hayat tarzlarının ama
iktisadi anlamda tarımsal yapıların egemen olmasıdır. Ayrıca, 2000‟lerin
başında merkez sağın tükenişi ile birlikte CHP etrafında yeniden mevzilenen
seçmenleri barındırmasıdır. CHP‟nin Trakya ve Kıyı Ege‟de çeyrek asırdan beri
seçmenlerle kurduğu aidiyet ilişkisi 1 Kasım‟da da sürmüş görünüyor. Fakat
Batı Anadolu‟dan Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟ya, hatta Karadeniz‟e
gidildikçe oy gücünü arttırmayan CHP ile bu seçimde de karşılaştık. Orta
Anadolu‟dan Doğu‟ya doğru adeta seçim haritasına aralıklı olarak
serpiştirilmiş biçimde yerel görünümde bazı illerde (Tunceli %27,9, Hatay
%35,6, Tokat %22) oy gücünün yüksekliği, muhtemeldir ki buralarda yerleşik
ağırlıklı olarak Alevi seçmenin partiye olan teveccühünden kaynaklanıyor.
Bursa, Çanakkale, Manisa, Uşak gibi seçim çevrelerinde kendi ülke
ortalamasının üzerinde oy alması, Marmara ve İç Ege‟de de klasik merkez sağ
seçmenin batılı/seküler kesimlerinin CHP ile özdeşleşmesiyle ilintilidir.
CHP; İstanbul, Adana, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde oylarını
yaklaşık 1 puan arttırırken, aynı illerin gelişmiş ilçelerinde diğerlerine kıyasla
daha güçlüdür (İzmir Karşıyaka %66,5, Ankara Çankaya %55,9 ve İstanbul
Beşiktaş %62,9 gibi). Düşündürücü olan ise yoksul ilçelerde CHP‟nin 1
Kasım‟da da pek fazla varlık gösterememesidir. Ankara Pursaklar (%9,3),
İstanbul Sultanbeyli (%7,8) konuya ilişkin tipik örnekler olarak dikkat
çekiyor. Bu seçimde Güneydoğu‟da yine varlık gösteremeyen bir CHP ile
13
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
karşılaşmamız, Kürtlerin bu partiyi 2000‟li yıllarda topyekün terkettiğinin
kanıtıdır. Şırnak, Batman, Muş, Van gibi illerde %2‟ye bile ulaşamayan sosyal
demokrat bir partinin Kürt seçmenler örneğinde sosyolojik unsurlarından biri
eksiktir diyebiliriz. 1 Kasım‟daki seçim haritasinın bizlere sunduğu politik
sosyoloji, partinin bu seçimde de Türkiye‟nin Kürtleri, ılımlı muhafazakârları
ve yoksulları ile temsiliyet ilişkisi kurma konusunda sıkıntı yaşadığı, bu veri
koşullar altında da seçim kazanamadığıdır. 7 Haziran‟a göre 100 seçmenden
8‟inin parti değiştirdiği, bu değişimin ya da oynaklığın Doğu Anadolu‟da %12,
İç Anadolu‟da %10, Güneydoğu‟da %11 ve Karadeniz‟de %10 düzeyinde
olduğu bir seçimde CHP oyları 1 puan bile artamıyorsa, kendisine oy
vermeyen seçmenleri yanına çekemediğine, bu anlamda bir politik kilitlenme
sorunu yaşadığına şüphe yok.
Tablo 1. Partilerin 7 Haziran 2015 Oylarının Bölgesel Dağılımı
BÖLGE
Akdeniz
Doğu Anadolu
Ege
Güneydoğu Anadolu
İç Anadolu
Karadeniz
Marmara
Türkiye
CHP
MHP
HD P
AK P
24,78
8,32
31,56
4,94
16,49
21,79
34,35
24,90
24,44
10,26
21,64
7,93
24,68
20,32
18,31
16,20
7,26
46,46
4,90
50,69
2,45
1,32
5,09
13,10
39,43
31,12
37,98
32,17
51,92
51,36
37,85
40,80
CHP‟nin rakibi AK Parti ise 7 Haziran‟la karşılaştırıldığında 1 Kasım‟da
azımsanmayacak bir oy artışı sağlamıştır. Nitekim 45 ilde kendi ülke oy
ortalamasının üzerinde oy oranına ulaşırken, en yüksek oy ortalamasını Rize
(%75,3), Konya (%73,9), Bayburt (%72,9), K.Maraş (%71,3) ve Aksaray‟da
(%71,2) elde etmiştir. Oylarının ülke ortalamasının altında kaldığı 36 il vardır.
En düşük oy aldığı 5 il Şırnak (12,3), Tunceli (%12,8), Hakkâri (%13,7),
Diyarbakır (%22,3) ve Ağrı‟dır (%27,3). CHP‟ninkine benzer biçimde bu illerin
de tümü Güneydoğu Anadolu‟da, ardından gelen iki il Edirne (%27,7) ve
Kırklareli‟dir (%28,4). AK Parti‟nin oy artışı, oy grupları ve iller örneğinde
incelendiğinde, oylarını en fazla 20 puan arttırmıştır. Bu artış örneğinde tek il
dikkat çekmekte: %20,8 ile Iğdır. 7 Haziran‟la karşılaştırıldığında AK Parti‟nin
tüm illerde %2 ile %20 arasında oylarını arttırdığı anlaşılıyor. Oylarını Türkiye
oy artışı ortalamasının (%8,5) üzerinde arttırmayı başardığı 49 il mevcut. En
yüksek artışın yaşandığı 5 il sırasıyla Iğdır (%20,8), Şanlıurfa (%17,6), Kilis
(%16,1), Erzurum (%15,7) ve Gaziantep‟tir (%14,4).
7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde (%40,8) oy toplamayı
başardığı 45 ilin 16‟sı Karadeniz, 11‟i İç Anadolu, 3‟ü Akdeniz, 4‟ü Marmara,
2‟si Ege, 5‟i Doğu Anadolu, 4‟ü Güneydoğu Anadolu illeriydi. 1 Kasım‟da ülke
ortalamasının üzerinde oy almaya başardığı 44 ilin 15‟i Karadeniz, 10‟u İç
Anadolu, 3‟ü Akdeniz, 3‟ü Marmara, 2‟si Ege, 5‟i Doğu Anadolu, 4‟ü
14
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
Güneydoğu Anadolu illeridir. Her 2 seçimde de oy ortalamasının en yüksek
olduğu bölge İç Anadolu‟dur. En düşük oyu % 31,1 ile 7 Haziran‟da Doğu
Anadolu‟da alırken, 1 Kasım‟da da aynı bölge oylarının en düşük düzeyde
kaldığı seçim coğrafyasıdır (%42,14). Önceki seçime göre tüm bölgelerde
oylarını 7,59 ile 11,24 puan arasında arttırmış olup, bu artış 11,24 puan ile
en yüksek Güneydoğu Anadolu‟da, en düşük Ege‟de (7,55 puan) gerçekleşti.
Tablo 2. Partilerin 1 Kasım 2015 Oylarının Bölgesel Dağılımı
BÖLGE
Akdeniz
Doğu Anadolu
Ege
Güneydoğu Anadolu
İç Anadolu
Karadeniz
Marmara
Türkiye
CHP
24,68
9,86
31,94
5,75
16,04
20,66
35,30
25,41
MHP
19,49
6,65
15,51
4,34
16,56
13,54
11,89
11,94
HDP
6,19
39,16
4,18
44,55
2,05
1,28
4,27
10,69
AKP
47,02
42,14
45,53
43,40
61,67
61,18
45,66
49,38
Tablo 3. 7 Haziran’a Göre Partilerin 1 Kasım’daki (2015) Oy Artış ve
Azalışlarının Bölgesel Dağılımı
BÖLGE
Akdeniz
Doğu Anadolu
Ege
Güneydoğu Anadolu
İç Anadolu
Karadeniz
Marmara
CHP
MHP
HDP
AKP
-0,10
1,54
0,38
0,81
-0,45
-1,13
0,94
-4,95
-3,61
-6,12
-3,59
-8,13
-6,77
-6,42
-1,07
-7,31
-0,73
-6,13
-0,40
-0,04
-0,82
7,59
11,02
7,55
11,24
9,74
9,82
7,81
MHP‟nin 1 Kasım performansına baktığımızda ise ilk göze çarpan; 47
ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy oranına ulaşmasıdır. En yüksek
oy ortalamaları Osmaniye (%33,6), Kırşehir (%23,8), Gümüşhane (%22,5),
Çankırı (%21,3) ve İçel‟de (%20,9). 34 ilde ise oyları ülke ortalamasının
altında kalmıştır. En düşük oyunun bulunduğu 5 il Batman (%0,8), Diyarbakır
(%0,8), Mardin (%0,9),Van (%1,3) ve Şırnak‟tır (%1,4). 7 Haziran‟la
karşılaştırıldığında, sadece Ardahan‟da %1 oy arttırabilen MHP, en fazla oy
kaybına şu 5 ilde uğramıştır: Kilis (%17,5), Yozgat (%16,4), Iğdır (%14,5),
Aksaray (%12,4) ve Bilecik (%11,9). 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması
üzerinde oy toplamayı başardığı 54 ilin 2‟si Güneydoğu Anadolu, 13 il İç
Anadolu, 4 il Doğu Anadolu, 14 il Karadeniz, 7 il Ege, 7 il Marmara, 7 il
Akdeniz bölgesindeydi. 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy aldığı 47
ilin 8‟i Akdeniz, 10‟u İç Anadolu, 11‟i Karadeniz, 1‟i Güneydoğu Anadolu, 4‟ü
Doğa Anadolu, 7‟si Ege, 6‟sı Marmara‟dadır. Bu partinin 7 Haziran (%7,93) ve
15
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
1 Kasım‟da (%4,34) en düşük oy aldığı bölge Güneydoğu Anadolu. 7
Haziran‟da en yüksek oyu %24,68 ile İç Anadolu‟da elde ederken, son
seçimde bölgesel oy ortalaması en yüksek Akdeniz‟dir (%19,49). Diğer
yandan, 7 Haziran‟a göre tüm bölgelerde (3,6 ile 8,8 puan arasında) oy
kaybına uğramıştır. En yüksek kayıp (8,13) İç Anadolu‟da yaşanmıştır.
HDP‟nin 1 Kasım performansına bakıldığında, ancak 21 ilde kendi ülke
oy ortalamasının üzerinde oy toplayabildiğini görüyoruz. En yüksek oy
ortalamalarına ulaştığı ilk 5 il Şırnak (%83,6), Hakkâri (%81,9), Diyarbakır
(%71,2), Ağrı (%67,3) ve Mardin‟dir (%67). 60 ilde ülke oy ortalamasının
altında oy alan HDP‟nin en düşük oy aldığı 5 il Kastamonu (%0,8), Bayburt
(%0,8), Çankırı, Ordu ve Afyon (%9,0). 7 Haziran seçimleri veri alındığında,
14 ilde oy artışı sağlasa da, bu artışlar %0,4 ile %0,02 arasında değişiyor. Oy
artışının en fazla olduğu 5 il Hatay (%0,4), Sinop, Kastamonu, Bartın ve
Çankırı (%0,1). 67 ilde son seçime göre oy kaybeden HDP‟nin buralardaki
kaybı 0,01 ile 11,7 arasında. Bitlis‟te %11,7, Bingöl‟de %11,1, Ağrı‟da
%10,8, Muş‟ta %10,6 ve Van‟da %10,5‟tir. 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması
üzerinde oy toplamayı başardığı 22 ilin 8‟i Güneydoğu Anadolu‟da, 12‟si Doğu
Anadolu‟da, 2‟si Akdeniz‟de iken, 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy
aldığı 21 il mevcut. Bu illerin 7‟si Güneydoğu Anadolu‟da, 12‟si Doğu
Anadolu‟da, 2‟si Akdeniz bölgesindedir. HDP‟nin bölgesel oy dağılımı
incelendiğinde, her 2 seçimde de en güçlü oy tabanı Güneydoğu Anadolu‟da.
Buna rağmen, 7 Haziran‟a göre 1 Kasım‟da oyları %50,69‟dan %44,55‟e
gerilemiştir. Her 2 seçimde de en düşük oy aldığı bölge Karadeniz olup, oy
oranı %1,32‟den son seçimde %1.28‟e düşmüştür. Bir diğer önemli husus; 7
Haziran‟a göre tüm bölgelerde oy kaybına uğrayan partinin, en fazla kaybının
Doğu Anadolu (%7,31) ve Güneydoğu Anadolu‟da (%6,13) gerçekleşmesidir.
Parti Sisteminde Oy Oynaklığı ve Oy Kaymaları
7 Haziran seçiminden 5 ay gibi kısa bir süre sonra gidilen seçimde AK
Parti oylarında yaşanan belirgin artış, buna karşılık MHP ve HDP oylarındaki
azalış parti sisteminde oy oynaklığının yüksek düzeyde gerçekleşmiş
olabileceğini düşündürtmekte. Fakat yaptığımız oynaklık hesaplamasına göre,
Türkiye parti sisteminde oynaklığın yüzde 10‟un altına düştüğü anlaşılıyor.
2011 ve 2015 seçimlerinde oynaklık yüzde 10,2-10,3 düzeyindeydi6. Bunun
anlamı; seçmenlerin parti tercihlerinin parti sisteminde kademeli olarak
konsolide olmasıdır. Oynaklığa coğrafi bölgeler itibarıyla bakıldığında, 7
Haziran‟da en yüksek Doğu Anadolu‟da (%22,3), en düşük Marmara‟da
(%8,2) gerçekleşmiştir. 1 Kasım‟da ise oynaklığın yüzde 8,3 olarak
gerçekleşmesi, 7 Haziran‟a göre 100 seçmenden 8‟inin parti değiştirdiğini
gösteriyor. Bu seçmen hareketliğinin hangi partiler arasında yaşandığı
6
Türkiye Parti sisteminde oynaklık için bkz; Tanju Tosun, Gülgün Tosun, Yusufcan
Gökmen; Türkiye‟de Parti Sisteminde İstikrar Sorunu: Oynaklık, Oy Esnekliği ve Parti
Değteği Değişkeni, ozgurlukarastirmalari.com, Ekim 2015.
16
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
konusunda ilk söylenebilecek olan; HDP ve MHP seçmeninden AK Parti‟nin 1
Kasım‟da azımsanmayacak ölçüde oy almış olabileceğidir.
Kimi araştırmacılar7 AK Parti‟nin oy artışında 7 Haziran‟da sandığa
gitmeyip, daha önce AK Parti‟ye oy veren Kürtlerin 1 Kasım‟da yeniden AK
Parti‟ye yönelmelerinin etkili olduğunu iddia etse de, partilerin oy artış ve
azalışları ve iller bazındaki oynaklık değerleri karşılaştırıldığında, 7 Haziran‟da
HDP‟ye, 1 Kasım‟da ise AK Parti‟ye oy veren azımsanmayacak bir kitle
olduğunu düşünüyoruz. Tabii ki 7 Haziran‟da sandığa gitmeyip, bu seçimde
AK Parti‟ye yönelen Kürt seçmenleri de yok saymama koşuluyla böyle bir
değerlendirmede bulunuyoruz. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟da
HDP‟nin oy oranındaki düşüşü belirleyen ana unsurun HDP-AK Parti arasındaki
oy kayma ya da geçişlerinin, sandığa gitmeyen seçmen olduğu şeklindeki
görüşe ise önemli ölçüde katılıyoruz.
Tablo 4. 1 Kasım’da Parti Sisteminde Coğrafi Bölgelere Göre Oy
Oynaklığı
Bölge
Akdeniz
Doğu Anadolu
Ege
Güneydoğu Anadolu
İç Anadolu
Karadeniz
Marmara
Türkiye
7 Haziran
Oynaklık
Ortalaması
8,5
22,3
9,7
18,1
10,1
8,7
8,2
10,3
1 Kasım
Oynaklık
Ortalaması
7,7
12,3
7,9
11,1
10,1
9,9
8,8
8,3
7 HAZİRAN-1
KASIM 2015
FARKI
-0,8
-10,1
-1,8
-6,9
0,0
1,2
0,6
-2,0
Çilek Ağacı araştırmacıları, geçen seçimde oy kullanmayan 1.6 milyon
seçmenin büyük bir kısmının oyunu AK Parti lehine kullandığı görüşündedir.
İstanbul‟da geçerli oy sayısındaki yüksek artışın büyük çoğunluğunun AK
Parti‟ye eklendiğini, burada belirleyici olanın ilk defa sandığa giden
seçmenlerin oyu olmayıp, Haziran‟da geçersiz sayılan oylar olduğunu belirten
bu araştırmacılar AK Parti‟nin oy artışını şu gerekçelere dayandırıyor:
MHP‟den AK Parti‟ye geçen seçmenler, Saadet ve BBP bloğundan büyük
miktarda oyun AK Parti‟ye eklenmesi, geçen seçimde oy vermeyen büyük bir
çoğunluğun sandığa gidip AK Parti‟ye oy vermesi, İstanbul‟daki geçerli oy
sayısındaki muazzam artışın büyük çoğunluğunun AK Parti‟ye eklenmesi 8. Bu
savlarını da öncelikle AK Parti oylarındaki ortalama artışın diğer partilerin
oylarındaki ortalama azalıştan daha fazla olmasına dayandırıyorlar. Diğer
partilerin oy sayısındaki azalış AK Parti‟nin artışını açıklamaya yetmemesi,
diğer partilerin geçerli oy sayısı ortalama bir azaldığında AK Parti‟nin
7
8
http://cilekagaci.com/2015/11/05/kasim-2015-secim-analizi-ve-oy-gecisleri/
A.g.e.
17
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
neredeyse iki geçerli oy artması, bu oranın büyük seçim bölgelerinde
artarken, İstanbul‟un ilçelerinde neredeyse üç katına çıkmasıdır. Ayrıca pek
çok ilçede muhalefetin toplam oy kaybının AK Parti‟nin oylarındaki artışın
altında kalması nedeniyle, en mantıklı senaryo AK Parti seçmeninin katılımını
artırması, diğer parti seçmenlerinin katılımını ise düşürmesi olarak ileri
sürülebilir. Katılımdaki değişim dinamikleri AK Parti‟nin oy artışının en önemli
nedenlerinden biri iken, burada seçmen davranışları açısından üstünün
çizilmesi gereken husus; seçmenin memnuniyetsizliğini oy tercihini
değiştirmek yerine sandığa gitmeyerek göstermesi.
Araştırmacılara
göre,
Türkiye
siyasetindeki
alternatifsizlik
ve
kutuplaşma olgusunun seçmeni böyle bir davranışa itme ihtimali kuvvetle
muhtemeldir. Nitekim en çok seçmene sahip 5 seçim çevresindeki ilçelerde
muhalefet ve AK Parti oy sayılarındaki değişimler, bazı ilçelerde muhalefetin
toplam kaybettiği her bir oya karşılık AKP‟nin üç oya yakın kazanması bunu
desteklemektedir. Ayrıca, HDP‟nin en yüksek oy oranına ulaştığı beş ilin
ilçelerinde, ülkedeki genel eğilimin aksine, AK Parti‟nin oylarındaki artış
muhalefetin oylarındaki azalışın çok gerisinde kalmıştır. Bunun anlamı;
muhalefetten ayrılan oyların ciddi bir kısmının sandık dışında kalması, AK
Parti‟ye yönelmemiş olmasıdır. Bu tablonun, kimlik siyasetine dayalı bir
ortamda tepkisini parti değiştirerek değil, ama partisine oy vermeyip sandık
dışında kalarak gösteren bir seçmen profiliyle de uyum içerisinde9 olduğu
söylenebilir.
Bekir Ağırdır‟a göre bu tablo, HDP‟ye “emanet oyu” verenlerin Türkler
değil, Kürtler olduğuna işaret etmekte. Ona göre, insanlar teröre, çatışmaya
dönüş olunca frene basmış ama AK Parti‟ye geri dönmemiştir. AK Parti diyen
Kürtler ise 7 Haziran‟da sandığa gitmeyenlerdir. 7 Haziran öncesinde Kürtlerin
içinde AK Parti yüzde 50, HDP yüzde 40‟tı. Fakat, çözüm süreci, süreçteki
aksaklıklar, Kobanê, Irak ve Suriye‟de olanlardan sonra - dindar Kürtlerde bir
hayat tarzı veya fikir değişikliğinden dolayı değil ama - ilk kez şimdiye kadar
önce Müslümanım diyenler, şimdi “Kürt Müslümanım” diyor. Kürt kimliğinin
yükselişi HDP‟nin 13 puanının 11 puanının sebebidir. Ağardır‟a göre AK
Parti‟ye „geldi-gitti‟den ibaret olmayan gelecekteki risk veya fırsatları ima
eden bir eğilim bu. Türkiye‟de genel olarak yüzde 3 mertebesinde geçersiz oy
bulunmakta olup, 7 Haziran‟da da böyle çıktı ve İstanbul‟da daha yoğundu. 1
Kasım‟da İstanbul‟daki geçersiz oylardaki ve partilerdeki değişime
bakıldığında, AK Parti geçersiz oylardan da çok ciddi, Türkiye genelinde
neredeyse bir puana yakın oy aldı10. Özellikle 7 Haziran‟daki geçersiz oylar
ekseninden bakıldığında, Ağardır‟a katılmamak mümkün değil.
Yapılan bir başka çalışmada AK Parti‟nin 7 Haziran‟dan sonra MHP‟den
4,42 puan, HDP‟den 2,28 puan, CHP‟den 0,72 puan ve diğer siyasi partilerin
seçmenlerinden 3,4 puan oy aldığı ileri sürülmüştür. Aslan ve Kurtaran‟a göre
bu durum HDP‟den CHP‟ye kayda değer oranda oy kayması yaşanmamış
9
A.g.e.
Bekir Ağırdır‟la Söyleşi, 10 Kasım 2015, t24.com.tr
10
18
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
olduğunu, 7 Haziran sonrası emanet oyların, beklenenin aksine CHP‟den değil
AK Parti‟den HDP‟ye gittiği yönündeki iddiaları doğrular nitelikte olduğunu
gösteriyor. HDP‟den kopan seçmenlerin ise büyük oranda 7 Haziran‟da AK
Parti‟den kopan grup olduğu söylenebilir. Nitekim HDP‟nin önemli ölçüde oy
kaybettiği Muş, Ağrı, Van, Diyarbakır gibi illerde AK Parti‟nin oylarının benzer
oranda artış göstermesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Şunu da belirtmek
gerekir ki, AK Parti‟nin oy sıçramasını açıklamak için sadece farklı siyasi
partilerden kayan oylara bakmak yeterli olmayıp, katılım bu partinin
yükselişini açıklayan nedenlerden bir diğeri. Nitekim AK Parti seçmeninin
yoğun olarak yaşadığı Orta ve Doğu Karadeniz illerinde seçime katılımın
artmış olması dikkate değerdir11.
Sandığa Yansıyan Seçmen İradesine İlişkin Düşünceler
1 Kasım‟da sandığa yansıyan seçmen iradesi, seçimin tek galibinin AK
Parti, mağluplarının ise MHP ve HDP olduğunun kanıtı olarak ileri sürülebilir.
CHP‟yi de oylarını artıramama anlamında başarılı saymak mümkün değil.
Başta siyasi analizciler olmak üzere, toplumun büyük bir kesimi sandıktan
böyle bir sonucun çıkacağını beklemediği için, 1 Kasım‟da ciddi bir sürpriz
yaşandı diyebiliriz. Fakat Türkiye gibi sürprizlerin bol olduğu bir ülkede
seçmenin tercihlerinde keskin bir değişim ve kırılmanın olması anlaşılabilir bir
şey. Seçim sonuçları herşeyden önce Türkiye‟de seçmenin 2000 sonrası
retrospektif, yani işbaşındaki iktidarın ekonomi politikalarının kendi yaşam
koşullarında geçmişte nasıl etki yaptığına ilişkin kararıyla parti tercihinde
bulunmasıyla örtüşmektedir. Etnik, dinsel kimlik, katı ideolojiler partilere
yönelimde halen pay sahibi olsa da, seçmen için baskın tercih kriterinin
iktidar alternatifi olmak isteyen partilerin merkezde konumlanması olduğu
son seçimde bir kez daha anlaşıldı. Merkezde konumlanıp, güçlü iktidar
alternatifi olmanın koşulu ise, toplumun ortalama değerlerini temsil etme,
seçmenin ekonomik beklentilerine yanıt vermek olduğu anlaşıldı. Seçim
sonuçları özellikle sağ seçmenlerin tercihlerinin bir hayli esnek ve hareketli
olduğuna işaret ediyor.
CHP‟nin yüzde 25‟lik oy bandına yerleşmesi sosyolojik tabanını
koruduğunu, fakat bunu genişletemediğini göstermesi anlamında dikkate
değerdir. HDP bağlamında bakıldığında ise, oy kaynağı büyük ölçüde Kürtlere
dayalı olan bu partinin homojen bir sosyolojiye sahip olmadığı, Kürtlerin
arasında siyasete, iktidara bakış, bugüne ve geleceğe ilişkin faklı algı ve
beklentilerin varolduğu 1 Kasım‟da anlaşıldı. MHP ve HDP‟nin seçim
sürecindeki belirsizlik siyasetlerine rağmen, seçmen bu seçimde “kimseyi
küstürmemiş, hiçbir partiyi marjinalleştirip barajın altında bırakmamış; ancak
verdiği onayın rahatlıkla geri alınabilecek bir özelliğe sahip olduğunu da
oldukça kısa süreli bir zaman aralığı üzerinden yaptığı tercih değişikliğiyle
11
Emrah Aslan, Batuhan Kurtaran; “Kazananlar, Kaybedenler ve CHP”, yeniarayis.com,
11 Kasım 2015.
19
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
göstermeyi başarmıştır”12.
AK Parti‟nin 1 Kasım‟daki başarısının ardında büyük ölçüde toplumun
taleplerini iyi okuması yatıyor. Seçmenle kurmuş olduğu temsiliyet ilişkisi tek
boyutlu olmayan AK Parti, bu süreçte yaşanan istikrarsızlık ve belirsizlik
ortamında toplumun talep ettiği meşru siyasetin yanında durma, sorunların
çözümünü siyasette arama, birinin yanlışını bir başkasının doğrusu olarak
görmeme13 mesajını çok iyi alıp, bunun üzerinden istikrar, güven, refah,
kalkınma, çözüm temelli bir siyaset diliyle seçmene seslenmiş ve başarılı
olmuştur. Kampanya sürecinde seçmene ilettiği “Ben olmazsam diğerleri bu
ülkeyi yönetemez” mesajı karşısında, muhalefet partilerinin dillendirdiği “tek
başına iktidar olursa otoriterliğe gidecekler, yolsuzluk artacak” 14 mesajı
karşısında seçmenin yönetebilir bir Türkiyeyi yeğlediği açıktır. Kimliklere
sıkışma nedeniyle düzen talebinin kuvvetlendiği15 bir ülkede bu tercihi
anlamak zor değil. Burada gözardı edilememesi gereken bir diğer husus;
kampanya sürecinde AK Parti‟nin medya üzerinden seçmene ulaşma
konusunda sahip olduğu avantajlardı16. Önümüzdeki süreçte AK Parti için
önemli olan; son yıllarda içine girdiği otoriterleşme girdabından kurtularak,
oyunu nasıl oynaması gerektiğine karar vermesidir. Bu anlamda yapması
gereken; sosyal barışı tesis etmek için fabrika ayarlarına dönmesi17, yani
2000‟lerin ortasındaki demokratikleşme, AB yanlısı çizgisine yeniden
yerleşmesidir.
Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP‟nin iktidar olmak isteyen bir partiye
dönüştüğü açık. Bunu, 7 Haziran ve 1 Kasım‟da Kılıçdaroğlu‟nun kişisel
performansı, seçim kampanyalarında toplum adına söylenen yeni şeyler,
koalisyon görüşmeleri sırasındaki yapıcı tavırları ile göstermiştir. Fakat bütün
bunların, sözkonusu CHP olduğunda yeterli olmadığına yaşayarak tanıklık
ediyoruz. CHP‟nin oylarını 1 puan dahi arttıramaması şeklinde görünür olan
politik kilitlenmesinin nedenlerini başka yerde aramak durumundayız ki o da
öncelikle toplumda CHP‟ye ilişkin tarihsel olarak varolan algı ve bunun
kırılamamasıdır. Bu algı CHP‟nin icraatçı, işbilen, toplumun değerlerini temsil
eden bir parti olmadığına ilişkin sayısız imgeyi barındırmakta. Bunda CHP‟nin
rakipleri kadar, CHP‟nin tüm kademelerdeki örgütsel yapı etkilidir. CHP halen
topluma dokunamayan, toplumla ilgisi, teması kendi klasik tabanı dışında
zayıf olan bir partidir. CHP‟liler tarafından partili olarak kabullenilmek kolay
değil. Bu yönüyle de toplumun çeşitli kesimlerine karşı dışlayıcı bir partiden
sözetmek gerekir. Tavan yönetiminden aşağıdaki taban teşkilatlara kadar,
örgütsel değişime kapalı bir CHP, toplum nezdinde itibarsız olmasının temel
nedenlerinden bir diğeridir. Hal böyle olunca, kendisine karşı varolan algı
teşkilat yöneticisi aktörlerle kırılamamakta, CHP söylem düzeyinde
12
13
14
15
16
17
Necdet Subaşı; “Kendini „el‟e Vermeyen Millet”, Star, Açık Görüş, 7 Kasım 2014.
Tuncay Önder; “1 Kasım‟ın İmkân ve Sınırları”, Star, Açık Görüş, 14 Kasım 2015.
Bekir Ağırdır‟la söyleşi, t24.com.tr, 10 Kasım 2015.
A.g.e.
Ali Çarkoğlu ile Söyleşi, todayszaman.com, 8 Kasım 2015.
A.g.e.
20
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
yenilenmeye çalışırken, gündelik siyasette eski dışlayıcı-dar kadrocu
kimliğiyle algılanmaktadır. CHP‟ye ilişkin bu algı partinin inandırıcı
olamamasına, sonuçta seçmenlerin CHP‟ye yönelmemesinde etkili oluyor. 7
Haziran‟da da, 1 Kasım‟da da olan buydu.
MHP‟nin 7 Haziran sonrası ortaya çıkan süreci yönetememesi, ülkede
bir hükümet istikrarsızlığı yaşanırken Bahçeli öncülüğünde koalisyon
hükümetinde yer almayı reddetmesi, AK Parti‟nin artan aeterörle mücadele
etmesi seçmen nezdinde, hükümete dahi girmeyen bir MHP‟ye oy vermenin
bu ülkenin sorunlarını ertelemekten başka bir işe yaramayacağı şeklinde bir
algıya neden oldu. Aslında özellikle Orta ve Doğu Anadolu‟da seçmenin
ortalama değerleri, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe girmiş durumdadır.
Bu muhafazakâr seçmen aynı zamanda milliyetçidir. Çünkü Türkiye‟de
tarihsel olarak milli görüş hareketinden gelen, ama bu hareketi estetize eden
AK Parti‟nin tarihsel köklerinde her zaman için İslamcılıkla milliyetçilik
kaynaşmış durumda. 1 Kasım sürecinde Erdoğan‟ın da katkılarıyla yeri
geldiğinde milliyetçi bir söylemle seçmene seslenilmesi, MHP seçmeninde
“MHP olmadıktan sonra rahatlıkla AK Parti iktidar olabilir” şeklinde bir kanaat
doğurmuştur18. MHP‟nin oy kaybı anlamında bakıldığında, milliyetçiliğin de tek
tip, homojen bir karaktere sahip olmadığı görülüyor ki tarihsel olarak bu
anlaşılabilir bir durum. Milliyetçi seçmenin azımsanmayacak bir kesiminin AK
Parti‟ye yönelerek, MHP‟ye kan kaybettirmesi 7 Haziran sonrası MHP‟nin
izlediği istikrarsızlığı neredeyse umursamaz tavrıyla açıklanabilir.
Türkiye‟de geçmişten bugüne milliyetçi ideolojinin kutsal ideolojik
ortağı muhafazakârlık olup, çoğu önermelerinde iki ideoloji birbiriyle başta
güçlü devlet, kutsal millet-ümmet anlayışıyla buluşabilmektedir. Bu anlamda,
seçim coğrafyasında kademeli olarak seküler milliyetçi sosyolojinin yerini
milliyetçi muhafazakâr sosyolojiye terketme süreci yaşanıyor diyebiliriz.
Hayat tarzları, devlet, din algısı neredeyse eşitlenen kitlenin muhalefette
etkisiz MHP karşısında tek parti hükümetiyle muktedir olacak AK Parti
arasında tercihini AK Parti lehine yapması anlaşılabilir bir pozisyon alıştır. 7
Haziran sonrası bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan Davutoğlu
birlikteliğinde başarılı biçimde güvenlikçi parti kimliğiyle terör sorununu
çözebilecek tek parti/AK Parti algısı yaratılmıştır. Bu durumda da güçlü
devletin ancak AK Parti iktidarıyla mümkün olduğunu düşünen seçmen MHP‟yi
terketmeye başlamıştır. MHP seçmeninin partisinin iktidar ilgisizliği karşısında
iktidarın fırsat maliyetlerinden yararlanma adına AK Parti‟ye yönelmiş olması
olasıdır.
HDP‟nin oy kaybında ise muhafazakâr Kürtlerden AK Parti‟ye geri dönüş
gözardı edilemez. Muhafazakâr Kürtlerin özellikle büyük kentlerde yerleşik
olan yoksul seçmen kitlesiyle ve orta sınıfa mensup olan küçük esnafın da
18
Bu bağlamda Tayfun Atay‟ın MHP‟li bir seçmenle yaptığı görüşmede seçmenin
söyledikleri dikkate değerdir: “Ben MHP‟ye oy veriyordum hep, ama son seçimde
mührü AKP‟ye bastım... İkisi arasında fark yok ki artık. Ama MHP‟de başkan da yok”.
Nakleden Tayfun Atay; “Siyasette Üç Kimliğe Doğru”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015.
21
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
istikrar saikiyle AK Parti‟ye yönelmiş olması olasıdır. Türkiye‟de ortalama
seçmenin en temel özelliklerden biri, konformist olmaları, statükonun radikal
biçimde değişmesini istememeleridir. Seçmenin tahammül edemediği
konulardan bir tanesi belirsizlik olup, siyasal ve ekonomik belirsizliğe
tahammülü yoktur. HDP‟den geri çekilmenin ardında böyle bir belirsizliğin
kendilerine ekonomik ve siyasal risk olarak yansıyacağı düşüncesi de etkilidir.
HDP‟nin oy kaybında 7 Haziran sürecindeki Türkiyelileşme iddiasının hayat
bulmaması, azımsanmayacak ölçüde bir kısım Kürt seçmende ve HDP‟ye oy
veren sınırlı sol kesimde kanımızca soru işaretleri yarattı.
Şunu da belirtmek gerekir ki, HDP eşyanın doğası gereği kendisini
PKK‟dan kolaylıkla ayrıştıramazdı. Çünkü sosyolojik dokusu aynı zamanda
PKK‟nın çok farklı dinamiklerinden beslenen bir HDP gerçeği mevcut. HDP‟nin
sosyal tabanını PKK‟dan ayrı tutup HDP‟yi anlamaya çalışmak mümkün değil.
Bu yüzden HDP‟nin PKK ile arasına bariyer koyması olamayacak bir şeydi.
Fakat HDP, özellikle seçim sürecinde PKK‟nın eylemlerini şiddetle kınama
yoluna gidebilirdi. Bu riski göze almadı. Bir anlamda 1 Kasım‟a giden süreçte
çok pasif konumda kaldı. Dolayısıyla, HDP oylarının azalmasında bu partinin 7
Haziran‟ın ardından girilen süreci iyi yönetememesinin payı yüksektir
diyebiliriz. PKK eylemlerinin toplumda yol açtığı düşkırıklığı ve tepki
karşısında HDP‟nin edilgen konumu, öncelikle sol, sosyalist seçmenin bu
partiden geri çekilip, oylarının azalmasına neden olmuş gibi görünüyor. Fakat
oy kaybında asıl belirleyici olan; Kürt seçmenlerin özellikle muhafazakâr
kanadının partiden kopmasıdır. Burada güvenlik endişesinden ziyade siyasi
belirsizliğin yolaçtığı ekonomik kaygıların hâkim olduğunu yukarıda ifade
ettik. Bu durumda, ağırlıklı olarak en yoksul Kürtler ile varlıklı, fakat siyasete
katı ideolojik pencereden bakmayan muhafazakâr Kürtlerin AK Parti‟ye
yeniden yönelmesinde tayin edici dinamik ekonomik kaygı ve belirsizliklerdir
demek yanlış olmayacaktır.
Sonuç
Türkiye siyasetinde 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan hükümet
arayışları 1 Kasım‟da sandıktan tek parti hükümetinin çıkmasıyla sona erdi. 7
Haziran‟da 13 yıllık AK Parti‟nin tek parti hükümetlerinin sona ermesinin
ardından partiler arasındaki koalisyon görüşmelerinin sonuçsuz kalması ülkeyi
1 Kasım‟da yeniden seçime taşıdı. Bu süreçte kamuoyu ve siyasal
gözlemcilerin zihnini meşgul eden sorulardan biri; bu seçimde de 7 Haziran‟a
benzer bir tablonun çıkıp çıkmayacağıydı. Seçim öncesinde yayınlanan
kamuoyu araştırma bulguları 1 Kasım‟da farklı bir tablo çıkmayacağını
yansıtsa da, beklenmeyen oldu ve AK Parti neredeyse her 2 seçmenden 1‟inin
oyunu alarak yeniden tek başına iktidara geldi. AK Parti‟nin elde ettiği sonuç
sürpriz olmakla birlikte, asıl sürpriz MHP ve HDP oylarındaki kayıptır. Seçim
sonrası yapılan analizler AK Parti‟nin oy artışında 7 Haziran‟da sandığa
gitmeyen seçmenler ile MHP ve HDP seçmeninin etkili olduğuna işaret
ederken, CHP‟nin 7 Haziran‟a göre oylarını ancak yarım puan arttırması
22
Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”
seçimin bir diğer sürprizidir. Çünkü partinin seçim bildirgesinin toplumun
taleplerine seslenen özelliği, liderin kampanya performansına rağmen CHP‟nin
bir siyasi kilitlenme yaşadığı belirgindir.
AK Parti‟nin seçimden güçlenerek çıkması büyük ölçüde 7 Haziran
sonrası ülkede yaşanan siyasi ve ekonomik belirsizliği seçmenin
kabullenmemesi, güven ve istikrar arayışıyla yeniden bu partiye yönelimiyle
ilgili. MHP‟nin, liderinin öncülüğünde koalisyon hükümeti ortaklığına
yanaşmaması, HDP‟nin Türkiyelileşme arayışının sonuçsuz kalması gibi
etkenler iki partinin başarısızlığını açıklıyor. CHP Kılıçdaroğlu ile birlikte son
seçimlerde seçmene “değiştim” mesajı vermesine rağmen oy arttıramama
temelli bir politik kilitlenme yaşıyorsa, bunun muhtemel nedenlerinin başında
seçmenin bu partiye ilişkin olumsuz algısı gelmekte. Partinin tavandan tabana
doğru geniş seçmen kitleleri nezdinde yaşadığı inandırıcılık sorunu ile partiye
dair olumsuz imajlar CHP‟nin farklı partilerin seçmenlerini yanına
çekememesinin nedenidir. Önümüzdeki süreçte muhalefet partileri kendilerini
ideolojik, örgütsel temelde yeniden yapılandırmadıkları takdirde, AK Parti‟nin
hâkim parti statüsünü kaybetmesinin zor olacağı anlaşılıyor.
Kaynakça
Aslan, Emrah, Kurtaran, Batuhan; “Kazananlar, Kaybedenler ve CHP”, yeniarayis.com,
11 Kasım 2015.
Önder, Tuncay; “1 Kasım‟ın İmkân ve Sınırları”, Star Açık Görüş, 14 Kasım 2015.
Subaşı, Necdet; “Kendini „El‟e Vermeyen Millet”, Star Açık Görüş, 7 Kasım 2014.
Tosun, Tanju, Tosun Gülgün, Gökmen, Yusufcan; Türkiye’de Parti Sisteminde İstikrar
Sorunu:
Oynaklık,
Oy
Esnekliği
ve
Parti
Değteği
Değişkeni,
ozgurlukarastirmalari.com, Ekim 2015.
İnternet Kaynakları
www.akparti.org.tr
www.chp.org.tr
www.cilekagaci.com
www.cumhuriyet.com.tr
www.hdp.org.tr
www.mhp.org.tr
www.t24.com.tr
www.todayszaman.com
www.ysk.gov.tr
23
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23.
24
Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’
Tartışmaları: Seçime Katılma
Oranlarının Anlamı ve Önemi
Hakan Mehmet Kiriş
Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Serbest ve adil seçimler, çağdaş demokrasilerin ayırt edici özelliklerinden biridir.
Seçmenlerin sandık başına gelmeleri, siyasal sistemin meşruiyetini onayladıkları
anlardan biri olmaktadır. Bununla birlikte yerleşik demokrasilerde seçime katılma
oranlarının giderek gerilediği görülmektedir. Bu durum, günümüzde demokrasinin
yaşadığı krizlerden birini oluşturmaktadır. Oysa seçmenler, siyasal sisteme
yabancılaştıkları için olduğu kadar memnun oldukları için de sandık başına gitmiyor
olabilirler. Dolayısıyla seçime katılma oranlarının değerlendirilmesi bakımından bazı
ortak konu ve etkenlerden söz edilebileceği gibi, her ülkenin öznel koşullarının
oluşturduğu unsurlar da tartışılmalıdır. Bu makalede Türkiye’de seçime katılma oranları
1950 sonrasında, karşılaştırma amacıyla seçilen demokrasilerle de kıyaslanarak ele
alınmaktadır. Türkiye’de yapılan milletvekili seçimleri, bu çalışmada geliştirilen katılma
ve temsil indeksleri yoluyla değerlendirilmektedir. Genel olarak makalenin en çarpıcı
sonuçlarından biri ise, batı demokrasilerinde neredeyse istikrarlı şekilde düşen katılma
oranlarına karşın 1960 ve 1970’li yıllarda Türkiye’de de benzer bir görünümün olması
ancak 1980 sonrasında Türkiye’de katılma oranlarının yükseldiği bir seyrin ortaya
konmasıdır. 1969 seçimleri Türkiye’de gerçekleşen en düşük katılım oranına sahne
olurken 1980 sonrasındaki en düşük katılma oranı 2002 seçimlerindedir. Yine 1980
sonrasında temsil bakımından seçim barajının ortaya çıkardığı dengesizlik indekslerde
ölçülen skorlara yansımaktadır.
Anahtar Kelimeler: Seçimler ve demokrasi, seçime katılma, oy verme, temsil.
‘Ballot Box’ Arguments in Turkey:
The Meaning and Importance of Voter Turnout Rates
Abstract: Free and fair elections are one of the distinctive properties of contemporary
democracies. That the voters go to polls is one of the moments when they confirm the
legitimacy of the political system. Furthermore, it is apparent that voting turnout rates
are gradually regressing in consolidated democracies. This case results in one of the
crisis the democracy has faced today. However, the voters may not be going to polls
because of the fact that they both alienate and are pleased to the political system.
Therefore, on one hand, some common issues and factors can be mentioned in terms
of the evaluation of voting turnout rates. On the other hand, the elements that the
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları: Seçime Katılma Oranlarının Anlamı ve Önemi”,
Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.25-49.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
subjective conditions of each country have formed must be discussed. In this article,
voting turnout rates in Turkey after 1950 are dealt by comparing with the selected
democracies with the purpose of comparison. Parliamentary elections in Turkey are
evaluated via participation and representation indexes developed in this article. To
summarize, one of the most dramatic results of the article is that in spite of the almost
steadily decreasing voting turnout rates in western democracies, Turkey had a similar
perspective in 1960s and 1970s; however, a period with the increasing voting turnout
rates after 1980 has become clear. While 1969 elections are witnessing the lowest
voting turnout in Turkey, the lowest voting turnout after 1980 is in 2002 elections. In
addition, as a result of the electoral threshold in terms the representation after 1980,
the instability reflects on the evaluated scores in indexes.
Keywords: Elections and democracy, voter turnout, voting, representation.
“Milli irade tecelli etmiştir,
Sandıktan çıkan sonuca saygılıyız”
Giriş
Kullandığım epigraf, Türkiye’de muhtelif seçimlerde muhtelif
siyasetçiler tarafından yapılan ve kamuoyunun da çok alışık olduğu bir
beyanattır. Bu ise, seçim sandığı kavramı ve ona yüklenen işlev ve anlamlar
üzerine daha çok kafa yormak gerektiğini ortaya koymaktadır. Kavramın,
hükümet ve muhalefet eden partiler arasındaki tartışmalarda çok partili hayat
boyunca neredeyse her zaman öne çıkarılan bir konumda olduğu
görülmektedir. Bu, bir yönüyle demokrasinin “doğası gereği” olduğu kadar,
diğer yönüyle de “manipülasyon öğesi” olma özelliği taşımaktadır. Son birkaç
yılda yaşanan siyasal gelişmeler bu kavramı her iki yönüyle de tekrar ele
almayı gerektiren bir içeriğe sahiptir. Zaten son birkaç yılda da bu
tartışmalara siyasette sıklıkla rastlanmaktadır. Hatırlanacağı üzere Türkiye
son birkaç yılda hızlı, şaşkınlık verici ve sarsıcı bir siyasal süreç yaşamıştır. Bu
sürecin içinde bir yerel seçim, bir cumhurbaşkanlığı seçimi, iki de milletvekili
genel seçimi yapılmıştır. Seçim sandığı tartışmaları da bu dört seçim
döneminin odak noktasında yer almıştır.
Günümüzde demokrasi pek çok, farklı ve çeşitli değerlendirme
ölçütleriyle birlikte ele alınmaktadır. Siyasal eşitliğe dayalı, halk denetiminin
olduğu, vatandaşların katılımına ve bu katılma sonucunda yetkilendirilen
temsilci ve görevlilerin hem halka hem de yasal kurumlara karşı hesap
verebilir olduğu, farklı vatandaş gruplarının temsil edildiği, yönetimin kamusal
ihtiyaçlara karşı duyarlı ve yanıt verebilir olduğu, asgari müştereklere
dayanan ve çeşitliliğe hoşgörünün olduğu bir içeriğe sahiptir (Beetham vd.,
2008: 23; Gül, 2008).
Yine de, demokrasilerin değerlendirilmesinde kullanılan en genel
ölçütlerden birinin seçimler üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Oysa
demokrasinin orijininde seçim zorunlu değildir, bunun yerine danışma, veto,
mutabakat gibi yöntemlerden de söz edilebilirdi. Bununla birlikte modern
demokrasiler seçilmiş temsili yasama meclisleri fikrine dayandığından seçim
olgusu neredeyse vazgeçilmez bir ölçüt haline gelmiştir (Ringen, 2010: 46-
26
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
47). Her şeyden önce seçimler; ölçülebilir, karşılaştırılabilir, rakamsal
sonuçlar üretmektedir. Demokrasinin tanımlanmasında kullanılan minimalist
çerçevenin yarışmaya dayalı, adil ve serbest seçimlerin düzenlenmesi üzerine
kurulu olduğunu belirten Ringen’e göre (2010: 45-46):
“Seçim yöntemi, demokrasi açısından parlak bir buluştur ve demokratik
düşüncedeki üstün konumunu haklı sebeplerle kazanmıştır. Kararları,
tehlikeleri ve güvenceleri açıklığı kavuşturma açısından mahirdir. Halkın
oyunu kazanarak karar verme yetkisini elde edenleri anlaşıp kararlar
almaya yönelten gerçek bir teşvik unsuru vardır. Bunu oy vererek
iktidara gelmelerini sağlayanlara borçludurlar. Oldukça kısa bir süre
sonra tekrar seçimlerle karşı karşıya geleceklerini bilirler. Vekilliği
seçmenlerden almışlar ve bu durum nelere yetkili olduklarını ve nelerin
yetkilerini aştığını hatırı sayılır ölçüde açıklığa kavuşturur… Yurttaşlar,
seçtikleri vekillerin meşru yönetimden pek fazla sapmayacaklarına haklı
olarak güvenebilirler; çünkü sonraki seçimde onları gönderme güçleri
vardır.”
Seçimlerin pratik önemi, diğer faaliyetlere göre, büyük vatandaş
kitlelerinin yaygın olarak başvurduğu, kolay ve yoğun çaba gerektirmeyen bir
eylem olarak öne çıkmasındandır. Oy kullanma faaliyeti, vatandaşın tercihleri
bakımından ayrıntı vermemesine karşın siyasal liderler üzerinde baskı yaratan
kapsamlı sonuçları ortaya çıkarmasıyla kendine özgü, genel ve hükümeti
denetlemek konusunda etkili bir araç haline gelmektedir (Nie, Verba &
Converse, 1989: 32). Seçimler yoluyla oylarını kullanan (ve/veya
kullanmayan) vatandaşlar, iktidar ve muhalefet kurumlarını oluşturduğu gibi
siyasal partilerin, kadroların ve liderin de konumlarını ve kariyerini etkileyen
en önemli göstergelerden birini oluşturmaktadır. Yine seçimler, seçenlerle
seçilenleri doğrudan buluşturan bir mekanizma işlevi görmektedir.
Seçime katılma oranı (“voter turnout” rate ya da “voter participation”
rate), seçime katılarak geçerli ya da geçersiz oy veren seçmenlerin sayısının;
o seçim için toplam kayıtlı seçmen sayısına bölünmesiyle elde edilen ve
genellikle yüzdelik olarak değerlendirilen orandır (www.idea.int). Bu oran, o
seçimin kapsama alanında olan ve oy kullanma hakkına sahip bulunan
seçmenlerden ne kadarının seçim sandığına gittiğini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla seçime katılma oranı, parlamentonun, iktidar parti ya da
partilerinin, muhalefet parti ya da partilerinin arkasındaki mutabakatın
büyüklüğüne doğrudan etki eder. Bu oran temsil olanağına sahip olan
seçmenler kadar bu olanağa sahip olmayanların sayısını da ortaya koyar.1
Hatırlanacağı üzere 2002 genel seçimlerinde katılım oranı %79,1 idi. Seçime katılan
ve katılmayan toplam seçmen içinde parlamentoda temsil hakkı kazanan iki parti olan
Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin oylarının birlikte %40,8’ine
denk gelirken; yine aynı iki partinin oyları toplamı seçime katılan seçmenlerin
%51,6’sını oluşturmaktadır. Bu bakımdan 2002 seçimlerinde katılım oranı, görece
düşüktür; temsil oranı çok partili dönemin en düşük temsil oranıdır ve her iki
seçmenden biri parlamento dışında kalmıştır. Buna karşın 7 Haziran 2015 seçimlerinde
seçime katılma oranı %83,9 olmuş ve bu seçimlerde parlamentoda temsil hakkı
1
27
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
Diğer taraftan bireyler için seçimlere katılarak oy kullanmak, siyasal
etkinliklerinin bir parçasıdır. Ancak siyasal katılma, seçime katılmaktan daha
geniş ve sadece seçim dönemleriyle sınırlı olmayan bir faaliyetler dizisi olmalı
ve bu şekilde anlaşılmalıdır. Nie, Verba ve Converse’ün klasik tanımına göre
(1989: 1) siyasal katılma, vatandaşların hükümet yetkililerinin seçimini ve
onların yaptıkları işleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemek amacıyla
giriştikleri yasal eylemlerdir. Bunlar arasında oy vermenin de sayılabileceği,
siyasi süreci izlemek, siyasi tartışmaya dahil olmak, amblem, poster, rozet,
şarkı gibi araçlarla bir görüşe, partiye ya da adaya desteğini açık etmekten
başlayan siyasi toplantı, miting, konser gibi gösterilere katılma, bağışta
bulunma, siyasal lider veya bürokratlarla temasa geçmeye uzanan ve en
yüksek düzeyde de bir siyasi partiye katılma ve temsil mekanizmalarına aday
olma şeklinde bir seyir ileri sürülebilir (Milbrath, 1965: 18).
Seçmen katılımını ele alan üç temel yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar;
rasyonel tercih yaklaşımı, sosyolojik yaklaşım ve siyasal etkinlik yaklaşımıdır.
Gerçekten de bu alanda yapılan pek çok araştırma seçime katılmanın ve oy
kullanmanın (ve tabii, seçime katılmamanın ve oy kullanmamanın da) yaş,
eğitim, meslek, gelir, medeni durum, istihdam durumu, din, dil, mezhep,
kimlik, kampanyaya erişim ve fayda – maliyet ilişkisi gibi pek çok açıklayıcı
değişkeni olduğunu göstermektedir (Kolovos, Harris, 2005: 3-4; Matsusaka,
Palda, 1999: 440). Bununla birlikte söz konusu bu değişkenlerin, farklı
ülkelerdeki seçmenlerin oy verip vermeme ya da oylarındaki eğilimin yönü ile
ilgili oynayacağı rol farklılaşabilmektedir. Örneğin yaş veya eğitim gibi
göstergeler, katılımı arttırıcı işlev görebileceği gibi tersi bir işlev de görebilir
(Bkz. Aarts & Wessels, 2005: 71).
Türkiye’de güncel siyasette son dönemde tartışılan en önemli
konulardan biri, demokrasinin temel ölçütünün seçim sandığına katılma oranı
ve bu sandıktan çıkan sonuç olup olmadığıdır. Gerçekten de temsil esasına
göre işleyen demokrasilerin sahip olduğu en yaygın ve en kurumsal siyasal
katılma yolu olarak seçimlerde oy kullanmayla temsili mekanizmalara gelecek
kişileri belirleme/etkileme yetisi ön plana çıkmaktadır. Kalaycıoğlu’na göre
seçimler (1984: 254-256); siyasal otoritenin değişimi sorununa kalıcı bir
çözüm getiren, hükümetin politikalarını denetleyen ve etkileyen, siyasal
sistemin meşruiyetini sağlayan, koruyan ya da ortadan kaldıran bir
mekanizmadır. Diğer bir deyişle pek çok ve çeşitli siyasal katılma yoluna
karşın,
seçim
sandığı
halen
daha
gelişmiş
ve
gelişen
olarak
sınıflandırılabilecek demokrasiler için kullanılagelen ana gösterge olmayı
sürdürmektedir. Bununla birlikte, seçim sandığını yegâne demokratik
kazanan dört partinin (AK Parti, CHP, MHP ve HDP), toplam kayıtlı seçmen içindeki
oranı %77,6 olurken, seçime katılan seçmenler içinde aynı partilerin sahip olduğu
desteğin toplamı %92,5 olmuştur. Bu bakımdan 7 Haziran 2015 seçimlerinde
parlamento partilerinin büyük bir kamuoyu desteğine sahip oldukları görülmektedir.
Buna rağmen 7 Haziran sonrasında bir hükümet kurulamamış ve ülke 1 Kasım 2015
tarihinde erken seçime gitmiştir. 1 Kasım seçimlerinde katılım oranı artarak %85’e
yükselmiştir.
28
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
gösterge olarak görmek ve demokrasiyi seçimlere katılmaya indirgemek
çağdaş demokrasilerin yeni içerik ve anlamlarını değerlendirmemektir.
Öncesini ihmal ederek Türkiye’de 1908’den bu yana seçimlerin belli
aralıklarla yapıldığı, 1946’dan bu yana da çok partili demokrasi deneyiminin
esas olarak yaşandığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin köklü bir seçim
tarihinin ve oy kullanma kültürünün olduğu söylenebilir. 1946’dan 1 Kasım
2015 milletvekili genel seçimlerinin de dahil olduğu on dokuz milletvekili
genel seçimiyle birlikte, ara seçimler, yerel seçimler ve referandumlar yoluyla
vatandaşlar, sandık başına gelerek ulusal ve yerel yönetim mekanizmalarına
yön vermiştir. Türk demokrasisinin, daha uzun kurumsallaşma düzeyine sahip
yerleşik demokrasilere göre yüksek düzeyli seçime katılma oranlarına sahip
olduğu görülmektedir. Bu durum seçmen kitlelerinin seçime katılmak
konusunda oldukça mobilize olduklarını ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışma,
Türkiye’nin seçime katılma oranları bakımından yerleşik demokrasilerle
karşılaştırmalı olarak ele alındığı, yüksek düzeydeki seçime katılma
oranlarının nedenlerinin ve anlamının ortaya konduğu ve son olarak
Türkiye’de demokrasi için öneminin tartışıldığı bir çerçeve sunmayı
amaçlamaktadır.
Oyun Kurucu Bir Enstrüman Olarak Seçim Sandığı
Seçim sandığında ortaya çıkan sonuç, siyasal iktidarı ve muhalefeti
belirler. Lijphart’a göre (2014: 17), bir demokrasinin çoğunlukçu mu yoksa
oydaşmacı mı olacağını, yani çatışma ve rekabet üzerine mi, yoksa müzakere
ve uzlaşma temelli mi oluşacağını belirleyen teknik araçlardan biri
seçimlerdir. Duverger (1993: 273-274) bunu teknik olarak “tek turlu
çoğunluk yöntemi, iki parti sistemini; nispi temsil sistemleri ise, çok partili bir
sistemi ortaya çıkarmaktadır” şeklinde genellemiştir. Araştırmalar da, seçime
katılma oranlarının diğer deyişle seçmenlerin seçime katılma ve oy verme
kararlarının seçim sistemlerinden etkilendiğini ortaya koymaktadır. Buna
göre, seçime katılma oranları yüksek olan ülkelerin daha çok nispi temsil
sistemini kullandığını gösterirken, düşük olan ülkeler ise, daha çok çoğunluk
sistemlerini kullanmaktadırlar (www.worldpolicy.org).
Seçimlerin önemini ve katılmayı belirleyen koşullar olarak sosyal
eşitlik düzeyi, siyasal kültür, temsilin formel ve enformel diğer karar alım
mekanizmalarıyla ilişkisi ve siyasal kurumlara güven düzeyi sayılabilir
(Nohlen, 2002: 15). Konjonktürel olarak belirli bir seçimin ya da adayın
önemine bağlı olarak artan siyasi rekabet de seçimlere atfedilen önemi ve
katılımı etkilemektedir. Seçime katılmanın veya katılmamanın anlamları
konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Lipset’e göre (1964: 12),
istikrarlı bir demokrasi, bir seçim sonucunun toplumda büyük bir farkı ortaya
çıkarmayacağı düşüncesine dayandığından batı demokrasilerinde görülen
düşük katılma oranları sistemin istikrarının bir ifadesi olabilir. Bunun tersine
çok yüksek bir katılma seviyesi her zaman demokrasiye yararlı sonuçlar
ortaya çıkarmayabilir. Yüksek orandaki katılma, sosyal birliğin azalmasının ve
29
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
demokratik sürecin çökmesinin göstergeleri olarak da okunabilir. Huntington
ve Dominguez (1975), kurumsallaşma olmadığında artan katılım ve
hareketliliğin istikrarsızlık doğuracağını iddia etmektedirler. Siyasal rekabetin
sınırlanmış olduğu toplumlarda, seçimler iktidarın onaylanması anlamına
geldiğinden
seçime
katılma
oranlarının
düşük
olması
genellikle
hoşnutsuzluğun göstergesi olabilir (Turan, 1986: 70). Ya da baskı altında
yapılan seçimlerde katılma oranının yüksekliği bu baskının basit bir sonucu
olarak da ortaya çıkabilir. Buna karşın düşük oy verme oranı ise, yönetimin
açık ve özgür katılmayla yetkilendirilmesi, sorumluluk ve hesap verebilirliği
üzerinde olumsuz etki oluşturabilir (Beetham vd., 2008: 225). Lijphart’a göre
(1997: 1), eşit olmayan bir katılma, eşit olmayan sonucu beraberinde getirir.
Düşük katılma oranı, temsilde adaletsizlikleri, eşit olmayan bir siyasal etkiyi
ve sosyoekonomik tarafgirliği beraberinde getirir.
Nohlen’e göre (2002: 16), siyasal ve toplumsal göstergeler seçime
katılma oranı ile seçime katılmanın anlamı üzerinde belirleyicidir. Örneğin,
yüksek düzeydeki sosyal eşitsizlik seçime katılmayı yoksun kitleler için
anlamsızlaştırabileceği gibi, bunun tersine siyasetten farklı beklentileri
beraberinde getireceğinden önemli hale de getirebilir. Toplumdaki farklı
katılma ya da temsil mekanizmaları, seçime katılmaktan daha önemli ve daha
çok kullanılabilir durumda olabilir. Böylece seçime katılmanın önemi ve oranı
görece azalabilir. Siyasal katılmanın güven ve hesap verilebilirliğe dayandığı
demokratik sistemlerde seçime katılmanın anlam ve içeriği, yaygın
güvensizlik ve sorumsuzluk durumlarına göre farklılaşabilir. Buna ek olarak
parlamento temsilinin seçmenlerin parti tercihini yansıtmasının, seçmenlerin
sadece partilerden değil adaylar arasından da tercihte bulunabilmesinin
seçime katılmayı arttıracağı düşünülse bile; tersine, seçim sistemini oldukça
karışık hale getireceğinden seçmenlerin seçimlere katılma yolunda cesaretini
de kırabilir (Nohlen, 2002: 17).
Kutuplaşmanın yüksek olduğu ülkelerde seçmenler karşıt kutuplarda
toplanma baskısı altında kaldığından, seçime katılmak ve aynı kutuptaki güçlü
partiyi destekleyip karşıt kutuptaki partiden kaçınmak yaygın haline gelebilir.
Bu durumda seçime katılma oranları yüksek seyredecektir. Çünkü liderler
özellikle seçimlere yönelik olarak kendi seçmen tabanlarını sıkılaştırıcı
stratejiler izleyebilirler ve seçmenler de seçime katılıp kendi kutuplarındaki
partiyi desteklemeyi gerekli görebilirler. Böyle seçimlerde seçmenler seçime
katılmamayı kolayca göze alamayacaklarından dolayı oy verme oranlarının
yüksek olacağı öngörülebilir. Buna karşın kutuplaşmanın sistemin genel
karakterini belirlemediği seçimlerde ise, seçmenlerin oy vermekten
kaçınabilecekleri, oy vermeyi gereksiz görebilecekleri göz önüne alınabilir. Bu
kez kutuplaşmanın olmaması seçime katılmayı azaltan bir etken olarak rol
oynayabilir. Bu nedenle aşırı ve sert olmaksızın belirli bir düzeyde kutuplaşma
siyasal sistem için doğal bir durum olarak kabul edilmektedir (Kiriş, 2010:
18-24).
Seçimlere katılmanın önemi, modern batı demokrasilerindeki
seçmenlere göre giderek azalmaktadır. Böylece modern vatandaşın edindiği
30
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
modernlik konsepti gereği kendiliğinden gidip oy vereceği düşüncesinin de
geçerliliğini yitirdiği; aksine vatandaşın oy kullanıp kullanmamasının pek çok
ve çözümlemesi zor etkene bağlı olduğu görülmektedir (Aarts & Wessels:
2005: 82). Burada şu soruyu sormak yerinde olur: Siyasal sistemi meşru ve
iyi işletecek seçime katılma oranı nedir? Veya Seçime katılma, hangi oranlar
arasında olursa siyasal sisteme olumlu katkı yapar? Bu sorulara yanıt
verebilmek kolay değildir. Bununla birlikte seçime katılmanın niteliğinin
önemli olduğu söylenebilir. Seçimlere katılma oranlarının %80’ler hatta
%90’lar düzeyinde olduğu örneklere göre, bu oranın %50-60’lar dolayında
olduğu demokrasilerin daha sağlıklı olduğu iddia edilebilir mi? Seçmenin oy
vermek yoluyla siyasal sisteme yaptığı basit ama önemli etki aynı zamanda
onun çıkarlarını da canlı bir şekilde temsil ediyor mu?
Seçimlere katılma oranlarını değerlendirirken basit ama etkili olan bir
mekanizmayı da hatırdan çıkarmamak gerekir. Eşitsiz ve düşük oranlarla
seçime katılmanın ortaya çıkaracağı olumsuzlukları önleme amacıyla, yüksek
katılmayı sağlayıcı olacak bir araç olarak zorunlu oy verme (compulsory
voting) prensibi gündeme gelmiştir. Zorunlu oy prensibinin en önemli özelliği,
eşitlikçi yanı güçlü uygulama olmasıdır (Lijphart, 1997: 2). Böylece oy
kullanmanın zorunlu olduğu ülkelerde seçime katılma oranlarının, oy
kullanmanın gönüllü (voluntary) olduğu ülkelere göre daha yüksek olacağı
beklentisi ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla oy vermenin zorunlu olup olmaması
başlı başına bir etken olarak göz önüne alınmalıdır.2
Zorunlu oy kullanmayı savunan görüşler yüksek katılma oranlarıyla
seçilmiş yönetimlerin aldığı kararların daha demokratik olduğunu savunurlar.
Ayrıca seçime katılanların vatandaşlığa yönelik bir eğitim sürecinden geçtiği
de göz önüne alınmalıdır. Diğer taraftan oy kullanmanın zorunlu olması,
siyasal partilerin seçmenleri sandık başına çekmek için kaynak harcamasını
gereksiz kılar (www.idea.int).
Nüfus ve seçim çevresi büyüklüğü ile seçime katılma arasında ilişki
olduğunu söyleyen Geys’e göre (2006: 642), seçmen sayısının büyümesi
seçmenlerde giderek daha fazla çekimserlik ve kaçınma oluşturacağından
geniş topluluklar düşük katılım göstermektedirler.3 Seçim günü hava
Zorunlu oy uygulamasının işleyişi de konjonktüre göre değişebilmektedir. Örneğin
1924’te zorunlu oy prensibini kabul eden Avustralya’da bu, göçmenlerden oluşan bu
ülkede entegrasyonu sağlayacak bir yol olarak görülmüş fakat seçmenler imzalarını atıp
oylarını kullanmadan sandık başından ayrılmayı tercih edebilmişlerdir. (Bkz.
http://www.theguardian.com/politics/2005/jul/04/voterapathy.uk).
Buna
karşın
İsviçre’de ise, katılma oranları çok düşüktür çünkü vatandaşlar sistemin işleyişine çok
az katkıları olduğunu düşünürler. Bunun yanında İsviçre son derece âdemi
merkezileşmiştir, federal hükümet son derece sınırlı yetkilere sahiptir, hükümet
değişmeyen
koalisyon
partileri
tarafından
oluşturulur
ve
önemli
konular
referandumlarla karara bağlanır (Bkz. Franklin, 1999).
3
Bu veriler Nie ve Verba’nın topluluğun çözülmesi modelini akla getirmektedir. Bu
modele göre, nüfus ve yerleşim ölçeği büyüdükçe siyasal katılma azalmaktadır.
Yerleşim yeri büyüdükçe seçmenlerin ilgisi dağılmakta, yerel yönetimin etkisi ve
ulaşılabilirliği azalmakta, siyasal eylem alanı genişlemekte, karmaşık hale gelmekte ve
2
31
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
koşullarının bile, seçime katılma oranları üzerinde etkili olabileceği ortaya
konmuştur (Bkz. Matsusaka & Palda, 1999: 438). Gerçekten de pek çok
ülkede seçim kararı alınırken mevsim ve iklim koşullarının da düşünüldüğü
ortadadır.
Son olarak oy kullanmanın bir hak mı bir ayrıcalık mı yoksa bir
vatandaşlık görevi mi olduğu konusu demokrasilerin gelişim süreci boyunca
oldukça tartışmalı bir konu olmuştur. Dolayısıyla oy kullanmaya bakış açısının
da seçime katılmayı belirleyici bir etken olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Yine günümüzde yerleşik demokrasiler, oy kullanmanın bir vatandaşlık hakkı
olduğu yönünde eğilim göstermektedirler. Bu eğilim, oy kullanmayı, aksi
durumda yaptırım uygulanan bir zorunluluk olmaktan çıkarmaktadır
(Gratschew, 2004: 25). Bunun başlıca iki etkisinden söz edilebilir. Bunlardan
birincisi seçime katılma oranlarının genellikle düşmesi iken ikincisi de, seçime
katılanların herhangi bir zorunluluk olmadan bu sürece kendi istekleriyle dâhil
olmalarıdır. Oysa seçmenler, tabi oldukları siyasal sosyalizasyon süreçlerinde
görev ağırlıklı bir oy kullanma şekli benimsemişlerse, o zaman seçime
katılmayı bir vatandaşlık görevi olarak kabul edeceklerdir. Siyasal sistemler
ve sisteme yön veren elitler, genellikle oy kullanmayı, meşruiyet zeminini
sağlamlaştırmak amacıyla hem hak hem de görev olarak tanımlama
eğilimindedirler.
Seçime katılma oranlarındaki gerileme neredeyse küresel bir eğilim
halindedir. Bu durum seçimlere katılma oranlarının demokrasinin kalitesi ile
ilgili olmayabileceği tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Diğer bir deyişle
yüksek katılma oranı mutlaka sağlıklı bir demokrasinin varlığına işaret
etmeyebilir (www.worldpolicy.org).
Yöntem ve Veri Kaynakları
Bu çalışma, Türkiye’de ve çalışma kapsamında incelenen yerleşik yedi
demokraside seçime katılma oranlarını karşılaştırmalı olarak ele alarak,
seçime katılma oranlarının yüksek ya da düşük olmasının nedenlerini,
etkilerini ve anlamını ortaya koyup Türkiye’de bunun demokrasi için önemini
tartışmaktadır. Bu doğrultuda, Türkiye’nin farklı demokratik gelişme
seviyelerinde bulunan yedi ülke ile 1950 – 2013 arasındaki zaman diliminde
seçime katılma oranları çerçevesinde bir karşılaştırması yapılmaktadır.
Bununla, son birkaç on yılda özellikle batı demokrasilerinde gerileyen katılma
oranlarının yarattığı tartışmalar ekseninde, Türkiye’de genellikle yüksek
olarak kabul edilen katılma oranları ve bunun olası nedenleri ve etkileri
üzerinde durulmaktadır. Bu yapılırken ülkeler arasında siyasal kültür,
siyasal katılım zorlaşmaktadır (Bkz. Nie & Verba, 1989: 44). Kalaycıoğlu (1984: 24),
seçime katılma ve oy kullanma bakımından eldeki verilerin topluluğun çözülmesi
modelini desteklediğini belirtmektedir. Benzer bulgulara Türkiye’de yerel seçimler
üzerine yaptığı çalışmasında Kamalak da (2013) ulaşmıştır. Yazar bu çalışmasında yerel
yönetim birimi küçüldükçe yerel unsurların etkisinin arttığını ortaya koymuştur
(Kamalak, 2013: 444).
32
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
dönemsel koşullar, seçim sistemleri gibi çeşitli farklılıkların olmasına rağmen
bu ülkelerin seçimli demokrasiyle yönetildiği göz önüne alındığında seçim
sonuçlarıyla
ortaya
çıkan
oranların
karşılaştırma
için
elverdiği
varsayılmaktadır. Yine oy kullanmanın zorunlu olup olmaması tabloya etki
edebilen bir diğer unsurdur.
Yedi demokratik ülkede ve Türkiye’de seçime katılma oranlarını
karşılaştırmalı bir çerçevede ele alan bu çalışma, Türkiye’de çok partili
demokrasinin egemen olduğu döneme ilişkin ikincil veri analizi temelinde bir
çözümleme yapmaktadır. Türkiye’de katılmanın somut etkisini ortaya koymak
amacıyla katılma ve temsil endeksleri geliştirilmekte ve yorumlanmaktadır.
Demokrasi sıralamasını ve ülkelere ait seçime katılma oranlarını gösteren
veriler; Economist Dergisi tarafından hazırlanan Dünya Demokrasi İndeksi,
Uluslararası Demokrasi ve Seçim Destek Kurumu’nun (IDEA) veri tabanı,
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ile Türkiye İstatistik Kurumu’nun veri tabanları
kullanılarak elde edilmiştir. Veriler, parlamento seçimlerini esas alırken, çift
meclisli ülkelerde doğrudan halkı temsil ettiği düşünülen ve doğrudan halk
tarafından seçilen birinci meclislerin (temsilciler meclisleri) verileri
değerlendirme konusudur.
Ülke Örneklerinde Seçimlere Katılma
Bu makalede Türkiye ile birlikte ele alınan farklı gelişmişlik
düzeylerindeki yedi farklı demokratik ülke, ağırlıklı olarak Dünya Demokrasi
İndeksi verilerine göre seçilmiştir (Bkz. www.eiu.com). Bu indeks, Economist
Dergisi tarafından yıllık olarak oluşturulmakta ve 165 ülkede demokrasilerin
durumunu ölçüp sıralamaktadır. Bu sıralamada seçim süreci ve çoğulculuk,
sivil özgürlükler, hükümetin işlevi, siyasal katılma ve siyasal kültür 5 farklı
konu başlığı ele alınmaktadır. Dünya Demokrasi İndeksi, 165 ülkeyi tam
demokrasiler, kusurlu demokrasiler, melez rejimler ve otoriter rejimler olmak
üzere 4 farklı grup altında toplamaktadır. 2014 Raporu’na göre dünya
nüfusunun %12,5’i tam demokrasilerde, %35,5’i kusurlu demokrasilerde,
%14,4’ü melez rejimlerde ve %37,6’sı otoriter rejimlerde yaşamaktadır (EIU,
2015: 2).
Türkiye ile birlikte seçilen yedi ülke, Dünya Demokrasi İndeksi
sıralamasına göre farklı konumlarda yer almaktadır. 2014 yılı raporunda tam
demokrasiler içinde ve genel olarak indeks sıralamasında 1. Sırada bulunan
Norveç ilk ve bu uygulamadaki en iyiye karşılık gelen örnek olarak seçilmiştir.
Bilindik batı demokrasileri olan Almanya 13. Sırada, İngiltere 16. sırada ve
Fransa 23. sırada yer alan tam demokrasilerdir. Türkiye’ye benzer bir tarihsel
dönemde modernleşme sürecine giren batı dışı bir ülke örneği olan Japonya,
20. sırada yer alan bir tam demokrasi olarak görünmektedir. 29. sırada yer
alan İtalya ve 41. sırada yer alan Yunanistan kusurlu demokrasiler grubundan
seçilen örnekler olmuştur. Hem İtalya hem de Yunanistan, Türkiye gibi,
Avrupa’nın güneyinde yer alan Akdeniz havzası ülkeleridir ve Yunanistan,
33
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
Türkiye’nin batı komşusudur. Türkiye, dünya demokrasi indeksinin 98.
sırasında yer alarak melez rejimler arasında gösterilmektedir.4
Söz konusu ülkeler içinde İngiltere, Norveç ve Japonya anayasal
parlamenter monarşilerdir. Buna karşın, Almanya, İtalya ve Yunanistan
parlamenter modeli uygulamaktadırlar. Fransa, yarı başkanlık sistemidir.
Lijphart’ın (2014: 83), incelediği otuz altı demokrasi arasında bu
çalışmada yer alan ülke örnekleri de bulunmaktadır. Lijphart’ın ortaya
koyduğu verilere göre, Almanya, Fransa ve İtalya yarı çoğulcu; Japonya,
İngiltere, Yunanistan ve Norveç ise çoğulcu olmayan toplum örnekleridir.
Yasama seçimlerinde Almanya’da karma üyeli nispi temsil, İtalya’da listeli
nispi temsil (1946-1992) ve karma üyeli nispi temsil (1994 sonrası),
Norveç’te listeli nispi temsil, Japonya’da sınırlı oy (1946), devredilemez tek oy
(1947-1993) ve paralel nispi çoğunluk – nispi temsil (1996 sonrası),
Yunanistan’da listeli nispi temsil, İngiltere’de nispi çoğunluk ve son olarak
Fransa’da çoğunluk – nispi çoğunluk (1958-1981, 1988) ve listeli nispi temsil
(1986) uygulanmıştır.
Almanya, İtalya, Japonya, Fransa, İngiltere çift meclisli iken
Yunanistan tek meclisli, Norveç ise, 2009 sonrasında tek meclisli bir yapıya
sahiptir. 2009 öncesinde ise, iki meclisli olsa da pratikte tek meclisli bir
işleyişe sahiptir. Türkiye, 1960 – 1980 döneminde çift meclisli, 1950 – 1960
ve 1980 – 2015 döneminde tek meclisli bir yapıya sahiptir.
Ülkelerin seçim barajı uygulamalarına bakıldığında, en yüksek seçim
barajının %10 ile Türkiye’de olduğu görülmektedir. Almanya’da %5, İtalya ve
Norveç’te %4, Yunanistan’da %3 oranında seçim barajları bulunmaktadır
(www.venice.coe.int).
Bir de Polity IV verilerine göre söz konusu ülkelere bakmak yararlı olabilir. Polity IV’e
göre Norveç, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve Yunanistan tam demokrasiler
arasında; Fransa ve Türkiye ise, demokrasiler arasında gösterilmektedir (Bkz.
http://www.systemicpeace.org/polityproject.html).
Seçilen
ülkelerin
ekonomik
göstergelerine değinmek de analize yardımcı olabilir. IMF veri tabanında yer alan büyük
ekonomiler sıralamasında Norveç’in ekonomik büyüklük bakımından dünyada 27. sırada
olduğu görülmektedir. Almanya, Fransa ve İngiltere aynı zamanda dünyanın en büyük
4., 5. ve 6. ekonomileri konumundadır. Japonya, oldukça gelişmiş bir ekonomiye
sahiptir ve büyük ekonomiler sıralamasında üçüncüdür. İtalya büyük ekonomiler
sıralamasında 8. sıradayken son dönemde ekonomik krizlerin oldukça zorladığı
Yunanistan 48. sırada yer almaktadır. Büyük ekonomiler sıralamasında ise, Türkiye’nin
sırası 18’dir. Kişi başına düşen gelir bakımından ülkelerin sıralamasına bakıldığında bu
kez Norveç, dünyada ikinci sırada yer almakta ve kişi başı gelir 96.930 $ ortalamasında
bulunmaktadır. Almanya bu sıralamada 17. sırada yer alırken İngiltere 19. sırada
Fransa ise 20. sırada, Japonya 26. sırada, İtalya ise 27. sıradadır. Yunanistan 44. iken
Türkiye ise 61. sıradadır (Bkz. http://www.imf.org/external/ns/cs.aspx?id=28). UNDP
İnsani Gelişmişlik İndeksi’ne göre ise, Norveç insani gelişmişlik bakımından dünya
sıralamasında 1. sıradadır. Bu indekste Almanya 6. sırada, İngiltere 14., Japonya 20.,
Fransa 22., İtalya 27. ve Yunanistan 29. sırada oldukça yüksek insani gelişmişlik grubu
içinde yer almaktadır. Türkiye ise, 72. sırada ve yüksek insani gelişmişlik grubu içinde
yer almaktadır (Bkz. UNDP, 2015: 208).
4
34
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
1945 – 2013 arasında seçime katılma oran ortalamalarına
bakıldığında İtalya, Almanya ve Türkiye’nin %80’lerde, Norveç, Yunanistan,
İngiltere ve Fransa’nın %70’de, Japonya’nın ise %60’larda olduğu
görülmektedir (Bkz. Grafik 1).
Grafik 1. 1950 – 2013 Arasında Parlamento Seçimlerine Katılma Oranı
Ortalamalarına Göre Ülke Örnekleri
İlk olarak zorunlu oy prensibinin olup olmamasının nasıl bir fark
ortaya çıkardığı konusuna karşılaştırılan ülkeler bağlamında bakıldığında;
zorunlu oy prensibinin genel olarak seçime katılma oranını arttırdığı
söylenebilir. Gerçekten de Japonya, Fransa ve İngiltere’de zorunlu oy prensibi
hiç uygulanmamış olup, bu ülkeler bu çalışmadaki karşılaştırılan sekiz ülke
arasında en düşük seçime katılma ortalamalarına sahip ülkeler olarak
görülmektedir. Bununla beraber Almanya ve Norveç’te de zorunlu oy prensibi
hiç uygulanmamış olmakla birlikte, seçime katılma oranı ortalamaları zorunlu
oy prensibi olan ülkeler gibi oldukça yüksektir. Şüphesiz burada devreye
başka değişkenler girmektedir.
Zorunlu oy prensibinin asıl etkisini görmek için 1945 sonrasındaki belli
bir dönemde bu prensibi uygulamış ülkelerdeki katılma oranının seyrine
bakmak yararlı olacaktır. Burada en belirgin örnekler olarak Türkiye ve İtalya
öne çıkmaktadır. Türkiye’de, 1983 seçimleriyle birlikte zorunlu oy prensibi
getirilmiştir. Bu tarihten sonra seçime katılma oranlarının özellikle 1960 ve
1970’li yıllara göre ciddi bir artış eğilimine sahip olduğu görülmektedir. Buna
karşın zorunlu oy prensibinin olmadığı ancak çok partili hayata yeni geçilen
1950’lerdeki seçimlerde de katılmanın yüksek olduğu görülmektedir. Diğer bir
örnekte 1946 – 1992 arasında zorunlu oy prensibini uygulayan İtalya’da söz
konusu bu dönemde seçime katılma oranları çok yüksektir. Ancak 1992
sonrasında düşüş eğilimi belirgindir.
35
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
Son olarak Yunanistan zorunlu oy prensibini hep uygulamıştır. Hatta
Yunanistan’da oy vermemenin sonucunda vatandaşların yeni pasaport ve
sürücü belgesi almaları oldukça zorlaşmaktadır (www.theguardian.com). Yine
de bu durum Yunanistan’da katılma oranlarının 1990’larla birlikte düzenli
düşüşünü engellememektedir.
Burada zorunlu oy prensibinin bazı dönemler sıkı uygulandığını bazı
dönemler ise kâğıt üzerinde kalan bir kural haline gelmeye başladığını
düşündürmektedir. Seçime katılmada zorunlu oy prensibinin etkisinin kendi
başına açıklayıcı bir değişken olmadığı söylenebilir.
Grafik 2. 1950 – 2013 Arasında Parlamento Seçimlerine Katılma
Oranlarının Ülkelere Göre Görünümü
Kaynak: Tablo verileri, International Institute for Democracy and Electoral Assistance
(IDEA) Web Sitesinden sağlanmıştır. Bkz. http://www.idea.int/vt/ E.T.15.12.2013.
Seçilen ülke örneklerinin seçime katılma konusunda bazı belirgin
koşullarına kısaca değinmek gereklidir. İlk olarak İngiltere’de göze çarpan,
1950’lerin sonunda başlayan ve sonrasında devam eden seçime katılma
oranlarındaki düşüşün seçmenlerin parti bağlılıklarının ve yandaşlığın
gerilemesi, sadık tabanlarının dağılmasıyla partilerin seçmenleri harekete
geçirmelerinin zorlaşması, seçmenlerin davranışlarında karmaşıklığın artması
gibi unsurlar göze çarpmaktadır. 1990’larla birlikte bu kez siyasal güvenin
düşmesi ve partilerin ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine yaklaşarak seçmen
için katılmayı anlamsız hale getirmeleri rol oynamıştır. 2001’de seçmenler,
İşçi Partisi’nin seçimleri kazanacağına kesin gözüyle baktıklarından her iki
36
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
partinin seçmeni de seçime katılmayı gereksiz görmüş, üstelik İşçi Partisi
oyları gerilese bile partinin sandalye kaybetmemesine ve merkeze olan
yönelimine tepki göstermişlerdir (Kolovos & Harris, 2005: 4-7). Son dönemde
ise İngiltere’de yapılan bir araştırma seçime katılmayanların görüş ve
düşünüşleri üzerinde veri sunmaktadır. Buna göre oy kullanmayanların
%27’ye yakını kullanacakları oy’un herhangi bir değişiklik sağlamayacağını
düşünenler, %25’i partilerin ve adayların arasında fark görmediğini
belirtenler, %19’u siyasetle hiç ilgilenmeyenler, %18’i seçimler hakkında
yeterli, bilgi ve enformasyona sahip olmayanlar, %17’si partilerin ve
adayların neyi temsil ettiğini bilmeyenler, %9’u oy kullanmaya gidemeyenler
ve son olarak yüzde 3’ü de Birleşik Krallık parlamentosunun işe yaramadığını
düşünenlerden oluşmaktadır (Barker, 2015). İngiltere’de seçime katılma
oranlarındaki bu düşüşe karşın hafta sonu oy verebilme, oy verme saatlerinin
değiştirilmesi, farklı noktalarda oy kullanılabilecek merkezlerin belirlenmesi ve
posta yoluyla veya erkenden oy verebilme olanaklarının getirilmesi gibi
çözümler düşünülmüştür (www.parliament.uk).
Fransa’da gerek cumhurbaşkanlığı gerekse de yasama seçimlerine
katılma oranları gerilemektedir. Ancak parlamento seçimlerine katılım düşük
seyrederken cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılma oranları daha yüksektir.
Bu ülkenin siyasal sisteminden kaynaklanan bir özellik olarak öne
çıkmaktadır. Bu bir yandan Fransa’da başkanın kişiliğini, yeteneklerini ve
yapabileceklerini somut olarak ortaya koyarken diğer yandan nispi sistemle
oluşan parlamentoda kırılgan bir yapı ortaya çıkarmaktadır (Abrial vd., 2003:
6). Diğer bir deyişle Fransa’da parlamento seçimlerine katılmanın düşük
olması, genel bir demokrasi krizinden daha çok ülkenin siyasal sisteminin, iki
turlu seçim sisteminin ve siyasal kültürünün bir sonucu olarak görülmektedir
(Abrial vd., 2003).
Almanya’da5 ise, 1970’lerde zirve noktalarına ulaşan seçime katılma
oranları, 1980’lerle birlikte giderek büyüyen daimi bir seçime katılmayanlar
kitlesi ile karşılaşmıştır. Öyle ki, 1972 Bundestag seçimlerinde yüzde 91,1
olan katılma oranı 2013 seçimlerinde 71,5’e gerilemiştir. Seçime
katılmayanlar, oy vermenin fazlaca önemli olmadığını düşünen, önemli bir
kısmı siyasal gelişmelerle hiç ilgilenmeyen ve zorunlu oy prensibine karşı
çıkan özelliğe sahip olmaları nedeniyle geçici olarak oluşan bir dalgalanma
değildirler. Bunun yanında Almanya’da seçime katılma konusunda, ülkenin
doğusu – batısı arasında olduğu gibi, bölgesel ve bazı sosyal farklılıklar da söz
konusu olmaktadır (Vehrkamp, 2013: 2).
1945 – 1991 döneminde Norveç’te seçime katılmayı inceleyen
Midtbø’ya göre (1996), bu ülkedeki yüksek katılma oranı seçime katılmaktan
çekinen seçmenlerin mobilize edilmesiyle gerçekleşmektedir. Norveç’te
çalışan sınıflar, ülke siyasetinde en belirleyici etkenlerden biridir ve bunlar
sendikalar tarafından seçime yönlendirilmektedirler. Buna karşın araştırmalar
Norveç’te de, diğer batı demokrasilerinde olduğu gibi, sosyoekonomik oy
5
Almanya’nın birleşmesinden önceki veriler, Batı Almanya’yı esas almaktadır.
37
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
tabanlarının gerilemekte olduğunu göstermektedir. Norveç’te partiler sol ve
geri kalanlar olarak ayrılmaktadır. Finseraas ve Vernby (2013: 286), seçime
katılmanın artmasının İşçi Partisi’nin ve radikal sağ parti olan İlerici Parti’nin
oylarını arttırdığını saptamışlardır. Geleneksel sağın artan katılma
oranlarından yararlanamaması; radikal sağın ise, görece zayıf olması katılma
oranlarının artmasını İşçi Partisi için avantajlı bir durum haline getirmektedir.
Son dönemde Norveç seçimlerinde de gelişmiş diğer demokrasiler kadar
olmasa da katılma oranlarında belli bir düşüş eğilimi göze çarpmaktadır.
Listhaug ve Grønflaten’e göre (2007: 293), bu gerileme gelişmiş
demokrasilerde görülen katılma krizinin Norveç demokrasisinde de ortaya
çıktığını göstermemektedir. Tersine seçime katılmak, burada diğer katılma
araçlarıyla birlikte önemini korumaktadır. Ancak sınıf temelli siyaset
anlayışındaki zayıflama bir yandan sınıfsal organizasyon ve partilerin seçmeni
eskisi gibi harekete geçirememesine diğer yandan ise, seçmeni kısıtlayıcı
sınıfsal engellerin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Aynı dönemde parti
sistemindeki parçalanma, birbirinden farklı azınlık hükümetleri, seçimlerde
rekabet edecek net iktidar alternatiflerinin olmayışı gibi nedenler seçime
katılma oranlarını gerileten nedenler arasında gelmektedir (Listhaug &
Grønflaten, 2007: 294).
Japonya, parti sisteminde Liberal Demokrat Parti’nin uzun yıllar süren
baskın görünümü özellikle sol partiler ve bu partilerin seçmenlerinin etkinliğini
kısıtlamaktadır. Ayrıca Japonya’da da siyasal parti bağlılıklarının çözülmesi ve
genç seçmenlerde yaygın olarak görülen oy kullanmama hali gibi nedenler
tüm partileri etkilerken, LDP’nin geleneksel seçmen tabanının diğer partilere
göre görece daha bütünleşik durduğu da saptanmıştır (Hyde, 2004: 10-12).
İtalya’da 1945’ten 1992’ye kadar zorunlu oy prensibi uygulanmıştır.
Zorunluluğun da etkisiyle oy vermenin İtalyan toplumunda aksi sosyal
yaptırıma konu olan bir norm olarak yerleşmiştir. Bununla birlikte 1992
sonrasında oy verme oranlarının düşmeye başladığı görülmektedir. Tuorto’ya
göre (2013: 17), bunun öncelikli nedenlerinden biri de genç kuşakların ilk kez
oy kullandıktan sonra seçimlere ve siyasete olan ilgilerini kaybetmelerini
göstermektedir. Passarelli ve Tuorto (2014), ekonomik krizlerin hoşnutsuz
İtalyan seçmeninde iki farklı davranışı teşvik ettiğini ileri sürmektedirler.
Bunlardan ilki radikal partilere yönelmeyken diğeri de oy vermekten
kaçınmadır. Maggini’nin (2013: 57), İtalyan siyasetindeki geleneksel
partilerin seçmen tabanlarının bu partilere yabancılaşmalarıyla çözülmelerinin,
artan oynaklık ve katılmama oranlarında görüldüğünü belirten analizini de bu
çerçeveye dâhil etmek gerekir. Yine de İngiltere, Fransa ve Almanya gibi
örneklerle karşılaştırıldığında İtalya’da seçime katılma oranlarının halen daha
yüksek olduğu söylenebilirse de bu oranlar %90’lardan çok daha geridedir.
Yunanistan da seçime katılma oranlarının giderek düştüğü bir ülkedir.
Hatta Eylül 2015’te yapılan seçimlerde seçime katılmayan seçmenlerin oranı
%44’e yükselmiştir. 1980 sonrasında Yunanistan’da oy vermeyen seçmenlerin
düzenli bir artış eğiliminde olduğu dikkat çekmektedir (greekreporter.com).
Son dönemde AB ile olan ilişkiler ve ekonomik krizler, Yunanistan seçmeninin
38
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
tepkisine neden olmuştur. 2015 yılında yapılan iki seçimde de oy vermeyenler
büyük orandayken her iki seçimi de radikal sol parti Syriza birinci parti olarak
tamamlamıştır. Ayrıca Yunanistan’da katılma oranlarının tam olarak gerçek
durumu yansıtmadığı, seçmen kayıtlarının güncel ve sağlıklı olmadığı konusu
bazı çalışmalarda vurgulanmaktadır (Bkz. Gemenis, 2008: 97-98;
Vasilopoulou & Halikiopoulou, 2013: 533).
Türkiye’de Katılma ve Temsil İndeksi
Bu bölümde yukarıda yer alan verilerden de yararlanarak seçime
katılma oranlarını anlamlandırmak, karşılaştırmak ve değerlendirmek üzere
bir indeks geliştirmeye çalışılmıştır. Bu indeks, üç farklı formül oluşturularak
elde edilmektedir. Bunlardan birincisi alışılmış seçime katılma oranının
hesaplanmasıdır ki, katılan seçmenin toplam seçmene bölünmesiyle elde
edilmektedir:
𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑚𝑎 𝑜𝑟𝑎𝑛𝚤 =
𝑠𝑒ç𝑖𝑚𝑒 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚 𝑘𝑎𝑦𝚤𝑡𝑙𝚤 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
İkincisi, parlamentoda temsil edilen seçmenin toplam seçmene
bölünmesiyle elde edilen toplamın temsili rakamıdır ki, özellikle Türkiye gibi
seçim barajının yüksek olduğu ülkelerde önemi daha da artmaktadır:
𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚𝚤𝑛 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙𝑖 =
𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙 𝑒𝑑𝑖𝑙𝑒𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚 𝑘𝑎𝑦𝚤𝑡𝑙𝚤 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
Üçüncüsü ise, parlamentoda temsil edilen seçmenin, seçime katılan
seçmene bölünmesiyle elde edilen katılanın temsili rakamıdır:
𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛𝑙𝑎𝑟𝚤𝑛 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙𝑖 =
𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙 𝑒𝑑𝑖𝑙𝑒𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
𝑠𝑒ç𝑖𝑚𝑒 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤
Her üç formülde de “1” tamsayısına yaklaşılması yani pay ile paydanın
farkının azalması katılma ve temsilin arttığını göstermektedir. Örneğin,
toplam 100 kayıtlı seçmenin olduğu, 90 seçmenin seçime katıldığı ve 60
seçmenin temsil edildiği bir seçimde bu endeksler; katılma 0.9, toplam temsil
0.6, katılan temsil 0.66 şeklinde oluşacaktır. Bu ise, katılma oranının
yüksekliğine karşı toplam seçmen içinde temsil oranının düşük olduğunu
hatta seçime katılan seçmenler için de temsil sorununun sürdüğünü
göstermektedir.
Bu formüller eşliğinde 1950 – 2015 döneminde Türkiye’de yapılan
milletvekili genel seçimlerinde katılma ve temsil indeksleri aşağıdaki tabloda
ortaya konmaktadır. Türkiye’de seçime katılma oranları bakımından 1950 –
2011 yılları arasında yapılan on altı milletvekili genel seçiminin ortalaması
%81,18 olup yukarıdaki endekse göre bu 0,81’e rast gelmektedir. Ancak
2015 yılındaki iki seçim daha eklendiğinde bu rakam %81,56 olmaktadır. Bu
ortalama göz önüne alındığında Türkiye’nin yerleşik demokrasilere göre
yüksek bir seçime katılma ortalamasına sahip olduğu genel olarak
düşünülebilir. Burada bir yandan 1965, 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinde
39
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
ortalamanın oldukça altında olan, diğer yandan da 1950, 1954, 1983 ve 1987
seçimlerinde ortalamanın oldukça üzerinde olan katılma oranların nedenleri
sorgulanmalıdır.
Tablo 1. Türkiye’de 1950 – 2015 Döneminde Yapılan Seçimlerde
Katılma ve Temsil İndeksleri
Seçim
Dönemi
1950
1954
1957
1961
1965
1969
1973
1977
1983
1987
1991
1995
1999
2002
2007
2011
2015/7 HZR
2015/1 KSM
Katılma
0,89
0,88
0,76
0,81
0,71
0,64
0,66
0,72
0,92
0,93
0,83
0,85
0,87
0,79
0,84
0,83
0,83
0,85
Toplamın
Temsili
0,89
0,88
0,76
0,77
0,68
0,61
0,63
0,69
0,86
0,76
0,80
0,70
0,67
0,42
0,71
0,77
0,77
0,81
Katılanların
Temsili
0,99
0,99
0,95
0,95
0,95
0,94
0,96
0,94
0,80
0,96
0,82
0,77
0,53
0,84
0,93
0,92
0,96
Toplamın temsiline ve katılanların temsiline bakıldığında, 1950’li
yıllardaki her üç seçimde de katılma oranıyla birlikte görülen rakamlara
rastlanmaktadır. Bu durum ağırlıklı olarak iki partili işleyen çoğunluk
sisteminin bir yansımasıdır. 1950’li yıllardaki seçimlerde katılan, geçerli oy
kullanan seçmen sayıları gibi verilerin bulunmaması ya da çelişkili olması
dolayısıyla bu dönem genel bir değerlendirmeyle sonuçlandırılmaktadır.
1961 seçimleri ise, hem 27 Mayısın ardından yapılan hem de nispi
temsil, barajlı D’hondt yöntemiyle uygulanmıştır. Bu seçimlere giren dört
parti temsil hakkına sahip olmuşlar, bağımsız herhangi bir aday
seçilememiştir. Seçime katılma oranı ile toplamdaki temsil oranı arasındaki
fark, oy kullanmayan seçmenlerle (2.402.679 kişi) birlikte temsil edilemeyen
geçersiz oyları (384.681 kişi) ve yine temsilci çıkaramayan bağımsızlara
verilen oyları (81.732 kişi) göstermektedir. 1961 seçimlerinde katılandaki
temsil ise, 0,95’tir. Bu durum oyların seçime giren dört partide yoğunlaştığını
ve bu dört partinin de temsil hakkı kazandığını göstermektedir.
1965 seçimlerinde nispi temsil, milli bakiye yöntemiyle uygulanmıştır.
1965 seçimleri, küçük partilerin temsilci çıkarması kolaylaştırmış olsa da
toplam seçmenin içinde temsil edilenlerin oranı, seçime katılma oranının
40
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
görece düşük ve geçersiz oy oranının yüksek olmasının etkisiyle, 0,68’dir.
Bununla birlikte katılanların temsilinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir.
1969, 1973 ve 1977 seçimleri ise, nispi temsil sisteminin barajsız
D’hondt yöntemiyle uygulandığı seçimlerdir. 1969 seçimleri, çok partili hayat
boyunca görülen en düşük katılma oranının gerçekleştiği seçim olmuştur. Bu
seçimlerde her on seçmenden altısının temsile eriştiği görülmektedir. Ancak
seçime katılan seçmenin temsil oranı çok yüksektir. 1973 ve 1977
seçimlerinde de katılma oranının kısmen arttığı ancak toplamdaki temsilin
düşük ancak katılandaki temsilin yüksek olduğu görülmektedir. Bu durum
teknik olarak, nispi temsilin barajsız uygulanmasının basit bir sonucu olarak
görülmektedir.
1980 sonrası ise, seçim barajı uygulamalarının ve zorunlu oy
prensibinin indekslere yansımasının sonuçlarını göstermektedir. Gerek 1983
gerekse de 1987 seçimleri çok partili hayat döneminde Türkiye’de görülen en
yüksek katılma oranlarını ortaya çıkarmıştır. 1983 seçimlerinde çifte barajlı
nispi sistem D’hondt yöntemiyle uygulanmıştır. 1983’te katılmayan
(1.529.004 kişi), katılıp geçersiz oy kullanan (886.852 kişi) sayılarının
yanında temsil edilmeyen bağımsızların (195.588) olduğu görülmektedir.
Seçime sadece üç parti katılmıştır ve her üç parti de büyük gruplar halinde
temsil hakkı kazanmıştır. Dolayısıyla katılma, toplamdaki temsil ve
katılandaki temsil oranları yüksektir.
1987 seçimlerinde mevcut sisteme bir de kontenjan adayı uygulaması
getirilmiştir. 1987 seçimlerine katılan yedi partiden üçünün temsil hakkı
kazandığı görülürken, diğer dört parti baraj altında kalmıştır. Herhangi bir
bağımsız aday da seçilememiştir. Türkiye’de katılma oranının en yüksek
olduğu bu seçimlerde toplamdaki temsil ve katılandaki temsil rakamları 1983
seçimlerine göre düşüktür.
1991 seçimlerinde de 1987 sistemi devam ettirilmiştir. Ancak bu
seçimlerde, indeksler arasında görece daha dengeli bir sonuç göze
çarpmaktadır. Seçime katılan altı partiden beşi temsil hakkına sahip olurken
diğer bir partinin ve bağımsızların oy oranları çok düşük kalmıştır. Bu da
katılma oranında 1980’li yıllara göre yaşanan gerileme ile birlikte toplamdaki
temsilin 0,80 olmasına karşın, katılandaki temsilin 0,96’ya ulaşmasına neden
olmuştur.
1995 seçimlerinde seçim çevresi barajı ile kontenjan adayı
uygulamalarından vazgeçilmiş ve ülke barajlı nispi temsil sistemi D’hondt
yöntemiyle uygulanmıştır. Bu sistem 2015 seçimleri de dâhil olmak üzere
uygulanmaya devam etmektedir.
1995 seçimlerinde seçime katılan partilerden beşinin temsil hakkı
kazandığı görülmektedir. Ancak bu kez temsil hakkı kazanamayan bazı
partilerin (MHP, HADEP gibi), almış olduğu oy oranının fazla olması (%8,1 ve
%4,1) ve küçük de olsa seçime katılıp %0,5 ile %1 arasında oy alan partilerin
artması indekslere yansımaktadır. Yine de bu seçimlerde her on seçmenden
41
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
yedisinin ve seçime katılan her on seçmenden sekizinin temsil edildiği
görülmektedir.
1999 seçimlerinde de bu bölünmüş parti sisteminin varlığı göze
çarpmaktadır. Bu seçimde de seçim barajının etkisinin indekslere yansıdığı
görülmektedir. Meclise giren beş partinin yanında baraj altında kalan partiler
arasında büyük oy oranına sahip olanlar vardır. Bunlar arasında tarihinde ilk
kez baraj altında kalan CHP (%8,7), HADEP (%4,7) ve BBP (%1,4)
gelmektedir. İndeksler, 1999 seçimlerinde ilginç sonuçları beraberinde
getirmektedir. Bununla birlikte 1999 – 2002 döneminde yaşanan siyasal
gelişmeler indeksler bakımından en ilginç sonucu 2002 seçimlerinde
beraberinde getirecektir.
2002 seçimleri ise, katılımın ve temsilin en düşük olduğu sonuçlardan
birini beraberinde getirmiştir. 2002 seçimleri 1980 sonrasında katılma ve
oranının en düşük olduğu seçimlerdir. Toplamda her on seçmenden sadece
dördünün, katılanlar içinde de her on seçmenden beşinin temsil edildiği
görülmektedir. 2002 seçimlerinin Türk siyasetinde iki partiyi ve bağımsız
adayları meclise taşırken oy oranları %1 ile %9,6 oranında değişen dokuz
partinin baraj altında kaldığı görülmektedir.
2007 seçimleriyle başlayan ve 2011 ve 2015 seçimleriyle devam eden
bir parti sisteminin varlığına dikkat çekmek gerekmektedir. Buna göre Türkiye
siyaseti birbirlerinden farklı güç ve tabanlara sahip dört partili bir görünüm
sergilemektedir. 2007 ve 2011 seçimlerinde üç parti ve bağımsızlar grubunun
oluşturduğu temsil, 2015’te dört partili bir yapıya dönüşmüştür. 2007
sonrasında katılma, toplamdaki temsil ve katılandaki temsil indekslerinin
istikrarlı bir dengeye oturduğu söylenebilir.
Türkiye’de Katılma Oranlarına Dair Görüşler
Türkiye’de katılma oranları görece yüksektir. OECD ülkeleri içinde
yapılan bir karşılaştırma 2010’lu yıllarda seçimlere katılma oranına
bakıldığında Türkiye’nin, Belçika’nın ardından en yüksek katılma oranına
sahip ikinci ülke olduğunu göstermektedir (www.turkeyandtheworld.com).
1950 – 2015 döneminde Türkiye’de yapılan seçimlerde oluşan katılma
oranlarına bakıldığında genel olarak 1950’lerdeki yüksek katılmanın ardından
1980’lere başına katılmanın düşük seyrettiği, 1980’lerde katılma oranının
zirveye yükseldiği ve sonrasında göreceli olarak istikrarlı bir çizgide yatay
seyrettiği söylenebilir. Bu genellemeyi bozup kırılma yaratan ve dip noktası
olan bir anlamda seçimlerin ise, 1969 ve 2002 seçimleri olduğu
görülmektedir. (Bkz. Grafik 3)
42
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
Grafik 3. Türkiye’de 1950 – 2015 Arasında Yapılan TBMM
Seçimlerinde Katılma Oranları
100
95
90
85
80
75
70
65
60
55
50
89,3
92,3
88,6
81,4
76,6
93,3
85,2
83,9
87,1
85,2
84,2
83,9
83,2
79,1
72,4
71,3
64,3
66,8
Türk (1969: 80), Türkiye’de seçmeninin seçimlerle ilgili kanunlarda
sıkça yapılan değişikliklere kayıtsız kalmadığını belirtmektedir. Diğer bir
deyişle seçimlere katılma oranları vatandaşa tanınan seçme hakkının
genişliğine bağlı olarak yükselmekte ya da gerilemektedir. Örneğin 1950 ve
1954’ün demokratik seçimlerine karşın 1957 seçimlerinde katılma oranının
düşmesindeki
önde
gelen
nedenlerden
biri
de
kısıtlayıcı
yasal
düzenlemelerdir. Abadan ise (1966: 366), 1957 seçimleriyle birlikte seçime
katılma oranları bakımından önceki seçimlere göre bir gerileme eğilimi
olduğundan söz etmekte ve bunu, seçmenlerin kendi partilerine oy vermek
konusunda çekinceli davranmaları ancak bununla birlikte başka bir partiye de
yönelmemeleri şeklinde açıklamaktadır.
Yine, tercihli oya dayalı nispi temsil sisteminin uygulandığı 1961
seçimlerinde vatandaşın parti listesindeki adaylar arasında tercih hakkı
bulunmaktaydı. 1965 seçimlerinde bu tercih hakkı kaldırılmıştır. Türk’e göre,
1969 seçimlerinde katılma oranındaki düşüş, seçmenlerin parti tercihi
yanında aday tercihi yapmalarına olanak tanımayan yöntemin kaldırılmasının
protestosu anlamındadır (Türk, 1969: 82). Ancak Abadan, 1965
seçimlerindeki birleşik oy pusulası yönteminin ve seçim sistemindeki
karmaşıklığın da seçmenin sandık başına gitmek konusundaki çekincesini
arttırıcı etkide bulunmuş olabileceğini söylemektedir (Abadan, 1966: 366).
Özbudun (1975: 119), 1960’larda Türkiye’nin en gelişmiş illerinde
seçime katılma oranının daha düşük düzeyde olduğunu söylemektedir. Bu
durumu, ülkenin büyük illerinde modernleşmenin etkisiyle kişisel bağlılığa
dayalı olarak oy vermeye yönelmenin etkisini görece kaybetmesine karşın
yabancılaşma ve siyasal sinizm gibi siyasal katılmayı engelleyici bazı
durumların etkinlik kazanmasına bağlamaktadır (Özbudun, 1975: 120).
43
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
1983 seçimleriyle birlikte Türkiye’de zorunlu oy prensibinin
uygulanmaya başladığı görülmektedir. Bu ise, başlı başına seçime katılma
oranını arttıran bir gösterge olmuştur. Bu dönemde gerek 12 Eylül askeri
darbesinin oluştuğu siyasal ortam gerekse de zorunlu oy ile gelen yaptırım
seçmenleri sandık başına yönlendirmiş görünmektedir. Siyasal hayattaki
normalleşmeye bağlı olarak 1990’lı yıllarda seçimlere katılma oranları %80’ler
düzeyinde olmuştur (Çarkoğlu, Kalaycıoğlu, 2007: 72).
Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu (2007: 74), Türkiye’de seçime katılma
oranlarını bölgesel analize tabi tutmuşlardır. Bu bakımdan 1980 öncesi
dönem, görece düşük sosyoekonomik gelişme bölgeleri olan Orta ve Doğu
Anadolu Bölgeleri’nin seçime katılma oranları bakımından ülkenin geri
kalanından daha yüksek düzeyde olduğu bir özellik sergilemektedir. Buna
karşın 1980 – 2002 döneminde bu kez Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri’nde ülkenin geri kalanına göre düşük katılma oranlarının olduğu
saptanmıştır. 1990’larla birlikte Ege Bölgesi’nin başı çektiği kıyı şeridi yüksek
katılım göstermeye başlamıştır. Bunda nüfus yapısını değiştirecek şekilde
1980’lerden itibaren kıyı şeridine yaşanan yoğun göçün ve buralarda yaşanan
yüksek kentleşme oranlarının etkisinin olduğu söylenebilir.
Taşkın (2015), Türkiye’de 1950 – 2014 döneminde milletvekili ve
yerel seçimlerde seçmen katılımını incelemiş ve ilginç sonuçlara ulaşmıştır.
Bunlardan ilki, zorunlu oy uygulamasının Türkiye’deki katılma oranları
üzerinde doğrudan belirleyici olduğudur. Bununla birlikte, birinci ve ikinci
parti arasında rekabetin olması seçime katılma konusunda tereddüt
yaratırken, tek partinin baskın olduğu seçimlerde seçmenin oy vermeye
yönelmesi daha fazla olmaktadır. Bu da siyasal rekabetin değil, siyasal
istikrarın Türk seçmenini motive ettiğini göstermektedir. Araştırmanın
verilerine göre, seçim türü ve seçim sisteminin katılma davranışı üzerinde
önemli bir etkisi yoktur. %10’luk seçim barajının ortaya çıkardığı az sayıdaki
partinin rekabetinin eşliğindeki yüksek katılma oranının önemli siyasal
gündemler oldukça süreceği öngörülmektedir (Taşkın, 2015: 482).
Sonuç ve Değerlendirme
Son dönemde dünyada demokrasiye yönelim yaygın hale geldiğinden
ve ülkeler kendi sistemlerinin demokrasi olduğunu iddia ettiklerinden
karşılaştırmalı
siyaset
çalışmaları
demokrasinin
kalitesi
konusuna
eğilmektedir. Bu açıdan da seçimler, seçimlere katılım ve seçmenin
meclislerde temsili önemli konular olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye’de seçim sandığı, siyasette sıklıkla konu edilen önemli bir
figür olagelmiştir. Bu bir yandan tüm kesimler için seçim sonuçlarının iktidar
değişiminde belirleyici olduğunu göstermesi bakımından yerleşik bir gösterge
halindeyken diğer yandan oturmuş ve kaliteli bir demokrasinin gereklerini
sadece seçimlere indirgemeci bir bakış açısı oluşturması dolayısıyla kısıtlıdır.
Seçim sandığı ortaya gelince seçmenler açısından seçime katılıp katılmamak
44
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
ile kullanılan oyun yönü şeklinde iki boyut ortaya çıkmaktadır. Kurumsal
açıdan ise, meşruiyetin sağlanması, iktidarın ve dahi muhalefetin
belirlenmesi, elitlerin görevlendirilmesi, temsiliyet ilişkisinin kurulması gibi
işlevler düşünülmektedir.
Seçime katılma oranları, modern demokrasilerde son birkaç on yılda
yaygın bir tartışma konusu haline gelmiştir. Modern demokrasilerde katılma
oranlarının gerileyişi üzerine araştırmalar ve değerlendirmeler yapılmıştır. Bu
araştırmalarda sınıfsal tabanlı siyasetin geçerliliğini yitirmesi, kentleşmenin
kent ölçeğini büyütmesi ve seçime katılma konusundaki toplumsal baskıyı
düşürmesi, yeni kuşakların siyasal katılmayı önemsememesi, parti
üyeliklerinin ve bağlarının çözülmesi gibi pek çok etken ortaya konmuştur.
Yine de seçime katılma oranları konusunda ülke örnekleri, bu şekildeki ortak
etkenler üzerinden değerlendirme yapmayı güçleştirmektedir. İdeal bir
katılma oranını belirli rakamsal aralıklarla sunmak ve bunun genel geçer ve
sağlıklı bir gösterge olacağını iddia etmek zordur. Ülkelerin siyasal
sistemlerine ve kendi tarihsel gerçekliklerine göre farklı demokratik gelişim
hikâyeleri de bu açıdan oldukça anlatıcıdır. Örneğin, Fransa’da etkili
cumhurbaşkanlığı makamı, bu makama yapılan seçimleri daha önemli
kıldığından, parlamento seçimleri önemini görece kaybetmiş görünmektedir.
Öte yandan Norveç’te sol siyasetin seçmeni mobilize edebildiği buna karşın
Japonya’da Liberal Demokrat Parti seçmeninin seçimlere görece motive
olduğu görülmektedir.
Türkiye, modern demokrasiler arasında seçime katılma oranı
bakımından oldukça üst sıralarda yer almaktadır. Ancak asıl çarpıcı nokta,
Türkiye’de katılma oranlarının 1980’den günümüze olan görünümünün batı
demokrasilerine göre zıt bir seyir izlemesidir. Batı demokrasilerinde 1980’li
yıllarla birlikte düzenli bir düşüş eğilimi gözlenirken bunun tersine Türkiye’de
1980 sonrasında seçime katılma oranlarında yükseliş gözlenmektedir. Oysa
1960’lar ve 1970’lerde Türkiye’de de seçime katılma oranları düşük
seyretmiştir. Zorunlu oy prensibinin getirilmesi bu durumu kısmi düzeyde
açıklasa da, askeri vesayetin ve darbe ortamının oluşturduğu zorlayıcı
ortamdan daha serbest bir döneme geçişi işaret eden 1990’ların ve 2000’lerin
seçime katılma oranlarının da, 2002 seçimi dışında, %80’lerin altında
düşmediği görülmektedir.
Bu çalışmada Türkiye’de katılma oranlarını değerlendirmek amacıyla
seçilen ülke örnekleriyle yapılan karşılaştırmanın yanında bir de TBMM, 1950
seçimlerinden 1 Kasım 2015 seçimlerine kadar olan dönemde seçime katılma
oranlarını, toplam kayıtlı seçmenler içinde mecliste temsil edilenlerin
oranlarını ve seçime katılan seçmenler içinde temsil edilebilenlerin oranlarını
ortaya koyan üç farklı hesaplama indeksi kullanılmıştır. Bu indeksler, seçime
katılma oranlarının düşük olduğu 1960’lar ve 1970’lerde düşük katılma ve
toplamdaki temsil oranlarına işaret ederken seçim barajının bulunmaması
katılanların temsilinin yüksek olmasına yol açmıştır. 1980’lerle katılma
oranları yükselmekte ancak 1987 sonrasında barajın işlemeye başlamasıyla
indekslerde dalgalanmalar olmaktadır. Bu barajı aşamayan partilerin temsil
45
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
olanağı yakalayamaması hatta 2002’de %21 dolayında katılmayan seçmene
işaret etmektedir. Çalışmada hesaplanan indeksler bakımından 1980
sonrasında 1999 ve 2002 seçimlerinin özel anlamları saptanmıştır. Her iki
seçimde de hem toplamdaki temsil hem de katılandaki temsil bakımından en
düşük değerler ölçülmüştür. Bu ise, seçim sisteminin işleyişini, seçmenlerdeki
arayışı, siyasal aktörlerin ve onların güç dengelerinin değişimini ortaya
koymaktadır.
2002 seçimleriyle birlikte oluşan kırılmanın ardından siyasetin
oturduğu yeni denge ile birlikte, seçmen desteklerinin dört farklı siyasal parti
etrafında toplandığı görülmektedir. Partilerin birbirlerine karşı mesafelerini
korumaları, asgari müşterekler üzerindeki tartışmaları ve özellikle seçim
döneminde kutuplaşmayı bir enstrüman olarak kullanmaları seçmenler için
kendi partilerini desteklemenin ve karşıt partiden kaçınmanın önemli hale
gelmesini sağlamaktadır. Böylece seçmenler için her seçim bir tür hayat
memat meselesi olarak ısınmakta ve katılma oranları %80’ler düzeyinde
yatay bir seyir izlemektedir.
46
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
Kaynaklar
Aarts K., Wessels, B., (2005), “Electoral Turnout”, Edt. Jacques Thomassen, The
European Voter – A Comparative Study of Modern Democracies, Oxford
University Press, Oxford, s.64-83.
Abadan, N., (1966), Anayasa Hukuku ve Siyasi Bilimler Açısından 1965 Seçimlerinin
Tahlili, AÜSBF Yayını, No.202–184, Ankara.
Abrial, S., Cautrès, B., Mandran, N., (2003), “Turnout and abstention at multi-level
elections in France”, Centre d’Informatisation des Données Socio-Politiques
Centre National de la Recherche Scientifique Grenoble, s.1-32.
Barker,
N., “Apathy in the UK? A Look at the Attitudes of Non-Voters”,
http://survation.com/apathy-in-the-uk-understanding-the-attitudes-of-nonvoters/
Beetham, D., Carvalho, E., Landman, T., Weir, S., (2008), Assessing the Quality of
Democracy, International Institute for Democracy and Electoral Assistance
(IDEA), Stockholm.
Çarkoğlu, A., Kalaycıoğlu, E., (2007), Turkish Democracy Today - Elections, Protest
and Stability in an Islamic Society, I.B.Tauris, London.
Duverger, M., (1993), Siyasi Partiler, (Çev. Ergun Özbudun), Dördüncü Basım, Bilgi
Yayınevi, Ankara.
EIU, Democracy Index 2012 – Democracy at a Standstill.
European Commission for Democracy Through Law (Venice Commission), (2010),
Report On Thresholds and Other Features of Electoral Systems Which Bar
Parties From Access To Parliament (II), (Venice, 12-13 March),
http://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDLAD(2010)007-e
Finseraas, H., Vernby, K., (2014), “A Mixed Blessing for the Left? Early Voting, Turnout
and Election Outcomes in Norway”, Electoral Studies, Vol.33, s.278-291.
Franklin, M. N., (1999) “Electoral Engineering and Cross National Turnout Differences”,
British Journal of Political Science, 29/1.
Franklin, M.N., (1999), “Electoral Engineering and Cross National Turnout Differences”,
British Journal of Political Science, 29/1.
Gemenis, K., (2008), “The 2007 Parliamentary Election in Greece”, Mediterranean
Politics, Volume 13, Issue 1, s.95-101.
Gratschew, M., (2004), “Compulsory Voting in Western Europe”, içinde Voter Turnout
in Western Europe, International Institute for Democracy and Electoral
Assistance (IDEA), Stockholm.
Gül, H., (2008), “Demokrasi Kuramları Bağlamında AKP’nin Yeni Anayasa Girişiminin ve
Demokrasi Anlayışının Bir Değerlendirmesi”, Toplum ve Demokrasi, 2 (2),
Ocak-Nisan, s. 159- 180.
http://greece.greekreporter.com/2015/09/21/voter-turnout-in-greek-elections-dropsto-new-historic-low-infographic/
http://www.eiu.com/public/topical_report.aspx?campaignid=Democracy0115
http://www.idea.int/vt/compulsory_voting.cfm
http://www.imf.org/external/ns/cs.aspx?id=28
47
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
http://www.parliament.uk/about/livingheritage/transformingsociety/electionsvoting/chartists/contemporarycontext/el
ectionturnout/
http://www.theguardian.com/politics/2005/jul/04/voterapathy.uk
http://www.turkeyandtheworld.com/turkey-voter-turnout-second-highest-amongoecd-countries.html
http://www.worldpolicy.org/journal/fall2012/democracy-decline
Huntington, S. P., Dominguez, J. J., (1975), Siyasal Gelişme, (Çev.Ergun Özbudun),
Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara.
Hyde, S., (2004), “Low Turnout and Why It Matters. The Case of Japan from Stable
Mobilised Voters to Non-participants. An Explanation for Continuing LDP
Dominance?”, ECPR Joint Sessions, Uppsala Universitet, Uppsala, 13-18 April,
s.1-17.
Kalaycıoğlu, E., (1984), Çağdaş Siyasal Bilim, Beta Yayınları, İstanbul.
Kamalak, İ. (2013), “Yerelin Yerel Seçimlere Etkisi: Belediye Başkan Adayları Üzerinden
Bir İnceleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:
15, Sayı: 3, s. 419-446.
Kiriş, H.M., (2010), “Türk Parti Sisteminde 1980 Sonrası Kutuplaşma ve Dinamikleri”,
SDÜ SBE Kamu Yönetimi ABD, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta.
Kolovos, I., Harris, P., (2005), “Voter Apathy in British Elections: Causes and
Remedies”, University of Otago, NZ, s.1-14.
Lijphart, A., (1997), “Unequal Participation: Democracy’s Unresolved Dilemma”, The
American Political Science Review, Volume 91, Issue 1, March, s.1-14.
Lijphart, A., (2014), Demokrasi Modelleri, (Çev. G. Ayas & U. U. Bulsun), İthaki
Yayınları, İstanbul.
Lipset, S. M., (1964), Siyasi İnsan, (Çev. Mete Tunçay), Türk Siyasi İlimler Derneği
Yayınları, Siyasi İlimler Serisi: 8, Ankara.
Listhaug, O., Grønflaten, L., (2007), “Civic Decline? Trends in Political Involvement and
Participation in Norway, 1965–2001”, Scandinavian Political Studies, Volume
30, Issue 2, June, s. 272–299.
Maggini, N., (2013), “Italian Parties’ Loss of Support and the Success of a New Political
Actor”, (eds.) De Sio L., V. Emanuele, N. Maggini and A. Paparo, The Italian
General Elections of 2013: A Dangerous Stalemate?, Centro Italiano Studi
Elettorali (CISE), Rome, 55-58.
Matsusaka, J. G., Palda, F., (1999), “Voter Turnout: How Much Can We Explain?”,
Public Choice, V.98, NL, s.431-446.
Midtbø, T., (1996), “Voter Turnout in Norway: Time, Space, and Causality”,
Scandinavian Political Studies, Vol.4, s.379-400.
Milbrath, L. W., (1965), Political Participation: How and Why Do People Get Involved in
Politics?, Rand Mc Nally, Chicago.
Nie, N. H. & Verba, S. (1989) “Siyasal Katılma”, (Çev. İ. Turan), Siyasal Katılma
Kamuoyu ve Oy Verme Davranışı, (Der.) N. H. Nie, S. Verba & P. E. Converse
(Çev. İ. Turan & T. Karamustafaoğlu) Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları,
Ankara.
48
Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları”
Nie, N. H., Verba S., Converse P.E., (1989), Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme
Davranışı, (Çev. İlter Turan, Tunçer Karamustafaoğlu), Siyasi İlimler Türk
Derneği Yayınları, Ankara.
Nie, N. H., Verba, S. & Converse, P. E. (1989) Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme
Davranışı, (Çev. İ. Turan & T. Karamustafaoğlu), Siyasi İlimler Türk Derneği
Yayınları, Ankara.
Nohlen, D., (2002) “Political Participation in New and Old Democracies”, Edit. Rafael
Lopez Pintor, Maria Gratschew, Voter Turnout from 1945 to 1997 A Global
Report on Political Participation, International IDEA, Stockholm.
Özbudun, E., (1975), Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, AÜHF Yayını,
No.363, Ankara.
Passarelli, G., Tuorto, D., (2014), “Not With My Vote: Turnout and the Economic Crisis
in Italy”, Contemporary Italian Politics, Volume 6, Issue 2, s.147-158.
Ringen, S., (2010), Demokrasi Neye Yarar? Özgürlük ve Ahlaki Yönetim Üzerine, (Çev.
Nurettin Elhüseyni), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Taşkın, B., (2015), “Voter Turnout in Turkey’s Parliamentary and Local Elections (1950
– 2014): Does Participation Increase when Competition Decreases?, Turkish
Studies, Volume 16, No.4, s.465-486.
The Polity Project, http://www.systemicpeace.org/polityproject.html
Tuorto, D., (2013), Transition to Adulthood and Turnout - Some Implications from the
Italian Case, ECPR General Conference, Bordeaux, 4-7 September, s.1-27.
Turan, İ., (1986), Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, (3. Basım) Der Yayınları,
İstanbul.
Türk, H.S., (1969), “Türk Seçim Sisteminde Oy Hakkı”, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, C.
XXVI, S 3-4.
UNDP (2015), Human Development Report 2015, UNDP.
UNDP, Human Development Report 2015, NY.
Vasilopoulou, S., Halikiopoulou, D., (2013), “In the Shadow of Grexit: The Greek
Election of 17 June 2012”, South European Society and Politics, Volume 18,
Issue 4, s.523-542.
Vehrkamp, R., (2013), “2013 Bundestag Election – Why the Low Voter Turnout Harms
Germany’s Democracy”, Einwurf Future of Democracy, 2, s. 1-8.
49
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49
50
Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi:
2015 Seçimlerini Kota Uygulamaları
Üzerinden Yeniden Düşünmek
Songül Sallan Gül
Yonca Altındal
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
F.E.F. Sosyoloji Bölümü
E-posta:[email protected]
Arş. Gör.
Süleyman Demirel Üniversitesi
S.B.E. Sosyoloji A.B.D.
E-posta:[email protected]
Özet: Bu yazı Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği ve ağırlıkla 7 Haziran ve 1 Kasım
2015’de yapılan genel seçim sonuçları temelinde, kadınların siyasete katılımını ve kota
uygulamalarını değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, kadınları siyasal ve yönetsel
mekanizmalardan dışlayan kamusal-özel alan ayrışması ve Türkiye siyasetinin
toplumsal cinsiyet bağlamı tarihsel açıdan ele alınarak, kadın hareketinin özeli
kamusallaştıran boyutları irdelenmektedir. Ayrıca, siyasette kota uygulamaları
incelenmekte ve siyasal partilerin TBMM’de kadın temsil oranları son seçimler de göz
önüne alınarak değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimler: 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri, Toplumsal Cinsiyet
Eşitliği, Kadın Temsili, Kota Uygulamaları
Masculine Anatomy of Politics in Turkey: Winners and Losers of June
7 and November 1 2015 General Elections
Abstract: This paper discusses the participation of women and quota policies in politics
particularly on the bases of gender equality and the results of June 7 and November 1
2015 general elections in Turkey. In this regard, the dichotomy of public-private space
that functions to exclude women from political and decision making mechanisms and
gender related context of Turkish politics are evaluated in retrospect. In addition,
quota policies in politics are reviewed and woman representation in the Turkish
Parliament on the base of political parties and general elections is analyzed.
Keywords: June 7 and November 1 2015 General Elections, Gender Equality, Woman
Representation, Quota Policies
Giriş
Türkiye‟de 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan genel seçimin ardından
oluşturulan 64. hükümette ve meclis çalışmalarının bir aylık seyrinde,
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi: 2015 Seçimlerini Kota Uygulamaları
Üzerinden Yeniden Düşünmek”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.51-71.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
demokratik siyaset bağlamında kadınların eşitlik ve temsil sorununun devam
edeceği görülmektedir. Eril medya ve siyaset; ülke siyasetinin demokrasi
olduğunu bir anlamda unutarak, seçimin kaybedenlerinin kadınlar olduğunu
ilan etmiş durumdadır1. Yeni Mecliste kadın temsil oranı %14,9‟da kalırken,
kabinenin 21 bakanının sadece 2‟si kadın olabilmiştir. Oysa ülkemizle aynı
gün Kanada‟da yapılan seçimlerde Justin Trudeau Başbakan olmuş ve
ülkesinin 30 koltuklu kabinesinde tam denklik ve eşitlik ilkesini, yani cinsiyet
eşitliğini sağlamıştır. Kabinesinin yarısını kadınlardan oluşturan Başbakana
yöneltilen soruya ise Başbakan, “yıl 2015” diye kısa ve net bir yanıt vermiştir.
Bilindiği gibi demokrasi sorunlarından biri olan siyasette ve yönetimde
kadınların eksik temsiline karşın, M. Thatcher, H. Clinton ve A. Merkel gibi
kadın siyasetçiler, dünya siyasetinde başarılı siyasetçiler arasında
görülebilmektedir. Ancak siyasette, üst yönetim mekanizmalarında kadınların
yer almaları çoğu kez kadınlar adına değil, genelde neoliberalizmin erkek
egemen
ideolojisinin
devamında
ve
sürdürücüsü
olduklarında
gerçekleşebilmektedir. Bir başka ifadeyle, eril siyasetin „makbul kadın
siyasetçi‟si olduklarında kadınlar başarılı kabul edilmektedir. Bu anlayışa
verilebilecek bir örnek; 9 Aralık 2015 tarihinde Time Dergisi‟nin Almanya
Başbakanı Merkel‟in yılın „kişisi‟ olarak seçilmesidir.
Aslında Agacinski‟nin (1998) belirttiği gibi, toplumda ve siyasette
eşitlik; kadınların kadın olarak siyasal ve yönetsel kurumlara ve süreçlere
katılmasına, özellikle de Meclis‟te eşit temsilin sağlanmasına, yani tam
denklik ilkesinin gerçekleşmesine bağlıdır. Seçme ve seçilme hakkının 1930‟lu
yıllarda tanındığı Türkiye‟de, 2000‟lerde demokrasinin ahlaki ve siyasal bir
ilkesi olan (ya da olması gereken) eşitlik, üstelik yasal anlamda meşru
olmasına karşın, de facto uygulamalar sonucunda kadınlar siyaset dışı
kalmakta ya da eksik temsil edilmektedirler. Bu ise siyasal eşitlik ve temsil
açsından adaletsiz bir sonuç ortaya çıkarmaktadır.
Siyasetin klientalist yapısı (patron-yanaşma ilişkisi) ve erkekler arası
gelişen örüntülerle bezenen siyaset oyunu; erkeklerin ihtiyaç, istek ve
beklentilerine göre belirlenmektedir. Türkiye‟de parti içi demokrasi yerine,
çoğu kez parti liderinin gücü ve kontrolü ile partinin önemli makamlarını ve
araçlarını ellerinde tutan oligarşik yapılar egemen olmaktadır. Siyasal
partilerin işleyişi, siyaset anlayışı ve adaylık süreçleri, temelde parti liderleri
tarafından tasarlanmakta ve kontrol edilmektedir. Parti liderleri de erkekler
olduğudan, kadınlar da siyasetten ve yönetimden kalmakta, inşa edilen cam
tavanlar kadınların siyasette aktif olmalarına ve ilerlemelerine engel
1
Birkaç haber örneği vermek gerekirse; “1 Kasım'da kadınlar kaybetti!” – Sözcü
Gazetesi,www.sozcu.com.tr/2015/gundem/1-kasimda-kadinlar-kaybetti-975026/2
Kasım 2015; “22 Eksildi, Kadınlar Kaybetti... İşte Meclis'teki Kadın Vekiller”,
www.cumhuriyet.com.tr, Türkiye, 2 Kasım 2015; “1 Kasım'da Kadınlar Kaybetti”, Gila
Benmayor, Hürriyet, sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/.../1-kasimda-kadinlarkaybetti_40009300, 3 Kasım 2015; “1 Kasım'da Kadınlar da Kaybetti”, DailyTurkiye,
www.dailyturkiye.com/haber/1-kasim-da-kadinlar-da-kaybetti.html, 1 Kasım 2015.
52
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
oluşturmaktadır (Unat, 1986; Acuner ve Sallan, 1993; Güneş Ayata, 1995;
Altındal, 2007).
2015 yılı “Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurum Raporu”na göre,
Türkiye, siyasal güçlenmede 105. sırada, mecliste kadın temsilinde 86.
sırada, bakanlık pozisyonlarında ise 139. sırada yer almaktadır. Siyasal ve
yönetsel süreçte eşitlik ilişkisi oldukça sorunlu hale gelen Türkiye‟de,
kadınların temsilinde siyasal eşisizlik ve adaletsilik sorunu ortaya çıkmaktadır.
Ülke siyasetinin gidişatı bakımdan bu durumun sorgulanması gerekmektedir.
Bu nedenle demokratik siyasal güçlerin ve ilkelerin yeniden ele alınması,
kamusal kararlar ve kamusal mekânlarda gerçekleşme biçimlerinin
bakanlardan, parlamentoya hatta komisyonlara kadar irdelenmesi önem
taşımaktadır. Bu nedenle demokrasilerde siyasettin her düzleminde toplumsal
cinsiyet eşitliği sorunsalı ele alınmalı ve tartışılmalıdır.
Bu yazıda 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 genel seçimlerinin
sonuçları temelinde ve siyasette kadınların katılımını belirleyen değişkenler
bağlamında toplumsal cinsiyet eşitliği sorunu ele alınmakta, eşitliğin
sağlanmasında ve kritik temsil eşiğinin aşılmasında önemli bir uygulama olan
kota uygulamasının Türkiye‟deki serüveni değerlendirilmektedir. İlk olarak
demokrasi-siyaset
tartışmalarında
kadınları
siyaset
ve
siyasal
mekanizmalardan dışlayan kamusal-özel alan ayrışması tartışılmaktadır.
İkinci olarak, Türkiye siyasetinin toplumsal cinsiyet bağlamı tarihsel açıdan
ele
alınarak,
kadın
hareketinin
özeli
kamusallaştıran
boyutları
irdelenmektedir. Üçüncü olarak, siyasette kota uygulamaları incelenmekte ve
Türkiye‟deki süreç değerlendirilmektedir. Son olarak, 2000‟ler Türkiye‟sinde
siyasal partilerin parlamentoda kadın temsil oranları son seçimler de göz
önüne alınarak değerlendirilmektedir.
Kamusal-Özel Alan Ayrışmasında Toplumsal Cinsiyet ve Siyaset
Demokratik rejimlerde siyasal alanda ya da kamusal alanda yer
almanın gerekliliği temelde yurttaş olmaktan kaynaklanmaktadır. Ancak
kadınların yurttaşlık statüsü ve onu belirleyen özgürlük ve eşitlik sorunu
demokrasinin beşiği kabul edilen eski Yunan‟dan beri sorunludur. Erkek
yurttaş, daima ikili bir statü sahibi olmuştur. Öyle ki erkekler, bir yandan
siyasal alanın dışında bırakılanların yer aldığı, haneye ve ekonomiye ilişkin
etkinliklerin gerçekleştiği özel alanın reisi olarak kabul edilmiş, diğer yandan
ise, siyasal alanın öznesi olarak, siyasetin ayrıcalıklı kişileri ve belirleyenleri
olmuşlardır. Benzer biçimde kamusal alanda, eşitlik ve özgürlük olguları
birbirlerini tamamlarken, özgür olmak, sadece yaşamsal zorunluluklara tabi
olmamak ya da bir egemenin buyruğunda olmamayı içermiştir. Aynı zamanda
egemen/bağımlı ilişkisinin bulunmadığı, her bir kişinin hem yöneten, hem
yönetilen olduğu dünyada yaşanan deneyim olarak siyaset, adeta erkeklere
ait bir alan olarak kabul edilmiştir (Arendt, 1958; Çulha Zabcı, 1997).
53
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
Agancinski‟nin (1998) de belirttiği gibi, 1789 İnsan Hakları
Bildirgesi‟nde “İnsanlar özgür ve eşit haklarla doğarlar” ifadesine karşılık, eşit
haklarla “doğmak” olgusu, doğal bir eşitlik durumunu yansıtmamış, aksine
siyasal alan; kamusal ve özel alan arasındaki derin ayrışmanın sonucu hatta
özel alanın belirlenimleriyle oluşturulan bir kamusal alan şeklini almıştır. 19.
yüzyıldan itibaren ise, özel alan aile yaşamıyla somutlaşmış ve iş yaşamının
karşıtı olarak kabul edilmiştir. Cinsiyete dayalı işbölümü ve iktidarın cinsiyete
göre dağılımı ve sınıflar arasındaki eşitsiz ilişkiler de politikanın parçası olarak
özel alanın sınırlarını belirlemiştir (Phillips, 1995:121-122). „Modern aile‟nin
normatif bir ideal olarak kurgulanması ve bu tarz aile yapılanmasına
atfedilenler; kadınlara ait mekânlar olarak özdeşleşmeye başlamıştır.
Dolayısıyla kamusal alan cinsiyete dayalı ayrımcılığın üzerine kurulduğu bir
alan haline gelmiştir (Cohen, 1979; Cohen ve Arato, 1992; Calhoun, 1993).
Oysa kadınların siyasal katılım içinde yer almaya başlayışları, 19. yüzyılın
ortalarından itibaren gerçekleşerek yasal düzlemde siyasal hakları elde
edebilmeleriyle sınırlı kalmıştır. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra ise
kadınlar, karar mekanizmalarında etkinlik göstermeye başlamışlardır.
Habermas‟ın da ifade ettiği gibi, siyasal kamusal alanın
kurumsallaşmasında; kamu, basın, partiler ve parlamento arasındaki karşılıklı
ilişkilerin yerleşmesi etkili olmuştur. Kamusal alan; özel alan, yani ev ve ev
dışı alan olan sivil toplumun gereksinmelerine karşılık veren devlet iktidarı
arasındaki dolayımı sağlama işlevini üstlenmiştir (Habermas, 1989:73-74). C.
Pateman, Z. Eisenstein ve I. M. Young gibi pek çok feminist düşünürün dikkat
çektiği gibi, liberal demokrasideki kamusal alanın yurttaşı soyut birey olarak
görmesi, norm olarak erkek bedenini ve erkek kimliğini temel almasıyla
sonuçlanmıştır. Bu yalnızca sınıf farklılıklarını değil, cinsiyet farklarını da
görmezden gelmesine, demokrasinin eşit temsil ve denklik ilkelerini zaafa
uğratmasına yol açmıştır. Fırsat eşitliği, kadınlara erkeklerle aynı koşullarda
oy hakkını tanısa da, gerekli hak ve özgürlükleri tanımamasıyla
sonuçlanmıştır (Phillips, 1995).
1960‟lı yıllardan başlayarak pek çok ülkede gelişen ikinci kuşak kadın
hareketi, toplumlardaki kadın erkek eşitsizliğinin parlamentoya ve yönetsel
mekanizmalara yansıması konusunda gerçekleştirdiği çalışmalarla, kadınların
siyasal yapılanmadaki eşitsiz konumuna dikkatleri çekmeyi başarmıştır.
Birleşmiş Milletlerin 1975‟te ilan etmiş olduğu „Uluslararası Kadın On Yılı‟na
bağlı olarak Meksiko City, Kopenhag ve Nairobi‟de gerçekleştirilen üç dünya
konferansında eşitliği sağlayacak kota uygulamalarının yanında, anaakım
(gender mainstreaming) politika ve stratejilerin oluşturulmasına kaynaklık
etmiştir. Kadın örgütleri Avrupa ülkelerinde kadın-erkek eşitliği konusunda
birçok yasal düzenlemelerin geliştirilmesinde mücadele vermişlerdir. Ayrıca
Avrupa Konseyi birçok çalışma başlatmış, kadın erkek eşitlik komitesi faaliyet
göstermiştir. Birçok ülkede siyasal kontenjan, kota sistemi ve fermuar
yöntemi gibi farklı uygulamalarla siyasette toplumsal cinsiyet eşitliğini
gerçekleştirmeye yönelik yasa, program sayesinde kurumsallaşmaların yolu
açılmıştır.
54
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
Türkiye Siyasetinde Kadınların Eşit Temsil Arayış Serüveni
Türkiye‟de kadının toplum içindeki yerinin sorgulanması Tanzimat
dönemi ile başlayan ilk modernleşme çabalarıyla gündeme gelmiştir.
Avrupa‟da eğitim görmüş, Fransız İhtilali‟nin eşitlik, özgürlük ve yurttaşlık
düşüncelerinden etkilenmiş olan bürokratlar, Osmanlı modernleşmesine
öncülük etmişlerdir. Erkek feminizminde kadınlar, anne ve eş olarak, Osmanlı
erkeğinin „rahatını ve huzurunu sağlayan‟ ve gelecek nesilleri yetiştiren kişiler
olarak görülmüşlerdir (Tekeli, 1982; Berktay, 2003). Aynı zamanda toplumsal
sorunların çözümünün geleneksel toplumsal yapı ve değerlerle değil, modern
değerlerin temel alındığı modern eğitim yoluyla olduğu anlayışı
doğrultusunda,
kadınların
okur-yazarlığının
ve
eğitim
seviyesinin
yükseltilmesi amaçlanmıştır (Sirman, 1989; Çakır, 1996).
Kadınlar, kamusal alana çıkmış, dernekler yoluyla örgütlenmiş, sivil
toplumda etkinlik göstererek, taleplerini dile getirmişlerdir. Kadınlar Birliği
Cemiyeti, Türk Ocakları, Verem Mücadele Cemiyeti, Türk Tayyare Cemiyeti,
Muallim Birlikleri, Himaye-i Etfal Cemiyeti gibi çok sayıda dernekte yardım
faaliyetleri içinde yer almışlardır. Yine Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti
Hayriyesi, Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye
Cemiyeti Hanımlar Heyeti, Müslüman Kadın Birliği ve Asri Kadın Cemiyeti,
Teali-i Nisvan Derneği, Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyeti, Osmanlı
Türk Hanımları Esirgeme Cemiyeti, İnas Darülfununu Mezunları Derneği gibi
dernekler de kurarak, kız çocuklarının eğitimine ve iş yaşamına girmelerine
yönelik beceri ve mesleki eğitim faaliyetleri düzenlemişlerdir (Tunalı, 1996;
Çakır, 2010). Kadın örgütleri bağlamında gelişen bir kadın hareketi,
bürokratik devletçilikle gelişen liberal feminizmin odaklandığı kadın hakları
gelişmiştir (Arat, 1999; 2009).
Cumhuriyetle beraber kadınlar, kamusalın görünürlüğü, medeniyetin
ölçütü ve demokrasinin sembolü olarak büyük kabul görmüşlerdir. Gelişen
erkek feminizmi ve liberal kadın hareketi, özel alana çok fazla değinmemekle
birlikte, Kadınlar Halk Fırkası olarak adlandırılan ilk siyasi partiyi 16 Haziran
1923‟te kurmuşlardır (Baykan ve Ötüş-Baskett, 1999:29). 1920 yılında
Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nin açılışında ve milletvekili seçilme sürecinde de
kadınların siyasal hakları gündeme gelmiştir. 1921 yılında Müdâfaa-i Hukuk-ı
Nisvan Cemiyeti programına seçme ve seçilme hakkı talebi eklenmiştir. Aynı
yıl şubat ayında Arnavutluk‟ta kadınlara oy verme hakkının tanınması talebini
Kadınlar Dünyası Dergisi, sayfalarında okuyucularına şöyle duyurulmuştur;
“Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık,
hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut
hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler…” (Çakır, 1996; 2010).
1930‟larda Avrupa'da yaygınlaşan
kadınları kamusal alandan uzaklaştırmaları
kadın hareketinin de etkisiyle, siyasal haklar
seçme ve 1934‟de seçilme hakkı vermiştir.
Türkiye‟de tanınmıştır. Aslında „modern
otoriter devletlerin giderek,
karşısında Cumhuriyet rejimi,
bağlamında kadınlara 1930‟da
Bu hak, Fransa‟dan bile önce
kadın‟ Cumhuriyet rejimiyle
55
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
somutlaşmış, modernleşmenin kültürel ve siyasal temsili kadınlarla
cisimleşmiştir. Nezihe Muhittin‟in Genel Başkanı olduğu „Kadınlar Halk Fırkası‟,
kurulduğu tarihten kısa bir süre sonra mevcut anayasaya uymadığı
gerekçesiyle kapatılmış ve Türk Kadınlar Birliği adı altında dernek olarak
yeniden yapılandırılmıştır (Baykan ve Ötüş-Baskett, 1999:29; Yaraman,
2001).
1923 yılında Cumhuriyet‟in kurulmasıyla birlikte kadın sorunu rejimin
önemli bir sorun alanı olarak görülmüş, demokratikleşme ve modernleşmenin
bir gereği olduğu düşünülmüştür. Kadın hakları, ulus devletin kurulması
sürecinde laik, modernleşmeci ve batılılaşmanın birer göstergesi olarak
desteklenmiştir. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik yasal reformlara
öncelik verilmiştir. Kadınlar için yasal düzenlemeler ve kamusal alana ilişkin
özgürleştirici adımlar atılmıştır (Göğüş-Tan, 2000).
1924 yılında „Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla‟ kadınların eğitim
olanaklarından yararlanma haklarını, 1926 Medeni Kanunla eşit miras hakkı
ve tek eşliliğin kabulü izlemiştir. 1926-1934 yılları arasında oy hakkı için
mücadele veren bir grup kadının çabalarının da etkisiyle kadınların siyasal
yaşama katılma talepleri günümüze kadar gündemi meşgul etmiştir (Tekeli,
1982; Toprak, 1988; Kandiyoti, 1989; Arat, 2009). Kadınlara oy verme
hakkını tanıyan ilk ülke Yeni Zelanda olmuştur. 1883 yılında Yeni Zelanda‟da
tanınan siyasal haklar, 1902‟de Avustralya‟da, 1918‟de SSCB‟de, 1920‟de
ABD‟de ve 1928‟de Almanya‟da tanımıştır. Türkiye‟de ise, Nisan 1930
tarihinde Belediye Kanunu ile belediye seçimlerine, 5 Aralık 1934 tarihinde de
2598 Sayılı Kanun ile genel seçimlere katılma hakkı elde etmişlerdir.
Türkiye‟den sonra ise, Fransa‟da 1945 yılında, Yunanistan‟da 1952‟de ve
İsviçre‟de ise 1971 yılında kadınların siyasal hakları tanınmıştır (Unat, 1979).
Pek çok Avrupa ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına kavuşan
Türk kadınları, 1935‟te %4,5 gibi bir oranla parlamentoda temsil
edilmişlerdir. Atatürk bu kültürel devrimde öncü olmuş, 'modern' batılı kadını
simgeleyen kadınlara öncelik verilmekle birlikte Satı Kadın gibi ilkokul
mezunu kadınlar da mecliste temsil edilebilmişlerdir (Tekeli, 1982;
Durakbaşa, 1988). Bu temsil ve oran ülkemizde 2007 yılına kadar da
aşılamamıştır.
II. Dünya Savaşı‟nın sonundan itibaren Türkiye‟nin çok partili rejime
geçişi, kadınların daha önce oynadıkları “demokratikleşmeyi simgeleme”
işlevini ve anlamını yitirmesine yol açmıştır (Tekeli, 1982:382-383).
Türkiye‟de parlamento yaşamında zaten az olan kadın sayısı, eril tahakküm
alanı olmaya başlamış, kadın vekil sayısı zaman içinde sürekli bir düşüş seyri
izlemiştir.
Tablo 1‟de de görüldüğü gibi, 1935-39 yılları arasında %4.5 olan
kadın parlamenter sayısı, 1946-50 arası %1.9‟e inmiştir. 1950‟li yıllardan
başlayarak, kadınlar mecliste neredeyse görünmez olmuşlardır. 1977‟de oran
%1‟in (%0.9) bile altına inmiştir. Kadının aile ve toplumdaki rolünün çalışma
yaşamını belirlemesi ve kadın adına birçok eşitsizlik doğurması gibi, kadının
56
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
hayatının özel yaşamla kısıtlanması, kamu yaşamından, siyasetten ve
yönetimden kadınları uzaklaştırmıştır. Sorun, politikaların belirlendiği,
kararların alındığı her alanda, her düzeyde ve her kurumda kadının temsil
edilmemesidir (Tekeli, 1982; Koray, 1991).
Tablo 1: 1935-1977 Yılları Arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı
ve Oranları
Seçim
Kadın
Kadın
Milletvekili
Yılı
Milletvekili Milletvekili
Sayısı
Toplam
Sayısı
Oranı (%)
1935
399
18
4,5
1939
465
15
3,2
1943
484
16
3,3
1946
497
9
1,8
1950
491
3
0,6
1954
535
4
0,7
1957
602
8
1,3
1961
449
3
0,7
1965
455
8
1,8
1969
450
5
1,1
1973
456
6
1,3
1977
455
4
0,9
Türkiye deneyiminde çok partili hayata geçiş, kadınlar açısından
demokrasiyi getirmemiş, fırsat eşitliğini sağlayacak pozitif ayrımcılık olmadan,
kadınların karşılaştıkları toplumsal, kültürel ve ekonomik engeller
aşılamamıştır. Hatta ideolojik eril bakış, kadınların önüne aşılması zor cam
tavanlar inşa etmiştir. Cumhuriyet için simgesel değeri olan kadınların temsil
edilme anlayışından kadınsız temsil anlayışına geçiş, demokratik bir sorun
olarak görülmemiştir. Demokratikleşme umudu cinsiyet eşitliğini içermemiş,
parti içi demokrasi liderlerin oluşturdukları oligarşik yapılarına, basit temsil ve
sığ siyaset anlayışına hapsedilmiştir. Böylelikle mecliste tam denklik yerine,
erkek iradesinin genel iradeyi temsil ettiği ve tahakküm altına aldığı bir
iradeye dönüşmüştür. Bu irade, siyasette kadınları görünmez kılmıştır.
Genel olarak muhafazakâr seçmen tabanına sahip olan sağ partiler,
kadınların siyasal alanda yer alma biçim ve alanlarını siyasi etkinliklerden çok,
sosyal faaliyet alanı olarak kabul etmişlerdir. Kadınlar, partilerin kadın kolları
ya da kadın komisyonları içinde tutulmuşlar ya da komisyon çalışmalarına
yönlendirilmişlerdir (Güneş Ayata, 1995; Altındal, 2007). Kadınlar, parti içi
güç mücadelelerinde yer almamış, daha çok mahalle toplantıları, ev ve hasta
57
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
ziyaretleri, kermes düzenlemeleri ve para toplama gibi uğraşı verilen
alanlarda, özellikle de seçim dönemlerinde çalışmalar yürütmüşlerdir. Siyasal
partilerin kadın kollarında olduğu gibi kadın komisyonlarında da kadınlar,
meşru ve güçlü bir konumda olamamış, partilerin yan kuruluşları olarak işlev
görmüşlerdir. Örneğin Adalet Partisi‟nde (AP) kadınlar, kadın kollarında
kadınlar arası faaliyet alanlarında, dar alanda, kısa paslaşma olanağına
kavuşmuşlardır.
Siyasi partilerde ikincil olarak görülen kadın kolları ve/veya
komisyonları ya da faaliyetleri zamanla partilerin yerelde halka ulaşmanın
önemli araçları haline gelmişlerdir. Bir başka ifadeyle içinde bulunmuş
oldukları partiye ya kaynak sağlamak için, ya da özellikle seçim dönemlerinde
hemcinslerine daha kolayca ulaşabilecekleri düşünülerek görevlendirilmiş
kişiler olarak kadınlar, aslında başka bir politika anlayışı içinde özelin
kamusalını keşfetmişlerdir. Ancak, kadın kollarına yönelik olumsuz genel
bakış açılarına karşın, kadın kollarının kadınları siyasetle buluşturdukları da
kabul edilmektedir (Minibaş, 1996; Sancar-Üşür, 2000).
Siyasal yelpazenin solunda bulunan partilerde ise, kadının siyasal
yaşama katılımında ve politikaların oluşturulma süreçlerinde, sağ partilere
oranla kadınlara daha fazla yer verilmişse de, kritik çoğunluk için olumlu
ayrımcılık çalışmaları için uzun yıllar çaba harcamamışlardır. Kadınların
siyasal yaşama aktif olarak katılımı konusunda yeterli desteği vermemişlerdir.
Solda yer alan kadınların bir kısmı da, kadın hareketi içinde ve bağımsız kadın
örgütlerinde yer alarak kadın hakları için mücadele vermişlerdir. Kadın
hareketinin gücüyle kadınlar, siyasetteki erkeğe bağımlı ve edilgen
konumlarını sorgulamaya başlamışlardır. Kadın dernekleri 1960-1980
döneminde uluslararası platformlarda da temsil edilmeye başlamışlardır.
Özellikle askeri darbe sonrası yükselen bağımsız kadın hareketi, Türkiye‟de
kadınların toplumsal konumunu, eğitimde, iş yaşamında ve siyasette yeniden
tartışmaya açmıştır (Sallan Gül ve Aksu Coşkun, 1998; Talaslı, 1996; Bele,
2001; Altındal, 2007).
Apolitik Siyasette Bireyselin Politikleşmesi: Kadının Yükselen Sesi
1980‟de askeri darbeyle siyasi alan bir dönem kesintiye uğramışsa da,
siyasal yaşamda kadın varlığı için önem taşıyan bir örgütlenme biçimi olarak
partiler, 1983 yılında yeniden sivil hayata geçmiştir. Ancak kadın kollarının
faaliyetleri 1980 sonrasında yasaklanmıştır. Bazı siyası partiler kadın
komisyonu adı altında kadın örgütlenmesine giderken, diğer bir kısmı gönüllü
örgütlerde örgütlenmiş, güç koşullara rağmen kadınlar, 350‟den fazla sivil
toplum kuruluşunda ve aktif politika içerisinde yer almışlar, devlette ve
toplumda kadınların konumlarını, düşük statülerini sorgulamışlardır (Sallan
Gül ve Coşkun, 1993; Arat, 2009). Ancak, siyasi partiler, ne kadınların
cinsiyete dayalı ikincil konumlarını değiştirecek ve erkek egemenliğini
sorgulayacak bir girişimde bulunmuş, ne de bu tür girişimleri desteklemişltir.
Kadınların siyaset içinde alacakları ağırlıklar, büyük ölçüde erkekler tarafından
58
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
belirlenmiştir (Güneş-Ayata, 1995; Sancar-Üşür, 2000). Hatta 1995 yılında
ANAP‟ta partinin kadın kolları başkanlığına bir erkek (Yaşar Eryılmaz)
atanarak (Yaraman, 1999:59), eril siyaset anlayışı kadın kollarına taşınmıştır.
Kadın hareketinin etkisiyle 1985 yılında Türkiye'nin de taraf olduğu
Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW
Sözleşmesi) siyasal iktidar tarafından imzalanmıştır. Böylece devletin, ailede,
toplumsal yaşamda, çalışma, eğitim ve siyaset alanlarında kadın-erkek
eşitliğini fiilen sağlama gerekliliğini kabul edilmiştir. Ancak, siyasal alandaki
eşit temsil sorunu görmemezlikten gelinmeye devam edilmiştir. Devletin
taahhüt ettiği kadın-erkek eşitliğinin fiilen sağlanması ve demokrasinin işlerlik
kazanabilmesi için gerekli siyasi partiler ve seçim kanununda yasal
değişiklikler göz ardı edilmiştir. SHP gibi çok az sayıda parti, sadece gönüllü
cinsiyet kotalarını tanımıştır.
Siyasal alanda toplumsal ve kültürel engeller kadar, partilerin yapısı
ve siyasal kültür de, kadınların önüne aşılmaz duvarlar örmeye devam
etmektedir. Yine demokratik sistemlerde kadın katılımını artırmanın
yollarından biri olan siyasi partilerde süreç, demokratik bir biçimde
işlememekte, parti meclisleri kadınları kadın kollarına mahkûm etmekte,
genel merkezler ve parti başkanları milletvekili adaylarını seçmektedirler.
Meclise girebilen kadınlar ise, mecliste genelde izleyici konumda
kalmaktadırlar. Kadın sorunlarını dile getirmek yerine, partilerinin temsilcileri
olmuşlar, hatta kadınlarla ilgili yasa ve düzenlemelerde pasif kalmayı tercih
etmektedirler (Arat, 1987; Sallan Gül, 2007; Altındal, 2009).
Siyasette Cinsiyet Kotasının Anlamı ve Yeri
Siyasette temsil özünde bir amaç değil, bir araçtır. Ancak kadının
siyasete katılımı dünyanın en gelişmiş demokrasilerinde bile kolay ve
kendiliğinden gelişmemiştir. Çakır‟a göre partiler, çoğu kez cinsiyetçi
ideolojinin taşıyıcısı, hatta kurumsal düzeyde en üst üreticisi ve uygulayıcısı
olmuşlardır. Siyasal partilerin örgüt yapısı, parti tüzük ve programları, siyasal
reklâmları, siyaset oluşturma tarzı, parti liderlerinin ve parti üyelerinin kadın
ve erkek politikacılara bakış ve değerlendirme biçimleri bu durumun somut
göstergeleri olmuşlardır (2001:401). Bu da siyasette yer alan kadınların,
kadınlar adına politika üretebilecek bir çoğunluğa ulaşmalarını engellemiştir.
Çoğu kez kadınlar, biçimsel temsilden gerçek temsile, siyasetin vitrininden
mutfağına, yani demokrasinin ve eşitliğin sembolikliğinin ötesine
geçememiştir. Dolayısıyla, tüm bu olumsuz tablonun ortadan kaldırılması
adına kota uygulamalarının siyasi arenaya taşınması gerekmektedir.
Kota uygulaması, siyasal karar organlarına seçilecek kişilerin ya da
seçimlerde adayların belirlenmesinde uygulanan seçim yöntemlerine özel
hükümler eklenerek kadınlara belli oranda yer ayrılmasını sağlamaktadır.
Amaç; kadınların yetersiz temsilini ortadan kaldırmayı ve kadın-erkek
eşitliğini sağlamaktadır. Kota sistemlerinin gerisinde yatan temel düşünce,
59
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
kadınların siyaset alanındaki eksik temsillerinin giderilerek, siyasal yaşam
içinde daha yüksek oranda temsil edilmelerinin sağlanmasıdır. Kota,
kadınların siyasal alanda görünürlüklerini artırmak, yönetim ve karar alma
mekanizmalarında yer alabilmelerini sağlamak ve seçilme şanslarını artırmak
için kullanılan bir araçtır. Ayrıca, siyasette fırsat ve temsil eşitliğinin önündeki
engelleri kaldırılmak ve sonuç eşitliğine ulaşılabilmek için telafi edici önlemleri
içerir (Mendez-Montalvo ve Ballington, 2002).
Siyasette olumlu ayrımcılık politikalarından olan „kota‟ uygulamaları
1970‟lerde birçok ülkede gönüllü olarak başlamış, 1980 ve 1990‟larda ise
yasal ve anayasal düzenlemelerle yaygınlaşmıştır. İlk kota uygulaması 1975
yılında Norveç‟te başlamıştır. Bunu 1985‟de Danimarka, 1986‟da Brezilya,
1987‟de Hollanda ve 1994‟te de Avusturya uygulanmıştır (Kang, 2009:562).
1995 yılında Pekin Deklarasyonu‟nun kabul edilmesi, kadınların
siyasette daha fazla yer almalarına yönelik girişimleri artmıştır. Avrupa Birliği
ülkelerince imzalanan 1999 Amsterdam Anlaşması ile teşvik ve kota
uygulamları AB ve üye ülkeleri bağlayıcı nitelik kazanmıştır. Bunun sonucu
siyasette kadın temsilini artırmak için, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kota
uygulamaları gibi pozitif ayrımcılık politikaları teşvik edilmiştir.
Kota uygulamaları; yasal ya da anayasal anlamda ayrılmış koltuklar,
yasal oranlar ya da gönüllük biçimlerinde uygulanabilmektedir. Anayasa ya da
yasalarda siyasi partilerin karar organlarında ve milletvekili aday listelerinde
uygulanan sabit ya da oranlı kota biçimlerinde de olabilmektedir. Siyasi
partilerin kadın üye ya da aday sayısı belirli bir oranın belirlenmesiyle de
uygulanabilmektedir. Bazen de milletvekili aday listesi kotası ya da delege
kotası türü olabilmektedir. Afganistan, Arjantin, Bangladeş, Fransa, Irak,
Hindistan gibi kota uygulaması anayasayla, Bolivya, Bosna Hersek, Brezilya
ve Ekvator gibi 27 ülkede cinsiyet kotası seçim yasasıyla düzenlenmektedir.
Almanya, Avustralya, Avusturya, Cezayir, Danimarka, Ermenistan ve
Etiyopya gibi pek çok ülkede ise, kota siyasi partilerin tüzüklerine konulan
özel hükümler çerçevesinde ve seçim adaylarını kapsayacak biçimde hayata
geçilmektedir. 2000‟li yıllarda 88 ülkeye yaygınlaşan kota uygulamaları,
siyasette daha fazla kadın temsilini artırmaya olanak sağlamıştır (Sayın,
2007a; Altındal, 2007; Sancar, 2008).
Günümüz parlamentolarında ise, kadın temsilinin en iyi ve yüksek
olduğu ülkeler kota uygulamalarını, özelikle de anayasal kotayı
uygulayanlardır (Kang, 2009). Genel olarak İskandinav ülkelerinde kadın
milletvekillerinin oranı, %40‟ın üzerindedir. Amerika, Avrupa ve Asya‟daki
ülkelerin ortalaması %20 civarındadır. Bölgesel olarak kadınların mecliste
temsil oranının en düşük olduğu coğrafya %9 ile Arap ülkeleridir (Aydemir ve
Aydemir, 2011:8).
2015 yılına gelindiğinde Dünya Parlamentolarında Kadın Temsil
Listesinde (WNP, 2015) birinci sırada olan ülke Ruanda‟dır. Ruanda, 1990‟lı
yıllara kadar liberal demokrasinin fırsat eşitliği ilkesi bağlamında siyasette
kadın temsiline bakmış, ancak %18‟lik kadın temsil oranını geçememiştir.
60
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
2003 yılında siyasal partilerde gönüllülük temelinde %50 kotasını (Powley,
2005) benimsemişse de, kadınlar için kararlarda etkili olma oranı olan
%33‟lük kritik eşiği aşamamıştır. Anayasal kota uygulamasını ise, 2013
yılında kabul etmiş, Eylül‟de yapılan seçimlerde parlamentoya giren 80
milletvekilinden 51'ini (%63,8) kadınlar oluşturmuştur. İkinci sırada olan
Bolivya‟da ise, %48 seçim kotası vardır ve 36 sandalyeli parlamentonun
17‟sini kadınlar oluşturmaktır. Üçüncü sırada olan Küba, %49,8 oranında
kadın temsiline sahiptir. Siyasal partiler düzleminde kota uygulayan ülkeler
ise, dünya ulusal parlamentolar listesinde ilk 15‟ten sonraya düşmektedirler.
Örneğin Belçika 15., Almanya 21., İsveç 28., Avusturya 35. sırada yer
almaktadır (WNP, 2015).
Türkiye‟de ise, tartışma 1980‟lerle birlikte başlamış, toplumda ve
siyasette kadının statüsü ve temsil sorunu, demokrasi sorunu üzerinden
yürütülmüştür. Aslında siyasal yaşamını sürdüremeyen birçok partide
1980‟lerde ve 1990‟larda gönüllü kota uygulamaları başlamıştır. Örneğin
Doğru Yol Partisi‟nde %10, Anavatan Partisi‟nde %33, Sosyal Demokrat
Halkçı Parti‟de %30 ve Özgürlük ve Demokrasi Partisi‟nde cinsiyet kotası %50
olmuştur (Sayın, 2007a). Ancak kadınlar için siyasal temsil eşitliği, gerçek
anlamda ne partilerinde ne de mecliste sağlanamamıştır.
Tablo 2: 1983-1999 Yılları arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı
ve Oranları
Seçim
Milletvekili
Kadın
Kadın
Yılı
Sayısı
Milletvekili Milletvekili
Toplam
Sayısı
Oranı (%)
1983
410
12
2,9
1987
449
6
1,3
1991
450
8
1,8
1995
550
13
2,4
1999
550
23
4,3
Askeri darbeden sivil hayata geçiş sonrasında 1987 yılında Sosyal
Demokrat Halkçı Parti gönüllülük temelinde ilk kez %30 kota uygulamasını
başlatmışsa da, etkisi çok fazla olmamıştır. Aktif siyasette kadınlar sınırlı yer
almaya devam etmiş ve meclisteki sayıları 1999 yılına kadar 1935 yılı temsil
oranına (%4,6‟ya) dahi ulaşamamıştır.
1980 ve 1990‟lardaki bu olumsuz tablo karşısında kadın örgütleri ve
özellikle Kadın Adayları Destekleme Derneği olan KA.DER‟in çalışmalarıyla
konu gündemde tutulmuştur. Ancak, siyasal partiler ve parlamentodaki seçim
dönemlerinde konuya sessiz kalınmış, kotanın kadınlara yönelik bir ayrımcılık
yaratacağı bile öne sürülmüştür. Avrupa Parlamentosu‟nun 1996 yılındaki
tartışmaları Türkiye‟de de yankısını bulmuş, özellikle CEDAW‟ın kadın ve
61
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
erkeğin eşit temsili ve ayrımcılıkla mücadelede etmede kadınların eşit siyasal
temsilini gerekli görmesi, kadın örgütlerinin kota tartışmalarını Türkiye
gündemine taşımasına olanak tanımıştır. 1999‟da yapılan seçimlerde %4.3
oranına ulaşılmış, 1930‟ların başarısı kısmen yakalanabilmiştir.
1999 yılında HADEP %25‟lik kotayı benimserken, 2001 yılında kotasını
%41‟e yükseltmiştir. Siyasette cinsiyet kotası ve cinsiyet eşitliği konularında
en fazla adım atmış olan parti Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), yeni adıyla
Halkların Demokratik Partisi (HDP) olmuştur. %40 cinsiyet kotası ve eş
başkanlık sistemini uygulayan parti olarak katıldığı seçimlerde bunu
parlamentoya taşımıştır (Sayın, 2007a, 2007b).
CHP, SHP‟nin %25‟lik kotasını parti birleşiminde benimsemiş,
2012‟deki tüzük değişikliği ile oranı %33‟e çıkarmıştır. Ancak parti, 2014
yılında tüzüğünde yer alan ve kadın temsiliyeti için konan "cinsiyet kotası"nı
erkek ve kadın cinsiyetleri net olarak belirtilmediği için parti meclisi seçiminde
erkekler lehine bile kullanılmıştır. AKP ise, kota uygulamasına karşı çıkmakla
birlikte, 2014 yılına kadar genel başkanlığını sürdüren Sayın Recep Tayyip
Erdoğan, lider inisiyatifi ile kadın adaylara yer vermiştir. Son seçimlerde de
parti bütününü temsil etmemiş olsa da, kadın parlamenterler seçilme fırsatına
erişmişlerdir.
Yaraman‟ın (1999: 97) da ifade ettiği gibi “kamusal yaşam-özel
yaşam farklılaşmasının cinsiyetler arasındaki hiyerarşik işbölümüne kodlanışı
kadınlara karşı ayrımcılıkta kendini göstermektedir. Ataerkil düzenin cinsiyetçi
işbölümü, kadını özel alanla ilişkilendirdiği için kamusal yaşam kadını
içermemekte, hatta kadına karşı değerleri siyasete atfetmektedir.”
Türkiye‟de, siyasetin bir „erkek işi‟ ve erkeklere özgü bir alan olduğu kabul
edilmekte, partilerin alt düzeydeki siyasal faaliyetlerine katılabilen kadınlar
sayıca çok olsa da, içerik olarak apolitik ve görünmez kalmaktadır (Sancar,
2008:177).
Türkiye‟de kadınların siyasal katılımları daha çok pasif, ailesel tabanlı
ve istendiğinde siyaset sahnesinde lütufla yer alabilen kimlikler olarak
varlığını sürdürmektedir. Siyasal partiler, kendi yönetim ve karar organlarına
alacakları kadınları seçerken çoğu zaman kamuoyuna karşı vitrine konacak
eğitimli, terbiyeli, bakımlı ve yabancı dil bilen; ancak siyasal deneyimi ve
temsil gücü olmayanlar arasından tercih etmektedirler. Liderler tarafından
temsilci olarak atanan/seçilen kadınlar ise, genellikle parti örgütlerinden
yetişmemiş, kadın kollarında yöneticilik yapmamış, partinin kadın üyeleri ve
örgütleri tarafından tanınmayan kadınlar olmaktadır (Sallan Gül, 2007;
Sancar, 2008).
Benzer biçimde kadın politikacılar ya da bakanlar siyasal rejim
meseleleri olan güvenlik, dış politika, ekonomik ve mali politikaların
saptanmasıyla ilgili kararların alındığı süreçlerde yer alamamaktadır. Kadın
politikacılar çoğunlukla siyasal partilerin kültürel faaliyetlerini yürütmekte,
kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla ve sakatlarla ilgili çalışmalarda sorumluluk
alabilmektedir (Minibaş, 1996; Sancar, 2008).
62
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
2000’ler Türkiye’sinde Kota Tartışmalarına Karşı Parti Liderlerinin
İnisiyatifleri
2000‟li yıllar siyasette bir yandan ılımlı İslam‟ın ve muhafazakâr
değerlerin öne çıktığı yıllar olurken, diğer yandan ise AB uyum sürecinde
liberalleşme politikalarının uygulandığı yıllar olmuştur. 2002 yılında yapılan
genel seçimde, DSP ve MHP‟nin koalisyon hükümetinin ardından Adalet ve
Kalkınma Partisi-AKP, tek başına iktidara gelmiştir. Kota uygulamalarına karşı
çıkan AKP, lider inisiyatifinde kadın sayısını belirleyen parti olarak, 2002
yılında aldığı %34,4‟lük başarısında kadın seçmenlerden aldığı desteği, 20022015 arasında AKP standardını meclisteki kadın temsil oranının biraz üstünde,
%10-17 arasında tutulan kadın temsiliyle “ödül”lendirmiştir. 24 Kasım 2014
tarihinde yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan, kadınların
siyasetteki rolünü şöyle ifade etmiştir:
“1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde beni de yalnız
bırakmadılar kapı kapı dolaştılar. 13 yıllık siyasi parti genel başkanlığı
sürecimde kadınların siyasete girmesi için mücadele verdim. Verdiğimiz
siyaset mücadelesinin Türkiye‟yi 1994 yılına göre farklı bir yere taşıdığını
görüyorum. Anayasada değişiklik yaptık. Cumhuriyet tarihinde yapmış
olduğumuz kadınlar lehinde değişikliği hiçbir iktidar yapmamıştır. Bunu
referanduma
getirdik
ve
hanım
kardeşlerimizle
alakalı
yasal
düzenlemeleri çıkardık. Milletvekilliği konusunda kadınları teşvik edici
olduk… Kuşkusuz ideal noktada olduğumuz iddiasında değiliz ama çok
umut verici bir noktada olduğumuza inanıyorum…” (24.12.2015, Milliyet
Gazetesi).
Tablo 3: 2002-2015 Yılları Arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı
ve Oranları
Seçim Yılı
Milletvekili
Kadın
Kadın
Toplam
Sayısı
Milletvekili
Milletvekili
Sayısı
Oranı (%)
2002
550
24
4,4
2007
550
50
9,1
2011
550
79
14
550
98
17,8
550
82
14,9
2015 (7
Haziran)
2015 (1
Kasım)
2007 yılında kadın vekillerin sayısal artışında AB süreci ve KA.DER‟in
kampanyalarının yanında DTP‟nin kota uygulamasının rekabetçi bir ortam
63
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
yaratması da etkili olmuştur. 2007 yılında ilk kez mecliste kadın temsil oranı
1930‟ları geçerek, %9,1‟e yükselmiştir.
2007 yılı Türkiye siyaseti bakımından diğer dönemlerden pek çok
yönden ayrışmıştır. 2002-2007 arasında AB sürecinde sivil haklar, işkencenin
kaldırılması ve ölüm cezasının kaldırılması gibi demokratik parametrelerin
yanında, serbestleşme ve piyasa süreçlerinde liberal politikaların ve
Kopenhag kıstaslarının uygulamaya konulması bu dönem siyasetini farklı
kılmaktadır.
Kadın hakları ve cinsiyet eşitliği açısından kadın örgütlerinin
baskılarıyla da olsa, 2002 yılında aileiçi şiddetle mücadelede Aile Mahkemeleri
kurulmuş, 2003‟de yeni iş kanununda cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele
kapsamında “eşit işe, eşit ücret” ilkesi benimsenmiştir. Aynı yasada doğum
izni düzenlemesiyle annelik haklar alanı genişletilmiştir. 2009‟da TBMM‟de
Kadın Erkek Fırsat Eşitliği ve TBMM “Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma
Komisyonları” kurulmuştur.
Aynı zamanda AKP, liberal reformların yanında mahremiyetin
korunması ve Müslüman kadının mazlumluğu figürüyle geleneksel ve İslami
kadınlardan da önemli oranlarda oy almıştır. Özellikle 2002 yılında iktidara
gelen AKP, Refah Partisi‟nden devraldığı İslami tabanlı kadın politikasını, yani
eğitim hakları bağlamında üniversitelerdeki “başörtüsü” sorununu gündemde
tutmuştur. Ayrıca “modern kadın” talepleri olan haklar alanında töre namus
cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle mücadele yasalarını çıkarmıştır (Arat,
2009;8-12). Benzer olarak, sosyal güvenlik düzenlemeleriyle doğum yardım
ve izinleri de artırılmıştır. Yine özellikle yoksul hanelerde yaşayan kadınlara
yönelik gelir destek programları oluşturulmuştur. ŞNT gibi çocuk yardım
programları, dul kadın aylığı ve engelli yakını bakım ücreti gibi gelir destek
programları artırılarak, kadınlardan da önemli destek kazanılmıştır. Kadınların
oylarına yönelik tüm bu çabalar seçimlerde etkisini göstermiş ve 2011‟de 79
kadın milletvekilliğiyle TBMM‟deki kadın temsil oranı %14,3‟e çıkmıştır. Bu
oran 7 Haziran 2015 genel seçimde 97 kadın milletvekiliyle %17,8‟e
yükselmiştir. Kadınların Türkiye parlamentosundaki bu yükseliş grafiği 1
Kasım 2015 seçiminde ise düşüş göstermiştir.
AKP ve 2014 yılına kadar partinin lideri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan
için Başkanlık isteğinin belirlediği, tek başına iktidar olmanın siyasal istikrar
talebi doğrultusunda partinin kurucularının tekrar seçim oyununa alınma
isteğiyle birleştiğinde, kadınlar yeniden sahne dışına itilmeye başlanmıştır.
2012 yılından beri özel alanına mudehale anlamına gelen kürtaj karşıtı AKP
politikalarıyla gün yüzüne çıkmış; ancak özellikle yoksul kadınları sosyal
yardımlarla, çalışan kadınları da doğum izinleri konusunda teşvik edilen
politikalar da uygulanmıştır. 7 Haziran 2015 seçiminde Meclis‟e 40 kadın
milletvekili (%15,5) ile giren AKP, 1 Kasım 2015 seçim döneminde 550
milletvekili adayının 77‟sini kadın aday göstermiş ve beklentileri aşan seçim
başarısına rağmen, kadın adayların sadece 33‟ü (%11) parlamentoya
girebilmiştir (Sallan Gül, 2015).
64
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
1 Kasım 2015 Seçiminin Cinsiyet Haritası
1 Kasım 2015 seçiminde tüm siyasi partiler kadınlara yönelik özel
vaatler geliştirmişlerdir. AKP, girişimci kadınlara yönelik kredi desteklerini,
doğum nedeniyle ücretsiz izin düzenlemelerinin yanında erken yaşta
evliliklerin önlenmesi için aile eğitimlerini yaygınlaştıracağı sözlerini vermiştir.
CHP; aile sigortası, girişimci kadın teşvikleri, doğum borçlanması, kadına
karşı şiddet ve tacizle mücadele ve sığınmaevi vaatlerini sunmuştur. MHP,
kadın çalışan ve girişimci sayısının artırılması ve çalışan kadınlara doğuma
bağlı haklarla ilgili vaatlerde bulunmuştur. HDP ise, seçim yasasında
değişikliğe gidilerek %50 cinsiyet kotasının genel ve yerel seçimlerin tüm
aşamalarında konulması, kadın adayların maddi olarak desteklenmesi için
bütçe ayrılması sağlanacağını, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yerine,
Kadın Bakanlığı, Eşitlik Bakanlığı ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulacağını
ifade etmiştir (Atakan, 2015).
AKP, 2002-2012 arasında toplumsal cinsiyet ilişkilerinde ataerkil
toplumsal kodlarını son yıllarda daha da keskinleştirmiş, 1 Kasım 2015 seçimi
öncesinde geleneksel parti taban ve politikalarına daha fazla vurgu yapmıştır.
Bunun da kadın seçmen açısından göreli olarak bir azalmaya yol açtığı
görülmektedir. Nitekim Siyasal ve Sosyal Araştırma Merkezi (SAMER)
tarafından, 5-9 Ekim 2015 tarihleri arasında, Türkiye nüfusunu temsilen 7
bölgedeki 24 il, 142 ilçe ve 233 mahallede ve yarısını kadınların oluşturduğu
4.144 hanede yapılan araştırmada; 7 Haziran 2015 genel seçiminde
araştırmaya tüm katılanların %40,6‟sı AKP‟ye oy vermiştir. Ancak bu oran
kadınlarda oran %43,1 olmuştur. 1 Kasım genel seçimlerinde AKP‟ye kesin oy
veceğim diyenlerin oranı ise %37.6‟ye düşmektedir (SAMER; 2015)2. 1 Kasım
genel seçimi sonucunda, AKP bu anket sonuçlarının yansıttığından daha fazla
oy almıştır.
CHP ise, seçimin sonucuna benzer bir tablo ile seçim yarışına
girmiştir. Kendi partisini biraz “maço” bulan genel başkan, bu kez daha
cesaretle yaklaşmış, 7 Haziran döneminde 101 olan kadın aday sayısı, Kasım
döneminde 127‟ye çıkmıştır. Ama seçilebilirlik şansı çok olmayan sıralamalar
nedeniyle kadın vekil sayısı yine 21‟de (%15,5) kalmıştır (Sallan Gül, 2015).
1 Kasım 2015‟te MHP‟nin seçim spotları arasında en çok kadına
yönelik şiddetle ilgili olanı dikkat çekmiş, “kadına yönelik şiddeti
önleyemediniz” diye, kadınlardan yana bir tavır izleyerek adeta AKP‟ye hesap
sormak istemiştir. Üstelik Sayın Bahçeli genel başkan olarak sıralamayı
kendisi ekibiyle birlikte yapmakla birlikte, sadece 70 kadın aday
gösterilmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi‟nin (MHP) toplam milletvekili sayısı
80‟den 40‟a düşerken, kadın vekil sayısı da 4‟den (%5) 3‟e inerken, kadın
oranı %7,5‟e yükseltmiştir.
HDP ise son seçimlerde kadınları merkezine almıştır. Ancak 7 Haziran
seçimlerine göre 1 Kasım seçimlerinde HDP‟nin kadın aday sayısı 249‟dan
2
SAMER adına verileri yazarlarla paylaşan Sayın Mim Sertaç Tümtaş‟a teşekkür ederiz.
65
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
234‟e düşmüştür. Kadın milletvekili oranı da % 38,9 olmuştur. Partide vekil
sayısı 1 Kasımda 80‟den 59‟a, kadın vekil sayısı da 34‟den 22‟ye düşmüştür.
Bu dönem parlamentoda kadın sayısı 98‟den 82‟ye inmiş, yani oran
%17,8‟den %14,9‟a gerilemiştir. 45 ilde ise, hiçbir kadın vekil olarak
seçilememiştir.
Sonuç
Yıl 2015 ve Türkiye‟de siyasal ve yönetsel alanlarda kadın temsili
sorunu tüm boyutlarıyla sürmektedir. Demokrasinin ahlaki ve siyasal bir ilkesi
olarak
eşitlik
sorunu,
toplumsal
cinsiyet
temelinde
yeterince
önemsenmemektedir. Kadınların demokratik siyaset içinde yer almaları daha
çok, pasif siyasal katılım anlayışı içinde beklenmekte, yurttaş olarak iyi birer
seçmen olmaları, yani basit temsil anlayışı içinde oy vermeleri ile
sınırlandırılması öngörülmektedir. Aktif siyasal katılım boyutunda ise,
kadınların kritik çoğunluk temsiline ya da yönetim pozisyonlarına gelmeleri,
yani kamusal alandaki görünürlükleri eril siyasete adeta bir tehdit olarak
görülmektedir. Parti içi demokratik kültürün egemen olmasının yerine, erkek
siyasetini besleyen, toplumsal ve kültürel kodların hakim olduğu, toplumsal
ve siyasal alanda oligarşik güç yapıların varlığını korunmakta, ideolojik fark
gözetmeksizin tüm partilerde lider sultası belirgin olarak, kimlerin siyasal
alanda görünür ve etkin olacağını belirlemektedir.
Her ne kadar 1980‟ler apolitikliğin bireysel olanı politikleştirdiği bir
anlayışta olsa da, siyaset sahnesine yeniden dönmek isteyen kadınlar,
örgütlenerek aktif siyaset içinde yer alma çabalarını artırmışlardır.
Demokrasinin bir gereği olarak hesap sormayı ve tam denklik ve eşit temsil
hakkını talep etmişlerdir. 1990‟larla ise, kapitalist küresel eğilimler çağında
Türkiye için bölgesel güçlenmenin adı olan AB sürecinde kadınlar ve
dezavantajlı gruplar için, pozitif ayrımcılık talepleri sesini daha yüksek sesle
duyurma olanağı bulmuştur. Ancak bu talepler, daha çok gönüllü kotalarla,
siyasi partilerde kısmen karşılık bulmuştur. Parlamentoda kadın temsil oranı,
2007‟de %9‟a, 2011‟de %14‟e, 7 Haziran 2015‟te ise %17,8‟e kadar
yükseltmiştir. Ancak kritik önemde olan 1 Kasım 2015‟te ise bu oran %14,9‟a
düşmüştür. Bu süreçte kadın temsilinde gözlenen genel artış eğiliminde kadın
örgütlerinin, AB ile bütünleşme sürecinin ve HDP‟nin izlediği cinsiyet kotası
politikasının etkili olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye siyasetinin dış politikası
ve bölgesel güç olma talepleri, özellikle Ortadoğu politikaları siyasette
yeniden eril zihniyeti pekiştirmiş görünmektedir. Oysa demokrasi daha fazla
özgürlük, eşitlik ve katılımla yaşayabilen bir rejimdir. Bu rejimi, sadece
biçimsel olarak seçim demokrasisine ve oy vermeye indirgemek, Demokles‟in
kılıcını kendine yöneltmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle aileden başlayan
ve toplumun her alanına yayılan eşitlikçi bir demokrasinin inşa edilebilmenin
temel gereği, kadının siyasette ve yönetim kademelerinde daha fazla temsil
edilmesidir.
66
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
Siyasetteki „eril‟ tarzın egemenliğini kırmanın yolu ise temelde evdeki
cinsiyet ilişkilerinin demokratikleştirilerek tüm topluma yayılmasıyla
olanaklıdır.
Evin
demokratikleşmesi
toplumun
ve
siyasetin
demokratikleşmesine olanak sağlayacaktır (Phillips, 1995:132). Bu nedenle
siyasette kadınların giderek artan oranda ve büyük sayılarda (kritik eşik olan
%33‟ü geçmesi) siyasal karar süreçlerine katılmasının yolunu açmak, sadece
kadınlar için değil tüm toplum için bir gerekliliktir. Demokratik siyasette eşit
temsil sağlanmadan ve hak odaklı olmadan toplumsal barışı ve eşitliği
yeniden inşa etmek çok da olanaklı görünmemektedir. Bu nedenle toplumun
dezavantajlı kesimleri, sınıfları ve cinsiyet(leri)i için koruyucu olumlu
ayrımcılık politikalarının geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin
anaakımlaştırılması temel politika haline getirilmelidir.
Devlet ve siyasal partiler başta olmak üzere tüm kurumlarda cinsiyete
dayalı bütçeleme ve eşit temsil için Anayasa'da ve/veya siyasi partiler
yasasında değişiklikler yapılarak daha yaygın ve yüksek oranlı kota
uygulamasına yasal zemin hazırlanmalıdır. Ayrıca kadın örgütlerinin, bağımsız
kadın aktivistlerin, gençlik örgütlerinin ve siyasi partilerin kadın kollarının
etkin bir şekilde katılımını artıracak yapılanmalar geliştirilmelidir.
67
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
Kaynaklar
Acuner, S. ve Sallan, S. (2003), "Türk Kamu Yönetiminde Yönetici Kadınlar", Amme
İdaresi Dergisi, Cilt 26, Sayı 3, s. 77-92.
Agancinski, S., (1998), Cinsiyetler Siyaseti, Dost, Ankara.
Altındal, Y., (2007), Kadınların Siyasete Katılımı Bağlamında Partilerin Kadın Kollarının
Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Aydın.
Altındal, Y. (2009), “Erkeksi Siyasetin „Erk‟siz Dublörleri” Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Balıkesir. Cilt 12 Sayı 21, s.351-367.
Arat, Y. (1999), “Refah Partisi Hanım Komisyonları”, Bilanço: 1923-1998: SiyasetKültür- Uluslararası İlişkiler, Tarih Vakfı Yayınları: İstanbul.
Arat, Y. (2009), “Religion, Politics and Euquality”, Final report, Sep. 2009, UNRUD,
Heinrich Böll Stiftung, Geveva, Switzerland.
Arendt, H., (1958), Human Condition, The University of Chicago Press, Chicago.
Aydemir, D. ve Aydemir, E. (2011), Türk Siyasetinde Kadınlar: Çok Oluyoruz!, USAK
Raporları No: 11-05, Haziran, Sosyal Araştırmalar Merkezi.
Baş, C., Hasan Kirmanoğlu, L. & Şenatalar, B. (2009), Party Preferences and Economic
Voting in Turkey (now that the Crisis is over), Party Politics, Vol. 15. No.3, pp.
377–391.
Baykan, A. & Ötüş-Basket, B. (1999), Nezihe Muhittin ve Türk Kadını 1931, İletişim,
İstanbul.
Bele, T. (2001), Kadın Yazın Siyasa, Pencere, İstanbul.
Calhoun, C. (1993), “Civil Society and the Public Sphere”, Public Culture, vol 5.
Cohen, C. (1979), “Why More Political Theory?”, Telos, No. 40.
Cohen, J. L. & Arato, A. (1992), Civil Soviety and Political Theory, MIT Press,
Cambridge.
Çakır, S. (2001), “Bir‟in Nostaljisinden Kurtulmak: Siyaset Teorisine Ve Pratiğine
Cinsiyet Açısından Bakış”, Yerli Bir Feminizme Doğru, Derl: A. İlyasoğlu ve N.
Akgökçe, Sel Yayıncılık: İstanbul.
Çakır, S. (1996), Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul.
Çakır, S. (2010), “Osmanlı Kadın Hareketi: 20. Yüzyılın Başında Kadınların Hak
Mücadelesi”,
Türkiye‟de
Toplumsal
Cinsiyet
Çalışmaları:
Eşitsizlikler,
Mücadeleler, Kazanımlar, Der. H. Durudoğan, F. G, B. E. Oder ve D. Yükseker,
Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
68
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
Çitçi, O. (1992), “Kadınlar Ve Siyasal Katılma”, Bülten, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara,
C. 1, Sayı 11.
Çulha Zabcı, F. (1997), “ Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı: Habermas ve
Arendt”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora
Tezi, Ankara.
Durakbaşa, A. (1998), “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin
Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve 'Münevver Erkekler'”, 75 Yılda Kadınlar ve
Erkekler, Der. A. B. Hacımirzaoğlu, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
Durakbaşa, A. (1988), “Cumhuriyet Döneminde Kemalist Kadın Kimliğinin Oluşumu”,
Tarih ve Toplum, Sayı 9, Mart.
Güneş-Ayata, A. (1995), Türkiye‟de Kadınların Siyasete Katılımı, 1980‟ler Türkiye‟sinde
Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yayına Hazırlayan Şirin Tekeli, İletişim,
İstanbul, 3. Baskı.
Habermas, J. (1989), The Structural Transformation of the Public Sphere: An Inguiry
into a Category of Bourgeois Society, Polity Press., Londra.
Habermas, J. (1995), “ Kamusal Alan: Ansiklopedik bir Makale”, Birikim, No.70.
Kandiyoti, D. (1989), “Women and the Turkish State: Political Actors or Symbolic
Pawns?”, Women-Nation-State, Eds: Nira Yuval-Davis and Floya Anthias, The
Macmillan Press, London, pp. 126-149
Kang, A. (2009), Stduying Oil, Islam and Women as if Political Instıtutuions Mattared,
Faculty Bus., Politicak Science Papers 42.
Kabasakal, M. (2014), “Factors İnfluencing İntra-Party Democracy And Membership
Rights: The Case Of Turkey”, Party Politics, 2014, Vol. 20(5), pp. 700–711.
Kovanlıkaya, Ç. (1999), Türkiye’de Politik Alanda Kadınlar ve Kadın Politikası, Mimar
Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi
İstanbul.
Koray, M. (1991), Günümüzdeki Yaklaşımlar Işığında Kadın Ve Siyaset, Tüses, İstanbul.
Krook, M. L., (2015), Contesting Gender Quotas: A Typology of Resistance, Paper
presented at the European Conference on Politics and Gender, Uppsala
University, Uppsala, Sweden, June 11-13, 2015.
Kovanlıkaya, Ç. (2001), “Erkek Parlamentonun Kadın Siyasetçileri”, içinde Yerli Bir
Feminizme Doğru, Derl: A. İlyasoğlu ve N. Akgökçe, Sel, İstanbul.
Mendez-Montalvo, M. ve Ballington, J. (2002), Women In Parliament, International
Idea: Stockholm (Http://www.İdea.İnt), Erişim Tarihi: 08.01.2007.
69
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
Minibaş, T. (1996), “Siyasal Partiler Yelpazesinde Kadının Konumu”, Türkiye‟de Kadın
Olgusu, Der: N. Arat, Say, İstanbul.
Powley, E. (2008), “Rwanda: Women Hold Up Half the Parliament” , Women in
Parliament: Beyond Numbers, J. Ballington, A.M. Karam (Ed.), World Bank,
Washington, DC.
Phillips, A. (1995), Demokrasinin Cinsiyeti, Metis, İstanbul.
Sallan Gül, S., (2007), “Seçimin Galibi Kim? Bıyıklı Kadınlar Mı Yoksa Eril Siyaset Mi?” ,
Toplum ve Demokrasi Dergisi, 1 (1), ss.1-26.
Sallan Gül, S. (2015), “Meclisin Eril Haritasında İlk Çalışmalar”, Kazete, 02.12.2015.
Sallan Gül, S. ve Aksu Coşkun, Z. (1998), “1980‟lerin Sivil Toplum Anlayışı ve Gönüllü
Kadın Kuruluşları Üzerine Bir Çalışma”, 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve
Gelecek Konferansı, Der. Oya Çitçi, Türkiye ve Orta Doğu Enstitüsü Yayın No,
285, İnsan Hakları ve Araştırma Merkezi Yayın No: 16, Ankara, s. 489-504,.
Sancar-Üşür, S. (2000), “Siyasal Süreçlere Katılımda Kadın-Erkek Eşitliği”, Kadın-Erkek
Eşitliğine Doğru Yürüyüş: Eğitim, Çalışma ve Siyaset, Der: M. Tan, S. Sancar
Ve Y. Ecevit, TÜSDAD, İstanbul.
SAMER, (2015), Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, Seçim Anketi Sonuçları, Ekim,
Yayınlanmamış Çalışma.
Sancar, S. (2008), “Türkiye‟de Kadınların Siyasal Kararlara Eşit Katılımı, Toplum ve
Demokrasi, 2 (4), Eylül-Aralık.
Sancar-Üşür,
S.
(1998),
“Siyasal
Alanda
Cinsiyetçilik
ve
Kadınların
Söylemsel
Kuşatılmışlığı”, 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek, Der: O. Çiftçi,
TODAİE, Ankara.
Sayın, A. (2007a), Kota El Kitabı, Geçici Özel Önlem Politikası, Ankara: Ka.Der.
Sayın, A. (2007b), “Parlamentoya Girmek İçin Erkek Olmak Şart” Toplum ve Demokrasi
Dergisi, 1 (1), s.153-160.
Siman, N. (1989), “Feminism in Turkey”, New Perspective on Turkey, Vol 3, Fall, pp.134.
Talaslı, G. (1996), Siyaset Çıkmazında Kadın, Ümit, Ankara.
Tekeli, S. (1982), “Türkiye‟de Kadının Siyasal Hayattaki Yeri”, Türk Toplumunda Kadın,
Der:N. Abadan-Unat, Türk Sosyal Bilimler Derneği, İstanbul.
Toprak, Z. (1988), “Halk Partisinden Önce Kurulan Parti Kadınlar Halk Fırkası”, Tarih ve
Toplum, No. 51.
70
Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi”
Tunalı, A. C. (1996), Türkiye’de Feminizm Hareketi, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Antalya.
Unat, N. A. (1979), Türk Toplumunda Kadın, Türk Sosyal Bilimler Derneği.
Yaraman, A. (1999), Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Bağlam, İstanbul.
Yaraman, A. (2001), Resmi Tarihten Kadın Tarihine, Bağlam, İstanbul.
WNP, (2015), “Women in National Parliament”, Situation as of November 2015,
http://www.ipv.rg./wmn-e/classif.htm, Erişim tarihi 1 Aralık 2015.
71
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71
72
‘Kadın, Anne, Yurttaş’
Ana Akım Siyasal Partilerin Seçim
Bildirgelerinde Kadın Algısı: 1 Kasım
2015 Genel Seçimleri Örneği
Evren Haspolat
Yrd. Doç. Dr.
Ordu Üniversitesi
Ünye İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Modern devlet ile bireyler arısındaki bir statü anlaşması olan yurttaşlığın
Türkiye’deki tarihi Osmanlı’nın son yüzyılına kadar götürülebilir. Bu bağlamda Tanzimat
Fermanı ile başlayan ve halkın devlet karşısındaki konumunu dönüştüren süreç,
getirdiği haklar bakımından erkekler için olduğu kadar kadınlar için de yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur. Erkeklerin biçimsel düzeyde yurttaşlık statüsünde birbirleri ile
eşitlenmesi Cumhuriyet’in ilanı ile gerçekleşmişken kadınların erkeklerle bu biçimsel
eşitliği yakalamaları ancak 1934 yılında mümkün olmuştur. Oysa aradan geçen 80 yılda
kimi ilerlemeler olmakla birlikte bu biçimsel kadın-erkek eşitliği gerçek bir eşitliğe
dönüşememiştir. 2015 Türkiyesi’nde Meclis’te yer alan dört partinin seçim
bildirgelerinde ise kadın algısı farklılaşmaktadır. AKP’nin kadın algısı “anne-karı-ev
hanımı” ile sınırlı iken, MHP’ninki “kadın-yurttaş-anne”, CHP ve HDP’ninki ise “kadınyurttaş” kavramları ekseninde yoğunlaşmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kadın, yurttaş, birey, anne, siyasal parti, seçim bildirgesi.
Woman, Mother, Citizen: Perception of Woman in the Election
Declarations of Mainstream Political Parties (1st November 2015
General Elections Case)
Abstract: The history of citizenship in Turkey can be traced back to the last century of
Ottoman Empire. In this context; the process which started with the Tanzimat Edict
and transformed the position of people vis-a-vis the state is a starting point for a new
era both for men and women in terms of the rights it provided. While the formal
equation of men with each other in terms of citizenship status took place with the
declaration of Republic, it became possible later for women in 1934 to have this formal
equality with men. However, even though there have been some progress in the last
80 years, this formal equality between men and women have not been transformed
into a real equality. In addition to that; perception towards women differs from each
other in the election declarations of four political parties represented at the Turkish
Grand National Assembly. While the perception of ruling AKP is limited to the
“motherhood-wife-housewife”, it is related to the concepts of “women-citizen-mother”
in the MHP’s declaration. Finally, the perception is concentrated around the concepts of
“women-citizen” in both CHP’s and HDP’s election declarations.
Keywords: Woman, citizen, person, mother, political party, election declaration.
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akım Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı:
1Kasım 2015 Genel Seçimleri Örneği”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.73-107
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
Giriş
Son 40 yıldır kapitalizmin bir üretim biçimi olarak hâkim olduğu
ülkeler, uygulamada olan neoliberal politikaların giderek ana akım partileri
program düzeyinde aynılaştırdığı ve bu nedenle de iktidardan gelip geçen
hükümetler farklı partiler tarafından kurulsa da uygulanan politikaların
değişmediği bir süreçten geçmektedir. Partilerin program düzeyindeki bu
aynılaşması söz konusu ülkelerde temsil, temsili demokrasi ve yurttaşlık gibi
kavramları tartışmaya açmış ve alternatif arayışların, örgütlenmelerin de
yolunu açmıştır. Bu bağlamda liberalizmin ve kapitalizmin biçimlendirdiği
modern devletin halkı ile yaptığı bir statü anlaşması olarak kanun önünde
biçimsel eşitliği ve devlete karşı hakları güvence altına alan yurttaşlık, bugün
en önemli siyasal tartışmaların ana maddesini oluşturmaktadır.
Yurttaşlık kavramı, daha ileri bir statüye taşınmak üzere dünyada
tartışmaya açılmışken, Türkiye kadınların bir kamusal alan statüsü olan
yurttaşlık kategorisinden giderek bir özel alan statüsü olan annelik,
eşlik/karılık ve ev hanımlığı statülerine doğru sürgün edildiği bir döneme
girmiştir. Sözünü ettiğimiz bu tezatın yaşanmasında etkili olan ise, 2001 Krizi
sonrasında girilen ve bu güne kadar aralıksız bir tek parti iktidar ile
sürdürülen neoliberal döneme eşlik eden ve bu anlamda onu bütünleyen
muhafazakâr siyasettir. Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin (AKP) 13 yıllık aralıksız
iktidarını kapsayan bu dönem, parti siyasetinin giderek devlet aklı haline
gelmesinin ötesinde, toplumun ve giderek siyasal partiler alanının da
hegemonik olarak AKP tarafından biçimlendirilmesi ile ülke genelinde dozu
giderek artan bir muhafazakârlık ortamı yaratmıştır. Bu ortam ise öncelikle ve
temelde kadının yurttaşlık haklarına zarar vermiştir.
Bu çalışma kadının değişen yurttaşlık konumunu tam da değişime
uğradığı süreç olan 2002-2015 aralığını dikkate alarak incelemektedir. O
nedenle de çalışmada 2002 seçimlerinden sonra Türkiye‟de ana akım siyasal
partiler haline gelen Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin (AKP), Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkların Demokratik
Partisi‟nin (HDP) 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟ndeki seçim bildirgelerindeki
kadın algısını incelenecektir. Bu çerçevede makalede öncelikle 2015 itibariyle
kadının Türkiye‟deki konumu netleştirilecek, ardından ise sırası ile partilerin
seçim bildirgelerinin incelenmesine geçilecektir. Ardından makale genel
çıkarımların yer verildiği sonuç bölümü ile sonlandırılacaktır.
2015 Türkiye’sinde Yurttaş Kadının Konumu
Devlet ile birey arasında 17. yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye
başlayan ve karşılıklı olarak hak ve sorumlulukların tanımlandığı bir tür
sözleşme olarak karşımıza çıkan yurttaşlığı T. H. Marshall “Yurttaşlık ve
Sosyal Sınıflar” başlıklı makalesinde “toplumun üyelerine bağışlanan bir statü”
olarak ifade eder ve bu statüye sahip olan herkesin “haklar ve ödevler
çerçevesinde tam bir eşitliğe sahip” olduğuna değinir (Marshall, 2006: 19-
74
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
20). Marshall devlet ile birey arasındaki ilişkiyi ifade eden bir statü olarak
yurttaşlığın üç farklı eksen olarak bireysel özgürlük, konuşma özgürlüğü,
düşünce ve inanç özgürlüğü, mülk edinme ve sözleşme yapma özgürlüğü ve
adalet hakkı gibi hak ve özgürlükleri içeren medeni haklar; siyasal karar
alama süreçlerine seçmen ve seçilen olarak katılma hakkını kapsayan siyasal
haklar ile yaşadığımız toplumun standartları ölçüsünde ekonomik refah ve
sosyal güvenlik gibi haklara sahip olmaktan, çağdaş bir birey gibi
yaşayabilme hakkına değin uzanan geniş haklar dizini olarak ifade ettiği
sosyal hakların bir araya gelmesi ile oluştuğunu belirtir (Marshall, 2006: 6).
Marshall‟ın birbirinden ayrı kurumlar üzerinden farklı gelişim seyirleri
izlediğini belirttiği söz konusu bu üç eksenin dünya genelenindeki gelişim
seyri ise farklı coğrafyalarda ve farklı siyasal sistemlerde değişiklikler
göstermekle birlikte, genel olarak 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar bir zaman
aralığında gerçekleşmiştir. 17. yüzyılın sonlarına doğru Ortaçağ kentlerinde
ortaya çıkan medeni haklar, yeni oluşan burjuva sınıfının, eski rejimin
temsilcisi olan feodal gruplara karşı elde ettiği bir kazanım olarak
değerlendirilebilirken, 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan siyasal haklarla 20.
yüzyılda ortaya çıkan sosyal haklar, orta sınıf reformcularının desteğini alan
işçi sınıfı hareketinin hızla yükselmesiyle paralel bir oluşum süreci izlemiştir ki
2. Dünya Savaşı‟nın yarattığı yeni uluslararası dengenin de bu gelişimde etkili
olduğu yadsınamaz (Bottomore, 2006: 58). Bu anlamda yurttaşlık haklarının
temeli öncelikle burjuva sınıfının aristokrasiye karşı verdiği mücadele
çerçevesinde kazanılan medeni haklar ile atılırken, genişlemesi burjuvazi ile
işçi sınıfının yer yer ortak yer yer ise çatışan çıkarlarının mücadelesi
sonucunda gelişen siyasal ve sosyal hakların kabulü ve tüm ülke çapında
yaygınlaştırılması ile mümkün olmuştur. Ancak yurttaşlığın gelişim seyri
sınıfların karşılıklı mücadeleleri kadar bir sınıfın kendi iktidarını pekiştirme
stratejisi ile de paralel ilerlemiştir. Bu anlamda yurttaşlık her ne kadar bir
boyutu ile mücadele ise de diğer boyutu ile de Michael Mann‟ın belirtiği gibi
toplumsal uyumu arttırmak için egemen sınıfın hakları yukarıdan verdiği bir
“egemen sınıf stratejisi”dir (Mann, 1987). Çünkü ulus devletin Avrupa‟daki
gelişim seyri dikkate alındığında mutlak monarşiden meşruti monarşiye,
oradan da parlamenter sistemlere geçilirken iktidarın meşruluk kaynağında
yaratılan kökten değişim ile birlikte halk ve halkı oluşturan bireyler, devletin
asli varlık kaynağı olarak belirdikçe hem yönetme açısından ve hem de ulusal
orduların gelişimine paralel olarak bu bireylere duyulan ihtiyaç nedeniyle
öncelikle yalnız zengin erkeklere tanınan haklar zamanla alt sınıf erkeklerine,
ardından da artan kadın hareketlerinin etkisi ile de kadınlara doğru
genişletilmiştir.
Türkiye‟de yurttaşlık hakkının gelişim seyri ise Osmanlı‟nın son
yüzyılında yapılan reformlar sürecine kadar götürülebilir. Devleti kurtarma
stratejisi kapsamında Tanzimat Paşaları tarafından ilan edilen 1839 tarihli
Tanzimat Fermanı, Osmanlı uyruklarının yaşam, şeref ve mülkiyet haklarını
koruyacak teminatları getirirken, eş zamanlı olarak da Müslüman ve
Gayrimüslimlerin eşitliğini sağlamak için Gayrimüslimlere de askerlik ve vergi
75
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
adaleti getirmiştir (Aytekin, 2015: 62). Bu anlamda kişisel özgürlüklere ve
kanun önünde eşitliğe dayanan liberal bir belge olan Tanzimat Fermanı ile
padişahın iktidar gücü halk ve halkı oluşturan bireyler yararına
sınırlandırılmıştır. Bir geleneksel devlet olan Osmanlı Devleti‟nin son
yüzyılında Tanzimat Fermanı ile başlayıp Islahat Fermanı, Arazi Kanunu, 2.
Meşrutiyet‟in getirdiği haklar ile toplumun geneli için ağırlıkla medeni haklar,
dar bir grup içinde ise siyasal haklar boyutunda gelişen haklar, bir modern
devlet olarak ulus devlet biçiminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti‟nin ilk 11 yılı
içerisindeki gelişmeler ile tamamlanırken, sosyal hakların yurttaşlık hakkı
kapsamına dahil edilmesi 1961 Anayasası ile mümkün olabilmiştir. Bu
anlamda 1839-1961 hattındaki yurttaşlığa ilişkin tüm gelişmeler dikkate
alındığında hem Osmanlı‟da hem de Cumhuriyet‟te yurttaşlık haklarının büyük
oranda halkın farklı kesimlerinin örgütlü mücadelesi ve talepleri sonucunda
kazanılmış olan haklar olmaktan daha çok, kurulmak istenen devlet biçimine
uygun olarak aydın yöneticilerin/seçkinlerin aldıkları kararlar doğrultusunda
halka verdikleri haklar olduğu görülür (Arat, 1998: 67-68)1.
Bu bağlamda yurttaş kadınların haklarının gelişimi de 1980
sonrasında gelişen kadın hareketinin etkileri dışında, Osmanlı‟dan başlamak
üzere başlangıçtan bugüne kadar büyük oranda yönetici seçkinler eliyle
ilerletilmiştir. Osmanlı‟da Tanzimat ile başlayan süreç içerisinde 1856 tarihli
Arazi Kanunu kadınlara veraset hakkını tanırken, kölelik ve cariyelik
kaldırılmış, kadınlara sınırlı da olsa eğitimden yararlanma hakkı tanınırken
kılık kıyafet ve sokağa çıkma rahatlığı fermanlar ve sosyal yaşantıda görülen
görece rahatlama ile sağlanmış, 1842‟den itibaren Tıbbiye’de ebe kadınların
yetiştirilmesi ile kadınlara yönelik mesleki eğitime başlanmış, 1858‟de kız
rüştiyeleri kurulmuş, 1869 ve 1870‟te sanayi ve öğretmen okullarına kız
öğrenciler kabul edilmeye başlamıştır (Tekeli, 1982: 196). Bu gelişmeler
kadının önündeki sosyal engelleri kısmen esnettikçe özellikle üst sınıftan
gelen kadınlar arasında kadın dergileri, kadın gazeteleri, konferanslar ve
kadın dernekleri eliyle kız çocuklarının okutulması, kadınların iş yaşamına
girebilmeleri için mesleki eğitimlerin verilmesi ve erkeklerin kadınlara
uyguladığı çifte standardı sorgulayarak 2. Meşrutiyet ile birlikte erkeklerin
edindiği hakları talep etmelerinin yolunu açmıştır (Çakır, 2010: 431-435)2.
Kadınlarda yükselen bu kadınlık, birey ve yurttaşlık hakkı düzeyindeki bilinç
Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı‟nın yarattığı ortamın
kadınları sosyal yaşam ve çalışma yaşamına sürükleyen yapısı içerisinde daha
da gelişmiştir. Kadınlar bu on yıllık savaş döneminde bir taraftan kurdukları
dernekler aracılığı ile çeşitli sosyal hizmetlerde sorumluluklar üstlenirken,
diğer taraftan da dokuma, dikiş, postane, telgraf, hastabakıcı, memur, satıcı
1
Kadından Sorumlu Bakanlığın temelini oluşturan ve 1990 yılında kurulan Kadının
Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bile kadın hareketinden herhangi birisi ile
görüşülmeden
Birleşmiş
Milletler‟in
Nairobi
Konferansı‟nda
alınan
kararlar
doğrultusunda kurulmuştur (Yılmaz, 2014: 559).
2
Kadınların Osmanlı döneminde çıkardığı söz konusu gazete, dergi, dernekler ve
düzenledikleri konferans ve toplantıların ayrıntıları ve genel olarak söz konusu
dönemde kadının konumu için bkz. Tekeli, 1982: 193-218; Güzel, 1985: 858-876.
76
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
gibi işlerle çalışma alanlarına dahil olmuşlardır (Tekeli, 1982: 198-204; Güzel,
1985). Bu anlamda on yıllık savaş döneminde savaşa kadınların fiilen katılımı
siyasal ve sosyal hayat içerisindeki yerlerini pekiştirmelerini sağlamış,
özellikle şehirli kadınların çalışma yaşamına katılmalarının yolunu açmıştır3.
Kadını sosyal yaşamın ve çalışma yaşamının bir parçası haline getiren
bu gelişmelerin ardından kadının biçimsel düzeyde yurttaşlaşma süreci
aslında üç önemli aşamanın tamamlanması ile gerçekleşmiştir. İlk aşama bir
halk rejimi olarak Cumhuriyet‟in ilan edilmesi (1923), bu kapsamda
meşruluğunu Tanrı‟dan alan iktidar makamları olarak saltanat (1922) ve
hilafetin (1924) kaldırılmasıyla halkın bir yarısı olarak kadınların da genel
anlamda devletin meşruluk kaynağı haline gelmesidir. İkinci aşama 1926
tarihli Medeni Kanun‟un kabulü ile kadınların resmi evlilik ve yasal miras
haklarını edinmesidir. Üçüncü ve son aşama ise kadınların 3 Nisan 1930‟da
kabul edilen Belediye Kanunu ile belediye düzeyinde, 26 Ekim 1933‟te kabul
edilen yasa ile köy muhtar ve heyetleri düzeyinde ve son olarak 5 Aralık
1934‟te kabul edilen Anayasa ve Seçim Kanunu‟ndaki değişiklikler ile
milletvekili düzeyinde seçme ve seçilme haklarını edinmesidir. Bu üç aşamalı
11 yıllık süreçte Türkiye‟de kadın, biçimsel yurttaşlık boyutunda erkeklerle
eşitlenmiştir (Arat, 1998: 68; Tekeli, 1982: 212-216).
Bu düzenlemeler ile hayata geçirilen ve biçimsel boyutta kadınların
erkekler ile eşitlenmesini sağlayan cumhuriyetin yurttaşlık statüsü, toplumsal
cinsiyet rollerine bakmaksızın kadın ve erkeği haklar ve sorumluluklar
düzeyinde eşitleyen bir biçimsel yurttaşlık algısına sahiptir. Oysa teoride
kadını -tüm eksiklerine rağmen- yasa önünde erkekle eşitleyen yurttaşlık
algısı, pratikte uzun yüzyıllar içinde erkek egemen gelenek, din ve yönetsel
algılar içerisinde yoğrularak pekişen toplumsal cinsiyet rolleri ile
karşılaştığında, pozitif ayrımcılığın da tanınmadığı koşullarda onlarla mücadele
edememekte ve yenilmektedir. Bu nedenle Cumhuriyet‟in yasa önünde
getirdiği yurttaşlık eşitliği, üzerinden geçen 80 yıla rağmen hâlâ kadınlar
açısından gerçek anlamda bir eşitliği sağlayamamıştır.
Temsil, üst düzey memuriyet, istihdam oranı, aile ve ev işlerindeki
görev dağılımı ve özellikle şiddete maruz kalma başlıkları üzerinden sayısal
düzeyde geride kalan 80 yıl dikkate alınırsa, Türkiye‟de „kadın‟ ve „eşitlik‟
kavramlarının yan yana gelebilmesi açısından kat edilmesi gereken daha uzun
bir yol vardır. 1934‟te milletvekilliği düzeyinde seçme seçilme hakkını elde
eden kadınlar 1935 yılında Meclis‟in %4.5‟ini oluştururken bu oran çok partili
hayata geçiş yılı olan 1950‟de 0.6‟ya inmiş, uzun yıllar boyunca yüzde beşin
altında seyrederken 2007‟de %14.4‟e çıkmıştır ve 1 Kasım 2015 Genel
Seçimleri‟nde 14.5 olarak gerçekleşmiştir (TÜİK, 2013: 131; Milliyet,
3
Kırsal bölgelerde yaşayan kadınlar ailece işlenen toprakta daima çalışma sürecinin
doğal bir parçası iken, şehirde de alt sınıftan kadınlar bohçacı, çamaşırcı ve esnaf
olarak çalışma yaşamının bir parçası olmuş, yalnız yönetici sınıflara mensup kadınlar
(ağırlıkla da İstanbul‟da) hareme kapatılarak sadece çocuk doğurmak ve yetiştirmekle
görevli „evcil kölelikle‟ görevlendirilmiştir. Bu konuda ilgili tarihsel veriler ve belgeler
ışığında ayrıntılı bilgi için bkz. Tekeli, 1982: 195 vd.
77
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
02.11.2015)4. Birleşmiş Milletler‟in 2012 yılı verilerine göre bu oran İsveç‟te
%44.7‟dir (TÜİK, 2013: 131). Ayrıca kadınların yerel yönetimler ve hükümet
düzeyindeki temsilleri milletvekilliği oranının çok daha altındadır5. Kadınların
vali, müsteşar, genel müdür, müdür yardımcısı vb. üst düzey memuriyet
olarak sayılan görevlerdeki payı 2008‟de %8.7 iken bu oran 2013‟te ancak
%9.3‟e çıkabilmiştir6. Diğer taraftan daha çok kadının “annelik” yönünün
baskın geldiği bir meslek olarak okul öncesi eğitiminde erkeklerin oranı %5.8
ile sınırlı kalırken kadınların oranı %94.2‟ye çıkmaktadır (TÜİK, 2013: 120).
Kadınların iş gücüne katılma oranı 2011 verileri ile OECD ülkeleri arasında en
yüksek %77.3 ile İzlanda‟da iken en düşük oran %27.8 ile Türkiye‟dedir. Bu
oran 2013 verileri ile %30.8‟e yükselmiş görünmektedir. Ve aynı yılın verileri
ile Türkiye‟de kadınların iş gücüne dahil olmamalarının en yüksek oranda
nedeni %58.7 ile ev işleriyle meşgul olmalarıyken, erkeklerin dahil
olmamalarının en yüksek oranda nedeni %38.5 ile emekli olmalarıdır (TÜİK,
2013:
72,
74)7.
Bu
bağlamda
kadınların
çalışmalarının
uygun
bulunmamasının en yüksek oranda nedeni %56.3 ile asli görevinin çocuk
bakımı ve ev işleri olarak görülmesi yer almaktadır (TÜİK, 2013: 101). Söz
konusu gerekçe kapsamında kadın ile erkeğin ev işlerine dair sorumlulukları
da toplumsal cinsiyet algılarına bağlı olarak ayrışmıştır. 2011 verileri ile kadın
(anne) ve kız çocuk büyük oranda ütü, temizlik, yemek, sofra hazırlama gibi
işlerle meşgul olurken erkek (baba) ve erkek çocuk da bakım-onarım, fatura
ve badana gibi işlerle meşgul olmaktadır (TÜİK, 2013: 97). Yine 2011 yılı
verileri ile erkekler aile ile ilgili olarak evin seçimi, tatil ve eğlence gibi
konularda kararları almada ağırlıklı olarak belirleyiciliğe sahip iken, kadının ev
düzeni, çocuklarla ilgili konular, alışveriş, akraba ve komşular ile ilişkiler
konularında ağırlıkla belirleyici olduğu görülmektedir (TÜİK, 2013: 18).
4
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri‟nde toplam 98 olan kadın milletvekili sayısı ile
Meclis‟teki kadın oranı Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyi olan 17.8‟e çıkmışken, 1
Kasım 2015 Erken Genel Seçimi ile sayı 98‟e ve oran ise 14.5‟e gerilemiştir (Milliyet,
02.11.2015).
5
1980-2013 arasında kurulan hükümetlerde kadın bakan sayısı aynı anda en çok 2
olmuştur. Bunun dışındaki sayı ağırlıkla 1 iken, hiç kadın bakanın yer almadığı
hükümetler de olmuştur. Ayrıca 1999, 2004 ve 2009 yıllarında yapılan yerel yönetimler
seçimlerinde belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği ve il genel meclis üyeliği
düzeyinde kadınların temsil edilme düzeyleri sırası ile şöyledir: 0.6, 1.6, 1.4-0.6, 2.4,
1.8 ve 0.9, 4.2, 3.3 (TÜİK, 2013: 131).
6
Kadın büyükelçilerin oranı 2001 yılında %6.2 iken 2013‟te 12.1‟e; kadın savcı oranı
2000 yılında %5 iken 2013‟te %6.6‟ya; kadın hakim oranı 2000 yılında %39.5‟iken
2013‟te 36.3‟e; kadın rektör sayısı 2011 yılında kamuda %4.9‟a özelde 6.8‟e; erkek
öğretim üyelerinin sayısı 2000-2001 eğitim öğretim yılında 43.519 iken 2012-2013‟te
76.347‟ye yükselirken kadın öğretim üyelerinin sayısı sırası ile 24.361‟den 54.306‟ya
doğru değişim göstermektedir (TÜİK, 2013: 121-129).
7
Kadınlarda işsizlik oranı 2004‟te %11 iken 2013‟te %11.9‟a yükselmiş, erkeklerde ise
sırası ile %10.8‟den %8.7‟ye düşmüştür. Yine 3013 verileri ile istihdam edilenlerin
işteki durumları da kadın ve erkek arasında oransal olarak farklılık göstermektedir.
Erkeklerde sırası ile ücretli/yevmiyeli, işveren, kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile
işçisi %67.3, %6.1, %22.1 ve %4.5 iken kadınlarda %56.6, %1.2, %10.7 ve
%31.4‟tür (TÜİK, 2013: 77, 75).
78
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
1935‟te erkeklerin %70.7‟si kadınların ise %90.2‟si okur yazar
değilken bu oran 2012 itibariyle erkeklerde %1.4 kadınlarda ise %6.8‟e
düşmüştür. Okullaşma oranları ise 2012-2013 veriler ile erkek ve kadınlarda
ilkokul, ortaokul, ortaöğretim ve yükseköğretimde sırası ile %98.9, %93,
%69.3, %38.6; %98.8, %93.2, %70.8, %38.4‟tür (TÜİK, 2013: 59). Bu
anlamda 80 yıllık dönemde erkeklerle kadınların tek eşitlendiği alan eğitim
olarak görülmektedir8. Son olarak kadınların şiddete maruz kalma oranları
farklılık göstermekle birlikte ve kadınların eğitim düzeyleri değişse de
değişmeyen bir „kader‟ olarak karşılarına dikilmektedir. 2008 verileri ile hiç
eğitimi olmayan kadınların hayatlarının herhangi bir döneminde erkek
şiddetine maruz kalma oranları %52.2 iken lise ve üzeri eğitimlilerde bu oran
%25‟tir (TÜİK, 2013: 101)9.
Yukarıdaki veriler göstermektedir ki Osmanlı‟nın son yüzyılında
dernekler, gazeteler ve ev toplantıları ile başlayıp Cumhuriyet döneminde
anayasal yurttaşlık ve yasal düzeydeki hakların gelişimi ile süren, 1980
sonrasında ise bilinç yükseltme toplantıları, cinsel tacize hayır kampanyaları,
Anayasa ve yasalardaki kadın-erkek eşitsizliğini pekiştiren maddelere karşı
yürütülen protesto kampanyaları10 ve yoğun kadın örgütlüğü ile devam eden
8
Ancak yine de gerek çocuk gelinlik, gerek kırsal bölgelerdeki geleneksel anlayışı ve
gerekse de kent yoksulluğu eğitim söz konusu olduğunda erkek çocuktan önce kız
çocuklarını vurduğu bilinmektedir. Kaldı ki 2012-13 Eğitim Öğretim yılında uygulamaya
giren ve kısaca 4+4+4 Sistemi olarak bilinen yeni eğitim sisteminin eğitimi 4‟lü
gruplara bölmesi sonrası kız öğrencilerin ortaokul sonrası eğitimden kopuşları artmıştır.
2014 yılında ortaokuldan mezun olan 36.401 kız çocuğunun açık liseler de dahil olmak
üzere hiçbir kuruma kayıt yaptırmadığını açıklanmıştır (Cansu, 30.09.2015).
9
Kadına yönelik erkek şiddeti ile ilgili olarak devletin Emniyet ya da eski adı ile
Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı 2011‟den sonraki adıyla Aile ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı gibi birimleri tarafından herhangi bir düzenli kayıt tutulmamaktadır. Bu
nedenle Türkiye‟de yıllar itibariyle kadına yönelik şiddetin türlerinin, sayısının ve
nedenlerinin tam bir kaydına ulaşmak mümkün değildir. Ancak gerek devletin çeşitli
birimlerinin gerekse kadın kuruluşlarının özellikle son yıllardaki açıklamaları üzerinden
çeşitli veriler elde edilebilmektedir. Bu konuda bugüne kadar Türkiye‟de yapılan en
kapsamlı ve devlet düzeyinde yapılan tek çalışma 2008 yılında bakanlık bünyesindeki
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü‟nce yürütülen Türkiye‟de Kadına Yönelik Aile İçi
Şiddet Araştırması‟dır (Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, 2009). Çalışma
gerek bölgeler ve alt bölgeler gerekse farklı şiddet biçimleri düzeyinde kadına yönelik
şiddeti incelemektedir. İnsan Hakları Başkanlığı tarafından 2007 yılında hazırlanan Töre
ve Namus Cinayetleri Raporu, töre ve namus cinayetlerinin yıllara göre sayısını şöyle
belirtmektedir: 2003: 159, 2004: 204, 2005: 201, 2006: 233 ve 2007: 231 (Töre ve
Namus Cinayetleri Raporu, 2008). Yine Bianet İnternet Ağı tarafından basında çıkan
haberler üzerinden derlenen verilere göre toplumsal cinsiyet temelli olarak işlenen
cinayetler 2010‟da 217, 2011‟de 257, 2012‟de 165, 2013‟te 214, 2014‟te 281 ve
2015‟te 277‟dir (www.bianet.org, 16.01.2015 ve tarihsiz). Ayrıca kadına yönelik
şiddete ilişkin olarak 2006-2007 yılları arasında daha çok doğu ve güneydoğu illeri ile
Ankara‟yı kapsayan 27 ilde 150‟ye yakın kadın ile yüz yüze yapılan görüşmelerden
oluşan bir araştırma için bkz. Altınay, Arat, 2007. Paragraf dahilinde söz konusu edilen
tüm alanlarla ilgili olarak tüm Türkiye kapsamında olmasa da İstanbul-Ümraniye ve
Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟da 1996-1997 yılları arasında yapılan bir çalışmanın
verileri için bkz. İlkkaracan & İlkkaracan, 1998.
10
Kadının ev dışında çalışmasını kocasının izine bağlayan Medeni Kanun‟un 159.
maddesi, ırza geçmede kurbanın fahişe olmasını hafifletici neden sayan TCK‟nın 438.
79
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
kadının Türkiye‟deki eşitlik mücadelesi, istenilen düzeyin çok gerisindedir.
Dahası kadının 80 yıllık dönüşümler ve mücadeleler silsilesine rağmen temsil,
istihdam, aile içi görev dağılımı ve şiddetten korunma konusunda erkeğin çok
gerisinde olan bu konumu yetmezmiş gibi, son yıllarda devlet katında Aile ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı çatısı altında bakanlık düzeyinde adına bile
tahammül edilemeyen, kadına yönelik şiddeti önlemek için çıkarılan yasanın
adının ve içeriğinin bile “Ailenin Korunması”11 kriteri ile biçimlendirildiği yeni
bir anlayış yerleşmiştir. Bu anlamda kadın, kendisini yalnız anne, eş ve ev
hanımı olarak konumlandıran, ona aile ve evlilik çatısı dışında rol atfetmeyen,
organizmacı bir devlet kurumsallaşması ile karşı karşıyadır. Kadına yönelik
şiddetin büyük oranda artması12 ve buna karşı bir devlet politikası
geliştirilmemesi, kadının toplumsal düzeydeki konumunun gerilemesi ve
kadının bakanlık düzeyinde giderek yalnız Aile Bakanlığı‟na sıkıştırılması13 ile
karakterize olan bu kurumsallaşmada en önemli faktör ise 13 yıldır aralıksız
iktidarda olan ve 2007-8 sonrasında giderek siyasal anlayış düzeyinde
devletleşen AKP‟nin uyguladığı neoliberal politikalar ve onunla uyumlu olan
İslamcı-muhafazakâr politikasının aile ve kadın algısıdır.
AKP, ülkede 2001 Krizi gibi büyük bir ekonomik kriz ve buna bağlı
olarak ana akım merkez siyasal seçeneklerin seçmen nezdinde tükendiği,
bölgede ise 11 Eylül sonrasında başlayan ABD-Afganistan, ABD-Irak savaşları
ve iç savaşları ile seyredecek belirsizlikler sürecinde 2002‟de iktidara gelmiş,
Milli Görüş Geleneği‟nin İslamcı söylemini terk ettiğini idea ederek kendisini
muhafazakâr demokrat olarak ifade etmiş bir partidir14. Muhafazakârlık,
yaygın anlamı ile geçmişin muhafazası ve yeni düzenin reddi anlamını
taşımakla birlikte, asıl olarak “modernizasyon sürecinde toplumu bir arada
tuttuğuna inanılan aile, gelenek-görenek ve din gibi kurumların korunmasını
ve bu kurumların modernlikle bir arada yaşayabileceğini salık verir”
(Saraçoğlu, 2014: 257). Bu bağlamda en başından itibaren kendisini
muhafazakâr olarak tanımlayan AKP, yine iktidara geldiği tarih ve koşullarda
en başından itibaren tereddütsüz olarak uygulamaya koyduğu neoliberal
politikaların ortaya çıkardığı yoksulluk, eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunların
toplumsal düzeni ve bireyi tehdit etmeye başladığı noktada din, aile, gelenekgörenek gibi kavramları neoliberal politikaların yarattığı zarara karşı birer
araç olarak öne çıkarmıştır (Saraçoğlu, 2014: 258). Yani neoliberalizm ile din,
gelenek ve aileyi bir arada yaşayabilen bir uyum içerisine sokmuştur.
maddesine karşı yürütülen ve başarı ile sonuçlanan kampanyalar. Ayrıntı için bkz. Arat,
1998; Yılmaz, 2014; Altınay-Arat, 2007.
11
Yasanın tam adı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair
Kanun’dur.
12
Adalet Bakanının 2009‟da açıkladığı bilgilere göre kadın cinayetleri 2002'den, 2009'a
kadar yüzde 1400 oranında artmıştır (www.ntv.com.tr, 24.11.2009).
13
Kadın Türkiye‟de daha önce başbakan (Tansu Çiller), İçişleri Bakanı (Meral Akşener),
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ve Çevre Bakanı (İmren Aykut), Milli Eğitim Bakanı
(Nimet Çubukçu), Turizm Bakanı (Güldal Akşit) düzeylerinde temsil edilmiştir.
14
AKP‟nin bir hegemonya projesi olarak örgütlenmesi süreci ve dönemin ekonomik,
siyasal, sosyal ve uluslararası koşullarının ve dengelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi
için bkz. Yıldırım, 2010.
80
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
Ancak böyle olmakla birlikte AKP aileyi salt neoliberalizmin yarattığı
tahribatı ortadan kaldıracak bir enstrüman olarak yansıtmamakta; aynı
zamanda organik uyuma dayalı ideal millet tasarımına gönderme yapan bir
metafor olarak da kullanmaktadır (Kaya, 2015: 60; Saraçoğlu, 2014: 257260). Yazıcı‟nın da belirttiği gibi (2012: 112) AKP açısından “ailenin çöküşü”
retoriği genel olarak “Batı”yı karakterize eden bir olgu olarak ele alınmakta;
diğer yandan Türk ailesinin gücü ise Türkiye‟nin karşı karşıya olduğu hemen
bütün sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlara karşı birincil çözüm olarak
yansıtılmaktadır. Aileye dönük bu referanslar bir yandan AKP‟nin bir siyasal
kimlik formüle etmesine temel oluşturmakta; diğer yandan da özellikle sosyal
politika ve refah mekanizmaları alanında gerçekleştirilecek somut ve maddi
değişikliklerin söylemsel düzeyde meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.
AKP‟nin yaptığı gibi aileyi organik toplum ve millet tasavvuru içinde
model ya da çekirdek birim olarak konumlandırmak, tarihsel olarak sağ
siyaset çizgisinin genel özelliği olarak görülebilir. Bu noktada aile bir yandan
“millet”in bütünlüğünü temsil etmekte ve diğer yandan da patriyarkal bir
siyaset-toplum hiyerarşisinin yeniden üretilmesinde de kullanılmaktadır. Bu
sayede aile gibi bir millet tasavvuru, çatışmacı sosyal-siyasal analizlerin
yerine sınıfsız-dayanışmacı tahayyülleri geçirmekte; eşzamanlı olarak da
kadını bu bütünlüğün, dayanışmanın, sosyal uyumun sürdürülmesinde sahip
olduğu toplumsal cinsiyet rolleri eşliğinde tanımlayarak “aile” içinde
konumlandırmaktadır. Kadın yerine “Aile” Bakanlığı kurulması uygulaması da
bu anlayışın izinde görülebilir. Bu anlayışın uzantısı olarak bir birey olarak
kadın öznenin (yurttaş öznenin) yerini ancak sahip olduğu roller ve topluluk
içindeki konumu ekseninde statü kazanan “aile içi yeniden üretim öznesi”
almaktadır. AKP‟nin siyasal-sosyal tahayyülüyle uyumlu olarak ilerleyen bu
dönüşüm; tarihsel olarak bir sağ parti olarak MHP‟nin de paylaştığı bir anlayışı
yansıtmaktadır. Arıkan‟ın da belirttiği üzere (1998: 130); MHP parti
programları da tarihsel olarak aileyi Türk toplumunun temel toplumsal birimi
olarak görmekte ve “güçlü bir aile”nin Türk kültürünün korunmasını garanti
altına alacak yapı olduğunu belirtmektedir. Adanmış ev hanımları olarak
anneler bu geleneksel dokunun korunması için eğitim alacaklardır. MHP her
ne kadar kadın haklarını savunduğunu belirtse de, Feminizm‟i aileye ve sosyal
işlevlere karşı bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Ki bu anlayışın iz
düşümü aşağıda incelenecek olan partinin 1 Kasım Seçim Bildirgesi‟nde de
görünür durumdadır.
Sonuç olarak Türkiye‟de Osmanlı döneminde başlayan ve Cumhuriyet
döneminde biçimsel düzeyde tamamlanan kadının biçimsel yurttaşlık
düzeyinde erkekle eşitlenmesi süreci, tözel eşitlik düzeyinde hiçbir zaman
gerçekleşemediği gibi son yıllarda gerek iktidar partisi olarak AKP‟nin gerekse
özellikle kadın ve aile konusundaki ikili/ikircikli tutumu nedeniyle AKP ile
kısmen benzeşen yer yer de seçmen tabanı için yarışan ve Doğu-İç Anadolu
ve Karadeniz bölgelerinde neredeyse seçmen tabanında eşitlenen, iç içe
geçen bir özellik sergileyen MHP‟nin verdiği destek ölçüsünde daha da kötüye
gitmektedir.
81
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
Siyasal Partilerin Kadın Algıları
Yurttaş kadının Türkiye‟deki konumu yukarıda tespit edilen
durumdayken ve Türkiye henüz 1 Kasım 2015‟te yeni bir genel seçimi
arkasında bırakmışken, siyasal iktidarı elde etmeyi hedefleyen, bu doğrultuda
siyaset yapan ve seçmen olarak kadınlardan oy isteyen ana akım siyasi
partiler olarak AKP, CHP, MHP ve HDP‟nin15 yurttaşlar topluluğunun yarısını
oluşturan kadına bakışı nedir? Kadının bireysel, toplumsal, siyasal/yönetsel,
ekonomik ve ailesel konumunu, sahip olduğu ya da olması gereken haklarını
nasıl algılamakta, nasıl anlamlandırmaktadır? Partilerin kadın algılarına bağlı
olarak tespit ettikleri kadına ilişkin sorunlar ve bunlara dair çözüm önerileri
nelerdir? Makalenin bundan sonraki bölümü tam olarak bu sorulara yanıt
aramak üzere ana akım siyasal partilerin 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟ndeki
seçim bildirgelerine odaklanacaktır. Partilerin kadın algıları incelenirken parti
programları değil de 1 Kasım Genel Seçimleri için hazırladıkları seçim
bildirgelerinin inceleme konusu edilmesinin nedeni ise farklı tarihlere sahip
parti programlarına16 kıyasla seçim bildirgelerinin hem partilerin kadına dair
algılarının son halini hem de bu durum üzerinden çözüm önerilerini
yansıtabilme açısından parti programlarına kıyasla daha yakın tarihli bir
çıkarım yapmamıza imkân sağlamasıdır.
Ancak söz konusu incelemeye geçmeden önce belirtilmelidir ki bahsi
geçen tüm partiler Türkiye‟de kadınların, kadın olmalarından kaynaklı olarak
yaşadıkları çeşitli sorunlar olduğunu peşinen kabul etmektedir. Çünkü bu
partilerin seçim bildirgelerinde erkekler için özel bir başlık bulunmamakla
birlikte, kadın ayrı bir başlık altında incelenmiştir. Fakat hâl böyle olmakla
birlikte, her bir partinin kadına dair algısı dünya görüşüne paralel olarak
birbirlerinden ciddi farklılıklar göstermektedir. Bu elbette işaret ettikleri
15
Bu makale kapsamında ana akım siyasi partiler olarak adlandırılan partiler, 2001
Krizi‟nin biçimlendirdiği yeni dönemde (2001-2015) siyasete yönünü veren ana
partilerdir. Söz konusu partiler hem 2001 sonrasında düzenlenen her genel ve yerel
seçimde aşamalı olarak 2001 öncesinin geleneksel siyasi partilerini siyasal yelpazeden
silmiş hem de yapılan seçimlerde halk tarafından en çok desteklenen ilk dört parti
haline gelmiştir. Halktan aldıkları destek (oy oranları) birbirlerinden önemli oranlarla
farklılaşmakla birlikte, söz konusu partiler bugün genel hatları ile siyasi partiler
yelpazesinde
İslamcılık-muhafazakârlık,
sosyal
demokrasi-cumhuriyetçilik,
muhafazakâr Türk milliyetçiliği ve radikal demokrasi-Kürt milliyetçiliği olmak üzere dört
farklı siyasi konumlanışı temsil etmektedir.
16
AKP‟nin parti programı partinin kuruluş tarihi olan 2001 yılında hazırlanmış ve daha
sonra bir değişiklik geçirmemiştir. CHP‟nin programı 2008 tarihinde, MHP‟nin programı
2009 tarihinde ve son olarak HDP‟nin programı 2013 tarihinde hazırlanmıştır. Bu
bağlamda, AKP‟nin programının hazırlanış tarihi ile HDP‟nin programının hazırlanış
tarihleri arasında 12 yıllık bir zaman aralığı vardır. Bu zaman aralığı hem kadının
Türkiye‟deki konumunda yaşanan önemli dönüşümlerin, hem önemli bir gündem
maddesi haline gelen kadına yönelik şiddetin, hem de partilerin bu dönüşüme karşı
zaman içerisinde geliştirdikleri yeni söylem ve çözüm önerilerinin dönüşüm
geçirebileceği kadar geniş bir zaman aralığıdır. Bu nedenle seçim bildirgeleri üzerinden
yapılacak bir inceleme, parti programları üzerinden yapılacak bir incelemeye kıyasla
gelinen tarih itibariyle partilerin kadına bakış açılarını daha gerçekçi bir karşılaştırmaya
tabi tutmamızı kolaylaştırmaktadır.
82
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
çözüm yollarına ve biçimlendirmek istedikleri yeni toplum, devlet, ekonomi ve
aile yapısına da etki etmektedir.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kadın Algısı
Kuruluş aşamasından itibaren kendisini her koşulda muhafazakâr
demokrat17 olarak tanımlamakla birlikte, parti programından hareket edilerek
AKP‟yi bir muhafazakâr parti olarak tanımlamak oldukça güçtür. Çünkü eğer
partilerin temel kimliğini, bu anlamda dünya görüşlerini tespit etmek
açısından parti programları en temel yol gösterici metinler ise, AKP programı
genel çerçevesi itibariyle daha çok liberal bir parti portresi çizmektedir. Bu
genel liberal söylem içerisinde, programda, partinin muhafazakâr kimliğine
işaret edebilecek en önemli ifadeyi ise ancak aile tanımından çıkarmak
mümkün olabilmektedir. AKP, parti programında aileyi “toplumun temeli ve
toplumsal dayanışmanın oluşmasında rol oynayan önemli bir kurum” olarak
ifade etmektedir (AKP Parti Programı, 2001)18. Liberalizmin, her düzlemde ön
plana çıkardığı ve geniş haklarla donattığı, bu anlamda düşüncesinin temeline
yerleştirdiği birey ve bireyciliğe kıyasla, toplumun temeli olarak aileyi dikkate
alıp bireyciliğe karşı da dayanışmacılığı ön plana çıkaran AKP‟nin aileye ilişkin
söylemi, tipik bir muhafazakâr duruş göstergesidir. Ancak bunun dışında parti
programında özellikle kadın başlığı üzerinden AKP‟nin muhafazakâr dünya
görüşünü açığa çıkarmak mümkün değildir. Oysa partinin 1 Kasım 2015
Genel Seçimleri için hazırlamış olduğu seçim bildirgesi gerek bütünlüklü
olarak gerekse kadın başlığı üzerinden incelendiğinde AKP‟nin muhafazakâr
kimliğini ve bu kimlik bağlamında kadın algısını açıklıkla yansıtacak bir içeriğe
sahiptir.
Yeni Türkiye Yolunda Daima Adalet Daima Kalkınma başlığını taşıyan
AKP‟nin 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi, sunuş ve ekler dışında 360 sayfalık
bir uzunluğa sahiptir. Bu ebatlar içerisinde “Kadın” başlığı beş (5) sayfalık bir
uzunluğa sahipken, diğer bölümlere dağılmış olan kadına dair tespitler ve
öneriler de yaklaşık bir o kadar uzunluğa sahiptir. Bu anlamda 360 sayfa
içerisinde kadının yeri 10 sayfa ile sınırlanmıştır. Bu biçimsel
konumlandırmanın ardından AKP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade
edilmesi gereken şey partinin kadını her şeyden önce erkeğin „karısı‟19, „anne‟
17
AKP, kuruluş sürecinde gerek Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış olan 2003 tarihli
Muhafazakâr Demokrasi kitabı ile gerekse 10-11 Ocak 2004‟te düzenlenen “Uluslararası
Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda ifade edilen düşüncelerin toplamı
olarak kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlamış, bu çerçevede parti
kurucularının önde gelenlerinin siyasi geçmişini karakterize eden Milli Görüş Geleneği
ile söylemsel ve tanımlama/tanımlanma düzeyinde bağlar koparılmak istenmiştir. Bu
konuda bkz. Akdoğan, 2003; Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyum
Kitabı, 2004.
18
AKP Programı partinin internet sitesinde, başlıklarına göre yüklendiği için sayfa
numaraları olan bir kitapçık özelliği sergilememektedir. İlgili alıntı 5. 8. Aile ve Sosyal
Hizmetler alt başlığında geçmektedir. Bkz. AKP Parti Programı, 2001.
19
AKP kadın-erkek ilişkileri söz konusu olduğunda eşitliğe işaret eden eş kavramı
yerine karı-koca kavramlarını tercih etmektedir. Öyle ki bu durum partinin kurucu genel
83
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
ve „ev hanımı‟ olarak algıladığı yönündedir. Bildirgede söz konusu temel
anlayış kendisini öncelikle “kadınlar toplumsal hayatın olduğu kadar
ailelerimizin de temel direğidir” (s. 109)20, “kadınlarımız için iş ve aile
yaşamını uzlaştırma politikalarını hayata geçireceğiz” (s. 113) ve aile içi
şiddet bağlamında “hiçbir kadının savunmasız ve sahipsiz kalmaması gerektiği
yolundaki temel anlayışımız” (s. 110) ifadelerinde ortaya koymaktadır. Bu
kabuller kadının bağımsız bir birey olarak var olamayacağı, kocasının
yokluğunda „savunmasız‟ ve „sahipsiz‟ kalacağı için onun „devlet baba‟21
tarafından sahiplenilmesi gerekliliğinden, ailenin temel direği olması nedeniyle
ancak ev yaşamı ile uzlaştığı oranda çalışabileceği temel kabulüne kadar,
aslında kadının toplumdaki temel konumlanışını belirleyen bir içeriğe sahiptir.
Devlet-yurttaş, birey-iş, birey-aile ilişkilerinde kadını ikincil, bağımlı,
korunması gereken birisi olarak gören bu anlayış, söz konusu görüşe paralel
olarak da kadını öncelikle ev ve evlilik içine anne, karı ve ev hanımı olarak
konumlandırmıştır.
başkanı olan ve 10 Ağustos 2014‟e kadar da genel başkanı olarak kalan Recep Tayyip
Erdoğan tarafından da birçok kez ifade edilmiştir. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduktan
sonra 24 Kasım 2014‟te Kadın ve Demokrasi Derneği‟nin (KADEM) düzenlediği 1.
Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konu ile ilgili şu içerikte bir konuşma yapmıştır:
“Burada bazen erkek-kadın eşitliği diyorlar. Kadın-kadına eşitlik doğru olandır, erkekerkeğe eşitlik doğru olandır. Ancak kadının özellikle adalet karşısındaki eşitliği
aslolandır. Bunu yerine getirmeliyiz. Mağdur olanın zorla mağdur eden seviyesine
çıkartılmasıdır eşitlik ya da tam tersidir. Kadınların ihtiyacı olan eşitlikten ziyade
eşdeğer olabilmektir. Yani, adalettir. Buna ihtiyacımız var. Kadın ile erkeği eşit konuma
getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır, tabiatları farklıdır, bünyeleri
farklıdır. Örneğin iş hayatında hamile bir kadını erkek ile aynı şartlara tabi
tutamazsınız. Bir anneyi, çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi bu tür
yükümlülükleri olmayan bir erkekle eşit konuma getiremezsiniz. Kadınları erkeklerin
yaptığı her işte çalıştıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı
küreği, çalışsın. Olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına bir defa bu ters düşer”
(www.cnnturk.com, 24.11.2014). Erdoğan‟ın bu açıklamasının tartışma yaratması
sonrasında AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu da benzer anlayışı sürdürerek “Madem
ki „bir tarafta şu vardır, diğer tarafta da bu olacak‟ diye mekanik bir eşitliğe
soktuğunuzda o zaman hayatı, tamamlayıcılık ilişkisini de yok etmeye başlıyorsunuz”
tespiti ile kadın erkek eşitliğini mekanik bir eşitlik olarak gördüklerini ve bu nedenle
eşdeğerlik kavramını kullandıklarını belirtmiştir. Üstelik eşdeğerlik kavramını
kullanmalarının gerekçesini de yine kadının anneliği üzerinden açıklamıştır: “Mademki
kadınlarımız insan neslini devam ettiren o ulvi görevi yürütüyorlar, tabii ki anne
olmadan önce ve sonra, dinlenmek ve çocuklarına vakit ayırmak hakkına sahiptir. Bunu
vermek hak vermek değil, sadece bir borç ödemektir. Manevi bir borç ödemektir”
(www.diken.com.tr, 04.12.2014).
20
Makale boyunca atıflar sıklıkla ve arka arkaya seçim bildirgelerinden yapılacağı için,
metnin okunmasını zorlaştırmamak amacıyla her seferinde uzun uzun atıf kuralına
uyulmak yerine yalnız sayfa numarası yazılmakla yetinilecektir. Bu nedenle tüm partiler
için kendi bölümleri dahilinde yapılacak olan seçim bildirgelerine atıflar, bölüm başında
bildirgelerin adı anıldıktan sonra, yalnız sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır.
21
Bu anlayış ile bağlantılı olarak başbakan Ahmet Davutoğlu eşi Sare Davutoğlu ile
birlikte katıldığı AKP Kadın Kolları Kongresi‟nde Özgecan Arslan Davası kapsamında
katillere verilen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası ile ilgili olarak yaptığı açıklamada
kendisini bütün Türkiye‟de yaşayan kızların manevi babası olarak tanımlamış ve şöyle
konuşmuştur: “3 kız babası olarak ve bütün Türkiye‟deki kız çocuklarının manevi babası
olarak benim de yüreğim soğumadı” (Hürriyet, 06.12.2015).
84
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
AKP‟nin kadını “anne-karı-ev hanımı” konumuna sıkıştırılan bakış açısı
ve kadını bu alanlarla sınırlama yaklaşımı, bildirgede, anne-çocuk dostu sağlık
uygulaması (s. 91, 103), evlat edinme ve prematüre doğumlarda izin
haklarının genişletilmesi (s. 97), şartlı eğitim desteklerinin annelere verilmesi
(s. 98), doğurganlık hızının düşüşü bağlamında 3. çocuğa kadar doğum
borçlanması (s. 100, 142), tüp bebek erişiminin kolaylaştırılması (s. 100,
144), kaliteli kreş ve gündüz bakım evleri ve teşvikleri (s. 113, 100)22,
doğuma bağlı izin ve hakların güçlendirilmesi için ilgili kanunlarda
değişikliklerin yapılması (s. 102), ilk çocuktan itibaren sırası ile 300, 400 ve
600 TL doğum hediyesinin verilmesi (s. 102) ve yine sırası ile 1., 2. ve 3.
çocuklarda 2, 4 ve 6 ay süreyle yarı zamanlı/tam ücretli çalışma hakkı (s.
113), eşi vefat etmiş kadına sosyal yardım (s. 106), kadınların sağlık
hizmetlerine kolay erişimi için ev ziyareti sistemi (s. 112), ev hanımına isteğe
bağlı sigorta (s. 141), evde çocuk bakım hizmetleri yoluyla kayıtlı kadın
istihdamının desteklenmesi (s. 146) türünden uygulamalar ve vaatler
üzerinden pekiştirilmekte ve ilerletilmektedir.
Kadını “anne-karı-ev hanımı” ekseninde algılayan AKP‟nin, aile ve
evlilik konusundaki bakışı da kadının bu konumunu pekiştirmektedir. Her
şeyden önce parti, Türkiye‟de istikrarlı olarak artan kadına yönelik şiddet
konusunu bildirgesinde işlerken bu konuda önemli adımlar olarak iktidarı
döneminde İstanbul Sözleşmesi‟ni23 imzaladığını ve Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u çıkardığını belirtmektedir.
Kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan ve AKP tarafından da bildirgede böyle
kullanımı tercih edilen sözleşmenin tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile
İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi
Sözleşmesi‟dir. Sözleşme sadece kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle
mücadele etmemekte, aynı zamanda kadın-erkek eşitliği ilkesinin hayata
geçirilmesini amaçlamaktadır. Ve bunu yaparken de genel yönelimi ile tutarlı
şekilde kadınları medeni durumlarına göre değil, şiddete uğrama
gerçekliklerine göre değerlendirmekte ve korumayı hedeflemektedir.
Sözleşme, şiddete uğramış kişilerin haklarını korumaya yönelik önlemler
alırken cinsel kimlik ve cinsel yönelim de dahil olmak üzere hiçbir ayrımcılık
yapılmamasını öngörmektedir. Sözleşmeyi imzalayıp onaylayan devletler,
öncelikle kadına yönelik her türlü şiddeti önlemek ve bununla mücadele
etmek için devlet çapında politikaların belirlenmesi ve uygulaması olmak
üzere sorumluluklar üstlenmiştir. Sözleşme devletlere yüklenen bu
sorumlulukları bütünler biçimde veri toplama ve araştırma yapılmasını
22
Kreş ve gündüz bakım evleri daima kadın/anne ile birlikte anılmaktadır. Erkek/baba
ile değil.
23
İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011‟de İstanbul‟da imzalandığı için sözleşme kısaca
bu ad ile anılmaktadır. Türkiye sözleşmeyi 25 Kasım 2011‟de TBMM‟de onaylamıştır.
Sözleşme yeterli sayıda imzacı ülkenin imzalaması ile 1 Ağustos 2014‟te yürürlüğe
girmiştir.
Bu
konuda
bkz.
www.kadinininsanhaklari.org,
www.sendika7.org,
01.08.2014.
85
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
desteklemeyi de amaçlamaktadır24. Bu anlamda kadın-erkek eşitliğini tesis
etmek, her türlü ayrımcılığı kaldırmak ve kadına yönelen şiddeti durdurmak
açısından sözleşmenin Türkiye tarafından imzalanması önemli bir adım
olmakla birlikte, sözleşmenin temel hedefleri daha en baştan sözleşmenin iç
hukukun bir parçası haline getirilmesi sürecinde ortadan kaldırılmıştır. Çünkü
sözleşmeyi iç hukuka taşıyan ilgili kanun Ailenin Korunması ve Kadına Karşı
Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun adını taşımaktadır. Yasa içerik itibariyle
kadını kadın olarak korumakla birlikte, adında önceliği aileye vererek, kadının
şiddete karşı korunmasını ailenin korunması şartına bağlayan bir genel bakış
açısı ortaya koymaktadır. Bu anlamda yasanın evli olan-olmayan kadın
ayrımını ortadan kaldırması, şiddete uğrayan kadının başvuru yapacağı
makamları açıkça tarif etmesi, şiddet önleme merkezlerinin açılmasını karara
bağlaması vb. gibi olumlu yönleri mevcuttur25. Ancak bir yasa tasarısı olarak
Meclis‟e getirilmiş olması26 ve adının seçilme biçimindeki tercih dikkate
alındığında, yurttaş kadını ve bu bağlamda bireyi ve birey haklarını
ikincilleştirdiği rahatlıkla söylenebilir.
Kaldı ki, yasaya yansıtılan bu bakış açısı yasadan bir yıl önce, 2011
yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı‟nın kaldırılması ve yerine
kurulan yeni bakanlığın adının Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak
belirlenmesi ile de bir süreklilik arz etmektedir. Bu hali ile gerek yasanın
gerekse yasanın öncelikle takipçisi olacak bakanlığın isimlerine ilişkin tercihin,
AKP‟nin öncelikli hedefinin İstanbul Sözleşmesi‟nin işaret ettiği kadın-erkek
eşitliğini tesis etmek ve her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmakla değil, şiddeti
önlemeye dönük bir yasal zemin oluşturmakla ilgili olduğu saptanabilir.
Üstelik eldeki veriler dikkate alındığında bu durumun da şüpheli olduğu
görülecektir. Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı tarafından hazırlanan izleme
raporunda, Yasa‟nın çıkarılmasından sonraki süreçte kadına yönelik şiddetin
düzeyinde herhangi bir değişiklik olmadığı ve yaşanan şiddet vakaları
karşısında da kanunun oluşturmaya çalıştığı zeminin AKP Hükümeti tarafından
devlet kurumları düzeyinde yaratılamadığı görülmektedir (6284 Sayılı Kanun
Uygulamaları İzleme Raporu, 2014)27. Yasanın „aileci‟ bakış açısı, bildirgede
24
Sözleşmenin taraf ülkelere yüklediği veri toplama sorumluluğu ile ilgili AKP Hükümeti
2011‟den beri devlet kurumları düzeyinde herhangi bir çalışma yapmamış olmakla
birlikte, 2015 Seçim Bildirgesi‟nin 113. sayfasında şiddet istatistiklerinin tutulacağını
belirtilmektedir. Bu konuda bugüne kadar Türkiye‟de yapılan en kapsamlı ve devlet
düzeyinde yapılan tek çalışma 2008 yılında bakanlık bünyesindeki Kadının Statüsü
Genel Müdürlüğü‟nce yürütülen Türkiye‟de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması‟dır
(Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, 2009).
25
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun‟un
getirdiği olumlu değişiklikler ve içerdiği eksiklikler ile ilgili olarak bkz. Moroğlu, tarihsiz;
Şener, 2012; Özbilen-Arslan, 2012.
26
Kanun‟un Meclis‟e getiriliş ve görüşülme sürecinin ayrıntısı için bkz.
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss181.pdf
27
15 Nisan 2013-15 Nisan 2014 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde Şiddet Önleme
ve İzleme Merkezilerinin sayılarının sembolik olmasından saat 17:00‟den sonra uzman
olmaması nedeniyle sığınan kadınların geri çevrilmesine, uzman psikolog yokluğundan
binaların engelliler için uygun olmadığına, mesleki eğitim ve sağlık desteklerinin
sağlanmamasından şiddete uğrayan kadınların başvurularının kovuşturmaya yer
86
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
yer verilen aile eğitim programları, evlilik öncesi eğitim programları ve aile
destek programlarının uygulanmakta olduğuna ilişkin beyanlarla da (s. 97)
pekişmektedir. Bu anlamda “anne-karı-ev hanımı” ekseninde kurulan kadın
imgelemi aile ve evlilik konusundaki bakışla da tutarlı bir şekilde
çevrelenmektedir.
Seçim Bildirgesi‟nin genel kadın algısı anne-karı-ev hanımı ekseninde
olmakla birlikte bildirgenin kadını yurttaş-birey olarak gören maddeleri de yok
değildir. Bildirge bu doğrultuda Anayasa‟nın eşitliği düzenleyen 10.
maddesinde yapılan değişikliğe atfen kadın ve erkeğin eşit haklara sahip
olmasının anayasal hükme bağlandığını belirterek başlamaktadır (s. 23).
Ancak 2010 yılında AKP‟nin Meclis çoğunluğu sayesinde referanduma
götürdüğü Anayasa Değişiklik Paketi ile gerçekleşen ilgili düzenleme bir
yenilik olmaktan çok Anayasa‟nın ilgili maddesinde “cinsiyet ayrımcılığı
gözetmeksizin” ifadesi üzerinden zaten var olan kadın-erkek eşitliği ilkesini
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” ifadesini ekleyerek açıklığa
kavuşturmak olmuştur. İlgili maddedeki asıl yenilik “Devlet, bu eşitliğin
yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler
eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz”28 ifadesi ile devlete bu alanda
açık sorumluluk yüklendiği gibi, pozitif ayrımcılık konusunun da anayasal
hükme bağlanmış olmasıdır ki bu düzenleme yurttaş kadının konumunu her
alanda güçlendirmek açısından gerekli olan anayasal zemini netleştirmiştir.
Yine kadın-erkek eşitliği konusu ile ilgili olarak bildirgede yer verilen geçmiş
dönem uygulamalarına ilişkin Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟nun
kurulmuş olması, bu süreci destekler nitelikteki uygulama adımlarıdır29. Fakat
olmadığı gerekçesi ile konunun kapatılmasına, karakolda arabuluculuk girişimleri
sonrası şiddete uğrayan kadına şiddet uygulayan ile barıştığına dair belge
imzalatılmasından tedbir kararlarının çıkarılması için yalnızca ikametgahın bağlı olduğu
mahkemeye başvurmaya zorlanmasına, 12 yaşından büyük çocukları olan kadınların
sığınağa kabul edilmemesinden gizliliğin ihlaline, ilgili kamu personelinin kuralları
bilmemesinden özellikle adli mercilerin yasadan kaynaklı hakları uygulamaktan
kaçınmasına kadar yasanın çizdiği çerçevenin her aşamasının ihlal edildiği, kuralların
uygulanmadığı görülmektedir (6284 Sayılı Kanun Uygulamaları İzleme Raporu, 2014).
28
Anayasa‟nın eşitliği düzenleyen 10. maddesinin eski hali şöyleydi: “Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde
eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” (Türkiye Cumhuriyeti
Anayasaları, 1994: 75).
Yeni hali ise şu şekildedir:“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini
sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak
yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri
ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar” (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 2011: 5).
29
1 Kasım seçimleri sonrasında Meclis‟te komisyonların partilere göre üye dağılımları
yapılırken ve sözcüleri belirlenirken Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu‟na da 20 kadın ve 6
87
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
komisyon ile ilgili söylemin hemen arkasından kadın hakları ve bu anlamda
eşitlik örneği olarak sadece “başörtüsü serbestliği”ne yer verilmesi
göstermektedir ki AKP kadın-erkek eşitliği denildiğinde yalnız kadının
başörtüsü takabilme hakkını anlamaktadır. Çünkü bu ifade “kız öğrenciler,
kadın kamu çalışanları ile milletvekillerinin kıyafetlerine ilişkin kısıtlamaları
kaldırdık” söylemi eşliğinde aslında kadınların bir bölümünün eğitim,
memuriyete giriş ve milletvekilliğinin önünde bir engele dönüşmüş olan
başörtüsü engelini kaldırarak kadın-erkek eşitliğinin tesisi yönünde önemli bir
engelin kaldırılması anlamında pozitif bir adım olarak olumlanmaktadır. Bir
boyutu ile hâl böyle olmakla birlikte, bu söylem başörtüsünün engel olduğu
koşullarda başörtüsüz kadınların bakanlık, vekillik, üst düzey kamu
yöneticiliği konumlarında önlerinin neden açılmadığını açıklayamadığı gibi,
başörtüsü serbestliği koşullarında başörtülü kadınların bakan, vekil, üst düzey
kamu yöneticisi konumlarında neden bir artış yaşanmadığını, kadının bakanlık
düzeyinde neden istikrarlı olarak yalnız Aile Bakanlığı‟na sıkıştırıldığını da
açıklayamamaktadır30. O nedenle eşitlik önünde daha pek çok somut engel
bulunurken, kadın-erkek eşitliğinin yalnız başörtüsü serbestliği üzerinden
kurulması,
kadının
yurttaşlık
haklarının
ilerletilmesi
çerçevesinden
değerlendirilebilecek bir olgu değildir.
Bildirgede yer verilen kız çocuklarının okullaşma oranlarının
arttırılması (s. 77, 111), kadının işgücüne katılım oranının % 27.9‟dan %
30.3‟e çıkarılmış olması ve bu oranı % 38 düzeyine taşıma hedefi (s. 111,
192), erken evliliklerin önlenmesi için aileye yönelik eğitim hizmetlerinin
yaygınlığının ve etkinliğinin arttırılacağı vaadi31 (s. 112), kadın girişimciliğinin
erkek üyesi olmasına rağmen 18 oyla AKP milletvekili bir erkek sözcü seçilmiştir.
Komisyonun partilere göre üye dağılımı şöyledir: AKP 15, CHP 6, HDP 3, MHP 2
(www.sol.org.tr, 01.12.2015)
30
2 Kasım 2002‟den beri kurulan AKP Hükümetleri‟nde bugüne kadar kadınların temsil
düzeyi şöyledir: 58. Hükümet: 1 kadın bakan (Güldal Akşit-Turizm Bakanı), 59.
Hükümet: 1 kadın bakan (Önce Güldal Akşit, sonra Nimet Çubukçu- Kadın ve Aileden
Sorumlu Devlet Bakanı), 60. Hükümet: 2 kadın bakan (Önce Nimet Çubukçu, sonra
Selma Aliye Kavaf-Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı; Önce Hüseyin Çelik, sonra
Nimet Çubukçu-Milli Eğitim Bakanı), 61. Hükümet: 1 kadın bakan (Önce Fatma Şahin,
sonra Ayşenur İslam- Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı), 62. Hükümet: 1 bakan
(Ayşenur İslam-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı), 63. Seçim Hükümeti: 2 bakan (Ayşen
Gürcan-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı; Beril Dedeoğlu-Avrupa Birliği Bakanı), 64.
Hükümet: 2 bakan (Sema Ramazanoğlu-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı; Fatma SarıÇevre ve Şehircilik Bakanı). Hükümetlerdeki bakanlıkların dağılımı için bkz.
www.wikipedia.org.
31
Erken evlilik ya da çokça „çocuk gelin‟ olarak ifade edilen evliliğe ilişkin Türkiye
verileri farklı kurumlar tarafından ve farklı kapsamlar dahilinde yapıldığı için birbiri ile
tutarsız, yıllar itibariyle düzensiz olmamakla birlikte elde kimi veriler mevcuttur. Burcu
vd.‟nın 2015 tarihli çalışmalarında eldeki veriler şu şekilde aktarılmıştır: “UNICEF‟in
(2014) verilerine göre Türkiye‟de 18 yaş altında evlilik yapan kadınların oranı %14‟tür.
Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan aile yapısı araştırmaları- nın (2006, 2011)
verilerine bakıldığında, 2006 araştırmasında 18 yaşın altındaki kız çocuklarının evlilik
oranı %31.7 iken, bu oran 2011 araştırmasında %29.2‟dir. Aile yapısı araştırmaları
verilerine göre, Türkiye‟de 18 yaşın altındaki evlilikler daha çok kırda gerçekleşmekte
ve bu oran Türkiye‟nin doğusuna doğru gittikçe daha da yoğunluk göstermektedir.
88
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
arttırılması için önlemler ve teşviklere ilişkin vaatler (s. 113, 137), kadının
dışlandığı meslek alanlarında pozitif ayrımcılığın uygulanacağı vaadi (s. 110),
kadınların bireysel ve toplumsal olarak daha da güçlenmeleri, daha kaliteli
eğitim olanaklarına sahip olmaları, karar alma mekanizmalarındaki
etkinliklerinin artırılması, işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılarak
istihdamlarının artırılması, sosyal güvencelerinin sağlanması ve kadın
girişimci sayısının artırılmasının temel hedefler olarak ifade edilmesi (s. 112),
yurttaş kadının toplumdaki ve devlet düzeyindeki konumunu güçlendirmeye
dönük olumlu vaatler olmakla birlikte, AKP‟nin geride kalan 13 yıllık aralıksız
iktidarında vaat olarak sıraladığı bu başlıklarda eğitim32-ki eğitimde nitelik
sorunu, eğitimin geneli için ayrı bir tartışma konusudur-, hariç ciddi
ilerlemeler kaydetmediği gerçeği ile düşünülürse, yurttaş kadının konumunun
güçlendirileceğine dair çok umutvar olmak da mümkün görünmemektedir.
Çünkü 2003‟te kadın girişimci oranı % 12.0 iken bu oran 2012‟de ancak %
14.9‟a çıkarılabilmiş (Keskin, 2014: 82), kamuda üst düzey yönetici oranı
2011‟de % 9.2 iken 2014‟te 9.4‟e çıkarılabilmiş (TÜİK, 2013: 131; TÜİK,
05.03.2015), kabinede temsil edilme oranları 58. Hükümet‟te % 4 iken (25
üye içinde 1) 64. Hükümet‟te % 7.4‟e (27 üye içerisinde 2)33 çıkarılabilmiş,
18 yaş altı evlilik (erken evlilik) oranları da erkeklerde 2006‟da % 6.5 iken
2011‟de % 5.8‟e indirilirken kadınlarda sırası ile % 31.2‟den % 28‟e
indirilebilmiştir (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2014: 122).
Sonuç olarak, AKP Seçim Bildirgesi sadece seçime girecek bir partinin
vaatleri olarak değil, aynı zamanda geride kalan aralıksız 13 yıllık iktidar
sahipliğinin uygulamaları üzerinden de değerlendirildiğinde ve bu anlamda
vaat-uygulama dengesi üzerinden bakıldığında, partinin kadını devlet
karşısında erkekle eşit haklara sahip bir yurttaş, iş/istihdam alanında erkekle
eşit haklara sahip bir birey, aile içerisinde de aileye ve çocuklara ilişkin
sorumlulukları erkekle eşit paylaşan ve eşit karar alma hakkı olan bir aile
Ayrıca 2011 yılındaki aile yapısı araştırmasında eğitim düzeyi yükseldikçe evlenme
yaşının da yükseldiği belirtilmiştir. Türkiye‟de konuyla ilgili istatistiki verilere ulaşılacak
diğer bir araştırma çalışma da Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması‟dır. Bu araştırma 2549 yaşlarındaki kadınların, %25‟inin 18 yaşından önce, %5‟inin de 15 yaşından önce
evlendiklerini ortaya koymuştur. Araştırmada Türkiye‟de kadınların ortalama evlenme
yaşının 20.8 olduğu tespit edilmiştir” (Burcu vd, 2015: 70). Diğer taraftan 2012 tarihli
bir başka çalışma olan ve 2008 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verisi kullanılarak
lojistik regresyon analizi yöntemiyle yapılan bir incelmenin sonucuna göre her 10
kadından 3‟ünün çocuk gelin olduğu tespit edilmiştir (Yüksel Kaptanoğlu & Ergöçmen,
2012: 129).
32
AKP‟nin iktidara geldiği 2002-2003 eğitim öğretim yılında ilköğretim (8 yıl),
ortaöğretim (3 yıl) ve yükseköğretim düzeylerindeki okullaşma oranları erkeklerde ve
kızlarda sırası ile % 94.49 ve % 87.34; % 55.72 ve % 45.16; % 15.73 ve % 13.53
iken bu oranlar 2014-2015 eğitim öğretim yılında ilkokul (4 yıl), ortaokul (4 yıl), lise (4
yıl) ve yükseköğretim düzeylerinde sırası ile % 96.04 ve % 96.57; % 94.39 ve %
94.30; % 79.46 ve % 79.26; % 37 ve % 41.1‟e yükselmiştir (MEB Örgün Eğitim
İstatistikleri, 2015).
33
İlgili veriler söz konusu hükümetlerin üye sayıları üzerinden kadın üye sayısına
oranlanarak hesaplanmıştır.
89
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
bireyi olarak görmediği açıktır34. Genel algı düzeyinde AKP, kadını “anne-karıev hanımı” üçgenine hapsetmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kadın Algısı
2008 tarihli Çağdaş Türkiye İçin Değişim başlığını taşıyan
programında ideolojisinin üç ana kaynağı olarak Atatürk‟ün modernleşme
devrimi ve Altı Ok, sosyal demokrasinin evrensel kuralları ile Anadolu ve
Trakya‟nın tarihsel ve felsefi birikimine işaret eden Cumhuriyet Halk Partisi,
kendisini bir sosyal demokrat parti olarak tanımlamaktadır (CHP, 2008: 2324). Bu kapsamda da parti programını şekillendirirken bu üç ana bileşenden
oluşan ideolojisine uygun olarak kendisine “kadını erkeği her alanda eşit bir
Türkiye hedefi” belirlemektedir (CHP, 2008: 52). Belirtilen bu hedefi
belirlerken “kadını özgürleştirmek, çevre baskısından ve feodal yapının
etkisinden kurtarmak, sosyolojik kökenden kaynaklanan sıkıntıları gidermek”
amacından hareket eden parti, “kadınlara her alanda fırsat eşitliğini, çağdaş
laik demokratik Cumhuriyet‟in var olma koşulu olarak” ve “kadın sorununu bir
demokrasi, insan hakları ve eğitim sorunu” olarak tespit etmekte ve bu
çerçeveden hareketle de programında eğitimden istihdama, yönetime
katılımdan aile içi konumlanışa kadar her alanda kadın-erkek eşitliğini tesis
edecek düzenlemeler setine yer vermektedir (CHP, 2008: 52 vd.). Bu nedenle
parti programı düzeyinde ele alındığında CHP, kadın-erkek eşitliğini
Cumhuriyet‟in olmazsa olmazı olarak belirtirken kadını erkekle eşit anayasal
ve yasal haklara sahip Cumhuriyet‟in varlık nedeni bir yurttaş olarak
gördüğünü ortaya koymaktadır.
Partinin program düzeyindeki bu anlayışı Önce İnsan, Önce Birlik,
Önce Türkiye başlıklı 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi‟ne de aynen yansımıştır.
Giriş, sunuş gibi kısımların dışında 210 sayfalık bir uzunluğa sahip olan
bildirgede “Güçlü Kadın, Güçlü Toplum ve Güçlü Kadın, Güçlü Çocuk”
başlıkları altında kadına yaklaşık beş (5) sayfalık bir yer ayrılmakla birlikte,
bunun dışında bildirgenin demokrasi, özgürlük, eğitim, istihdam-girişimcilik,
dış politika, aile, sivil toplum, kalkınma, ekonomi, yönetim gibi tüm
başlıklarının da partinin kadın-erkek eşitliği anlayışı uyarınca yurttaş kadın ve
kadın hakları çerçevesinden yazıldığı görülmektedir. Bu bağlamda CHP‟nin
yurttaşlık kavrayışı önemlidir. Çünkü parti seçim bildirgesinde diğer üç
partiden farklı olarak özel olarak yurttaşlıktan ne anladığını belirtmiş
konumdadır. CHP “yurttaşlığı sembolik bir hukuki statü olarak değil, bireyleri
demokratik dönüşüm ve dayanışma gücüne kavuşturan bir siyasi fırsat” ve
“barışçı ve demokratik bir gelecek için dayanışmayı seçen insanların
demokratik yönetim iradesine sahip olması olarak tanımlamaktadır” (s. 27).
Yurttaşlığı “barışçı ve demokratik bir gelecek için dayanışmayı seçen
insanların demokratik yönetim iradesi” olarak değerlendiren bu anlayışın
34
Seçim bildirgesinde annelik görevine karşılık babalık görevi ve konumuna yalnız
babalık izni bağlamında yer verilmektedir (s. 97, 137) . Çocuğa ilişkin diğer tüm
düzenlemeler ise anne/annelik ile birlikte ele alınmaktadır.
90
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
uzantısı olarak da parti seçim bildirgesinde diğer toplumsal gruplarla birlikte
“birinci sınıf demokrasiyi kadın haklarını, kadınlar ile beraber savunarak
getireceğini” (s. 21) belirtirken, önceliği olarak belirlediği “Özgürlükler
Cumhuriyeti”ni kurmak için de diğer tüm kırılgan kesimlerle birlikte “kadının
her türlü baskıcı ve ataerkil güç odaklarına karşı savunulması gerekliliği”ni
vurgulamaktadır (s. 27). Bu anlamda CHP seçim bildirgesinde kadını,
demokrasinin asli unsuru, anayasal ve yasal düzeyde korunması gereken
haklara sahip bir yurttaş olarak görmektedir.
CHP‟nin kadını yurttaş, yurttaşı da demokrasinin asli öznesi olarak
değerlendiren bu bakışı, bildirgenin ilerleyen bölümlerindeki tespitler ve
sorunların çözümüne ilişkin vaatler ile de bütünlenmektedir. Bu kapsamda
CHP‟nin kadına ilişkin yurttaşlık ve kadınlığı ön plana alan bakış açısı,
bildirgede yer verilen “eşit temsil, eşitlikçi yasalar” için (s. 103) “kadın-erkek
eşitliğini yaşamın tüm alanlarında sağlamak için gereken yasal düzenlemeleri
yapacağız” (s. 45)35, “Kadın-Erkek Eşitliği Genel Müdürlüğü kuracağız”,
“TBMM‟deki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟nu, Kadın-Erkek Eşitlik
Komisyonu olarak değiştireceğiz”, “bu Komisyonu asli komisyon haline
getirerek, tüm yasaların eşitlik açısından gözden geçirilmesini sağlayacağız”,
“toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bütçelemeyi, hem yerel yönetimlerde hem
de genel bütçede zorunlu hale getireceğiz” (s. 103) 36, “kadınların yönetim
kademelerinde daha geniş yer almaları için kamuda cinsiyet kotası, özel
sektörde ise teşvik uygulamaları getireceğiz (s. 101), “Hâkimler Yüksek
Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimlerinde kadınların temsilini artırmak
için cinsiyet kotası getireceğiz” (s. 39), “her düzeyde eşit katılım” (s. 103)
için “kadın örgütlerini ulusal ve yerel düzeyde karar alma süreçlerine dahil
edeceğiz” (s. 45), “mahalli düzeyde kadın komisyonları kuracağız. Mahalli
kadın komisyonlarına, belediye meclisi toplantılarına katılma hakkı
tanıyacağız”,
“kent
konseyleri
kadın
meclislerini
yaygınlaştırıp
güçlendireceğiz”, “kadınların sendikalara ve sivil toplum kuruluşlarına
katılımını ve bu kuruluşların yönetimindeki etkinliklerini artırmak için teşvik
uygulamaları getireceğiz” (s. 103), “ayrımcılıkla mücadele” için (s. 94)
“ücretlerin belirlenmesinde cinsiyetçi ve kimlikçi yaklaşımlarla ve tüm diğer
ayırımcılıklarla mücadele edeceğiz”, “kadın istihdamını teşvik edeceğiz”,
35
CHP, bildirgesinin ilerleyen bölümlerinde bir ülkenin dünyada saygın bir yerinin
olması için kadın erkek eşitliğinin toplumun en temel değeri haline gelmesi gerektiğine
vurgu yapmaktadır. Bu anlamda parti, dünya ülkeleri arasında Türkiye‟nin konumunun
yükseltilmesi açısından da kadın-erkek eşitliğini olmazsa olmaz olarak görmekte ve
bunun için de kadının hem eğitim oranını hem de işgücüne katılım oranını arttırmayı
temel sorumluluğu olarak görmektedir (s. 221-222). Yine parti Türkiye‟yi bölgesinde
“kadın eşitliğine önem veren bir ilham kaynağı” haline getirmeyi vaat ederken ve
“dünyada kadın haklarını savunan bir düzenin kurulmasını destekleme” sözü
vermektedir (s. 204, 203).
36
Bu ifade bildirgede “toplumsal cinsiyete dayalı bütçeleme” olarak geçmektedir. Ancak
bildirgenin bütünündeki kadın-erkek eşitliğini sağlama hedefi ve bu bağlamda her
alanda toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile mücadele hedefi dikkate alındığında burada bir
yazım yanlışı olduğu sonucuna ulaşmak doğru olacaktır. Bildirgenin bu genel anlayışı
doğrultusunda bu kısım toplumsal cinsiyet eşitliği olarak dikkate alınmıştır.
91
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
“kadınların bakım yükümlülüğünü azaltacağız” (s. 94), “ekonomik bağımsızlık
için, kadınlara daha fazla ekonomik destek, çalışma yaşamında kadınlara
öncelik ve kadına yönelik ayrımcılıkla mücadele” (s. 100-101) için “„Kadın
İstihdamlı Büyüme Modeli‟ ile kadınların güvenceli ve nitelikli işlerde
çalışmasını
sağlayacağız”,
“kadınlardan
sorumlu
olacak
bakanlığın
çalışanlarının %70‟inin kadınlardan oluşmasını sağlayacağız”, “kadınların iş
gücüne katılımını kısa vade %40‟a, uzun vadede %60‟a çıkaracağız”,
“kadınlara yönelik mesleki eğitim kurslarını iş gücü ihtiyacı ve bireylerin
becerilerini merkeze alarak düzenleyeceğiz” (s. 100), “çalışma hayatında
kadınların önündeki engelleri kaldıracak tedbirler alınarak iş gücüne katılımı
artıracağız” (s. 50, 51, 54), “İş Yasası‟nda kadınlara yönelik doğrudan ve
dolaylı ayrımcılığı net olarak tanımlayacak, etkin yaptırımlar yoluyla
ayrımcılıkla mücadele edeceğiz”, “sözel, fiziksel ve psikolojik taciz ve
„mobbing‟ kavramlarını İş Yasası‟na ekleyeceğiz”, “kadınların yönetim
kademelerinde daha geniş yer almaları için kamuda cinsiyet kotası, özel
sektörde ise teşvik uygulamaları getireceğiz”, “kadınların dışlandığı iş
alanlarında mesleki eğitimde pozitif ayrımcılık uygulayacağız, bu alanlarda
istihdam kotaları ve vergi indirimleri getireceğiz”, “kadınların çalışma
yaşamına katılmasının önündeki engellerden biri olan ulaşım ve güvenlik
sorunlarını çözeceğiz”37, “„eşit işe eşit ücret‟ anlayışıyla hareket edecek;
kadınların, emeğinin karşılığını eksiksiz şekilde almasını sağlayacağız” (s.
101), “kadın girişimcilere verilen şirket kredilerine özel teşvikler sağlayacağız”
(s. 56)38, “kamu alımlarında, kamu ihale mevzuatını gözeterek, tedarik
bütçelerinin % 15‟inin kadın girişimciler ve genç girişimcilerin kurduğu
firmalardan yapılacak alımlar için kullanılması yönünde düzenlemeler
yapacağız” (s. 57), “kamu hizmetlerinde kadın, genç ve engelli
yurttaşlarımızın istihdam edilme olanaklarını artıracağız” (s. 64) 39, “kadın
işsizlere yeni beceriler kazandıracak kısa süreli eğitim programları
uygulayacağız” (s. 98)40, “eğitim kadın erkek eşitliğinin en önemli aracı
37
“CHP‟nin ana hedefi Türkiye‟yi yurttaşlarımızın ve özellikle kadınların başta evleri ve
yaşadıkları köy ve mahalle olmak üzerinde yurdun her köşesinde kendilerini güvende
hissedecekleri bir ülke haline getirmek olacaktır” (s. 121).
38
Bu kapsamdaki teşvikler, krediler bildirgede şu şekilde yer almaktadır: “Kadınların
hâkim ortak olduğu şirketlere verilen KOBİ desteklerinde hibe oranını % 50‟den %
67‟ye çıkaracağız. Yeni iş kuracak kadın girişimcilere faturalı harcamaları karşılığında
33 bin TL‟si avans olmak üzere 88 bin TL hibe ödeyeceğiz. Hâkim ortağı kadın olan
KOBİ‟lerin işlerini büyütmek için kullanacakları kredilerde faizin % 33‟lük bölümünü
Kredi Garanti Fonu‟na ödeteceğiz. Bireysel Emeklilik Sigortası‟nda devletin katkısını
kadınlar için % 33‟e çıkaracağız. En az % 33 kadın istihdam eden şirketlere kurumlar
vergisinde indirim uygulayacağız. BİST‟e kayıtlı şirketlerin yönetim ve danışma
kurullarındaki kadın oranını kota uygulaması ile kademeli olarak % 33‟e çıkaracağız.
Kadın kooperatiflerini destekleyecek ve çeşitlendireceğiz” (s. 100).
39
“Tam gün eğitim çerçevesinde tüm öğrencilere sunulacak sıcak öğle yemeği projesini
kadın istihdamı ve yerel tarımsal girdilerin kullanılmasını önceleyerek kooperatifler
eliyle hayata geçireceğiz” (s. 72).
40
“İŞKUR ile Mesleki Yeterlilik Kurumu iş birliği içerisinde, vasıfsız bırakılmış lise
mezunu isçilere beceri kazandırmaya dönük uzun vadeli bir eğitim programı
uygulayacağız. Programı bitirdikten sonra yeni işe giren kadınlar ve 18-29 yaş
92
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
olacaktır” (s. 117) ve “eğitimde eşit fırsat” için (s. 102) “kız çocuklarının
örgün eğitim içinde kalmasını ve bir yıl okul öncesi eğitim dahil olmak üzere
13 yıllık zorunlu eğitimi eşit koşullarda tamamlamasını sağlayacağız”, “parasız
yatılı okullarda ve üniversite yurtlarında, kontenjanları cinsiyet ayrımcılığını
ortadan kaldıracak şekilde düzenleyeceğiz”, “eğitim sisteminde kadınların
toplumsal cinsiyet rollerine göre değil, bireysel beceri ve isteklerine göre
yönlendirilmelerini sağlayacağız”, “eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış
her kadına, eğitimini tamamlaması için fırsat tanıyacağız”41, “toplumsal
cinsiyet ayrımcılığına yol açan söylemleri eğitim müfredatından kaldıracağız”
(s. 102, 132, 134) biçimindeki vaatlerle bütünlenmektedir.
Söz konusu vaatlere ek olarak CHP kadını toplumda ve ailede
güçlendirmek için aile, sosyal yardımlar ve şiddet konularına da kadın
öncelikli bir bakış açısı üzerinden yaklaşmaktadır. Bu çerçevede “demokratik
aile anlayışını” (s. 102) temel alan parti, kadını toplumda ve ailede hem
ekonomik açıdan hem de söz ve karar hakkı açısından güçlendirme (s. 88,
89) amacı doğrultusunda “Aile Sigortası desteklerini kadınlara yapma” ve
“çocuk desteklerinin sürdürülmesini, kız çocuklarının okula gönderilmesi
şartına bağlamakta”dır (s. 92). Yine bu kapsamda kadınların aile içindeki
bakım yüklerinin azaltılması için bakım hizmetlerinin kurumsal, ücretsiz ve
nitelikli olmasının sağlanması, bakım hizmeti verenlerin sosyal güvenlik
kapsamına alınması, tarım sektörü, ev hizmetleri, evden çalışma gibi ağırlıklı
olarak kadınların çalıştığı alanların kayıtlı hale getirmesi, bu alanlarda
sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, kadının işgücünden
kopmaması
için
ebeveyn
izninin
yaygınlaştırılması,
kreş
açma
yükümlülüğünün yalnız kadınları değil tüm çalışanları temel alacak şekilde
düzenlenmesi de partinin düzenlemeleri arasındadır (s. 101). Özellikle kız
çocuklarının erken yaşta evliliğinin önüne geçme (s. 110)42 yönündeki vaat de
kadını ailede ve toplumda güçlendirmenin önemli bir adımı olarak yukarıdaki
diğer vaatleri bütünlemektedir.
CHP‟nin kadın yurttaşı merkezine alan bakış açısında son olarak
değinilmesi gereken nokta kadına yönelik şiddet konusudur. Bu kapsamda
parti şiddetin kaynağı olarak gördüğü “baskıcı ataerkil anlayışla kararlılıkla
mücadele edeceğini”,“kadına yönelik şiddete karşı „sıfır tolerans‟ anlayışıyla
hareket edeceğini” ve “kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesine son
vermek için gereken tüm önlemleri alacağını” belirtmektedir (s. 45). Söz
konusu genel kabulün hayata geçirilmesi için partinin öneri-vaatleri de şunları
kapsamaktadır: “İstanbul Sözleşmesi‟nin tam olarak uygulanmasını
sağlayacağız”, “kadınlara yönelik şiddeti ağır suçlar kapsamına alacak şekilde
Türk Ceza Kanunu‟nda gerekli değişiklikleri yapacağız”, “demokratik aile
arasındaki erkekler için 4 yıl boyunca; 29 yaş üzeri erkekler için 3 yıl boyunca sigorta
işveren primlerinin kamu tarafından desteklenmesini sağlayacağız” (s. 65).
41
“Eğitimini yarıda bırakan iki milyondan fazla genç kızın telafi eğitimi ve uzaktan
eğitim programları ile eğitimlerini tamamlamalarını sağlayacağız” (s. 104).
42
CHP sadece yurttaşların değil aynı zamanda sığınmacı konumda olan Suriyeliler‟de de
yaygın olan çocuk evliliklerinin önüne geçeceğini belirtmektedir (s. 207).
93
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
anlayışının yerleşmesi için toplumsal bilinçlendirme çalışmaları başlatacağız”,
“şiddete maruz kalan kadınları, hakları konusunda bilgilendirmek amacıyla
geniş çaplı kampanyalar yürüteceğiz”, “mağdurlarla ilgilenen kamu
görevlilerinin, kadınlara yönelik şiddet konusundaki tutum ve davranışlarını
iyileştirmek
için
eğitimler
düzenleyeceğiz.
Bu
alandaki
denetim
mekanizmalarını geliştireceğiz”, “kadınlara yönelik şiddetle mücadele için
yerel ve ulusal bütçelerden yeterli ödenek ayıracağız”, “şiddet mağdurlarının,
öncelikle güvenliğini garanti altına alacağız”, “mağdurların acilen ve maddi
yük altına girmeden güvenli bir ortama kavuşmaları için gereken idari ve mali
yapıyı oluşturacağız”, “sığınma evlerinin sayısını ve niteliğini artıracağız,
sığınma evlerinin, şiddete uğrayan kadınların normal hayata geçişlerindeki
işlevini geliştirecek, AB standartları düzeyine gelmesini sağlayacağız”,
“karakollar ve aile mahkemelerinde aile içi şiddet birimleri oluşturacağız. Bu
birimlerde görev yapacak personelin eğitimli ve donanımlı olmasını
sağlayacağız”, “şiddet mağduru kadınlara, barolarla iş birliği içinde, 7 gün 24
saat hukuki destek verilmesini sağlayacağız” (s. 102, 103).
Kadını yurttaş olarak yönetime katılımdan istihdama, eğitimden
sağlığa43 ve spora44 kadar tüm alanlardaki hakları ve imkânsızlıklarını
giderme boyutundan ele alan CHP, kadının anne yönünü de bildirgesinde ele
almıştır. Bu kapsamda seçim bildirgesinde “her annenin ihtiyacı olan
vitaminlerin ücretsiz olarak sağlanması”, “anne, bebek ve çocuk ölüm
oranlarının hızla düşürülerek, bölgesel farklılıkların ortadan kaldırması”,
“doğum ve yeni doğan bakım hizmetleri başta olmak üzere, gerekli her türlü
hizmetin AB ülkeleri düzeyine getirilmesi”, “tüm yurttaşların bu hizmetlerden
eşit şekilde yararlanmasının sağlanması”, “bütün doğumların, her yerde
ücretsiz ve sağlık personeli yardımıyla, güven içerisinde gerçekleşmesinin
temin edilmesi”, “gebe, lohusa, bebek ve çocukların beslenme ve bebek bezi
gibi ihtiyaçları için Aile Sigortası Programı kapsamında yoksul ailelere destek
sağlanması, ücretsiz ilaç temin edilmesi”, “tüm büyük işletmelerde emzirme
odası ve birinci basamak sağlık hizmeti verebilecek ünitelerin olmasının
sağlanması” (s. 145, 146), “doğum borçlanması hakkının, doğum yaptıkları
dönemde sigortalı olmayan annelere de tanınması” (s. 100) türünden
düzenlemelerin yapılacağına ilişkin kadının annelik özelliğine seslenen
vaatlere yer verilmektedir. Ancak söz konusu vaatler “ailelerin istedikleri
sayıda çocuk sahibi olmasını destekleyeceğiz”, “aile planlamasına erişimin
önündeki engelleri kaldıracak, bu hizmetleri isteyen herkese ücretsiz
sunacağız”, “doğum aralıklarının anne ve çocuk sağlığı açısından risk
yaratmayacak düzeye getirilmesi için önlemler alacağız”, “özellikle kırsal
bölgelerde ve kentlerdeki yoksul semtlerde yurttaşlarımızın cinsel sağlık ile
lohusa ve bebek sağlığı konularında bilinçlendirilmesi için çalışmalar
yürüteceğiz” (s. 145) biçimindeki aile planlaması, ailelerin devletin ya da
hükümetlerin istediği kadar değil kendi istedikleri kadar çocuk yapmalarının
desteklenmesi ile ilintili düzenlemeler ve kadının anne olurken çocuk
43
44
“Kadınlara yönelik sağlık taramalarına süreklilik kazandıracağız” (s. 145).
“Sporda kadın ve erkeklere fırsat eşitliği sağlayacağız” (s. 156).
94
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
konusundaki karar vericiliğinin yolunu açan, kadının sağlığını bebek ile birlikte
değerlendiren vaatlerle birlikte ele alındığında, CHP‟nin kadını eşitlikçi
olmayan bir aile düzeninde sadece anneliğe indirgeyen değil, demokratik bir
aile düzeninde kadını yurttaş, birey özellikleri temel olmak üzere annelik yanı
ile de birlikte değerlendiren ve anneliğe bağlı haklarını da bu kapsamda
güvence altına alan, iyileştiren bir yaklaşım sergilediği görülmektedir. Bu
kapsamda AKP 3 çocuğa kadar doğum borçlanması uygulaması ile kadını salt
anneliğe teşvik ederken, CHP‟nin çocuk sayısı belirtmeden uygulayacağını
söylediği doğum borçlanması, tıpkı Aile Sigortası desteklerini kadını ekonomik
açıdan güçlendirme hedefi doğrultusunda kadına verme uygulamasında
olduğu gibi, kadını ekonomik ve sosyal güvenlik açısından zorda bırakmadan
anneliğini yaşayabilir konuma getirmek açısından önemlidir.
Sonuç olarak CHP, seçim bildirgesinde kadını yurttaş olarak algılayıp
ona eşit yurttaşlığının önündeki engelleri kaldırmayı vaat ederken, yurttaş ve
kadın vasıflarını geri plana atmadan, demokratik bir aile yapısı içerisinde
ekonomik, sosyal güvenlik ve sağlık boyutlarından desteklenecek annelik
haklarını da garanti eden bir anlayış sergilemektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin Kadın Algısı
Parti programında kendisini tanımlarken “Türk milletinin milli ve
manevi değerler manzumesinin tamamını esas alarak siyaset yapan” ve
“milliyetçiliği hayatın her alanında, uygulanabilir bir siyasal yönetim projesi
olarak benimseyen” (MHP; 2009: 15) biçiminde ifadeler kullanan Milliyetçi
Hareket Partisi, parti ideolojisi olarak Türk Milliyetçiliği‟ni benimsediğini
programında ifade etmektedir. Bu milliyetçilik içerisinde de genel olarak
kadın-erkek
ayrımı
yapmadan
milleti
oluşturan
tüm
yurttaşlara
seslenmektedir. Bu bağlamda MHP, programında kadın konusunu çok ayrıntılı
olarak düzenlememekle birlikte, kadın başlığı altında kadını yurttaş birey
olarak gören bir anlayışa sahip olduğunu, “her türlü fiili ve hukuki ayrımcılığa
karşı oldukları” ve “kadınların saygınlıklarına gölge düşüren, temel hak ve
özgürlüklerini kısıtlayan, istismarlarına yol açarak, toplumda geri planda
kalmalarına sebep olan her türlü çağ dışı uygulamalara son verileceği”
türünden ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Diğer taraftan MHP de programında
tıpkı AKP gibi aileyi toplumun temeli olarak gördüğünü belirtmektedir (MHP;
2009: 106). Ancak bildirgesinde “Aile, Kadın ve Çocuk” başlıklı bölümünün
genel bakış açısı dikkate alındığında, MHP‟nin aile anlayışının, AKP‟nin
muhafazakâr bakış açısı gibi kadını aile içinde tamamen anne ve eş olarak
eriten bir içeriğe sahip olmadığı görülmekle birlikte, yine de kadına aile-millet
ilişkisi üzerinde annelik kapsamında özel bir rol biçildiği aşikârdır.
MHP, partinin bu genel ideolojik konumlanışı ve onun içerisine yurttaş
birey olarak konumlandırdığı kadın algısını 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri için
açıklamış olduğu Huzurlu ve Güvenli Gelecek başlıklı seçim bildirgesine de
tutarlı bir şekilde taşımıştır. Sunuş dışında 250 sayfalık bir uzunluğa sahip
olan bildirge de tıpkı MHP programı gibi kadına oldukça sınır bir yer ayırmıştır.
95
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
“Aile, Kadın ve Çocuk” bölümü içerisinde kadına yalnız iki (2) sayfalık yer
ayrılmış, bunun dışında “Ülkenin Geleceği, Adalet, Çalışma Hayatı” gibi kimi
bölümlerde yeri geldikçe kadın ve annelere ilişkin de düzenlemelere yer
verilmiştir. Bu anlamda kadın konusu bildirgede de ayrıntılı olarak
düzenlenmemekle birlikte, bildirgenin genel bakış açısında kadına biçilen
genel kimlik dikkate alındığında MHP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade
edilmesi gereken şey partinin kadını, her şeyden önce yurttaş ve kadın olarak
algıladığı ve konumlandırdığı yönündedir. Bildirgede söz konusu anlayış
kendisini öncelikle şu ifade ile açıklıkla ortaya koymaktadır: “Toplumsal
cinsiyet eşitliği politikalara yerleştirilecek, politika süreçlerinin tüm
evrelerinde ve düzeylerinde erkeklerle kadınlar arasındaki eşitlik prensibi
dikkate alınacaktır” (s. 197).
Kadın-erkek eşitliğine ilişkin olarak partinin genel tavrını yansıtan bu
anlayış, ilerleyen kısımlardaki kadının toplumsal konumunu yönetim/temsil,
eğitim, çalışma ve aile hayatı boyutlarından da güçlendirmeyi ve
desteklemeyi hedefleyen vaatler ile bütünlenmektedir. Bu doğrultuda MHP‟nin
kadına ilişkin yurttaşlık ve kadınlığı ön plana alan bakış açısı, bildirgede yer
verilen “partimiz kadınlara karşı her türlü fiilî ve hukukî ayrımcılığa ve kadın
istismarına karşı durmaktadır” (s. 69, 197), “kadınların saygınlıklarına gölge
düşüren, temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, istismarlarına yol açarak
toplumda geri planda kalmalarına sebep olan her türlü çağ dışı uygulamalara
son verilecektir” (s. 198), “kadınların eğitim düzeyleri yükseltilecek; kalkınma
sürecinde, iş hayatında ve karar alma mekanizmalarında daha fazla rol
almaları sağlanarak toplumsal konumları güçlendirilecektir” (s. 197), “kız
çocuklarının okullaşma oranını arttırmaya yönelik teşvik politikaları
yaygınlaştırılacaktır. Eğitimin tüm kademelerindeki yönetici, öğretmen ve
öğreticiler toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bilinçlendirilecek, ders
kitapları ve eğitim materyallerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren
ifadeler yer almayacaktır” (s. 197), “kadınların istihdamını artırmak için
güvenceli esnek istihdam şekilleri yaygınlaştırılacaktır”45 (s. 92), “kadınların
45
MHP, ekonomi konusunda gerek program gerekse seçim bildirgesi düzeyinde
neoliberalizmi benimsemiş ve ona uygun bir bakış açısı geliştirmiş durumdadır. Ancak
hâl böyle olmakla birlikte 2000‟deki programında Washington Uzlaşmasına uygun
olarak neoliberalizm ve yönetişimde sınır tanımayan bir çizgiye oturan parti, 2009
programında Post-Washington Uzlaşısı‟na uygun bir dönüşüm geçirmiş, böylece
neoliberal ve yönetişimci duruşunu törpülemiştir (Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için
bkz. Haspolat-Yıldırım, 2016; MHP, 2000; MHP, 2009). Bu yeni uyarlanma kapsamına
uygun olarak da seçim bildirgesinin giriş kısmında küreselleşmenin yarattığı kaos, yıkım
ve adaletsizlikten söz edildikten ve bu durum eleştirildikten sonra (s. 8),
küreselleşmenin insani bir nitelik kazanmasını, adaletsizliklerin azaltılmasını ve milletler
arasındaki dayanışmanın artırılmasını talep eden bir hat belirlenmiştir (s. 22). Bu
nedenle de seçim bildirgesinde esneklik, kamu-özel ortaklığı, özelleştirme, katılımcı
kalkınma, yaşam boyu eğitim ve özel istihdam büroları gibi neoliberalizmin
karakteristik özellikleri olan temel kabullere yer verilirken, beraberinde de güvencelilik,
kayıtdışı istihdamın önlenmesi gibi çalışanın haklarını da gözeten, bu bağlamda
neoliberalizmin yıkımına yol açacak aşırılıkları törpülemeyi hedefleyen düzenlemelere
de yer verilmektedir. Bu anlamda MHP‟nin belirttiği “kadınlara güvenceli esnek
istihdam” da bir boyutu ile tam olarak bu dengeyi kurmayı hedefleyen diğer boyutu ile
96
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
istihdamını özendirmek amacıyla “istihdam esaslı” teşvik politikası etkin bir
şekilde uygulanacaktır” (s. 177), “kadınlara dönük mesleki eğitim ve beceri
kazandırma programları yaygınlaştırılacak, kendi işini kuracak olanlara
girişimcilik eğitimi verilecektir” (s. 179, 198), “başlangıç kredisi alarak
kurdukları işi sağlıklı bir şekilde yürütenlere, işlerini geliştirmeleri için aldıkları
kredi tutarında hibe desteği verilecektir” (s. 198), “kadın ve gençler olmak
üzere tüm kesimler için nitelikli istihdam imkânları arttırılacak, çalışma
şartları iyileştirilecek ve ücret verimlilik ilişkisi güçlendirilecektir” (s. 192),
“kadınların şiddete maruz kalmasına yol açan kültürel, sosyal, psikolojik ve
ekonomik nedenler ortadan kaldırılacak, sivil toplum kuruluşları ve medyanın
bu konuda duyarlı hareket etmesi sağlanacak” ve “toplumsal farkındalık
güçlendirilecektir” (s. 198, 197), “şiddet ortaya çıktıktan veya risk oluştuktan
sonra mağdurlar için koruyucu hizmetler etkinleştirilecektir” “sığınma
evlerinin şartları iyileştirilecek ve personel sayıları arttırılacaktır” (s. 197),
“şiddete, tacize ve istismara uğrayan kadınlara, yasal yollardan hak araması
sırasında adli yardım desteği sağlanacak, dava zaman aşımından ve
mahkeme harç ve masraflarından muaf tutulacaklardır” (s. 78, 198), “yazılı
ve görsel medya aracılığıyla çocuk evliliklerinin önüne geçebilecek, töre
cinayetlerine mani olacak bir bilinçlendirme yoluna gidilecektir” (s. 200),
“kadının aile içindeki konumunu güçlendirmek” (s. 196) “anne ve babaların
birlikte devredilmez „ebeveyn‟ izni kullanabilmesi yönünde düzenleme
yapılacaktır” (s. 197), “kadınların yoğun olarak karşılaştıkları hastalıklara
yönelik olarak sağlık kuruluşlarında özel teşhis ve tedavi birimleri
yaygınlaştırılacaktır” (s. 197) biçimindeki tespitler ve vaatler ile tüm
boyutlardan bütünlenmektedir.
MHP her ne kadar kadın söz konusu olduğunda eşitlikçi ve yurttaşlık
temelli bir bakış açısına sahip olsa da “aileyi toplumun temel taşı” olarak
kabul eden (s. 196) bir muhafazakâr duruş sergilemektedir. Bu anlayışından
hareketle de bildirgede yukarıda yer verildiği gibi kadına yönelik şiddeti
aileden bağımsız olarak ele alan yaklaşıma tezat şekilde “ailenin korunması
esasından hareketle, aile içi şiddetin önlenmesi, özellikle çocuk, yaşlı ve
kadınların korunması” (s. 80) gibi bir ifadeye de yer verebilmektedir.
Dolayısıyla bir tek bildirgede bir taraftan kadın-erkek eşitliğini temel alan
anlayış ile yurttaş kadının uğrayacağı şiddete karşı tedbir alamaya çalışan
anlayışa, diğer taraftan ise ailenin korunması ön koşuluna bağlı olarak
kadınların korunması anlayışına eşzamanlı olarak yer verilmesi, çelişki
yaratmaktadır. Bu çelişkinin de kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan
ve temel siyasal duruşunu buna göre biçimlendiren partinin, Türkiye‟nin yeni
dönem muhafazakâr siyasetine uyarlanma stratejisi kapsamında muhafazakâr
bir yeni hat ile birleşme çabasından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir.
MHP‟nin söz konusu bu uyarlanma stratejisinin kadını, bağımsız, devlet ve
erkek yurttaşlar karşısında yasal-anayasal hakları güvence altına alınmış bir
yurttaş birey olarak değerlendiren parti anlayışında açtığı gedik, “ilköğretime
de Türkiye‟ye özgü kadının çalışma hayatından dışlanmışlığını ara formüllerle gidermeyi
hedefleyen bir esnek formül olarak okunabilir.
97
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
ve ortaöğretime devam eden çocukların annelerine Şartlı Eğitim Yardımı” (s.
184), “hamile veya lohusa annelere şartlı sağlık yardımı” (s. 184), “sigortalılık
öncesi doğumlarda doğum borçlanması” (s. 197) türünden anne-çocuk-aile
bağını kuran, şartlı eğitim desteğinde olduğu gibi çocuktan yalnız anneyi
sorumlu tutan düzenlemeler ve “evlenecek ihtiyaç sahibi gençlere kamu
bankaları aracılığıyla 10 bin TL tutarında, 2 yıl vadeli ve faizsiz evlilik kredisi
alabilmeleri imkânının sağlanması” (s. 209) biçimindeki evliliği teşvik edici
vaatlerle de bütünlenmektedir.
Sonuç olarak, kadın söz konusu olduğunda MHP genel olarak kadınerkek eşitliği anlayışı çerçevesinde kadını yurttaş birey olarak değerlendirip,
haklarını ve toplumsal konumunu bu çerçeveden iyileştirmeyi kendisine temel
hedef olarak belirlemekte ve seçmen kadına bu vaatler üzerinden
seslenmekteyken, ideolojisinin içine yedirmeye çalıştığı muhafazakâr anlayış
çerçevesinden de yer yer bu genel anlayışını örseleyen, sınırlı da olsa kadını
aile-anne hattında bağımlı, ikincil bir konuma yerleştiren çelişkili bir anlayış
geliştirmektedir.
Halkların Demokratik Partisi’nin Kadın Algısı
Halkların Demokratik Partisi, parti programının girişinde bir parti
olarak kendi varlık nedenini “kadın erkek eşitliğinin yaşandığı demokratik bir
halk iktidarını hedefler” biçiminde ortaya koymaktadır. Ardından her türlü
ayrımcılığa karşı, ayrımcılığa uğrayan insan gruplarının demokratik
birlikteliğine dair yaklaşımını serimlerken de kadına karşı ayrımcılık ile
mücadelenin yolunun demokratik örgütlenmeden geçtiğine vurgu yapar.
Kadın-erkek eşitliğinin tesis edilmesi kapsamında da parti tarafından, kadına
karşı pozitif ayrımcılık ve özellikle yerel yönetimlerde yerel hizmetlerde
cinsiyet eşitlikçi bir yapı kurulması için kadın meclisleri aracılığı ile kadınların
yönetime doğrudan katılımı ve kararların denetlenmesi sürecinin de bizzat
kadınlar tarafından yapılması uygulamalarını önerir (HDP, 2013). Bu anlamda
parti programı dikkate alınırsa HDP temel ayaklarından birisi kadın-erkek
eşitliği olan demokratik bir düzen hedefi çerçevesinde, kadını, erkekle eşit
haklara sahip bir birey olarak değerlendirmektedir ve bu çerçevede de
eşitliğin önündeki mevcut engelleri kaldırmak için kadına yönelik pozitif
ayrımcılık kriteri ile tedbir almayı önermektedir.
Partinin program düzeyinde kadına bakış açısı Büyük İnsanlık, Büyük
Barış başlığını taşıyan 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi‟nde de aynı eşitlikçi öz
ile yansımasını bulmuştur. 30 Word sayfası uzunluğundaki seçim bildirgesinde
kadına “Özgürlük ve Eşitlik İçin Kadınlar Kazanacak” ve “Kadın Emeği”
başlıkları altında üç (3) sayfalık bir bölüm ayrılırken, ayrıca ilerleyen
bölümlerde gerek yönetime katılma, gerek sosyal destekler, gerekse ekonomi
başlıkları altında ayrıca kadına ilişkin düzenlemelere de yer verilmiştir 46.
46
HDP‟nin Seçim Bildirgesi, kadına dair bakış açısını ortaya koyarken de haliyle genel
siyasal konumlanışına uygun olarak Kürt Sorunu ile bağlantılı bir çerçeveden hareket
98
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
Ayrılan bu bölümlerde de partinin program düzeyindeki kadına bakış açısı
korunmuştur. Seçim bildirgesinin kadın bölümü, bir partinin seçim
bildirgesindeki seçmen kadınlara dair tespitlerinin ve bunlar üzerinden
vaatlerinin sıralanmasından çok, partinin kadın üyeleri tarafından hazırlanan
bir “kadın manifestosu” özelliği taşımaktadır47. Söz konusu özelliği dışında,
bildirgenin kadına bakış açısını genel olarak değerlendirmek gerekirse HDP
Seçim Bildirgesi, “ataerkil sisteme karşı kadını güçlendirmek” (s. 17),
“cinsiyetçi işbölümüne son vermek” (s. 23), “toplumsal cinsiyet eşitliğini
sağlamak” (s. 6, 8, 26), “kadın ve erkek arasında bağımlılığın değil
dayanışmanın hüküm sürdüğü yeni bir yaşamı kurmak”tan (s. 23), “her
kurum ve kademede eşbaşkanlık”tan ve “bütün kadınların bağımsız yurttaşlar
olarak sosyal güvenceye kavuşturulma”sından söz etmektedir. Bu anlamda
HDP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade edilmesi gereken şey partinin
kadını, yönetsel, toplumsal, ekonomik ve ailevi düzeyde erkekle eşit haklara
sahip bir birey, yurttaş ve kadın olarak algıladığı yönündedir.
HDP‟nin kadını erkekle eşit haklara sahip bir insan, birey ve yurttaş
olarak değerlendiren bu bakışı bildirgenin ilerleyen bölümlerindeki tespitler ve
sorunların çözümüne ilişkin vaatler ile de bütünlenmektedir. Bu kapsamda
HDP‟nin kadına ilişkin birey, yurttaş ve kadın özelliklerini ön plana alan bakış
açısını “hayatımızın her alanında kararı biz veririz”, “eşitlik için mücadele
ediyoruz” ve “eşitlik için yapacağız, yapılmalı” temel ifadeleri altında
gruplayabileceğimiz tespitler ve vaatler seti üzerinden değerlendirmek
mümkündür. Bu çerçeveden yola çıkarsak HDP‟li kadınlar “dünyanın ve
yaşamın yarısı olan kadınlar olarak” “bedenimiz, kimliğimiz, emeğimiz
bizimdir”, “anadilinde eğitim ve yaşam konusunda ısrarcıyız”, “hayatın her
alanında, siyasette istediğimiz an istediğimiz gibi var olacağız”, “çocuk
doğurup doğurmayacağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza, nasıl doğum
yapacağımıza kendimiz karar veririz”, “başörtümüze de, etek boyumuza da
kendimiz karar veririz”, “okulumuzu mesleğimizi kendimiz seçmekte
kararlıyız”,
“düşüncelerimizi,
inançlarımızı
özgürce
ifade
etmemiz
yasaklanamaz”, “irademiz yok sayılıp ayaklar altına alınamaz” (s. 4)
söylemleri üzerinden hayatın her alanında kadının kendisi ile ilgili kararları
kendisinin vermesi gerektiği temel anlayışı ile hareket ederek, kadının
bağımsız bir insan ve birey olarak olmazsa olmaz haklarına işaret etmektedir.
Kadının varlığı için taviz verilmeyeceği belirtilen bu olmazsa
olmazların ardından ise kadınların “anadilinde eğitim görebildiği, savaşın ve
şiddetin olmadığı”, “evini, köyünü terk etmeden, istediği yaşam alanını
seçebildiği”, “şiddet görmediği, kadına yönelik şiddeti daha gerçekleşmeden,
tehdit ve fiziki şiddete yeltenme aşamasında ciddi bir suç sayıp, ağır şekilde
etmektedir. Ancak çalışma doğrudan Kürt Sorunu ile değil partilerin kadına bakış açısı
ile ilgili olduğu için HDP bildirgesi de Kürt Sorunu‟ndan bağımsız olarak kadına dair
söylemler, vaatler ve tespitler dikkate alınarak incelenecektir.
47
Nitekim ilgili bölümde tam da bu tespiti doğrulayacak şekilde “dünyanın ve yaşamın
yarısı olan biz kadınlar”, “biz kadınlar”, “kadınlar birlikte başaracağız” gibi ön ifadeler
eşliğinde çeşitli sorun başlıklarına değinilmektedir.
99
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
cezalandıran”, “şiddet uygulayanları indirimsiz, ayrımcılık yapmadan
yargılayan mahkemelere sahip”, “hiçbir yerde tacize uğramadan sokaklarda
özgürce dolaşabildiği”, “erkek ve devlet şiddetiyle öldürülmediği”, “hakkı olan
ücreti ve sosyal desteği elde edebildiği”, “eşdeğer işe eşit ücret alabildiği”,
“çocukların okulundan, dedenin sağlığına, ailenin beslenmesinden sağlığına ve
huzuruna bütün sorumlulukların üstlerine yüklenmediği”, “dünyanın bütün
kirli çamaşırlarını, bütün kirli bulaşıklarını yıkamadığı”, “bütün dünyayı kendi
emekleri ile doyurmak zorunda kalmadığı”, “ev içi çalışmayı da, çocuk, yaşlı
ve hasta bakımını da ortaklaştıran çözümler üretmiş”, “çocukların
koşuşturduğu yemyeşil parklara, her mahallede güvenle kalabilecekleri
ücretsiz kreşlere sahip”, “Meclisi‟nin yarısının kadın mücadelesini temsil eden
kadın vekillerden oluştuğu”, “başta erkek egemenliği olmak üzere, hiçbir
egemenliğe tabi olmadığı bir Türkiye, bir yaşam kurmak için mücadele
edildiği” (s. 4-5) belirtilmektedir.
HDP bildirgesinde mücadelesi verilen ve yukarıda temel yönleri
belirtilen bu eşitlikçi yeni yaşam ve Türkiye için de hayata geçirilmesi
hedeflenen ve bu anlamda seçmen kadınlara vaat edilenler ise “ataerkil
toplum yapısını, eril zihniyeti dönüştürmek için birlikte mücadele etmek”,
“eşbaşkanlık sistemini her kurum ve kademeye yaymak”, “kadın eksenli yeni
anayasayı birlikte yapmak”, “8 Mart‟ı kadınlar için resmi tatil ilan etmek”,
“savaşa entegre bütçe değil, toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe yapmak”,
“kadın istihdamını arttırmak, işsizliği azaltmak, çalışma yaşamındaki
cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, eşitsizliklere son vermek”, “mevsimlik kadın
işçilerin çalışma ve barınma koşullarını iyileştirmek, mevsimlik gezici işçilere
bulundukları yerde iş olanakları yaratmak”, “kadına yönelen şiddeti ortadan
kaldıracak her türlü önlemi almak”, “kadının katledilmesine izin vermemek, öz
savunma örgütlemek”, “kadın sığınma evi ve özgür yaşam alanlarının sayısını
artırmak”, “kadınlarla ilgili tüm sorunlara doğrudan kadınların ve kadın
kurumlarının çözüm geliştirdiği „Kadın Bakanlığı‟nı kurmak”, “engelli kadınlara
engelsiz özgür yaşam kurmak”, “eğitimde ayrımcılığa ve cinsiyetçiliğe son
vermek”, “ekolojik ve kadın merkezli bir yaşamı birlikte kurmak”, “kadınlara
eşit, parasız, ulaşılabilir, nitelikli ve anadilinde sağlık hizmeti sağlamak”,
“sporda cinsiyetçiliğe son vermek”, “kadınlar çözüm ve müzakere sürecinde
taraftır diyerek barışı birlikte inşa etmek”, “ev işleri, bakım emeğini
toplumsallaştıracak, ev içi yükü kadın erkek arasında paylaştıracak yeni bir
yaşam kurmak”, “ev işçisi kadınların iş yasası kapsamına alınmasını, ev
işçilerine sosyal güvence için teşvik verilmesini sağlamak”, “toplumsal
cinsiyet eşitliğine hizmet eden sosyal destek mekanizmaları yaratmak, eşi
vefat etmiş/boşanmış olan kadınlara ücret desteği vermek”tir (s. 5-6).
Söz konusu vaatlerin tamamının hayata geçirilebilmesi için kadının
her alanda güçlendirilmesinin şart olduğunu düşünen HDP, “Kadın Emeği”
bölümünde kadın-erkek eşitliğine dayanan, bu anlamda kadın ve erkek
arasında bağımlılık değil dayanışmanın hüküm sürdüğü bir yeni yaşam için,
cinsiyetçi iş bölümünü yıkarak kadının emeğinin yok sayılmasını ortadan
kaldırmak için kadının üç aşamada güçlendirileceğini belirtmektedir (s. 23).
100
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
Aşamalardan ilkinde parti kadını mekân olarak eve ve ev içindeki
işlere/sorumluluklara/zorunluluklara mahkûm eden geleneksel annelik ve
eşliğe ilişkin bağlardan özgürleştirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda ilk
aşamada “tüm mahallelerde anadilinde, ücretsiz, erişilebilir, her çocuk için
7/24 hizmet verecek kreşler, yaşlı bakım kurumları, engelli iyileştirme
merkezleri sosyal devlet anlayışıyla hayata geçirilecek. Ayrıca kadın ve erkek
arasında eşitlikçi görev paylaşımının sağlanması için devredilemez ebeveyn
izni gibi gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılacak” denilmektedir (s.
23). Kadını ev içi zorunluluklardan kurtardıktan sonra ikinci aşama onu
çalışma yaşamında var etmekten ve güçlendirmekten geçmektedir. Bunun
için de partinin önerisi, “kadınların istihdamı önündeki en önemli engel olan
bakım hizmetlerini toplumsallaştırarak ve kadınların eğitime erişimlerini
sağlayarak kadın istihdamını arttırmaktır. Kadınların çalışma yaşamında
karşılaştığı
ayrımcılığa,
cinsel
saldırılara,
mobbinge,
düşük
ücret
uygulamalarına son vermektir” (s. 23). Kadını güçlendirmenin üçüncü ve son
ayağı ise “bütün kadınların bağımsız yurttaşlar olarak sosyal güvenceye
kavuşturulması ve kadınlara hak temelli destek sağlanmasıdır” (s. 23).
Bildiride yer verilen ancak kadının güçlendirilmesi başlığı altında sıralanmayan
“kadınlar, yerelde eşit temsil ile oluşan kadın meclisleri aracılığıyla, yerel
yönetimlere doğrudan katılacaklar” (s. 8), “kentsel hizmetlerin önceliklerinin
cinsiyet eşitlikçi temelde örgütlenmesi sağlanacak ve uygulamalar kadın
meclislerince denetlenecek” (s. 8) ve “Hakikat Komisyonlarının oluşumunda
kadınların eşit katılımı esas alınacak” (s.13) biçimindeki uygulamaları/vaatleri
de bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Sonuç olarak HDP seçim bildirgesinde yer verilen erkek ile eşit
haklara sahip insan ve yurttaş kadın algısı eşitlik ve özgürlük için ataerkil ve
eril zihniyete karşı kadının eşitliği ve özgürlüğünü şart koşan, bu bağlamda da
kadının her türlü şiddete karşı korunması, ev içi zorunluluklardan
kurtarılması, ekonomik özgürlüğünün gerçekleştirilmesi, milletin temsilinin
nüfusun yarısını oluşturan kadınlarca da yapılması, her kurum ve kademede
eşbaşkanlık uygulaması üzerinden eşit söz hakkının hayata geçirilmesi ve
bütün bunları takip edecek, koordine edecek bir kadın bakanlığının
kurulmasını öneren bir içeriğe sahiptir. Bu anlamda HDP, seçim bildirgesinde,
kadını erkekle eşitleyecek bir aile, toplum, ekonomi ve yönetim düzeni
önermektedir. Son olarak bu konuda belirtilmesi gereken şey, partinin kadının
çocuk doğuran bir insan, bu anlamda annelik özelliği taşıyan bir canlı olarak
sahip olduğu vasfını doğal olarak kabul etmekle birlikte, kadını kesinlikle
çocuk bakıcılığı anlamında annelik ve ev işlerini erkek ve çocuklar için
üstlenen ev hanımı ve eş/karı olarak değerlendirmediği yönündedir. Bu
anlayışla bağlantılı olarak da bildirgede kadın-erkek eşitliği kapsamında
“devredilmez ebeveyn izni”ne (s. 23) ve “istihdamdan bağımsız, çalışan
çalışmayan tüm kadınlar/erkekler için yerel yönetim ve kamu finansmanında
kreşlerin desteklenmesi”ne (s. 29) yer verilirken “anne” kavramına hiç yer
verilmemiştir.
101
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
Sonuç
Batılı demokrasilerde yönetime katılım ve kamusal kararlarda söz
hakkının daha işlevsel ve eşitlikçi kullanımı için yurttaşlık kavramının
tartışmaya açıldığı, bireylere daha geniş haklar tanıyan bir kamusal statünün
talep edildiği ve bu doğrultuda yeni örgütlülüklerin şekillendirildiği bir
dönemde, Türkiye, kadının yurttaşlık haklarının geriletildiği bir neoliberalmuhafazakâr dönemden geçmektedir. Söz konusu tezatın nedeni ise
Türkiye‟nin neoliberalleşme seyridir.
Türkiye, 1980 yılında, neoliberalizm ile yeni muhafazakârlığın evliliği
olarak kabul edilen Yeni Sağ siyasete Batılı merkezlerle eşzamanlı olarak
geçiş yapmıştır. Ancak gerek 80 öncesinde uygulamada olan ithal ikameci
sanayi stratejisinin etkisi ve kurumsallaşma düzeyi, gerekse toplumun ve
çalışanların bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün yüksekliği nedeniyle Türkiye‟de
neoliberalizm, uygulamaya girdiği ilk aşamada Batılı merkezlerde yarattığı
dönüşüm düzeyini yaratamamıştır. Bu nedenle Türkiye‟de neoliberalizmin ilk
evresi olarak 1980-2001 aralığı daha çok dönüşümün zeminin hazırlandığı bir
ön hazırlık evresi olarak yaşanmıştır. Diğer taraftan 2001 sonrasını kapsayan
ve halen devam etmekte olan ikinci evre Türkiye‟de neoliberalizmin hayata
geçirildiği ve hatta kurumsallaştırıldığı bir dönem olarak yaşanmıştır. Çünkü
bu dönem Türkiye‟de hem kamunun ekonomideki payının azaltılması;
özelleştirme, taşeronlaştırma ve yeni birikim alanlarının yaratılması yollarıyla
ekonomide özele daha çok alan açılması; esnek çalıştırma, güvencesizlik gibi
uygulamalar ile çalışanların haklarının kısıtlanması ve fiyatlandırma,
özelleştirme, üretimden çekilme gibi uygulamalarla kamusal hizmetlerin
geriletilmesi ile karakterize olan neoliberalizmin bütünlüklü olarak hayata
geçirilmesi ve hem de bu hızlı dönüşümün bireyler ve toplum üzerinde
yarattığı yıkımın eşzamanlı olarak bu dönüşümleri uygulamaya koyan iktidar
partisinin İslamcı-muhafazakâr söylemi ile telafi edilmeye çalışıldığı bir dönem
olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda Türkiye‟de neoliberalizm, neoliberalmuhafazakâr sentezi bir bünyede buluşturan AKP ile asli aktörünü bulmuştur
ki başarısı da buradan gelir. Dolayısıyla Batılı ülkelerin neoliberalizmin
yurttaşlık hakları ile kamusal haklarda yarattığı yaklaşık 40 yıllık yıkımı
sorgulama aşamasına geldikleri koşullarda, Türkiye, gecikmeli olarak
kurumsallaştırdığı neoliberal-muhafazakâr sentezi yaşamaktadır.
AKP‟nin sahip olduğu İslamcı geçmiş ile neoliberalizmi uzlaştıran ve
kendisi tarafından muhafazakâr demokrasi olarak tanımlanan ideolojisi,
partinin ekonomi alanında uygulamaya koyduğu neoliberal politikaların
yarattığı eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunların toplumsal düzeni ve bireyi tehdit
etmeye başladığı noktada din, aile, gelenek-görenek gibi kavramları yardıma
çağırmasını mümkün kılan bir içeriğe sahiptir. Tam da sahip olduğu bu içeriği
ile ideoloji, AKP‟nin ekonomik alanda dağıttığı yapıyı, aile ve din içi (cemaat)
dayanışmaları ön plana çıkarak toparlamasını, bir arada tutmasını
sağlamaktadır. Aile ve cemaatlere, yarattıkları dayanışma oranında toplumsal
patlamayı önleme işlevi yükleyen bu anlayış, bir taraftan da patriyarkal bir
siyaset-toplum hiyerarşisini yeniden üretmektedir. Erillik üzerinde yükselen
102
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
söz konusu hiyerarşi ise toplumsal uyumun sağlanması için kadını yalnız
toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde ailenin ve aile bireylerinin yeniden
üretimi çerçevesinde tanımlamakta, dahası bu konuma hapsetmektedir. Bu
anlamda yurttaşlığın Batı‟da tartışmaya açıldığı bir dönemde Türkiye‟de
kadının yurttaşlık düzeyinde gerilemesinin nedeni de budur. Üstelik AKP
neoliberal-muhafazakâr ideolojisi çerçevesinde bunu yaparken yalnız da
değildir. Bir sağ parti olarak MHP, oy tabanını genişletme stratejisi
kapsamında AKP‟nin muhafazakâr dilini yer yer benimsediği ve seçmene bu
dille seslendiği oranda, kadının geriletilen konumu yüzde 60‟lık bir sağ blok
tarafından perçinlenmektedir.
Bu bağlamda geride bırakılan son genel seçimler olan 1 Kasım 2015
Genel Seçimleri‟nde, partilerin gerek tüm seçmenlere gerekse seçmen
kadınlara seslendikleri birer vaatler silsilesi olarak seçim bildirgeleri
incelendiğinde, siyasal partiler yelpazesinin sağına yerleşen AKP‟nin kadını
“anne-karı-ev hanımı” olarak konumlandırdığı, yine yelpazenin sağında yer
alan MHP‟nin kadını “kadın-yurttaş-anne” olarak konumlandırdığı görülürken,
yelpazenin soluna yerleşen CHP‟nin ve HDP‟nin ise kadını “yurttaş-kadın”
olarak konumlandırdıkları gözlenmektedir. Dolayısıyla yelpazenin sağındaki
partiler olarak iktidar partisi İslamcı-muhafazakâr AKP ile muhalefet partisi
olan milliyetçi muhafazakâr MHP‟nin kadın algıları, ailenin ve milletin
korunması kriterleri üzerinden “annelik” vasfı üzerinden kesişirken,
yelpazenin soluna yerleşen sosyal demokrat CHP ve radikal demokrat HDP‟nin
kadın algılarının da “yurttaşlık” ve “kadınlık” vasıfları üzerinden kesiştiği
görülmektedir. Yine MHP‟nin kadını “kadın-yurttaş” olarak gören bakış açısı ile
eş zamanlı olarak CHP-HDP hattı ile kesiştiği görülmektedir. Bu anlamda
MHP‟nin milliyetçi ideolojisi içerisine yedirdiği muhafazakârlık, diğer konularda
olduğu gibi kadın konusunda da çelişkili, ikili/ikircikli bir duruş sergilemesine
neden olmaktadır.
Ana akım siyasal partilerin seçim bildirgelerine yansıyan kadına dair
bakış açıları söz konusu olduğunda belirtilmesi gereken bir diğer nokta, AKP,
MHP ve HDP‟nin seçim bildirgelerinde kadına ilişkin bakış açıları farklılaşmakla
birlikte, yer verdikleri vaatlerin hayata nasıl geçirileceğine dair bilgilere yer
verilmediği, bu anlamda daha çok genel geçer vaatler olarak sıralandığı
yönündedir. Oysa CHP‟nin oldukça ayrıntılı bir çalışma sonucunda istatistiki ya
da ekonomik yardım oranlarından, kadının ülkede ve dünyadaki konumuna,
Suriyeli mülteci kız çocuklarının erken evliliklerinin önlenmesinden demokratik
aile anlayışına kadar somut çözüm önerileri getiren çok daha ayrıntılı ve
partinin kadına bakışını daha ciddiyetle ortaya koyan bütünlüklü bir seçim
bildirgesi hazırladığı görülmektedir.
Son söz olarak, kadının Türkiye‟deki yurttaşlık konumu gerilerken, bu
konumun geriletilmesinde 13 yıllık iktidar partisi olarak AKP‟nin uyguladığı
neoliberal muhafazakâr politikaların ve bu politikalar bağlamında kadına
toplumsal cinsiyet rolleri ile uyumlu olarak biçtiği “annelik-karılık-ev
hanımlığı” rollerine oturan yeni kimliğin etkisi büyüktür. AKP‟nin kadına biçtiği
bu yeni kimlik, bir sağ parti olarak MHP‟nin “annelik-millet” ilişkisi üzerinden
103
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
AKP‟ye verdiği destek oranında da perçinlenmektedir. Ve muhalefet partileri
olarak CHP ile HDP‟nin kadını “yurttaş-kadın” olarak gören ve önündeki
engelleri kaldırmaya çalışan yaklaşımları ise kadının kötüleşen konumunu
durdurmakta ve tersine çevirmekte şimdilik yeterli olamamaktadır.
Kaynakça
“3 Kız Babası Olarak Yüreğim Soğumadı”, 06.12.2015, Hürriyet Gazetesi.
“Davutoğlu Erdoğan‟ın İzinde: Kadın Erkek Arasında „Mekanik Eşitlik‟ İstemiyoruz”,
04.12.2014,
<http://www.diken.com.tr/davutoglu-erdoganin-izinde-kadinerkek-arasinda-mekanik-esitlik-istemiyoruz/> e.t. 09.10.2015.
“Erdoğan:
„Kadın
ve
Erkeğin
Eşit
Olması
Fıtrata
Ters‟”,
24.11.2014,
<http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/erdogan-kadin-ve-erkegin-esit-olmasifitrata-ters> e.t. 24.10.2015.
“Erkekler
2014‟te
281
Kadın
Öldürdü”,
16.01.2015,
<https://bianet.org/bianet/kadin/161558-erkekler-2014-te-281-kadin-oldurdu>
e.t. 06.10.2015.
“İstanbul
Sözleşmesi
Yürürlüğe
Girdi”,
01.08.2014,
<http://sendika7.org/2014/08/istanbul-sozlesmesi-yururluge-girdi/>
e.t.
09.10.2015.
“Kadın
Cinayetleri
Yüzde
1400
Artış
Gösterdi”,
24.11.2009,
<http://www.ntv.com.tr/yasam/kadin-cinayetleri-yuzde-1400-artisgosterdi,gTy3YNnHUkS_bLGuT-XfeQ> e.t. 05.10.2015.
“Kadın Milletvekili Sayısı 81‟e Düştü”, <http://www.milliyet.com.tr/kadin-milletvekilisayisi-81-e-gundem-2141969/> e.t. 02.11.2015.
“TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟na Erkek Sözcü Seçildi”, 01.12.2015,
<http://haber.sol.org.tr/turkiye/tbmm-kadin-erkek-firsat-esitligi-komisyonunaerkek-sozcu-secildi-138048> e.t. 12.10.2015
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun,
<https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss181.pdf>,
e.t.
10.09.2015.
6284
Sayılı
Kanun
Uygulamaları
İzleme
Raporu
2014
,
<https://www.morcati.org.tr/attachments/article/255/6284_Kanun_Uygulamala
ri_Raporu.pdf> e.t. 08.10.2015.
Adalet ve Kalkınma Partisi (2001), Adalet ve Kalkınma Partisi Parti Programı,
<http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi> e.t. 10.07.2015.
Adalet ve Kalkınma Partisi (2014), Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi
Sempozyum Kitabı, Ankara.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, (2009), Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet,
<http://www.hips.hacettepe.edu.tr/TKAA2008-AnaRapor.pdf> e.t. 10.10.2015.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, (2014), Türkiye Aile Yapısı Araştırması Tespitler,
Öneriler,
<http://ailetoplum.aile.gov.tr/data/5550af1d369dc51954e43522/taya2013trk.p
df> e.t. 13.10.2015.
Akdoğan, Y. (2003), Muhafazakâr Demokrasi, Ankara.
104
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
Altınay, A. G. & Arat, Y. (2007), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, Punto Baskı,
İstanbul.
Arat, Y. (1998), “Türkiye‟de Toplumsal Cinsiyet ve Vatandaşlık”, içinde 75 Yılda
Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Der. Artun Ünsal, s. 67-76, Tarih Vakfı Yayınları,
İstanbul.
Arıkan, E. B. (1998), “The Programme of the Nationalist Action Party: an Iron Hand in
a Velvet Glove?”, Middle Eastern Studies 34 (4), 120-134.
Aytekin, A. (2015), “Kapitalistleşme ve Merkezileşme Kavşağında”, içinde Osmanlı’dan
Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Haz. Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu &
Ateş Uslu, s. 39-88, Yordam Yayınları, İstanbul.
Bianet,
(Tarihsiz),
Bianet
Erkek
Şiddeti-2015
Verileri
<https://bianet.org/kadin/bianet/133354-bianet-siddet-taciz-tecavuz-cetelesitutuyor > e.t. 02.01.2016.
Bottomore, T. (2006), “Kırk Yıl Sonra Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar”, Çev: Ayhan
Kaya, içinde Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Der. T. H. Marshall & Bottomore,
T., s. 57-94, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Cansu, B. (2015), “4+4+4 ile Binlerce Kız Çocuğu Okulu Bıraktı!”, 30.09.2015,
<http://www.birgun.net/haber-detay/4-4-4-ile-binlerce-kiz-cocugu-okulubirakti-90857.html> e.t. 04.10.2015.
Cumhuriyet Halk Partisi (2008), Cumhuriyet Halk Partisi Programı -Çağdaş Türkiye İçin
Değişim-. CHP, Ankara.
Çakır, S. (2010), “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, içinde Modern Siyasal
İdeolojiler, Der. Birsen Örs, s. 413-476, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul. e.t. 25.06.2008.
Güzel, Ş. (1985), “Tanzimat‟tan Cumhuriyet‟e Toplumsal Değişme ve Kadın”, içinde
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi 3-4, Der. Belge, M., s. 858876, İletişim Yayınları, İstanbul.
Halkların Demokratik Partisi (2013), Halkların Demokratik Partisi Parti Programı,
<http://www.hdp.org.tr/parti/parti-programi/8> e.t. 12.10.2015.
Haspolat, E. & Yıldırım, D. (2016), “Türkiye‟de Ana Akım Siyasal Partilerin
Programlarında “Ekonominin Siyasetten Arındırılması” Söylemi Olarak
Yönetişim”, Eğitim Bilim Toplum, basım aşamasında.
İlkkaracan, İ & İlkkaracan, P. (1998), “Kuldan Yurttaşa: Kadınlar Neresinde?”, içinde
75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Der. Artun Ünsal, s. 77-90, Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul.
İnsan
Hakları
Başkanlığı
(2007),
Töre
ve
Namus
Cinayetleri
Raporu,
<http://www.tihk.gov.tr/www/files/tore_namus_cinayetleri_raporu_06_08_200
8.pdf>
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet
Araştırması,
<http://kadininstatusu.aile.gov.tr/data/542a8e86369dc31550b3ac33/ana_rapor
_mizan_1.pdf>, e.t. 12.10.2015.
Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin
Avrupa
Konseyi
Sözleşmesi
(İstanbul
Sözleşmesi),
<http://www.kadinininsanhaklari.org/kadinin-insan-haklari/yasalardakihaklarimiz/uluslararasi-sozlesmelerde-kadinin-insan-haklari/kadina-yonelik-
105
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
siddet-ve-aile-ici-siddetin-onlenmesi-ve-bunlarla-mucadeleye-iliskin-avrupakonseyi-sozlesmesi-istanbul-sozlesmesi-2/> e.t. 09.10.2015.
Kaptanoğlu, Y. & Ergöçmen, L. İ. (2012), “Çocuk Gelin Olmaya Giden Yol”, Sosyoloji
Araştırmaları Dergisi 15 (2 - Güz ), 129-161.
Kaya, A. (2015), “Islamisation of Turkey under the AKP Rule: Empowering Family,
Faith and Charity”, South European Society and Politics 20 (1), 47-69.
Keskin, S. (2014), “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerin Durumu”, Girişimcilik ve Kalkınma 9
(1), 71-94.
Mann, M. (1987), “Ruling Class Strategies and Citizenship”, Sociology 21, 339-354.
Marshall, T.H. (2006), “Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar”, Çev: Ayhan Kaya, içinde
Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Der. T. H. Marshall & Bottomre, T., s. 1-56,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Milli Eğitim Bakanlığı (2015), Milli Eğitim İstatistikleri-Örgün Eğitim 2014-2015,
<http://sgb.meb.gov.tr/istatistik/meb_istatistikleri_orgun_egitim_2014_2015.p
df> e.t. 12.10.2015.
Milliyetçi Hareket Partisi (2000), Milliyetçi Hareket Partisi Parti Programı,
<https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUN
AN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/20
0605071%20MHP%20PROGRAMI%202000/200605071%20MHP%20PROGRAMI
%202000%200000_0000.pdf> e.t. 07.07.2015.
Milliyetçi Hareket Partisi (2009), Milliyetçi Hareket Partisi Parti Programı,
<http://www.mhp.org.tr/usr_img/_mhp2007/kitaplar/mhp_parti_programi_200
9_opt.pdf> e.t. 07.07.2015.
Moroğlu, N. Tarihsiz, Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi 6284 Sayılı Yasa ve İstanbul
Sözleşmesi, <http://portal.ubap.org.tr/App_Themes/Dergi/2012-99-1169.pdf>
e.t. 15.10.2015.
Özbilen, A. B. & Soygüt Arslan, M. B. (2012), “6284 Sayılı „Ailenin Korunması Ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un Değerlendirilmesi‟”, İstanbul
Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 11 (22 – Güz), 365- 387.
Saraçoğlu, C. (2014), “Türkiye Sağı, AKP ve Kürt Meselesi”, içinde Türk Sağı –Mitler,
Fetişler, Düşman İmgeleri-, Der. Özkan Kerestecioğlu, İ. & Öztan, G. G., s. 243282, İletişim Yayınları, İstanbul.
Şener, Ü. 2012, “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin
Önlenmesine
Dair
Kanun
Ne
Getiriyor?”,
<http://www.tepav.org.tr/upload/files/13330268091.6284_Sayili_Ailenin_Korunmasi_ve_Kadina_Yonelik_Siddetin_Onlenmesine_D
air_Kanun_Ne_Getiriyor.pdf> e.t. 14.10.2015.
Tekeli, Ş. (1982), Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul.
Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası (2011), Ekin Yayınları, Bursa.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları -1924, 1924, 1961 ve 1982- (1994), Erzincan.
Türkiye Hükümetleri,
<https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_h%C3%BCk%C3%BBmetleri_list
esi> e.t. 10.10.2015.
Türkiye
İstatistik
Kurumu,
(2013),
İstatistiklerle
Kadın-2012,
<http://kasaum.ankara.edu.tr/files/2013/02/%C4%B0statistiklerlekad%C4%B1n-2012.pdf> e.t. 01.10.2015.
106
Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı”
Türkiye İstatistik Kurumu, (2015), TÜİK Haber Bülteni, İstatistiklerle Kadın-2014, S:
18619,
05
Mart
2015,
<http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=18619> e.t. 10.10.2015
Yazıcı, B. (2012), “The Return to the Family: Welfare, State, and Politics of the Family
in Turkey” Anthropological Quarterly, 85 (1 – Winter), 103-140.
Yıldırım, B. E., Sırma, F. & Sanıyaman, Ç. S. (2015), “Çiçeklerin Kaderi: Türkiye‟de
Kadınların Erken Evliliği Üzerine Nitel Bir Araştırma”, Bilig/Türk Dünyası Sosyal
Bilimler Dergisi (73 – Bahar), 63-98.
Yıldırım, D. (2010), 2001 Krizi Sonrasında Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin
Doğuşu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
Yılmaz, İ. (2014), “Hareket ve Kurumsallaşma Arasında Türkiye‟de Kadın Mücadelesi:
Eşitlik, Özgürlük, Farklılık”, içinde Toplumsal Hareketler-Tarih, Teori ve
Deneyim- Der. Çetinkaya, Y. D. , s. 533-575, İletişim Yayınları, İstanbul.
107
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107
108
2014 Başkanlık Seçim Sürecinde
Gençlerde Siyasal Güven Ve Sinizm:
Genç Diyojenlerden Genç Vatandaşa
Nigar Değirmenci
Büşra Kaya
Yrd. Doç. Dr.
Pamukkale Üniversitesi İİBF
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
E-posta: [email protected]
Yüksek Lisans Öğrencisi
Pamukkale Üniversitesi SBE
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
E-posta:[email protected]
Özet: Her geçen gün daha çok insan siyasetten ürkmekte ve bunların çoğu herhangi
bir katılma olanağı bile kullanmamaktadır. Dahası, birçok insan ne siyasete ne de
siyasetçilere güvenmemektedir. Türkiye gibi hibrid bir demokrasisi olan ülkeler için bu
oldukça önemli bir problemdir. Çünkü bu tarz demokrasiler, siyasal sistemi çoğulcu ve
açıklayıcı tutmak için daha fazla insanın katılımına ihtiyaç duyar. Biz de bu çalışmada
üniversite gençliğinin siyasal sinizm eğilimlerini ve siyasal güvenlerini araştırmayı
amaçlıyoruz. Böylece 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy verirken (ya da
vermezken) nasıl bir kişisel siyasal iklim içinde olduklarını açıklamaya çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Siyasal güven, siyasal sinizm, genç, başkanlık seçimi, demokrasi
Political Trust and Cynicism of Youth in the Process of the 2014
Presidential Election: From Young Diogenes to Young Citizens
Abstract: Many people shy away from politics by the day and many of them do not
even get involved in the first place. Additionally, many people do not trust either
politics or politicians. This is very problematic for a country like Turkey having some
sort of an hybrid type democracy. Because these kinds of democracies need more
involvement by people in order to keep the political system plural and manifestative. In
this paper, we aim to investigate political cynicism tendencies of university youth
together with their political trust. Thus we will try to explain their personal political
climate during voting (or not voting) Presidential Elections in 2014
Keywords: Political trust, political cynicism, youth, presidential election, democracy
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm:
Genç Diyojenlerden Genç Vatandaşa”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.109-125.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
Giriş
Siyaset biliminin ana çalışma alanlarından biri siyasal tutum ve
davranışlardır (seçmen davranışı). Ancak bu alanları incelerken en önemli
faktörlerden olan siyasal yabancılaşma, siyasal güven ve nihayetinde siyasal
sinizm seçmenlerin tercihlerini belirlemede önemli rol oynar. Nitekim
bireylerin inançları ve düşünceleri arasında bir çatışma yaşandığında birey,
çatışmayı gidermek amacıyla bu yeni düşünceleri, daha köklü olan inançlara
adapte etmeyi yeğledikleri bir ön kabul olarak alındığında siyasal güvenin ve
sinizmin ne kadar önemli hale geldiğini anlamak mümkün olabilir.
Genel olarak değerlendirildiğinde “siyaset” dediğimiz olgu farklı yaş,
cinsiyet, eğitim, etnik köken, ırk, millet gibi değişkenlere göre değişen
algılara göre anlamlandırılmasına karşın yoğunlaşan paydanın gittikçe negatif
anlamların yüklü olduğu bir alana doğru çekilmekte olduğunu görürüz.
Siyasal yabancılaşma dediğimiz olgu da bu gidişatın bir çıktısı olarak
değerlendirilebilir. Bireyler siyaset dediğimiz olguyu gittikçe daha karmaşık,
para ve çıkar merkezli, kirli, çatışmacı bir alan olarak görmekte ve bu
duygusu perçinleştikçe de siyaseten aktif olmaktan vaz geçmeye
yönelmektedir. Oysa tüm siyaset bilimcilerin malumudur ki siyaset, çatışma
kadar uzlaşmadır da. Ancak medya ve diğer kanallardan vatandaşlara
seslenen siyasal parti liderleri, uzlaşma yerine çatışmayı, negatif
propagandayı, karşılıklı olarak aşındırma kampanyaları üzerinde durdukça,
seçmenleri siyasetten soğutmaktadırlar. Öte yandan kamuda her hangi basit
bir işin sonuçlandırılabilmesi için siyasette güçlü bir pozisyonda yer alan
kişinin desteğine duyulan zorunlu ihtiyaç, diğer tarafta ayyuka çıkmış
yolsuzluk, ekonomik vb. çıkar ilişkilerine tanık olanların kulaktan kulağa
aktarımları bu soğuma sürecini de desteklemektedir. Siyasetçiler elbette
gökten zembille inmiş insanlar değildirler ve toplumun içinden seçilmiş bir
örneklemin güç elde etmesi durumunda nasıl bir varlığa dönüşeceğinin
resmidir.
Genel olarak o toplumda yer alan siyasal kültür ne kadar şeffaf ve
demokratik ise kamu yararına çalışan ve siyasal güveni hak eden insanlar
olmasını beklememiz de o kadar doğal olacaktır. Ancak mevcut kültür ve özel
olarak siyasal kültür ne kadar yozlaşmış ve bireyselleşmiş ise içinden çıkan
siyasetçilerin de bireysel çıkarların adamı olması da o derece mümkündür.
Ancak nihayetinde “devlet görevlisi” olan bu insanların, idealist perspektifte
devletin, toplumsal düzeni kamu yararı lehine gerçekleştirme zorunluluğu bu
siyasetçilerin devlet adamı olma nosyonlarını sorgular hale getirir. En temelde
inançlar ve kararlar, tutumlar deneyimlere göre şekillenir ve “çoğu hayat
deneyimleri de kişiseldir, somut ve eşsizdir.” (Rosenberg, 1951: 6) Bu
deneyimlerimizin sonuçları ise siyasal açıdan çok iç açıcı görünmemektedir.
Genel olarak bakıldığında uluslararası çalışmalar siyasal sinizmin
evrensel bir şekilde gittikçe arttığını göstermektedir. Öte yandan bu duruma
tam olarak neyin yol açtığını tespit etmek zor görünüyor. Cappella ve
Jamieson’un (1996: 84) da belirttiği üzere bazı araştırmalar bu durumun
110
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
siyasetçilerin verdikleri sözler ile yaptıkları arasındaki uyumsuzluklardan
kaynaklandığını ileri sürerken, diğerleri sosyal problemlerin çözümündeki
başarısızlıkların ya da büyük partilerin yönetimde gerçek bir alternatif
yaratmaktan aciz kalmalarından veyahut da medyanın siyasal haberlerdeki
negatif seçiciliğinden kaynaklandığını iddia etmektedirler.
Bu çalışmada ise ileride daha çok söz sahibi olacak nesilleri şimdiden
algılayabilmek amacıyla sebep sonuç ilişkilerine çok da dâhil olmadan özel
olarak cinsiyet temelinde siyasal etkinlik, siyasal güven ve en önemlisi siyasal
sinizm1 eğilimlerine odaklanan betimleyici bir yol tercih edilmiştir.
Yöntem
2014 Seçiminden bir ay öncesinde Pamukkale Üniversitesi, İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi öğrencilerine kapalı zarflarda anket soruları dağıtılmış
ve öğrencilerin herhangi bir kişisel bilgi girmeksizin doldurarak verilen
zarflara koyup kapatarak geri vermeleri istenmiştir. Çalışma verileri NVIVO 10
nitel araştırma değerlendirme programı ile değerlendirilmiştir. Araştırma
kapsamında öğrencilere verilen ankette kullanılan siyasal sinizm ölçeği Agger
vd. tarafından geliştirilmiş olan Guttmann-scalling sürecine dayanılarak
geliştirilmiş ölçektir (Agger & Pearl, 1961:479). Bu bağlamda öğrencilere
aşağıdaki ifadelere ne kadar (1 en az; 5 en çok) katıldıklarını işaretlemeleri
istenmiştir.
-Siyaset kirli bir iştir
-Siyasetçilerin bizim için yaptığı bir şey yok
-Siyasetçiler yapacaklarından fazlası için söz verirler
-Bakanlar öncelikle kendi çıkarlarını düşünür
-Milletvekili olabilmek için çevre yeteneklerden önemlidir.
Yukarıdaki ifadeler doğrultusunda yapılan araştırmaya katılan deneklerin
cinsiyete göre dağılımı aşağıdaki gibidir.
Tablo 1: Cinsiyetlere Göre Siyasal Sinizm Ortalama Karşılaştırması
Cinsiyet
Erkek
Kadın
Toplam
Mean
-,655
-,725
-,695
N
105
138
243
Std. Sapma
1,1742
,9911
1,0723
Araştırmaya katılan 243 denekten 105’i erkek olup bunların siyasal sinizm
ortalamaları -,655 iken 138 kadın deneğin siyasal sinizm ortalaması -,725’tir.
1
Siyasal sinizmin felsefi kökenleri ve farklı siyasal sinizm tanımları için bkz. Değirmenci,
2014.
111
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
İki grubun da standart sapmaları göz ardı edilebilir ölçüde yakındır. Ancak
erkek deneklerin daha dengesiz bir dağılım gösterdiği belirtilebilir.
Araştırma Bulguları
Siyasal sinizmin belki de en kısa ifadesi, Sinoplu Diyojen’den
esinlenerek “siyasetin kirli bir iş” olduğudur. Bu ifadeye katılıp katılmadıklarını
sorduğumuzda en yalın haliyle siyasal sinik olup olmadıklarını da sormuş
olduk. Aşağıdaki tabloda deneklerin cinsiyetlere göre katılım dağılımları
görülmektedir:
Şekil 1"Siyaset Kirli Bir İştir" ifadesine katılım
Kadın ve erkek deneklerin sayılarının eşit olmadığını dikkate alarak oransal
açıdan bakıldığında erkeklerin bu ifadeye katılmaya daha meyilli olduğunu,
kadınların ise bu konuda orantısal açıdan daha kararsız kaldığı görülmektedir.
Şekil 2: "Siyasetçilerin Bizim İçin Yaptığı Bir şey Yok" İfadesine
Katılım Durumu
112
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
Siyasetçilere olan güven duygusunun yitimi, demokrasiye olan inancı
da doğrudan etkiler. Bireylerin kurulan ya da kurulacak olan hükümetlerden
ümitlerinin gittikçe körelmesi ile siyasal açıdan sinizme daha açık hale
geleceklerdir. Yukarıdaki tabloda bireylerin cinsiyetler içinde bu duruma ne
kadar açık oldukları tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda orantısal
açıdan karşılaştırıldığında kadın deneklerin erkek deneklere göre siyasal
sinizme daha açık oldukları görülmektedir. Erkek deneklerin ise kararsızlarla
beraber halen ümidi olan bir çoğunluk içerdiklerini belirtmek gerekir.
Şekil 3: “Siyasetçiler Yapabileceklerinden Fazlası İçin Söz Verirler”
İfadesine Katılım Oranları
Siyasetçilerin, oy toplamak amacıyla her yola başvurduğu hatta bu
amaçla her türlü talebi kabul ederek vaatlerde bulunduğuna dair yıllardır
oluşa gelmiş olan köklü kanı, bireyleri siyasal kişi ve kurumlara karşı muhalif
olsun olmasın güvensiz veya daha dikkatli bir ifadeyle “temkinli” hale
getirmiştir. Buradaki ifadenin toplumsal açıdan ne kadar köklü olduğunu,
deneklerin verdikleri cevaplarda da oldukça net bir şekilde görmek
mümkündür. Hem kadın hem de erkek deneklerin yüzde seksenlere yakın bir
kısmı bu ifadeye katıldıklarını belirtmişlerdir.
Siyasal sinizmi olan bireylerin siyasal sistemin yozlaşmış ve
oyuncularının da kamu iyiliğini göz ardı eden ve yönetme gücünü kazanma
güdüsüyle hareket eden Makyavelci partizan ve yalnız kendi çıkarları için
çalışanlar olduğu yönünde neredeyse kemikleşmiş görüşleri vardır. Öyle ki
siyasetçilerin kendi çıkarları dışında yaptığı şeyler bile bir imaj çalışması
olarak değerlendirilir (Cappella ve Jamieson, 1997: 19). Bu çalışmada
deneklere bu duruma yönelik duruşlarını sorduğumuzda benzer bir eğilim
gördük.
113
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
Şekil 4: “Bakanlar Kendi Çıkarlarını Düşünür” ifadesine katılım
durumu
Yukarıdaki tabloda her bir cinsiyetin oransal açıdan siyasal sinizme
eğilimlerini karşılaştırdığımızda kadınların bakanlar kurulu ile ilgili daha
şüpheci yaklaştıklarını görürüz. Öte yandan Amerikan Başkanlığının 8 yıllık
Cumhuriyetçi iktidarının ardından yapılan araştırmada Demokratların,
Cumhuriyetçilere göre siyasal sinizminin daha fazla olduğu tespiti (Agger ve
Pearl, 1961: 477) bize muhalefette olmanın bu algıyı arttırmadaki rolünün
evrenselliğine işaret etmektedir.
Şekil 5: “Milletvekili Olmak İçin Çevre, Yeteneklerden Önemlidir”
İfadesine Katılım Durumu
Siyasetin
kirli
bir
iş
olduğu
algısına
yol
açan
sebepleri
düşündüğümüzde, daha en başta siyasal temsile giden yolda kimlerin nasıl
oraya vardıklarını inceleyen bir düşünce içinde buluruz kendimizi. Böylece bu
düşünce süreci para ve siyasal yakınlık ile siyasal temsil arasında kurula
gelen doğrudan ilişkiye götürür. İşte bu noktada deneklerin “Milletvekili
Olmak İçin Çevre Yeteneklerden Önemli” ifadesine katılıp katılmadıkları
sorusuna verdikleri cevap önem kazanıyor. Cinsiyetlerin her biri içinde
cevapların oransal dağılıma baktığımızda, erkeklerin bu ifadeye daha çok
katıldıkları görülür. Nihayetinde ezici bir şekilde deneklerin çoğunluğu
114
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
çevrenin önemli bir faktör olduğunu düşünmektedirler. Dolayısıyla
demokrasinin katılım yollarının üst mecralarının herkese açık olmadığı algısı
siyasal sinizmi tetikleyen bir faktör olarak görüldüğünde, erkeklerin bu
faktöre daha açık olduğu anlaşılmaktadır.
Çalışmanın bu kısmında, siyasal sinizmi dereceli olarak ifadelendirilmiş
hallerine cinsiyetler bazında katılım oranlarını inceledik. Bu incelemede
görüldüğü üzere siyasal sinizme yönelik ifadeler hiyerarşik gibi görünse de
cinsiyetler bazında her zaman aynı doğrusallıkta ilerlememektedir. Bu açıdan
bakıldığında siyasal sinizmi bir bütün olarak değerlendirerek diğer faktörlerle
olan ilişkisine bakmakta yarar vardır. Bu faktörlerle olan ilişkileri
değerlendirmede analiz kolaylığı sağlaması açısından siyasal sinizm içeren
ifadelere katılım durumları (kesinlikle katılmıyorum, katılmıyorum, kararsız,
katılıyorum, kesinlikle katılıyorum ifadeleri) “-2” ile “2” arasında
puanlandırılarak her bir denek için toplam bir değer elde edilmiştir. Negatif
değer yüklü puanlar en yüksek siyasal sinizm endekslerine karşılık
gelmektedir. Bu değerlendirmelerden yola çıkılarak oluşturulan grafikte
deneklerin genel olarak siyasal sinizme meyilli oldukları görülecektir.
Şekil 6: Deneklerin Siyasal Sinizm Endeksleri Histogramı
Elden
edilen
bu
veriler,
çalışmanın
diğer
verileri
ile
birlikte
değerlendirilecektir. Siyasal sinizm frekans aralığı ise aşağıdaki gibi elde
edilmiştir. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere bireylerin yüzde yetmiş
beşe yakını siyasal sinizm olgusu bağlamında değerlendirilebilir niteliktedir.
115
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
Tablo 2: Deneklerin Siyasal Sinizm Endeksleri Frekansları
Siyasal Sinizm
-2,0
-1,6
-1,2
-,8
-,4
,0
Endeks
,4
,8
1,2
1,6
2,0
Total
Frekans
Geçerli Yüzde Kümülatif Yüzde
40
16,5
16,5
23
9,5
25,9
52
21,4
47,3
36
14,8
62,1
29
11,9
74,1
15
6,2
80,2
20
8,2
88,5
3
1,2
89,7
11
4,5
94,2
2
,8
95,1
12
4,9
100,0
243
100,0
Demokrasi, Siyasal Katılım, Siyasal Sinizm ve Güven
Siyasal sinizm ile siyasal katılma arasında olumsuz bir ilişki
öngörülmektedir. Agger vd.’nin yaptıkları araştırmaya göre eğitim seviyesi
değişkeni kontrol altında tutulduğunda, siyasal katılımı en aktif düzeyde olan
yüksek eğitimli bireylerin, siyasal açıdan güven duygusu olanlar arasından
çıkmasına karşın siyasal sinizmi olan yüksek düzey eğitimli bireylerin
neredeyse tamamen eylemsizdir (Agger ve Pearl, 1961:496). Siyasetçilere
ve siyasal kurumlara olan siyasal güven, bireyleri gerçekleştirecekleri siyasal
katılım için ayıracakları kıt kaynaklara değer duygusu yaratır ve böylece
motive ederken bu kurum ve kişilere güven duymayan bireylerde ise tam
tersi etki yaratarak siyasal sinizmin beslenmesine ve aynı zamanda da
katılımın azalmasına yol açmaktadır.
Kısaca siyasal katılma ve siyasal sinizm arasında iki yönlü interaktif bir
ilişki olduğu iddia edilebilir. Bir şekilde siyasal uyarıcılara açık hale gelen
bireylerin var olan siyasal sinizminde düşüş beklenebilir. Yine de siyasete belli
bir seviyede karışmış olma durumu siyasal güveni azaltabileceğini
göstermektedir (Agger ve Pearl, 1961: 502).
Deneklerin siyasal güven ya da güvensizlik duygusunu ölçmek amacıyla
kendilerine siyasal kurum ve kuruluşlara yönelik güven içeren ifadelere
katılım durumları sorulmuştur.
-Hükümete genel hatlarıyla güveniyorum
-Muhalefete genel hatlarıyla güveniyorum
-Siyasal sistemimize genel hatlarıyla güveniyorum
-Seçilen devlet başkanına genel hatlarıyla güveniyorum
-Seçtiğimiz siyasetçiler sözlerini tutarlar
-Siyasetçiler güvenilmezdir
116
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
Bu ifadelerden olumsuz olanlara (Örneğin, “Siyasetçiler Güvenilmezdir
ifadesine katılma durumu ile olumlu olana (örneğin “Seçtiğimiz Siyasetçiler
Sözlerini
Tutarlar”
ifadesine)
katılmama
durumu
“-2”ye
kadar
puanlandırılırken, olumlu olanlara katılma ile olumsuz olana katılmama
durumu da “2”ye kadar puanlandırılmıştır. Böylece her bir deneğin siyasal
güven endeksi hesaplanmıştır.
Tablo 3: Güven İfadelerine Katılımların Siyasal Sinizm Ortalama
Karşılaştırmaları
Mean
N
Hükümete
Güveniyorum
Katılıyorum
-,061
46
Fikrim yok
-,411
35
Katılmıyorum
-,936 162
Toplam
-,695 243
Muhalefete Güveniyorum
Katılıyorum
-,517
24
Fikrim yok
-,800
40
Katılmıyorum
-,695 179
Toplam
-,695 243
Siyasal Sisteme Güv.
Katılıyorum
-,166
41
Fikrim Yok
-,645
44
Katılmıyorum
-,846 158
Toplam
-,695 243
Devlet Başkanına Güv.
Katılıyorum
-,111
47
Fikrim Yok
-,471
34
Katılmıyorum
-,911 162
Toplam
-,695 243
Std. Sapma
Medyan
Min.
Maks.
1,1090
,9529
1,0010
1,0723
-,400
-,400
-1,200
-,800
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
2,0
2,0
2,0
2,0
1,0248
,7524
1,1388
1,0723
-,800
-,800
-,800
-,800
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
1,2
1,2
2,0
2,0
1,0197
,9882
1,0693
1,0723
-,400
-,800
-1,200
-,800
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
2,0
2,0
2,0
2,0
1,0801
,8611
1,0420
1,0723
-,400
-,400
-1,200
-,800
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
2,0
1,2
2,0
2,0
Fieschi ve Heywood’a (2004: 18) göre, demokratik bir siyasal sisteme
bütün olarak güven, sistemin iyi sonuçlar vereceğine olan inancı kapsar.
Ancak var olan demokratik kurumlar içinde “arabulucu” nitelikte bir güven
bulunmamaktadır. Öte yandan bu durum, favori haline gelmiş bir lider için
bypass yapılabilir. Bu bağlamda demokrasinin siyasal kurumlarına olan güven
popülist bir lider söz konusu olduğunda geri planda kalabilmektedir. Ancak
gerçekçiliğin, ideal olandan kalıcı bir şekilde uzaklaştıran tutumunu bir kenara
bırakıp demokrasi idealinden bahsedersek, kişiler geçici ve kurumların
kalıcılığı ölçüsünde kurumlara olan güven öncelikli hale gelecektir. Bu
bağlamda hem kişi hem de kurumlara güvenin yokluğu bir demokrasi
sorundur ve bu sorunlar basit bir şüphecilikten kalıcı bir kanıya dönüştüğünde
siyasal sinizmle sonuçlanır.
117
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
“Hükümete güveniyorum” ifadesine katıldığını belirten (46) deneklerin
siyasal sinizm ortalaması (-,061), “Muhalefete güveniyorum” ifadesine
katıldığını belirten (24) deneklerin siyasal sinizm ortalamasından (-,517)
düşüktür. Benzer şekilde, “Hükümete güveniyorum” ifadesine karşı kararsız
kaldığını belirten deneklerin siyasal sinizm ortalaması (-,411), bu ifadeye
katılmadığını belirten deneklerin siyasal sinizm ortalamasından (-,936) düşük
olduğu görülmektedir. Böylece hükümete güvenmeme eğilimi ile siyasal
sinizm arasında doğru orantılı bir ilişki gözlemlenmektedir.
Muhalefet açısından güven durumu ve siyasal sinizm arasındaki ilişkiye
bakıldığında ise en fazla sinizmin (-,800) kararsızlar grubu arasında olduğu ve
hatta bu grubun en yüksek değerinin 1,2’ye kadar çıkabildiği
gözlemlenmektedir. Ancak hükümete güvenenler ile muhalefete güvenenlerin
siyasal sinizm oranları karşılaştırıldığında, hükümete güvenenlerin siyasal
sinizminin daha düşük olduğu, muhalefet güvenenlerin, muhtemeldir ki
muhalefette kalmalarından dolayı fazla umutlu olmamalarına bağlı olarak
siyasal sinizm taşımaya devam ettikleri görülür.
Siyasal sisteme güven ve devlet başkanına güven konuları sistemlerin
demokratik işleyişi ve sürekliliği açısından son derece önemlidir. Ancak
buradaki duruma baktığımızda siyasal sinizm ortalamalarının yüksekliği
endişe vericidir. Nitekim “Siyasal Sisteme Güveniyorum” ifadesine katılanların
(41) sayısal düşüklüğü bir kenara, bu grubun siyasal sinizm ortalaması (,166), bu ifadeye karşı kararsız kalanların (44) siyasal sinizm ortalamasıyla (,645) daha kötüye gitmiş ve nihayetinde katılmayarak sayısal büyük
çoğunluğu da oluşturanların (158) siyasal sinizm ortalaması (-,846) doruk
noktasına erişmiştir. Benzer şekilde “devlet başkanına güveniyorum”
ifadesine katılanların (47) siyasal sinizm ortalaması (-,111) bu grup içinde en
düşük olmasına karşın, bu ifadeye karşı kararsız kalanların (34) siyasal sinizm
ortalaması -,471’e yükselmiştir ve en nihayet bu ifadeye katılmayanların
sayısal baskınlığı (162) ve siyasal sinizm zirvesi (-,911) endişe verir boyuta
yükselmiştir.
Tüm bu veriler birlikte değerlendirildiğinde siyasal iktidara güvenenlerin
yukarıda iddia edildiği üzere kendilerini siyasetçiye teslim etme eğiliminde
olduğunu görmekteyiz. Ancak bu durum denekler arasında azınlıkta
kalmaktadır. Genel temayülün ister muhalif ister hükümet yanlısı olsun, ister
siyasal sistemin kendisi isterse devlet başkanı olsun siyasetçi ve siyasal
kurumlara güvenmeme ile beraber gelen siyasal sinizmin dayanılmaz
hafifliğine kendini bırakmak olduğu görülmektedir.
Siyasal Etkinlik Duygusu ve Siyasal Sinizm
Siyasal
etkinlik
sorunu
günümüz
temsili
demokrasilerinin
vatandaşlarının
siyasete
katılıp
katılmayacağını
belirlediği
algısal
süreçlerindeki sınırı çizen en büyük problemlerinden biridir. Üstelik Agger,
Pearl vd.’lerinin de (1961: 493) belirttiği gibi, siyasal sinizm ve siyasal
118
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
etkinlik duygusu doğrudan ilişkilidir ancak bu ilişkinin niteliği üzerine farklı
görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre siyasal sinizmi en yüksek bireylerin
kendilerini siyasal açıdan etkinlik anlamında potansiyeli yüksek görülürken
siyasal güveni yüksek olan bireylerin ise siyasal açıdan aciz hissederek
kendilerini siyasetçilerin eline teslim etme eğilimlerinin yüksek olduğu iddia
edilmektedir. Siyasal açıdan kendilerini etkin hisseden bireyler ise siyaseti ve
siyasetçileri küçümseyerek bu güven yatırımını kendilerine yapmaktadır.
Böylece siyasal eylemciler sadece siyasal açıdan daha fazla potansiyel değil,
aynı zamanda siyasal katılmada bulunmayanlara göre de daha çok siyasal
sinizm taşıyacaklardır. Diğer bir görüşe göre ise siyasal acizlik
(zayıflık/yetersizlik/ etkinsizlik) duygusu siyasete ve siyasal kurumlara
yönelik sinizm olgusunu da beraberinde getirecektir.
Bu iki görüş açısından Agger, Pearl vd. tercihi ikinci görüşten yanadır:
siyasal sinizm ve siyasal acizlik arasında doğru bir ilişki vardır; siyasal
etkinliği yüksek olanın ise siyasal sinizmi düşüktür. Eğitim seviyesi değişkeni
kontrol altına alındığında, siyasal etkinliği yüksek olanların siyasete ve
siyasetçilere güveninin yüksek olduğunu ileri sürmektedirler.
Bu bağlamda araştırmada “Kişisel etkinlik” duygusunu ölçmek amacıyla
bir Agger, Pearl vd.’nin (1961:493) geliştirdiği ölçekten yararlanılmıştır. İçsel
siyasal etkinlik bağlamında yer alan ifadelere deneklerin katılıp katılmadıkları
sorulmuştur:
-Benim gibi insanların siyasette yapabileceği bir şey yok
-Oy vermenin bir anlamı vardır
-Siyasal konular hakkında yeterince bilgiliyim
-Bazen siyaset, benim gibiler için fazla karışık görünür
-Oy verme benim gibilerin hükümet politikalarıyla ilgili yapabileceği tek
şeydir
Dışsal siyasal etkinlik bağlamında ise şu ifadelere yer verilmiştir:
-Milletvekillerinin çoğu benim gibilerin ne düşündüğünü önemsemez
-Partilerin çoğu sadece oyla ilgilidir benim fikrimle değil
-Benim ne düşündüğüm, seçtiğim kişilerin umurunda değil
-Vekiller seçildikten hemen sonra vatandaşı unutur
Her iki ölçekte yer alan etkinlik duygusuna katılım ile ilgili yanıtlar “2”ye
kadar puanlandırılırken; etkinsiz, siyasal acizlik içeren ifadeler ise “-2”ye
kadar puanlandırılmıştır. Buradan yola çıkarak her bir deneğin siyasal iç ve
dış etkinlik değerleri hesaplanmıştır.
Yukarıdaki veri bütünleri arasındaki ilişkiye analiz ettiğimizde, aşağıdaki
gibi bir tablo geçmektedir. Giroux’nun da belirttiği gibi gençler her geçen gün
düşük ücretli daha ağır bir gelecek kaygısının içine doğru çekilmektedirler
(Giroux, 2000: 507). Bu kaygının ortadan kalkmasını sağlayabilecek olan
alternatif siyaset üretebilecek olan siyasal kurum ve kişilerse gelecekle ilgili
çok fazla ümit vaat etmemektedirler. Bu duruma yönelik algılarını dışsal
siyasal etkinlik bağlamında ölçebilmekteyiz. İçsel siyasal etkinlik bağlamında
ise doğrudan siyasal hayat üzerinde bir etkinlik yaratacak mevcut gelecek
119
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
kaygısı ile ilgili bir değişiklik yapabilecek siyasal gücünün olup olmadığına dair
inancını ölçmekteyiz.
Dışsal siyasal etkinlik ve siyasal sinizm korelasyonuna baktığımızda
oldukça güçlü bir ilişki (0,626) görmekteyiz. Buradaki 1’e yakın pozitif değer,
dışsal etkinliğin arttığı durumda, (negatif bir durum olarak) siyasal sinizmin
azaldığı şartların çokluğuna işaret etmektedir. İçsel siyasal etkinlik ve siyasal
sinizm arasındaki korelasyon da halen (,127) dışsal etkinlik kadar olmasa da
bir ilişkinin varlığını gösterir. Bu iki durumdan anlaşılıyor ki denekler
siyasetçilerin gelecekleri üzerindeki etkileri konusunda daha büyük beklenti
içindeler ve bu beklentilerle ilgili hayal kırıklıkları daha büyük bir sinizm
ortaya çıkarmaktadır.
Tablo 4: Deneklerin Siyasal Sinizm, Dışsal Siyasal Etkinlik, İçsel
Siyasal Etkinlik ve Güven Endeksleri Korelasyonları
Siyasal
Sinizm
Dışsal
İçsel Siyasal
Siyasal Etk.
Etk.
Pearson K
1
,626**
Sig. (2-tailed)
,000
N
243
243
Pearson K
,626**
1
Dışsal
Sig. (2-tailed)
,000
Siyasal Etk.
N
243
243
Pearson K
,127*
,381**
İçsel Siyasal
Sig. (2-tailed)
,047
,000
Etk.
N
243
243
Pearson K
,434**
,329**
Siyasal
Sig. (2-tailed)
,000
,000
Güven
N
243
243
**. Correlation is significant at the 0.01 level (2-tailed).
*. Correlation is significant at the 0.05 level (2-tailed).
Siyasal
Sinizm
,127*
,047
243
,381**
,000
243
1
243
,037
,569
243
Siyasal
Güven
,434**
,000
243
,329**
,000
243
,037
,569
243
1
243
Siyasal Sinizmin Alacakaranlık Ortamında 2014 Yılı Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri
Siyasal sinizm ile siyasal katılma arasındaki negatif ilişkiye yukarıda
değinilmişti. Siyaset bilimi literatüründe siyasal katılmanın en düşük formu
olarak görülen “oy kullanma” davranışı, Türkiye gibi demokrasi endeksinin
ortalarında2 yer alan hibrid demokrasilerde (The Economist Intelligence Unit,
2015) siyasal iktidara meşruluk zemini sağlaması ihtiyacıyla da beslenerek
iktidarlar tarafından son derece motive edilen hayati bir katılım yoluymuş gibi
görülmeye başlar. Bu noktada Schumpeter’e değinmek gerekir. Gerçekçilik
bağlamında demokrasinin tüm etik sorunlarını bir kenara bırakarak geliştirdiği
2
2014 yılı Demokrasi Endeksine göre Türkiye 167 ülke içinde 98. sırada yer almaktadır
(The Economist Intelligence Unit, 2015).
120
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
demokrasi algısında sadece siyasal liderlerin yarışı önemlidir ve demokrasinin
sadece araçsal bir değeri vardır. Liderin ürettiği istekleri takipçilerin kabul
etmesi beklenir. İki seçim arası siyasal lider üzerinde hiçbir etkisi ve yaptırımı
olmayan seçmenin bunu böylece kabul etmesi gerekir. Kısaca seçimler,
demokrasi için gerekli ve sakıncalı bir biçimde yeterli şartıdır (Schumpeter,
1942: 242, 251, 266, 273).
Şekil 7: Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde Oy Kullananların “Siyaset
Kirli Bir İştir” İfadesine Katılım Durumları
Günümüz hibrid demokrasilerinin de tam olarak problemi burada
yatmaktadır. Keza bu çalışmanın demokrasi algısınca seçimler, demokrasi için
gerekli ancak tek başına yetersiz şarttır. Sartori’nin deyimiyle seçim
dönemlerinde ortaya çıkan ve ardından yok olan demokrasiler (Sartori, 1996)
yerine sürekli demokrasi için en düşük katılım formu olan oy verme
davranışının yerine alternatif katılma olanaklarının açık olması önem
kazanmaktadır. Bu bağlamda oy kullanmamış olan bireylerin gerekçelerine
bakmak gerekir.
121
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
Şekil 8: Oy Kullanmamış Deneklerin “Siyaset Kirli Bir İştir “ İfadesine
Katılım Durumları
Oy kullanmayacak olan deneklerin verdikleri cevaplara bakıldığındaysa
oy kullanmama gerekçesiyle “Siyaset Kirli Bir İştir” ifadesine katılım
durumları arasında bir ilişki gözlemlenmektedir. Aşağıdaki tabloda “X” işareti
ile “oy kullanmama” durumu belirtilmiştir. Buna göre “X
(Oy
kullanmayacağım)” ekseninde, oy kullanmama gerekçesini açıklamamış olan
adayların, bu ifadeye katılım sayı ve oranları görülmektedir.
Oy kullanmayacak olan deneklerin gerekçeleri arasında siyaset dışı
olanlar (şehir dışında olma, yaş vb.) bir kenara bırakıldığında siyasal sistem
ve seçim süreci, siyasal alternatiflerle ilgili tatminsizlik duygularının ağır
bastığı görülmektedir. Benzer bir şekilde 1972 yılında üniversite öğrencileri
arasında yapılmış olan bir araştırmaya göre hükümetlerinden tatmin
olmayanların siyasal sinizme meyilli olduklarını tespit etmiştir (Cole, 1972:
160). Böylece tercih edilebilir bir siyasal alternatifin olmayışı sorunu siyasal
sinizm için ciddi bir alt yapı sağlamaktadır. Neden oy kullanmadıklarını
açıklamayan deneklerin durumları ise ayrı bir muammadır. Neden oy
kullanmayacağını açıklamayan deneklerin siyasal anlamda sinizme meyilli
olması buradaki bahsi geçen sorunun varlığına işaret ediyor olabilir.
Çalışmaya katılanlara kendilerini siyasal yelpazenin neresinde
gördüklerini sorduk ve aldığımız cevaplar doğrultusunda her bir grubun
siyasal sinizm ortalamalarını karşılaştırdık ve aşağıdaki tabloyu elde ettik. Bu
tabloya göre siyasal sinizmin en yüksek ortalama değerlerine yelpazenin
“ortanın solu” (-,982) ve “sol”unda (-,800) görenlerin sahip olduğu
görülmüştür. En düşük olanlar ise siyasal yelpazenin “ortanın sağ”ında (,230) ve “sağ”ında (-,582) yer almaktadır.
122
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
Tablo 5: Siyasal Yelpazedeki Konumlara Göre Siyasal Sinizm Endeks
Ortalama Karşılaştırmaları
Siyasal Yelpaze
Sol (1)
Ortanın Solu (2)
Orta (3)
Ortanın Sağı (4)
Sağ (5)
Total
Mean
-,800
-,982
-,726
-,230
-,582
-,695
N
27
66
81
47
22
243
Std.
Sapma
1,2649
,9340
,9340
1,1669
1,2203
1,0723
Medyan
-1,200
-1,200
-,800
-,400
-,800
-,800
Min.
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
-2,0
Maks.
2,0
2,0
2,0
2,0
2,0
2,0
Yukarıdaki tablonun şekillenişini etkileyebilecek birden fazla faktör
olduğu düşünülebilir. Öncelikle siyasal etkinlik duygusuyla beraber
uluslararası baskın ideolojinin Yeni Sağ oluşunun yanında, hâlihazırdaki
siyasal iktidarın da bu ideolojinin temsilcisi olduğu gerçeği kendini Sol’a yakın
ya da Sol’da gören bireylerde siyasal sinizm yaratmış olmasını anlaşılabilir
kılmaktadır. Türkiye’deki sinik Sol’un, kapitalizmin kötü yanlarının teşhirciliği
ile sınırlı (Bora,2011) hale gelmiş “katılım” durumu kadar bilinçli bir durum
olduğu noktasında temkinli olmakla beraber kendini Sol’da konumlandıran
denekler arasındaki siyasal sinizmin daha çok gelecek kaygısı ve
alternatifsizliklere bağlı olduğunu düşünmekteyiz. Ancak detaylı bir açıklama
için derinlemesine mülakat tekniklerinin kullanıldığı bir araştırmaya ihtiyaç
vardır. Diğer yandan aynı gerçeklik tersinden okunması, kendini Sağ’da ya da
Sağ’a yakın görenlerin siyasetçilere ve siyasal kurumlara olan güven ile
beraber değerlendirilerek siyasal sinizminin düşüklüğünü de bir nebze olsun
açıklar niteliktedir. Bu noktada Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine biraz kafa
yorduğumuzda aslında seçim sürecinin A ya da B kişisinin seçiminden daha
karmaşık ve siyasal açıdan psikolojik problemler içeren bir süreç olduğu
görülecektir. Bu durum da bireyleri; oy kullanmaktan alıkoyar hale
getirmekte ya da kullandığı taktiksel oydan fazla bir beklentisi olmaksızın
siyasal sisteme bir nev’i küstürmektedir.
Sonuç Yerine
Çalışmada genel olarak siyasal sinizmin ve siyasal güvensizliğin gençler
arasında yaygın bir halde olduğunu gördük. Öte yandan Cappella ve
Jamieson, şeytanın avukatlığını yaparak şu soruyu sorarlar: Ya gerçekten
siyasal liderler sadece ya da öncelikle kendi çıkarları için hareket eden, kamu
çıkarı ve kendi çıkarları arasında bir çatışma olduğunda kendi çıkarlarını tercih
eden kişilerse, o zaman bu durumu algılayan kişiler sinizmci midir yoksa
sadece “gerçekçi” midir? Böylece kamunun, lider ve kurumlara yönelik siyasal
güvenlerinin yokluğu aslında sadece Polyannacılığın sona ermesidir (Cappella
& Jamieson, 1997: 20). Eğer durum böyleyse daha kötü şartlardayızdır,
çünkü böyle bir durumda ortaya çıkan eylemsizlik ve ilgisizlik, teslimiyet hali
123
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
siyasal kurumları gerçekten de yozlaşmış kişilerin ellerine teslim edecek ve
sistemi kendi kazdığı çukurunda meşrulaştırmaya devam edecektir.
Bu araştırmanın elbette tüm üniversite gençliğini temsil ettiği iddia
edilemez ancak öğrencilerin eğilimleri konusunda fikir vererek ileride
yapılacak daha geniş çaplı araştırmalara katkı sunacağı var sayılmaktadır.
Üniversite gençliğine yönelik daha kapsayıcı bir araştırmada deneklerin
ailelerinin eğitim durumlarına da yer vermek yerinde olacaktır.
Bu çalışma betimleyici bir çalışma olmakla beraber, sebep sonuç
ilişkileri üzerine odaklanmış çalışmalara ilham vermesi umuduyla
hazırlanmıştır. Böylesi çalışmalarda ise medya sinizmi, deneklerin mevcut
siyasal alternatiflerle ilgili tatminsizlikleri, siyasal beklentilerin karşılanıp
karşılanmaması, siyasal skandal ve yolsuzluklar gibi değişkenler dikkate
alınmalıdır. Bunların içinde medya ve siyasal aktörlerin basın sözcüleri gibi
aracıları siyasal sinizm içinde ayrı bir önemi vardır (Dalen & Vreese, 2011;
Vreese, 2008). Bu bağlamda sebep sonuç ilişkisine giren bir siyasal sinizm
çalışması medya analizine yer vermesi kaçınılmazdır. Yine bir diğer araştırma
sosyal sinizm ve inkar ile siyasal sinizm arasında doğrudan ilişkiler tespit
etmiştir (Fraser, 1971; Değirmenci, 2014).
124
Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm”
Kaynakça
Agger, R. E. G. M. N. & Pearl, S. A., 1961. Political Cynicism: Measurement and
Meaning. The Journal of Politics, 23(3), pp. 477-506.
Bora, T., 2011. Sol, Sinizm, Pragmatizm. 2 dü. İstanbul: Birikim Yay..
Cappella, J. N. & Jamieson, K., 1996. News Frames, Political Cynicism, and Media
Cynicism. Annals of the American Academy of Political and Social Science, Cilt
546, pp. 71-84.
Cappella, J. N. & Jamieson, K. H., 1997. Spiral of Cynicism: The Press and The Public
Good. Oxford: Oxford University Press..
Cole, D. L., 1972. Machiavellianism and Political Behaviour.. The Journal of Social
Psychology, Cilt 87, pp. 159-160.
Dalen, A. v. A. E. & Vreese, C. D., 2011. (2011). Suspicious Minds: Explaining Political
Cynicism Among Political Journalists In Europe .. European Journal of
Communication , Cilt 26, pp. 147-162.
Değirmenci, N., 2014. “Siyasal Sinizm”, içinde Siyaset Bilimi Araştırmaları. İstanbul:
Seçkin Yayıncılık, pp. 53-78.
Downs, A., 1957. An Economic Theory of Political Action in a Democracy. The Journal
of Political Economy, 65(2), pp. 135-150.
Dudley, D. R., 1937. A History of Cynicism, From Diogenes to the 6th Century A.D..
London: Methuen & Co. Ltd...
Fieschi, C. & Heywood, P., 2004. Trust, Cynicism and Populist anti-Politics. Journal of
Political Ideologies, 9(3), pp. 298-309.
Frantzich, S. E., 2008. Citizen Democracy: Political Activists in a Cynical Age..
Plymouth: Rowman & Littlefield Publishers, Inc..
Fraser, J., 1971. Personal and Political Meaning Correlates of Political Cynicism..
Midwest Journal of Political Science, 15(2), pp. 347-364.
Giroux, H. A., 2000. Cultural Studies and the Culture of Politics:Beyond Polemics and
Cynicism. JAC, 20(3), pp. 505-541.
Mills, C. M. & Kell, F. C., 2005. The Development of Cynicism. Psychological Science,
16(4), pp. 385-390.
Rosenberg, M., 1951. The Meaning of Politics in Mass Society. Public Opin Q, 15(1), pp.
5-15.
Sartori, G., 1996. Demokrasi Teorisine Geri Dönüş. Ankara: Yetkin Yay..
Schumpeter, J., 1942. Capitalism, Socialism and Democracy. New York: Harper.
The Economist Intelligence Unit, 2015. Democracy Index 2014. [Çevrimiçi]
Available at: Erişim:
https://www.eiu.com/public/topical_report.aspx?campaignid=Democracy0115
[%1 tarihinde erişilmiştir15 Aralık 2015].
Vreese, C. d., 2008. Media in the Game of Politics : Effects of Strategic Metacoverage
on Political Cynicism. International Journal of Press/Politics, 3(13), pp. 285-309.
125
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125
126
Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık
Sistemi Tartışmalarının Karşılaştırmalı
Bir Analizi
İhsan Kamalak
Hüseyin Gül
Doç. Dr.
Mersin Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Songül Sallan Gül
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Sosyoloji Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Türkiye’de cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, AK Parti’nin ve
Sayın Erdoğan’ın son dönemdeki yaklaşımı başkanlık sistemi tartışmalarını gündemde
tutmaktadır. Başkanlık sistemi tartışmaları siyasal rejimin bütün unsurları üzerindeki
etkileriyle birlikte ele alınmalıdır. Başkanlık sistemini uygulayan diğer ülke örnekleriyle
birlikte konuyu değerlendirmek, özellikle en iyi örnek olarak sunulan Amerikan
Başkanlık Sistemi ile Fransız Yarı Başkanlık Sistemlerini dikkate almak Türkiye’deki
tartışmalara ışık tutacaktır. Bu yazıda Türkiye’de cumhurbaşkanlığını ve başkanlık
sistemi tartışmaları, parlamenter demokrasi anlayışı, Amerikan ve Fransız örneklerini
de göz önünde bulundurarak irdelenmektedir.
Anahtar Kelimler: Türkiye, Cumhurbaşkanlığı, Parlamenter Demokrasi, Amerikan
Başkanlık Sistemi, Fransız Yarı Başkanlık Sistemi
A Comparative Analysis of the Debates on Democracy, Political
Regime and Presidential System
Abstract: Popular election of the President of the Republic of Turkey and the recent
approach of both AKP and Erdoğan leads us debate presidential system. Through the
debates all effects of presidential system on the parts of political regime should be
analyzed. Furthermore, Turkey’s governmental system is a part of its political regime
and other parts of the regime does have effects on the governmental system. Also the
analysis of the governmental systems of other countries is significant and would
positively contribute the debates. In this regard the presidential system of the United
States of America and semi-presidential system of France presented as the best
examples should be examined. This study, taken the cases of USA and France in mind,
analyzes the debates on presidential system and parliamentary democracy in Turkey.
Keywords: Turkey, Presidency, Parliamentary Democracy, American System of
Presidency, French System of Presidency
Kamalak, İ., Gül, H. & Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi Tartışmalarının
Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Toplam ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.127-148
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
Giriş
Türkiye‟de hükümet sistemi bağlamında tartışmalar 1982 Anayasasının
hazırlanma sürecinde Cumhurbaşkanının seçim yöntemi ile başlamıştır. Bu
tartışma, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde cumhurbaşkanının aylarca
seçilememesinden dolayı yapılmış olsa da, 1970‟lerin başından itibaren
cumhurbaşkanlığı seçimi süreci hep sancılı geçmiştir. Ancak konunun
hükümet sisteminde köklü değişikliğe yönelmesi siyasetçilerin cumhurbaşkanı
olması ile başlamıştır. Bu bağlamda ilk çıkışı cumhurbaşkanı olduktan sonra
Turgut Özal yapmıştır. Ardından Süleyman Demirel‟in cumhurbaşkanlığı ile
tartışmalara devam edilmiştir. Ancak 2007 yılında Türkiye Büyük Millet
Meclisi‟nde (TBMM) yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan
tartışmalar sonrasında 2007 yılında gerçekleştirilen referandum ile
anayasanın bazı maddeleri değiştirilmiş ve bu çerçevede cumhurbaşkanının
da halk oylaması ile seçilmesi ilkesi benimsenmiştir. Bu değişiklikten sonra
hükümet sistemi tartışmaları yavaş yavaş başkanlık sistemine dönmüş ve AK
Parti hükümetleri anayasa değişikliği ile bunu gerçekleştirmenin yollarını
aramaya başlamıştır. 2012, TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından yeni
anayasa yapma yılı ilan edilmiş, anayasa tartışmaları çerçevesinde birçok
farklı öneri ortaya konmuş ama sonuç alınamadan bugünlere gelinmiştir.
2014 yılında halkın ilk defa cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına
gitmesinde sonra ise, başkanlık sistemi artık Türkiye‟nin ana gündem
maddelerinden biri haline gelmiştir.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sadece Türkiye hükümet
sistemi için değil, siyasal sistemi için de önemli sonuçlar doğurmaktadır. 1982
Anayasası Cumhurbaşkanlığının konumunu sistem içinde güçlendirmiştir.
Aslında, Anayasa, siyasi istikrar adına otoriter ve güçlü bir yürütme
öngörmüştür. Bu nedenle güçler ayrılığı ilkesi, yürütme lehine bozulmuş,
çoğulculuk, katılımcılık ve demokratik temsilden çok güçlü siyasal iktidar ve
siyasal istikrar öne çıkarılmıştır
(Fırat & Gül, 2014). 2014‟de
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle, Cumhurbaşkanlığının temsil
kabiliyeti ve demokratik meşruiyeti ve dolayısıyla da sistem içindeki konumu
daha güçlendirilmiş oldu. Bunun pratikteki yansıması, Cumhurbaşkanlığının
da Türkiye siyasetinde çok kullanılan Rousseau‟cu „milli irade‟yi doğrudan
temsil eder hale gelmesidir.
Artık Türkiye‟de Cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi,
AK Parti‟nin ve Sayın Erdoğan‟ın son dönemdeki yaklaşımı başkanlık sistemi
tartışmalarını gerekli kılmaktadır. Her ne kadar milli iradeyi doğrudan temsil
eder hale gelen Cumhurbaşkanı “ben (1982) Anayasa‟nın verdiği yetkileri
sonuna kadar kullanacağım” dese ve kullanmaya çalışsa da, Anayasanın
kendisine verdiği yetkiler, Fransız Cumhurbaşkanı ile karşılaştırıldığında halen
azdır. Ayrıca, doğrudan siyaset içinde olamamaktan rahatsız olduğu da ileri
sürülebilir. Ancak, 1982 Anayasası çerçevesinde kurulu olan mevcut
128
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
sistemde, iki başlılık ve parti bağının fiili olarak devam etmesi gibi sorunların
yaşanması ve ileride değişen siyasi tabloya göre diğer sorunların oluşması
muhtemeldir.
Ancak AK Parti Hükümeti başkanlık hükümet sistemine geçilmesini
savunmaktadır. AK Parti ve diğer başkanlık hükümet sistemi savunucuları, bu
sistemin, yürütmeyi halkın doğrudan seçmesi ve halka hesap verecek olanın
belirli olması dolayısıyla demokrasiye daha uygun olduğunu ileri sürmektedir.
Diğer gerekçeler; yürütmenin hızlı/kolay oluşturabilmesi (Evcimen, 1992),
görev süresinin belirli olması ve siyasi istikrara katkı sağlamasıdır (Horrowits,
1995; Erdoğan, 1996). Türkiye‟nin jeopolitik konumu nedeniyle siyasal
istikrar ve hızlı karar almaya olan ihtiyacının, özellikle Arap Baharı sonrasında
daha da artması bu gerekçeleri ileri sürenlerin elini güçlendirmektedir. Ancak,
yasama ve yürütmenin kendi görev alanlarına yoğunlaşması anlamında
uzmanlaşma ve halk tarafından ayrı ayrı seçilme dolayısıyla katı güçler ayrılığı
ile katı güçler ayrılığı ile sağlanacak olan sınırlı hükümet ve de insan
haklarının daha sıkı korunması (Evcimen, 1992) gibi diğer ileri sürülen
gerekçeler ise temelsiz gerekçelerdir. Zira katı güçler ayrılığı, sınırlı hükümeti
ve insan haklarını koruyacak düzenlemeler, sadece hükümet sistemi ile
sağlanamaz (Kamalak, 2014).
Diğer taraftan başkanlık sistemine karşı çıkanlar ise, yürütme organının
da halk tarafından seçilmesinin yürütme ile yasama arasında tıkanmakilitlenme (Linz, 1993; Kalaycıoğlu, 2005; Özbudun, 1993) gibi olumsuz
sonuçları doğurma olasılığını içinde barındıran çifte demokratik meşruiyet
(Yazıcı, 2002; 2005) iddiasını taşıdığını ileri sürmektedir. Böylece hükümet
krizi, rejim krizine dönüşebiliyor (Tosun ve Tosun, 1999). Ancak başkanlık
sisteminin yaratacağı sorunlar bunlarla sınırlı değildir. Başkanlık sistemlerinin
kaybedenlerle işbirliği yapmayı çok az teşvik etmesi nedeniyle, yürütme
seçimini kazananlar kaybedenlerle uzlaşmaya yanaşmazlar. Özel ve sivil
sektörün, çoğulculuğun ve uzlaşmacı tutumların zayıf olduğu bir siyasal
yapıda yürütme çoğunlukçu bir yapıya bürünür. Ayrıca, yasama organının,
özellikle de başkan üzerindeki etkisi zayıflar. Çoğunlukçu bir yapıya
bürünmesi durumunda iktidardan dışlanmışların sayısı artacaktır. Bu ise
toplumsal düzeyde istikrarsızlığa ortam hazırlayacaktır (Linz, 1995; Lijpart,
1992).
Başkanlık sistemleri ayrıca esnek değildir. Görev süresinin belirli olması
dolayısıyla iyi başkanlar tekrar seçilemez veya kötü başkanlar görevden
alınamazlar. Bu da çok partiye sahip ülkelerde istikrarsızlık yaratmıştır
(Mainwaring, 1993; Mainwaring & Shugart, 1997). İstikrar bağlamında
başkanlık sistemine bu bağlamda yöneltilen eleştiri ise, hükümet istikrarı ile
siyasal istikrarın farklı (Linz, 1993, 1992) olduğu ve istikrar ve ekonomik
performans bakımından karşılaştırmada başkanlık sistemlerinin daha zayıf
olduğu (Sartori, 1997) ileri sürülmektedir.
129
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
Ancak bu tartışmalar Türkiye bağlamında başkanlık sisteminin olası
sonuçları konusunda bazı eksiklikler içermektedir. Eksikliklerin başında
başkanlık sisteminin Türkiye demokrasisine etkisi gelmektedir. Bu özellikle de
başkanlık sistemi taraftarlarının, hükümet sisteminin siyasal rejimin bir
parçası/unsuru olduğu ve diğer unsurla etkileşim içinde olduğunu gözden
kaçırmaları biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Başkanlık sistemi karşıtları ise,
Türkiye‟de zaten güçlü olan liderlerin/Başbakanların/Cumhurbaşkanlarının
(yarı-)
başkanlık
sistemini
talep
etmelerini
açıklamakta
yetersiz
kalmaktadırlar. Ayrıca başkanlık sistemine geçilmesinin neden diktatörlüğe /
otoriterliğe götüreceği ikna edici biçimde açıklanamamaktadır.
Bu çalışmada bir yandan güçlü olan liderlerin başkanlık sistemi
taleplerini sorgulanmakta, diğer yandan ise otoriteliğin oluşma nedenleri
analiz edilmektedir. Bu çerçevede yazıda, (yarı-) başkanlık sisteminin olası
sonuçları ve sorunları, Türkiye‟de cumhurbaşkanlığını ve başkanlık sistemine
geçiş çabaları değerlendirilmektedir. Ayrıca cumhurbaşkanını halkın
seçmesinin anlamı, mevcut Anayasa ve Türkiye‟nin siyasal kültürü
çerçevesinde, Amerikan ve Fransız başkanlık sistemleri de göz önünde
bulundurularak tartışılmaktadır. Ayrıca demokrasinin günümüzdeki anlamı ve
hükümet sisteminin siyasal rejimi oluşturan diğer unsurlarla olan etkileşimi
de irdelenmektedir.
Hükümet Sistemi, Siyasal Rejim ve Demokrasi
Hükmet sistemi devlet içindeki kuvvetlerin dağıtım ve düzenlenişine
dayanarak siyasal rejimin uygulanış biçimi olarak tanımlanabilir (Erat, 2015:
326-327; Hekimoğlu, 2009: 5). Hükümet sistemi sınıflandırılmasında güçler
ayrılığı ilkesinin işleyişi veya yürütme organının yapısı ve göreve gelişi ile
yasama organı ile olan ilişkisi kriterleri kullanılabilir. Bu çerçevede siyasal
yürütme bir kişiye veriliyor ve doğrudan halk tarafından seçiliyor ve de
yasama organı tarafından güvensizlik oylaması ile düşürülemiyorsa, başkanlık
sistemi; yürütme organı çift başlı ve devlet başkanı sorumsuz-sembolik iken,
sorumlu siyasal yürütme yasama organı ile organik ilişki içinde ise
parlamenter sistem olarak sınıflandırılır. Diğer taraftan halk tarafından
seçilmenin yanında, önemli yetki-görevlerle donatılan cumhurbaşkanının
yasama organı ile organik ilişki içinde sorumlu siyasal yürütmenin olduğu
sistemler, yarı-parlamenter sistem değil, cumhurbaşkanının ağırlığı
dolayısıyla yarı-başkanlık sistemi olarak sınıflandırılmaktadır. Ancak hükümet
sistemi hangisi olursa olsun, siyasal rejimin siyasal parti, siyasal kültür, sivil
toplum kuruluşları gibi unsurları, yürütme ve yasama organlarının işleyişi
üzerinde etkide bulunurlar.
Siyasal rejimin belki de en önemli unsuru olan siyasal partilerin yapısı
ve parti sistemi ki, bunlar da ülkenin sosyoekonomik yapısının, toplumsal
sınıfların ve değişik toplumsal kesimler arasındaki ilişkilerin yansımasıdır ve
130
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
hükümet sisteminin işleyişi üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Başkanlık
sistemi üzerine yapılan çok sayıda araştırmada da vurgulandığı gibi, çok
partili sisteme sahip ülkelerde başkanlık sistemi tıkanmalara hatta
kilitlenmelere yol açmaktadır (Mainwaring, 1993; Linz, 1993). Zira başkan
seçim yöntemi dolayısıyla bir şekilde seçilirken, yasama organında hiçbir parti
tek başına çoğunluğu sağlayamadığından yasama yürütme organı arasında
sorunlara ortam hazırlamaktadır. Bu sorunlar, özellikle siyasal kültüründe
uzlaşmanın az olduğu ya da ideolojik davranışın egemen olduğu ülkelerde /
toplumlarda, siyasal partiler de disiplin özelliğine göre kurgulandığından,
kaçınılmaz olmaktadır. Oysa ABD gibi, uzlaşma kültürünün yüksek olduğu ve
de siyasal partilerinin disiplinsiz ve federal yapıya uygun olarak hem merkez
örgütlerinin güçlerinin sınırlı olduğu hem de lider sultasının görülmediği
ülkelerde, başkanlık sisteminin sorun yaratma özellikleri minimize
olabilmektedir. ABD örneğinde, devlet yapısının federal olması da
(Kalaycıoğlu, 2005), başkanlık sisteminin içinde taşıdığı sorunlar gün yüzüne
çıktığından, bu sorunların siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamdaki etkileri
de minimize edilebilmektedir. Kısaca, hükümet sisteminin siyasal rejimden
bağımsız olarak ele alınmaması, bilakis bir bütünün parçası olduğu göz önüne
alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Başkanlık sistemi tartışmalarında, taraftarlarının en çok dile getirdiği
gerekçe, yürütmenin de yasama gibi doğrudan seçimle göreve gelmesi ve
sorumlunun belli olması üzerine kurgulanmaktadır. Dolayısıyla teorik olarak
doğru gibi görünse de, başkanlık sisteminin Türkiye demokrasisini
geliştireceğini ileri sürmek güçtür. Tartışma, demokrasi çerçevesinde
yapılacaksa, öncelikle günümüzde demokrasinin temele özelliklerinin neler
olduğunu hatırlamamız gerekir. Ardından Türkiye demokrasisinin ve/veya
siyasal rejiminin sorunlu alanlarının neler olduğu sorusunu sormamız gerekir.
Demokrasi tartışmalarında, ülkelerin demokrasilerinin gelişmişlik
düzeylerinin ölçülmesinde günümüzde seçimlerin yanı sıra diğer pek çok
unsur da göz önüne alınmaktadır. Barry‟ye (2004: 321) göre demokrasinin
günümüzde ayırt edici ve diğer sistemlerden üstün yanı; katılımcı
mekanizmalara sahip olması ve yönetimi daha geniş bir tabana
yayabilmesidir. Demokratik bir sistemde, özgür ve adil seçimler sonucunda,
toplumun tercihleri doğrultusunda bir yönetimin oluşması beklenir. Oluşan
yönetimin de yine, diğer muhalif ya da alternatif görüşlere de katılma hakkı
tanıyarak, tartışma ve uzlaşma süreçlerini işleterek kamusal kararları
oluşturması beklenir. Bunun yanında, yönetimlerin çoğunlukçu bir
demokrasiye hatta “çoğunluğun diktatörlüğüne” dönüşmemesinin garantisi
olarak “güçler ayrılığı” ilkesi geliştirilmiştir. Güçler ayrılığı ilkesi gereği;
yürütme, yasama ve yargının ayrıştırılarak, mutlak iktidarın sınırlandırılması
amaçlanır.
Ancak, çoğunluğun yönetim hakkının diktatörlüğe dönüşmemesi için
siyasal rejimin bir bütün olarak bütün unsurlarıyla iyi gelişmiş ve işliyor
131
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
olması gerekir. Bu bağlamda sadece “güçler ayrılığı” ilkesi de yetersiz
kalacaktır. Yönetimi dizginlemeye yardımcı olan diğer ilke, kurum,
mekanizma, kültür ve tutumların da gelişmiş olması gerekir. Demokratik bir
sistemin vazgeçilmezi olan ya da onu güçlendiren diğer temel düzenleme ve
kurumlar şöyle sırlanabilir:








Yasama ve yürütmenin kendini hukuk kurallarıyla ve hukuk devleti
anlayışı ile bağlı sayması
Hak ve özgürlüklerin anayasal güvencede olması
Yasaların anayasaya uygunluğunun ve idarenin eylem ve işlemlerini
hukuka uygunluğunun yargısal denetim mekanizmalarının kurulmuş
olması
Hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı ilkelerinin yerleşmiş olması
Halkın ve toplumsal kesimlerin yaygın katılım hakkı ve olanakları ve
bunların sağlanmaması durumunda barışçıl gösteri/protesto hakkı
Farklılıklarına ve azınlıkta kalan görüşlere saygı ve var olma hakkı
Gelişmiş ve yerleşmiş bir demokrasi kültürü ve sivil toplum anlayışı
Sosyal devlet ilkesi gereği temel kamusal hizmetlere ve yaşam
standardına herkesin hakkaniyetli erişimi (Gül, 2008: 160-161).
Kısacası, bir ülkede seçimlerin ve seçilmiş meclislerin olması ve hatta
güçler ayrılığının olması, o ülkenin gelişmiş ve yerleşik bir demokratik rejime
sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Seçimlerin yapılış biçimi, yerleşik
demokratik bir kültürün olup-olmaması, temel hak ve özgürlüklerin korunma
ve gerçekleşme düzeyi gibi niteliğe ve işleyişe dair ölçütler daha fazla öne
çıkmaktadır. Örneğin, düşünce, ifade ve basın özgürlükleri, örgütlenme ve
toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarının kullanılma düzeyi ve biçimi bu
bağlamda dikkatle izlenen parametrelerdir. Bir ülkede basın özgürlüğü
dolayısıyla yargılanan ya da tutuklanan medya mensuplarının sayısının
çokluğu, o ülkede kişilerin özgür haber alma haklarını ve özgürlüklerini
hakkaniyetli olarak kullanabilmesini ve seçimlerin özgürce yapılmasını
engelleyici ve dolayısıyla da bir siyasal rejimin demokratik niteliğini zedeleyici
olarak değerlendirilmektedir. Yolsuzluklardan hesap sorulamaması, hem adil
yargılamanın en iyi ihtimalle sorunlu olduğu hem de yönetenlerden hesap
sormanın eksik veya sorunlu olduğuna işaret olarak düşünülmektedir. Bu
haklar bireyi devlete-topluma karşı koruyan negatif hak ve özgürlüklerdir. Ya
da 1982 Anayasasındaki başlığı ile kişisel hak ve özgürlüklerdir.
Ancak sosyal ve ekonomik haklar da demokrasiyle yakından ilintilidir.
Eğitim, sağlık ve sendikal örgütlenme bunların başında gelir. Zira bu isteme
hakları, fırsat eşitliğini sağlar ve bireye haklarını ve özgürlüklerini
kullanabilmesi için gerekli olanakları sunar. İyi bir eğitim almış birey, hem
siyasal rejimin demokratikleşmesine hem de demokrasinin kurum ve
kurallarının sağlıklı işlemesine katkıda bulunur. Özetle siyasal rejimin hangi
unsuru olursa olsun, demokrasi bağlamında tartışılıyorsa, temel hak ve
132
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
özgürlükleri koruma ve bu çerçevede iktidarın sınırlandırılması merkezde yer
alır ve almalıdır.
Bu bağlamda hükümet sistemi Türkiye demokrasinin sorunlu alanlarının
nedeni değil, sonucudur. Siyasal partilerin lider sultası ile çalışması, parti-içi
demokrasinin neredeyse olmaması, yargı tarafsızlığı-bağımsızlığı alanındaki
sorunlar, medyadaki tekelcilik / taraftarlılık, sivil toplum kuruluşlarının
güçsüzlüğü ve üzerlerindeki baskı, örgütlenme, basın ve ifade özgürlüğü
üzerindeki kısıtlamalar gibi sorunlu alanlar, Türkiye‟nin bir yanda siyasal
rejimini diğer yanda da hükümet sistemini sorunlu hale getirmektedir. Lider
sultası, halkın iradesinin TBMM‟ye yansımasını kısıtlamakta ve halkı temsil
eden milletvekillerini liderlere bağımlı hale getirerek bu kısıtlılığı daha da
artırmaktadır. Yüzde 10 ülke barajı çoğu zaman toplumun önemli kesimlerinin
TBMM‟de temsilini engellemektedir.
Medya, halka iktidar ve muhalefet partilerinin faaliyetleriniprogramlarını manipüle ederek aktardığından, seçimlerde doğru tercihte
bulunmalarını engellemektedir. İktidarın kendisi dahi yargının bağımsız
olmadığından şikayet etmektedir. Kısacası, Türkiye için elzem olan hükümet
sistemini değiştirmek değil, demokrasinin ve demokrasi kültürünün
içselleştirilmesinin artırılması ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasının
güçlendirilmesidir. Türkiye demokrasisinin hak ve özgürlüklere, yani daha
derin ve yerleşik özgülükçü demokrasiye ilişkin bu sorunlarının, hükümet
sistemine ilişkin yapılan Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi
veya geçilmek istenen başkanlık sistemi gibi değişikliklerle çözülmesi pek
olanaklı görünmemektedir.
Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçmesinin Anlamı ve Sonuçları
Parlamenter hükümet sistemine sahip ülkelerin siyasal rejimleri
çoğunlukla siyasal kültürün de etkisiyle ideolojik ve disiplinli siyasal partilere
sahiptirler. Yasama organı üyeleri, parti çizgisinde hareket etmek
zorundadırlar. Bu ideolojik-kutuplu davranış biçiminin, toplumsal yaşamda da
görülmesi olağandır. Bu yüzden de, sorumsuz (devlet başkanı) ve sorumlu
olmak üzere yürütme organı iki organdan oluşur. Yürütme organı içinde ikilik
çıkmaması için, devlet başkanı ister kral/kraliçe olsun ister Cumhurbaşkanı
olsun sembolik konumdadır. Sembolik konumda tutabilmek için devlet
başkanı, cumhuriyet olan ülkelerde genellikle halk tarafından seçilmez. Bunun
nedeni, halk tarafından seçilecek devlet başkanı demokratik meşruiyet
açısından güçleneceğinden, yürütme içinde ikilik çıkmasına zemin
hazırlayacaktır.
Parlamenter sistemlerde yürütmenin sorumlu kanadı doğrudan halk
tarafından yürütme görevi-yetkisi için olmasa da, yasama organı üyeliği için
halk tarafından seçilmişlerdir. Bu seçilme bir siyasal parti çatısı altında
olmuştur ve seçilenler ya da temsilciler (milletvekilleri) bir program ve
133
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
ideoloji ile hareket ederler. Yasama organında çoğunluğa ulaşan grup,
yasama organına karşı siyaseten sorumlu olarak bakanlar kurulu (hükümet
ya da kabine) adıyla sorumlu siyasal yürütmeyi oluşturur. Ancak parlamenter
sistemlerde, siyasal yürütmenin sorumlu kanadının denetimi, yasama organı
çoğunluğu tarafından değil, azınlığı oluşturan muhalefet tarafından yerine
getirilmektedir1 (Soysal, 1993). Bakanlar kurulu üyelerinin güçlerini gösteren
bir özellik olan kararların oybirliği ile alınması ve kolektif sorumluluk,
parlamenter sistemlerin temel özelliklerindedir. Bu temel sorumluluk bakanlar
kurulu adına başbakan tarafından temsil edilir. Bu özelliklere sahip bakanlar
kurulu yanında, yürütmenin diğer kanadını oluşturan cumhurbaşkanın pasif /
sembolik olması gerekir. Bunun yanında, bakanlar kurulunca temsil edilen
hükümetin, içinden iktidar olarak çıktığı parlamento ile ilişkilerinde eşit ama
muktedir olarak yasa çıkarabilmesi, parlamento üzerine sahip oldukları
etkileme yetenekleri başarılı biçimde kullanabilmesine bağlıdır.
Sembolik konumda olması gereken cumhurbaşkanın halk tarafından
seçilmesi sembolikliği ortadan kaldıracağı gibi gereksizdir de. Ciddi bir zaman
ve kaynak israfıdır. Zira sistem içinde sembolik olan bir kurum için ülke
gündeminin meşgul edilmesi ve seçimler için ciddi kaynak harcanması
sonucunu doğurmaktadır. Ancak, yukarıda da değinildiği gibi, daha da
önemlisi siyasal kültür göz önüne alındığında, halkın seçmesi sakıncalıdır. Zira
seçilmiş cumhurbaşkanı, çoğunlukla parlamento çoğunluğundan daha güçlü
bir demokratik meşruiyet (en az yüzde 50 artı bir) ile donatılmış olan bir
cumhurbaşkanı olacaktır (Kamalak, 2006).
“Cumhurbaşkanlığı seçim yöntemi de içinde olmak üzere neden
hükümet sistemleri konusu bu kadar sık gündeme getiriliyor?” sorusunun
yanıtını aradığımızda, bu konunun Türkiye kamuoyunun önüne bir şeylerle
meşgul olsunlar diye atıldığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Kamuoyu, yukarıda da belirtildiği gibi, 1982 Anayasası hazırlanma sürecinden
beri zaman zaman cumhurbaşkanlığı seçimleri ve hükümet sistemleri
tartışmaları ile meşgul edilmektedir. Konu, son yıllarda ise başkanlık hükümet
sistemi bağlamında AKP tarafından daha çok kullanılmaktadır. Kamuoyu, yeni
gündem maddesi buluncaya kadar günlerce tartışma ile meşgul edilerek,
hükümet rahatlatılmaktadır.
Konunun ayrıca, özellikle Sayın Cumhurbaşkanının başbakan iken o
kadar güçlü hareket etme olanağına rağmen “neden Cumhurbaşkanlığı gibi
sembolik bir konumu arzuladığı” çerçevesinde de tartışılması gerekiyor. Bu
bağlamda ilk nokta, milletvekilleri ile bağının tek taraflı kesilecek olmasıdır.
Yani, milletvekilleri, teorik olarak da olsa başbakan / bakanlar kurulu üzerinde
sahip oldukları ancak Cumhurbaşkanı üzerinde sahip olmadıkları güvenoyu
gücünü yitireceklerdir; milletvekillerinin gücü azalacaktır. Benzer bir gelişme
1
Büyük Britanya‟da hükümete “yüce majestelerinin hükümeti (her
government)”, muhalefete ise “yüce majestelerinin muhalefeti (her
opposition)” denir.
134
majesty’s
majesty’s
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
siyasal parti örgütleri için de ileri sürülebilir. Bunun diğer bir anlamı da,
milletvekillerinin, lidere/Cumhurbaşkanına daha da bağımlı hale gelmesidir.
Özetle, Cumhurbaşkanlığı, Sayın R. Tayyip Erdoğan‟ı biraz daha parti üstü
konuma yükseltecek, ancak parti üzerinde devam eden etkisi ve bağları onu
daha rahat hareket eden ve daha güçlü bir lider haline getirecektir.
Ancak liderin Cumhurbaşkanı olması konusunda Türkiye‟nin geçmiş
tecrübesi, partiler için çok da olumlu değil. Özellikle de, T. Özal‟ın ANAP‟ının
ve S. Demirel‟in DYP‟sinin yaşadığı deneyimler göz önüne alınınca, hükümet
sistemi tartışmalarının baskın olarak başkanlık sistemi olsa da kısık olarak
partili Cumhurbaşkanına dönüşmüştür. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK
Parti‟nin 2011 seçimlerine göre yaşadığı oy kaybı her ne kadar Sayın
Erdoğan‟ın Cumhurbaşkanı sıfatına rağmen seçim sürecinde yer almasına
bağlansa da, ANAP ve DYP deneyimlerini akla getirmiştir. Bu yüzden de,
anayasal olarak da aktif siyasetin içinde olabilmesi ancak partili bir
cumhurbaşkanlığı ile olanaklı olabilecektir. Ancak partili Cumhurbaşkanlığı
modeli AK Parti için önemli varlık nedeni olsa da, Cumhurbaşkanının bu kadar
siyaset içinde olmasının sakıncaları Türkiye siyaseti için ortada durmaktadır.
Bir siyasal partinin hem Cumhurbaşkanını hem de TBMM çoğunluğuna
da sahip olan bir oy oranı alması, siyasal yürütmeyi aşırı güçlendirerek,
demokrasi açısından önemli yapıların kurumsallaşmadığı, farklı toplumsal
kesimlerin ve sektörlerin (sivil sektör, sendikalar, demokratik muhalefet
odakları vb.) yeterince güçlenmediği Türkiye gibi ülkelerde, iktidarın
denetlenmesini güçleştirebilir. Hele de hukuk devletinin kurumsallaşmasında
yetersizlikler varsa, bu sorun daha da ciddi boyutlara çıkabilir. Çifte
meşruiyete sahip siyasal iktidarın bütün siyasal organları kontrolü altına almış
olması, siyasal azınlıkların (muhalefet) kendilerini ifade etme kanalları
neredeyse tamamen kapanmış olduğu algısının oluşmasına ortam
hazırlayarak siyasetin daha gergin ve sokakta aranması sonucunu doğurabilir.
Bunun nerelere vardığını, Taksim Gezi Parkı ile başlayan eylemlere iktidarın
verdiği tepki ve bunun doğurduğu karşı tepkinin sonuçlarından gördük.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sakıncalarından ikincisi
ise bir olasılık olarak durmaktadır. Aslında bu olasılık düşük de olsa, 7 Haziran
seçimlerinden sonra “CHP, MHP ve HDP koalisyon kurabilirse” diye kafalarda
belirmişti. Bu olasılık, yarı-başkanlık sistemlerinde birlikte var olma
(cohabitation) olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile bu olasılık, şimdilik
olanaklı görünmese de, Erdoğan Cumhurbaşkanı ve TBMM çoğunluğu başka
bir parti veya parti grubunda olması durumudur. Bu durumda ise,
Cumhurbaşkanının hareket alanı kısıtlanacaktır. Cumhurbaşkanlığı yetkileri;
bazı yüksek yargı organları ve YÖK üyeleri ile rektörlerin ataması ile sınırlı
kalacaktır. Ancak, doğrudan halk tarafından seçilerek gelen Cumhurbaşkanı
demokratik
meşruiyet
ile
güçlendirildiğinden,
yani
milli
iradeye
dayandığından, Bakanlar Kuruluna veya TBMM çoğunluğuna kendi politik
135
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
programını dayatma yönünde karşı çıkma olasılığının hayli güçlü olması
dolayısıyla, yürütme içinde ikilik sorunu ortaya çıkacaktır.
Bu bağlamda, tek başına alamadığı, kararname („karşı imza2‟)
dediğimiz
yöntemle
alınan
kararlara
da
bakılabilir.
Anayasalarda
“Cumhurbaşkanı atar, görevlendirir veya seçer” gibi ifadeler yer alsa da, bu
yetkiler/görevler, ilgili bakan veya Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir.
Bakanlar, böyle bir kararı hazırlamadan Cumhurbaşkanı hiçbir şey yapamaz.
Kısaca, birlikte var olma durumunda halk tarafından seçilse de,
Cumhurbaşkanı siyasal yürütme içinde geri plana düşmek durumunda
kalacaktır. Ancak, demokratik meşruiyetle donatılmış bir Cumhurbaşkanı bu
kararları imzalamaz ise, yürütme süreci yavaşlayabilir; yani yürütme içinde
ikilik sorunu ortaya çıkar. Bu tür tartışmaları A. N. Sezer‟in Cumhurbaşkanlığı
döneminde yaşandığı unutulmamalıdır.3
Bu çerçevede, „melez olan‟ yarı-başkanlık sistemi „birlikte var olma‟
(cohabitation) durumu dolayısıyla, yani Cumhurbaşkanı ile Bakanlar
Kurulu‟nun (veya parlamento çoğunluğunun) farklı partilerden olması
durumundan kaynaklı, „istikrarsız‟ bir sistemdir. Bu sistemde de,
Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir, ama önemli yetkilerle de donatılmıştır.
Bunun en tipik örneği, aşağıda değinilecek olan, Fransa‟dır. Fransa‟da
Bakanlar Kurulu Millet Meclisi yanında Cumhurbaşkanına karşı sorumludur;
Cumhurbaşkanı yılda bir kez olmak şartıyla Millet Meclisi seçimlerinin
yenilenmesine karar verebilir. Ancak, özellikle de siyasal geleneğin
yerleşmediği durumlarda, birlikte var olma durumunda siyasal yürütmenin iki
kanadı arasında yetki/görev çatışması olma potansiyeli çok güçlüdür.
Çatışmanın nedeni, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmekle sahip
olduğu demokratik meşruiyettir. Demokratik meşruiyet, siyasetçilerin ifadesi
ile „milli iradedir‟.
Burada son olarak şu nokta dikkatle ele alınmalıdır: Cumhurbaşkanı
halk tarafından seçilerek, yani siyaset içinden gelirse, Türkiye‟de
Cumhurbaşkanına atfedilen tarafsız ve/veya siyaset üstü olma rolünü kim
veya hangi kurum üstlenecek? Bir kriz veya çatışma durumunda, tansiyonu
düşürmek işini kim üstlenecek? Bu sorunun yanıtı maalesef yok. Olmadığı için
de Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönteminden vazgeçilmelidir.
2
„Karşı imza‟ (kararnameler) kuralı, Cumhurbaşkanının sadece imza attığı, ama kararı
alanın o olmadığı; kararlarda imzası bulunan Başbakan veya ilgili bakanın kararı alanın
ve sorumlu olanın olduğunu anlatır.
3
Bu tartışmaların tamamen olumsuz olduğu da söylenemez. A. N. Sezer‟in
Cumhurbaşkanlığı döneminde yürütmede bir iki başlılık ve uyumsuzluk oluşmuştu.
Ancak, AK Parti hükümetlerinin en başarılı olduğu yılların bu döneme denk gelmesi,
aslında Cumhurbaşkanı ile hükümetin farklı ya da muhalif siyasal partilerden
gelmesinin doğrudan hükümetin ya da yürütmenin başarısızlığına yol açmadığının da
bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
136
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
Ancak sorun bunlarla da sınırlı değildir. Zira Türkiye‟nin mevcut
yürütme yapısı yarı-başkanlık sisteminin tipik örneğini oluşturan Fransız
sisteminden farklıdır. Fransız siyasal sistemi içinde yasama organının ne
kadar güçsüz hale getirildiği veya Cumhurbaşkanının ne kadar güçlendirildiği,
sorunun sadece Cumhurbaşkanına partili olma yolunun açılmasından öte
olduğu, Fransa‟nın incelenmesi ile ortaya çıkacaktır.
Fransız Yarı-Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Yeni Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri
Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ve sonrasında hükümet
sistemi tartışmaları gündeme damgasını vurmuştu ve bu tartışmalar halen
devam etmektedir. Kim Cumhurbaşkanı adayı olacak, hangisi seçilecek, halk
tarafından seçilen nasıl görev yapacak veya yapmalı, ilk turda seçilebilecek
mi, partili gibi mi davranacak ya da davranmalı, Anayasadaki yetkileri ile
seçilmiş olması örtüşecek mi gibi sorular gündemi meşgul etmişti ve etmeye
devam etmektedir. Bu tartışmayı bir yarı-başkanlık sistemini temel alarak
yapmakta yarar var. Böyle bir sistemin uygulamadaki en tipik örneği olan
Fransa‟ya bakılabilir. Parlamenter hükümet sistemlerinde, meclis kaynaklı tek
demokratik meşruiyet mevcutken, Cumhurbaşkanı da halk tarafından
doğrudan seçildiğinden yarı-başkanlık sistemlerinde çifte demokratik
meşruiyet vardır. Bu, demokrasi teorisi açısından daha da iyi olarak
yorumlanabilir. Ama öyle olduğunu iddia etmek zordur.
Halk tarafından seçilen iki organ (devlet başkanı ile yasama organı ve
yasama organına dayanan Bakanlar Kurulu) arasında güç dengesinin de iyi
kurgulanması gerekir. Ama bu zordur. İki organ arasında, belirsizlikten
kaynaklanan sorunların baş göstermesi sistemi tıkanmaya kadar götürebilir.
Gerçi güç dengesi ne kadar kurgulanmaya çalışılırsa çalışılsın, halk tarafından
seçilen cumhurbaşkanları, hele de siyasal parti liderliğinden gelenler,
bakanlar kurulunun varlığından/gücünden ve kendilerine göre gerekli
yasaların çıkarılmamasından dolayı, iş yapamamaktan yakınacak, yasa
yapabilme dâhil yetkilerinin artırılması yönünde talepler dile getireceklerdir.
Bu yüzden de, Fransa örneğinde yasama organı ile Cumhurbaşkanı arasındaki
güç dengesinin, yasama organı aleyhine nasıl düzenlendiği4 ve bunun
Türkiye‟de uygulanması durumunda olabilecekler üzerinde durmak gerekir.
Amaç, yarı-başkanlık sisteminin nasıl melez bir hükümet sistemi olduğunu
ortaya koymak yanında, Türkiye siyasal geleneğinde/kültüründe arzulanır bir
hükümet sistemi olup olmadığına ilişkin tartışmaya katkıda bulunmaktır.
4
Fransa‟nın siyasal sistemine ilişkin çok detaylı bilgi için Eyüboğlu, 2014.
137
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
Fransız Yarı Başkanlık Sisteminin Özellikleri
Fransa‟da, 1958 Anayasası ile daha Cumhurbaşkanını halkın seçmesine
(1962) geçmeden önce, bir yandan Cumhurbaşkanı güçlendirilmiş, diğer
yandan da yasama organının gücünde kısıtlamalara gidilmiştir. Bu
düzenlemeler nedeniyle; özünde parlamenter bir sistem olan Fransız hükümet
sistemi, yarı başkanlık olarak anılır olmuştur.
Parlamentonun egemenliğini kısıtlayan ve sistemin bir yarı başkanlık
olarak anılmasına da yol açan temel düzenleme 1958 Fransız Anayasası‟dır.
1958 Anayasası‟nın 34. maddesi ile yasama yetkisinin kullanım alanı,
sayılarak kısıtlanmıştır (Eyüboğlu, 2014: 155). Ayrıca, birbirini dengeleyecek
ve denetleyecek Millet Meclisi ile Senatodan oluşan bir Parlamento
öngörülmüştür. Millet Meclisi halk tarafından 5 yıllık bir süre için seçilirken,
Senato üyeleri, yarısı 3 yılda yenilenmek üzere 6 yıllık süre için, büyük ölçüde
yerel meclislere seçilmiş olanlar tarafından seçilirler.
Parlamento toplantıları, Anayasa ile 9 ayla sınırlandırılmıştır. 120
birleşimden fazla olamaz. Başbakanın isteği ile ancak bu süre uzatılabilir.
Meclislerin gündemini pratikte Kabine belirler; istediği tasarıyı öne alabilir.
1958 Anayasa‟sının 48. maddesinde 1995 yılında yapılan değişikliğe göre
Meclisler ayda bir kendi gündemlerini belirleyebilirler. Kabine Parlamento‟dan
yasa gücünde kararname yetkisi alabilir. Ancak, Parlamento bu yetkiyi
verdiğinde o alana ilişkin yasa yapma gücünü yitirir. Parlamento, kendine
sunulan sınırlı yasa yapma alanının dışına çıkmasın diye; Kabineye yasama
süreci sırasında itiraz hakkı tanınıyor. Eğer Parlamento, yetki verdiği alanda
yasa yapmaya kalkarsa, Kabine Anayasa Konseyine başvurup durum tespiti
yaptırdıktan sonra, o alana ilişkin doğrudan düzenleme (yasa) yapabilir (1958
Anayasası, md. 41) (Eyüboğlu, 2014).
Güven oylamasına da sınırlamalar getirilmiştir. Kabine Senato‟ya değil
sadece Millet Meclisi‟ne karşı sorumludur. Reddedilen güvenoyu önergesine
imza atanlar, aynı toplantı yılı bir daha güvenoyu önergesi veremezler (md.
49/2). Başbakan, Kabine‟de görüştükten sonra, Millet Meclisi‟nde bir yasa
tasarısı üzerinden güvenoyu talep edebilir (1958 Anayasası, md. 49/3).
2000‟de yapılan değişiklikle, yılda bir ile sınırlanan bu yetkinin anlamı, yasa
tasarısının Senato‟da hiç gündeme gelmeden, Millet Meclisi‟nde ise
tartışılmadan, kabul edilmesidir. Çünkü “24 saat içinde hükümete karşı bir
gensoru önergesi verilmezse, yasa ya da bütçe oylanmış ve kabul edilmiş
sayılır” (Eyüboğlu, 2014: 165). Bir vekil, bakan olarak atandığında, vekillik
görevinden ayrılmış olur (1958 Anayasası, md. 23). Yani, Parlamento üyeliği
ile bakanlık bağdaşmaz.
1958 Anayasası‟nın 12. Maddesine göre Cumhurbaşkanı, gerekli
gördüğü takdirde Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir.
Fesih yetkisi konusundaki sınırlama, Başbakan ve Meclis başkanına bağlayıcı
olmayan danışma işlemi ve yılda bir kez yapılabilmesidir (Eyüboğlu, 2014).
138
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
Bu yetki dağılımının yasama organı açısından anlamı, devlet başkanı
karşısında siyasal sistem içindeki ağırlığının/gücünün törpülendiğidir. Yasa
yapma alanı ve hükümeti denetleme yetkisi kısıtlanan parlamento, bir
anlamda temsil organı durumuna indirgenmiştir. Sorulması gereken soru,
“Türkiye böyle bir yasama organını ne kadar isteyebilir?”.
Yasama organının bu durumunun, siyasal yürütme ile birlikte
düşünülmesi gerekir. Zira yasama organına karşı sorumlu bir kabine olsa da,
yürütme gücü anayasal açıdan da Cumhurbaşkanına verilmiştir. Fransa‟da
hükümet ve kabine kavramları farklıdır. Hükümet (Conseil de Ministres),
Cumhurbaşkanı başkanlığında haftada bir toplanan bakanlardan oluşur (1958
Anayasası, md. 9) ve bu “Cumhurbaşkanı hükümetidir” (1958 Anayasası, md.
8). Kabine (Conseil de Cabinet) ise, Cumhurbaşkanının katılmadığı,
başbakanın (Prime Minister değil, Premier Ministre) başkanlığında toplanan
bakanlardan oluşuyor. Kabine toplantısı için, gündem önceden belli olmalı ve
Cumhurbaşkanı yazılı vekalet vermelidir. Anayasal yetkilere sahip olan
Hükümet‟tir, ancak Millet Meclisi‟ne karşı sorumlu olan Kabine‟dir (Eyüboğlu,
2014).
Cumhurbaşkanının bu gücüne rağmen, halen vatana ihanet dışında
sorumluluğu bulunmamaktadır. Yani klasik parlamenter sistemdeki gibi
sorumsuz
cumhurbaşkanlığı
devam
etmektedir.
Bunun
anlamı,
Cumhurbaşkanının sorumluluğu veya hesap vermesi, seçimlerle sınırlıdır. Bu
demokrasinin günümüzdeki anlamı açısından pek arzu edilebilir bir durum
değildir.
Fransa‟daki durum, Türkiye açısından Türkiye‟nin verili koşulları
(demokrasi geleneği/kültürü) içinde değerlendirildiğinde, olumsuz sonuçların
ortaya çıkması söz konusu olacaktır. Tek başına yaptığı işlemlerden tamamen
sorumsuz olan Cumhurbaşkanı, tam da bugünkü iktidarın ısrarla vurguladığı
gibi, sadece seçimden seçime seçmenlere hesap verecektir, çünkü yürütme
gücünü kullanan Cumhurbaşkanı hukukla bağlı olmayacaktır. Parlamentonun
siyasal denetimi zaten yok. Fransa‟da da yaşanan olumsuzlukların bir sonucu
olarak Anayasada 2002 ve 2008 yıllarında yapılan değişikliklerle devlet
başkanının görev süresi 7 yıldan 5 yıla düşürülmüştür ve bir kişinin iki
kereden fazla başkanlık yapması önlenmiştir.
Benzer düzenleme 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik
Devletleri‟nde de yapılmıştır. Başkanlığın dörder yıllık iki dönem olarak
yapılması konusunda ABD‟de bir gelenek oluşmuştur. Ancak bu geleneğin,
Franklin Delano Roosevelt döneminde bozulması endişe yaratmıştır. Bu
nedenle, bir kişinin en fazla iki dönem başkanlık yapabilmesi geleneği, bir
kural olarak Amerikan Anayasa‟sında 1947 yılında yapılan bir değişiklikle (22.
Değişiklik, Twenty-second Amendment) eklenmiştir. Bu değişikliğin temel
nedeni de, bir başkan ne kadar başarılı olursa olsun, onu diktatör
görünümüne sokacak ya da diktatörlüğe özenmesine yol açacak kadar uzun
139
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
süre ya da yaşamı boyunca başkanlık yapmasının engellenmesi isteğidir (Gül,
2013).
Güçler dengesinin iyi oturtulmadığı, yetkilerin iyi dengelenmediği bir
siyasal yapıda, demokratik çoğulculuğun sağlanması güçtür. Siyasal, etnik ya
da toplumsal azınlıkların dışlanması olasılığı artarken, siyasal ve toplumsal
düzeyde istikrar sağlamak ve yönetilebilirliği sürdürmek güç olacaktır. Bu
sorunlar, son günlerde yaşadığımız tartışmaların da temel kaynağıdır. Bu
sorunların, daha fazla güç talep edecek birinin doğrudan halk tarafından
Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle büyümesi olasılığı yüksektir. Bu sorunun
nedeni, siyasal yürütme üzerinde demokrasinin esas kurumu olan meclisin
denetiminin zayıflamasıdır. Güvenoyuna tabi olmadan daha fazla güç
kullanabilecek olan bir Cumhurbaşkanlığı modelinde, gündem ve yasa yapma
konusunda gücü zayıflamış bir parlamento, demokrasinin ve özgürlüklerin
daha fazla güçlenmesi anlamına gelmeyecektir. Yasama organının yürütme
üzerindeki gücü zayıfladığında, denetlenebilirliği azalacağından daha güçlü bir
yürütme ortaya çıkacağı ileri sürülebilir.
Türkiye‟nin şu anki sorunu zaten daha fazla güç arayan ve daha az
denetlenmek isteyen, yani otoriterleşen bir yönetimdir. Bu durumda çözüm
güçlendirilmiş bir başkanlık sistemi olabilir mi? Böyle bir modelin,
çoğulculuğu, içericiliği, katılımcı demokrasiyi ve özgürlükleri artırması
umulabilir mi? Yurttaşları temsil eden parlamentonun da zayıflaması bu
durumu daha da olumsuz etkileyecektir. Esas etkin olan yurttaşlar ve onların
temsilcileri değil, Cumhurbaşkanı olacaktır. Hatta Cumhurbaşkanı, temsilcileri
beğenmez ise değiştirmekle tehdit edebilecek, yani parlamentoyu
feshedebilecek; ama kendisinin bir sorumluluğu olmayacak. Temsili
demokrasinin yetersiz olduğu açık ama, bunun çözümü daha güçlü iktidar ya
da Cumhurbaşkanlığı değil; tam da aksine daha katılımcı, özgürlükçü ve
çoğulcu demokrasidir.
Özetle, Fransa tipi bir yarı-başkanlık sistemi Türkiye‟de uygulandığında,
Türkiye‟nin mevcut sorunlarını derinleştirmekten başka işe yaramayacaktır.
Tek faydası, liderlere olacaktır; liderler daha güçlü ve hesap vermez biçimde
yönetebileceklerdir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sorunlu
olması, aklımıza başkanlık sistemini getirebilir. Ancak yukarıda da altı çizildiği
gibi,
başkanlık
hükümet
sistemi,
siyasal
rejim
bütünü
içinde
değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmeyi bize en iyi ABD rejimi sunacaktır.
Zira başkanlık sisteminin en iyi işlediği siyasal rejim ABD‟nin rejimidir.
Amerikan Federal Başkanlık Sistemi
Başkanlık sisteminin kuşkusuz en başarılı ülkesi Amerika Birleşik
Devletleridir (ABD). Bu nedenle ABD başkanlık sistemine siyaset bilimi ve
siyaset sosyolojisi (siyasal rejim) bakımından yeniden bakmakta fayda vardır.
140
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
50 üye devletten („eyalet‟5) oluşan ABD, federal bir cumhuriyet sistemine
dayanır. Ancak, Amerikan federal sisteminin ve uygulamadaki güçlü yerel
yönetim anlayışının dayanağı olan ABD Anayasasında ne federalizm, ne de
yerel yönetim kavramı yer almaz. Buna rağmen, dünyada federal başkanlığın
ve özerk yerel yönetimlerin en başarılı örneği olarak ABD sistemi
gösterilmektedir. Amerikan federalizmi ve başkanlık sistemi 250 yıllık süreçte
evrilmiş bir bütündür. ABD federal başkanlık modelini anlamak için, üzerine
kurulu olduğu “kontrol ve denge sistemini” iyi kavramak gerekmektedir.
Ayrıca, siyasal parti sistemi ve partilerin yapısı, uzlaşmacı siyasal kültürü ve
sivil toplum kuruluşları (ve lobicilik) gibi ABD siyasal rejiminin diğer unsurları
da, başkanlık sistemini bir anlamda ABD‟ye özgü bir hükümet sistemi haline
getirmektedir. Kısaca, bir bütün olarak ABD siyasal rejimi incelendikten sonra
başkanlık modelinin Amerikan örneğinde nasıl işlediği ve neden başarılı
olduğunu anlamak daha kolay olacaktır.
Kontrol ve Denge Sistemine Dayanan Federal Yapı
Amerikan siyasal sistemi; siyasal erklerin tek elde toplanmasını ve
diktatörlüğe dönüşmesini engellemek amacı etrafında yapılandırılmıştır. Bu
amaç doğrultusunda güç ve otorite, siyasal sistemin değişik kurumları
arasında ayrıştırılmış ve paylaştırılmıştır. Ancak, bu paylaştırmada hem güç
ve otoritenin kime ait olup-olmadığı net olarak ortaya konmuş; hem de her
bir yönetim biriminin sahip olduğu gücün sınırları açıklıkla belirlenmiştir. Güç
aşımları engellenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle de sistem “kontrol ve denge
sistemi” (check and balances) olarak adlandırılmıştır.
Kontrol ve denge sisteminin birinci ayağı güçler ayrılığı ilkesidir. Buna
göre; yasama (iki meclisli Kongre), yürütme ve yargı organları, bir birinden
hem federal, hem de eyalet düzeyinde ayrılmıştır. Yani, egemenliğin federal
yapı içinde dağıtımı yanında, Başkana, Kongreye ve yüksek yargı organlarına;
hem üstlendikleri görevleri yürütecek, hem de birbirlerini dengeleyecek ve
denetleyecek şekilde ve açıklıkta yetki ve görevler verilmiştir. Hiç de sanıldığı
gibi tüm yetkiler Başkanın elinde değildir.
Bunun yanında, federal düzeyde yasama organı olan Kongre, kendi
içinde Senato ve Temsilciler Meclisi olarak da ikiye ayrılmıştır. İşlev olarak da
kaynakların nasıl kullanılacağına karar verme ve yetkilendirme şeklinde ikiye
ayrılmıştır. Ancak, yasa yapımında Kongre‟nin her iki kanadının da oluru
gereklidir. Bu kontrol ve denge sistemi, genelde federe devletlerde
(„eyaletlerde‟) ve yerel yönetimlerde de geçerlidir. Ancak burada daha
değişken bir yapı söz konusudur. Federe devletlerin anayasaları (bazıları
5
ABD eyaletler Osmanlı‟daki eyaletlerden farklıdır; onlar egemenlik yetkilerinin bir
kısmını federal devlete devretmiş olan ama devlet olma özelliklerini devam ettiren
devletlerdir. Bu yüzden „eyalet‟ biçiminde verilmesi tercih edilmiştir. Benzer bir „bakan‟
ve „vali‟ kavram / organları için de geçerlidir.
141
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
haklar –bill of rights- yasası demektedir), Türkçeye „vali‟ (governor) olarak
çevirdiğimiz federe devlet başkanları, yürütme organları ve yasama organları
vardır. Nebraska haricinde üye devletlerin tümünde federal yasama
organında (Kongre) olduğu gibi çift meclisli bir yapı vardır. Yerel yönetimlerde
de belediye meclisi ve belediye başkanı arasında bu güçler ayrılığı
kurulmuştur. Yine federe devletlerin hemen hepsi, yerel yönetimlerine,
özellikle belediyelere, kendi yerel „anayasasını‟ yapma (home rule) yetkisi
vererek, onlara oldukça geniş yönetsel ve mali yerel özerklik sağlamıştır.
Ancak, Amerikan federal devleti ile federe devletlerarasında var olan ve
Anayasa ile kurulan çifte egemenlik olgusu, „eyaletler‟ ile yerel yönetimler
arasındaki ilişkide geçerli değildir. Ciddi bir mali ve idari özerklikten
yararlansalar da, yerel yönetimler „eyaletler‟ gibi siyasi özerkliğe sahip
değildir.
Kontrol ve denge sisteminin ikinci ayağı, büyük ve küçük federe
devletlerin federal düzeyde temsiline ilişkindir. Kongrenin Temsilciler
Meclisine üye devletler, nüfuslarıyla orantılı temsilci gönderirken; Senatoda
her biri iki senatör ile temsil edilir. Bu formülle, çoğunluğa saygı ile azınlığın
haklarını koruma kaygısı aynı anda karşılanmaya çalışılmıştır. Bu da Amerikan
sisteminin demokratik niteliğinin yapı taşlarından biridir. Çoğunlukçuluğu
değil, çoğulcuğu temel alır. Bunun yanında, Kongrenin her iki kanadının
üyeleri farklı biçimde seçilir. Temsilciler Meclisine her üye devletten nüfus
büyüklüğüne göre 435 temsilci, dar bölge basit çoğunluk sistemine göre iki yıl
için seçilir. Ancak Senatoda her „eyalet‟, altı yıl için seçilen iki senatör ile
temsil edilir ve Senatonun üçte biri her iki yılda bir yenilenir. Böylece, halkın
iradesinin her iki meclise de iki yıllık dönemler halinde yansıması sağlanırken,
Senatörler için tanınan altı yıllık görev süresi de sürekliliğin sağlanmasına
yöneliktir.
Kontrol ve denge sisteminin üçüncü ayağı, federal hükümet ile federe
devletlerarasındaki oldukça net görev ayrımıdır. Amerikan federal hükümetine
Anayasada az sayıda sayılarak bırakılan (Dış ilişkiler, ulusal savunma, adalet,
ulusal posta ve taşımacılık, para politikası gibi) veya federe devletlere
yasaklanan alanlar dışındaki tüm hizmetlerin görülmesinden üye devletler ve
yerel halklar (yönetimler) sorumlu tutulmuştur. Her „eyalet‟, kendi işlerini
görebilmesi için, anayasaları çerçevesinde yerel halkın etkin demokratik
katılımına ve denetimine dayanan yerel yönetim sistemleri kurmuştur.
Merkezi yönetim ile yerel arasında kurulan bu dengenin bireysel
özgürlüklerle de ilgisi vardır. Bir yandan; yerelin grup özgürlüklerini artırıcı,
kişilerde bir gruba aidiyet duygusu yaratıcı ve yerel ihtiyaçlara daha duyarlı
yapısı, federe devlet ve yerel yönetim sistemi çerçevesinde korunmuştur.
Diğer yandan ise, merkezin bireysel özgürlükleri artırıcı, ulusal ve evrensel
değerleri sahiplenici ve bölgeler ve gruplar arası dengesizlikleri giderici
özellikleri de federal (merkezi) devletin bir parçası olarak öngörülmüştür.
142
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
Kısacası Amerikan federal sisteminde yerelle merkez arasında bir denge
kurularak özgürlükler korunmaya çalışılmıştır.
Kontrol ve denge sisteminin dördüncü önemli ayağını ise; Amerikan
federal sisteminin her düzeyinde etkin olan ve sistemin daha da çoğulcu ve
karmaşık bir biçim almasına neden olan, özel ve sivil sektör aktörleri, lobiler,
baskı ve çıkar grupları ile bunların faaliyetleridir. Bu gruplar ve faaliyetler de,
çoğulcu demokrasinin vazgeçilmez parçasıdır. Esnek parti örgütlenmesi de bu
yapının etkin işlemesini teşvik edicidir. Partilerin ideolojik ve sıkı üyelik
temelinde örgütlenmemesi, sivil toplumun etkin işlemesine, farklı örgütler
arasında geçişkenliğe ve çoklu üyeliğe daha fazla olanak sağlamaktadır.
ABD siyasal partilerinin Avrupa ile karşılaştırmalı gevşek örgütlenme
yapısı, başkanlık sisteminin başarılı bir biçimde uygulanabilmesine katkı
sunmaktadır. ABD siyasal partilerinin gevşek örgütlenmesi veya sıkı merkezi
örgütlenmenin ve/veya disiplinin olmaması, Başkan ile Kongre arasında
çatışmaları minimize etmektedir. Diğer bir ifade ile, Kongredeki rakip parti
çoğunluğu olsa da, ki genelde böyledir ve bu durum güçler ayrılığı olarak
ifade edilmektedir, Başkana karşı blok olarak hareket etme eğilimi çok azdır.
Ancak siyasal partilerin ulusal düzeyde gevşek örgüt yapısında olmalarını
sağlayan biri yukarıda aktarılan ABD‟nin federal yapısı, diğeri ise aday
belirleme yönteminin önseçim olmasıdır. Federal yapı, ABD siyasal
geleneğinin de etkisiyle sıkı merkezi örgütlenmeye engel olmaktadır. ABD‟de
Kongre adayları kapalı veya açık önseçimle belirlenir. Kapalı önseçimde, adayı
seçim çevresindeki parti üyeleri belirlerken; açık önseçimde seçim
çevresindeki partili partisiz bütün seçmenler belirler. Önseçim, Kongre
üyelerini seçim çevresine bağımlı hale getirirken, partinin merkez örgütü veya
liderin etkisini ortadan kaldırmaktadır.
Kontrol ve denge sisteminin son ayağı, yerleşik çoğulcu demokratik
kültürdür. Çoğunluğun yönetim hakkı, azınlıkta kalan görüşlere sağlanan
anayasal koruma, çoğulculuk, yarışma, işbirliği, liyakat ve başarı, bireycilik,
eşitlik, adalet ve özgürlük gibi değerler ve ilkeler bu demokrasi kültürünün
temel taşlarıdır. Ayrıca, Amerikan federal sisteminin bu temel özellikleri
üzerinde bir uzlaşı vardır (Gerston, 2007: 9-14).
Başkanlık sistemi tartışmaları bağlamında ABD‟nin bir anlamda yereli
de içine alan egemenliğin federal ve ferde devletlerarasındaki bölüşümü de
dikkate alınmalıdır. Egemenliğin bölünmesi ve/veya paylaşılması, tekçi ya da
üniter devletlerle karşılaştırmalı olarak, yasama veya yürütme egemenliğini /
yetkisini kullananlara daha az güç kalması sonucunu doğurur. Diğer bir ifade
ile, ABD Kongresinin sahip olduğu yasama yetkisi, TBMM ile karşılaştırmalı
daha düşüktür, zira Kongre yasama yetkisini federe devletlerin yasama
organları ile paylaşmıştır. Benzer bir durum yürütme yetkisi açısından da
geçerlidir. Türkiye‟de yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu
(başkanlık sistemine geçilmesi durumunda Türkiye Başkanının) tarafından tek
düzeyde kullanılırken, ABD‟de Başkan yürütme yetkisini federe devletlerin
143
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
„valileri‟ ile paylaşmaktadır. Diğer bir ifade ile, totalde ABD‟de Başkana verilen
yürütme yetkisi ve/veya görevi, üniter bir devlet olan Türkiye‟nin
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna verilen yetkiden daha azdır. Örnek
vermek gerekirse: ABD‟de 2006 yılı itibariyle sivil kamu görevlilerin federal,
federe ve yerel yönetimler arasındaki dağılımı sırasıyla 2.400.000 (% 13),
4.300.000 ve 11.900.000 (Ömürgönülşen, 2006: 374).
Federal yapının diğer bir sonucu da, başkanlık sisteminin içinde
barındırdığı tıkanma, kilitlenme gibi sorunların siyasal, toplumsal ve iktisadi
yaşamdaki yansımalarının azalmasıdır. ABD‟de federal düzeyde Başkan ile
Kongre arasında son yıllarda federal kamu görevlilerinin zorunlu ücretsiz izne
çıkarılması biçiminde karşılaştığımız tıkanmalar, ABD vatandaşlarının günlük
yaşantılarını çok da olumsuz etkilememektedir, çünkü bu tıkanmalarda ulusal
parklar, turistik alanlar, federal web siteleri ve ofisleri zorunlu
kapatılmaktadır. Benzer bir tıkanma üniter bir devlette olduğunda, yerel
yönetimler dışındaki bütün devlet kurumlarının tatili anlamında gelir ki,
hayatın felç olması demektir. Türkiye‟de başkanlık sistemi tartışmalarında
ABD‟nin federal yapısının katkısı da gözden kaçırılmamalıdır.
Başkanlık
Amerikan federal sisteminin etkin ve hızlı işlemesi için, tam olarak
doğrudan olmasa da, halk tarafından seçilen bir kişi olması anlamında
oldukça güçlü bir başkanlık organı oluşturulmuştur. Federal yürütme organını
tek başına temsil eden Başkan, yürütme işlevini „kabinesi‟ ve federal
kurumlar ve kuruluşlar eliyle yerine getirir. (Ayrıca yukarıda da belirtildiği
gibi, federal bir devlet olması dolayısıyla ABD Başkanına verilen yürütme
yetkisi, karşılaştırmalı olarak üniter devletlerde yürütmeye verilen yetkiden az
olduğu unutulmamalıdır.) „Kabine‟, Başkan tarafından atanan ve Senato
tarafından onaylanan „bakanlardan‟ (secretary) oluşur. Başkan, bu görevlerini
Anayasa ve yasalar çerçevesinde yerine getirirken, Kongrenin kontrol ve
denge mekanizmaları çerçevesinde denetimine tabiidir. Uluslararası ilişkilerin
yürütülmesi, uluslararası antlaşmaların imzalanması ve büyükelçilerin
atanması Başkanın sorumluluğuna ve yetkisine verilmekle beraber,
Senatonun onayına bağlanmıştır. Başkan, Kongreyi özel toplantıya çağırabilir
ve Kongre‟den geçen yasaları veto edebilir. Başkanın, Kongre‟yi feshetme
yetkisi yoktur. Kongrenin ABD Başkanını, üst düzey federal görevlileri ve
yargıçları yargılama ve görevden uzaklaştırma (impeachment) yetkisi vardır
ve ulusal sorunlar hakkında soruşturma komisyonları kurabilir. Ancak
Başkanın görevden uzaklaştırılması çok istisnai bir yetkidir ve parlamenter
demokrasilerde
yer
alan
güven(sizlik)
oylamasıyla
hükümetin
düşürülmesinden farklıdır. Kongrenin, Başkan karşısındaki diğer önemli bir
güç kaynağı da, yürütme organının hazırladığı bütçeyi kabul ya da reddetme
ya da değiştirerek kabul etme yetkisidir (Tunç & Yavuz, 2009: 10).
144
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
Görüldüğü gibi güçler ayrılığı çerçevesinde Başkan, siyasal yürütmeyi
tek başına temsil ediyor. Ancak birçok kararı Kongrenin denetimindedir.
Bunun yanında, Başkanın ve yönetiminin tüm kararları bağımsız yargı
denetimindedir. Ayrıca, başkanlık dörder yıllık iki dönemle sınırlandırılmıştır.
Bu sınırlandırmaya, yukarıda belirtildiği gibi, çok katı olan ABD Anayasasında
1947 yılında yapılan bir değişiklikle gidilmiştir. Bu değişikliğin nedeni, ABD‟de
başlayan ve tüm dünyayı saran 1929 ekonomik krizi sonrasında Franklin
Delano Roosevelt‟in gösterdiği başarılı yönetim nedeniyle dördüncü dönem
başkanlığa seçilmesinin yarattığı endişedir. Bu değişiklikle, bir başkan ne
kadar başarılı olursa olsun, onu diktatör görünümüne sokacak ya da
diktatörlüğe özenmesine yol açacak kadar uzun süre ya da yaşamı boyunca
başkanlık yapması ve sistemin otoriter bir yönetime kayması engellenmek
istenmiştir. ABD gibi demokratik sistemi ve kültürü yerleşik bir ülkede bile
seçim yoluyla başkanlık sisteminin otoriterleşmesi ya da diktatörlüğe kayması
demokrasi içinde endişe yaratıyorsa, Türkiye gibi demokrasisi sorunlu bir
ülkede bundan endişe duymak için çok daha haklı gerekçeler söz konusudur.
Sistemin Karmaşıklığı ve İşleyiş Güçlükleri
ABD federal sistemi, kuruluşundan günümüze kadar, büyük ölçüde
çoğulcu ve yerleşik güçlü demokrasi kültürü çerçevesinde yürütülen
müzakereler, tartışmalar, farklı kurum ve aktörlerin karşılıklı çıkarlarının ve
güçlerinin çatışması ve uzlaşması sonucu gelişmiş özgün bir yapıdır.
Merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi siyasal ve yönetsel yapıları etkili bir
biçimde kaynaştıran, tüm bu özellikleri nedeniyle de ABD federal sisteminin,
aşırı merkeziyetçiliğe ya da totaliterliğe kaymadan özgürlükçü bir demokratik
sistem olarak işleyebildiği belirtilir (Gerston, 2007, s. 93). Sistem, çoğulcu ve
karmaşık, ama iyi kurgulanmış esnek yapısı ile değişen koşullara uyarak, ABD
toplumunun ihtiyaçlarına yanıt üretebilmiştir.
Ancak ABD federal sistemi, çok kolay işleyen bir yapı değildir.
Demokratik karar süreçlerinde, yaygın değerler, sorunlar, federe devletler ve
yerel yönetim temsilcileri, lobiler, baskı ve çıkar grupları ile siyasa yapıcılar
belirli biçimlerde etkileşime girerek oluşacak sonucu belirlemekte ya da
etkilemektedir. Nitekim bu bakış açısı ABD yasama sürecine de hakim
olduğundan yasama süreci oldukça yavaştır ve uzun ve derin tartışmaları
içerir. Kongrenin ve Kongre üyelerinin sahip olduğu uzmanlar ordusu yasa
yapma sürecinin bu işleyişini nitelikli hale getirir.
Federal ve federe düzeydeki kontrol ve denge sistemi, değişik yönetsel
birimler ve düzeyler arasında uyuşmazlıkların ve çatışmaların ortaya
çıkmasına yol açabilmektedir. Kontrol ve denge sisteminin yanında, ABD
federalizminin çok aktörlü ve karmaşık yapısı, federal ve federe meclislerin
ikili yapısı, özel ve sivil aktörlerin sistem içindeki etkisi gibi özellikler, ciddi ve
145
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
uzun müzakerelere yol açabilen ve önemli kararların alınmasını geciktirebilen
bir yapı ortaya çıkarmaktadır.
ABD federal sisteminin oturmuş ama esnek yapısı, tüm bu karmaşıklığa
rağmen iki yüzyılı aşkın süredir başarılı bir şekilde yürümektedir. Görece
güçlü başkanlardan da bu yapısal sorunları çözmesi beklenmemektedir.
Aksine sistemin bu özellikleri çoğulcu demokrasinin işlediğinin göstergesi ve
daha olgunlaşmış kararların alınmasının bir yolu olarak görülmektedir. Ancak,
bütün bunlara rağmen federal düzeyde Başkan ile Kongre arasında B. Clinton,
George W. Bush ve yakın zamanda B. Obama‟nın yaşadığı sorunlar
kilitlenmelere neden olmuştur. Birçok ABD federal kamu kurumu da zorunlu
tatile çıkmıştır. Bu nedenle başkanlık sisteminin bu nitelikleri gözden
kaçırılmamalı, ne istendiğinin farkına varılarak bir kez değil, bin kez
düşünülerek talep edilmelidir.
Sonsöz
Türkiye‟de hükümet sistemi bağlamında yapılmakta olan tartışmaların
dar bir kapsamda sadece başkanlık sistemine odaklanmış olması, genel olarak
Türkiye‟de demokrasiyi ve temel hak ve özgürlükleri güçlendirecek, toplum
sözleşmesi şeklinde bir anayasa yapabilmenin önünde engel olma olasılığı
taşımaktadır. AK Parti‟nin ve başkanlık sistemi savucularının yürüttüğü
tartışmalarda, Türkiye‟nin daha güçlü bir yürütmeye ihtiyacı varmış izlenimi
uyandırması da, daha katılımcı, özgürlükçü, çoğulcu ve içerici bir demokrasi
anlayışını temel alan bir anayasa yapımı süreci açısından olumsuz olacaktır.
Ancak, 1982 Anayasası çerçevesinde konumu zaten güçlü olan
Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi, aslında yürütmenin
Cumhurbaşkanlığı kanadını daha da güçlendirmiş durumdadır. Bu yazıda da
belirtildiği gibi, Amerikan ve Fransız örneklerinde bu güçlendirmenin
otoriterliğe hatta diktatörlüğe kayma riski oluşturduğu kabul edilerek,
sistemde dengeleyici mekanizmalara yer verilmiştir. Yürütmenin ya da
doğrudan cumhurbaşkanın güçlendirilmesi, katılımcılığın ve yurttaş temsilinin
en önemli aracı olan parlamentonun zayıflaması, demokrasinin zayıflaması
anlamına da gelir. Dolayısıyla, öncelikli olan cumhurbaşkanlığını güçlendirmek
ya da hükümet sistemini değiştirmek değil, daha katılımcı, özgürlükçü,
çoğulcu ve içerici bir demokrasi anlayışını temel alan, toplum sözleşmesi
şeklinde bir anayasa yapabilmektir. Bu süreçte, demokrasinin ve demokrasi
kültürünün içselleştirilmesini sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerin
korunmasını ve daha hakkaniyetli kullanılabilmesini olanaklı kılabilmek de
temel hedefler olarak ele alınmalıdır.
146
Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi”
Kaynaklar
Barry, N. P. (2004), Modern Siyaset Teorisi, çev. M. Erdoğan ve Y. Şahin, 2. Basım,
Liberte Yayınları, Ankara.
Erat, V. (2015), “Türkiye‟de Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçilmesinin Hükümet
Sistemi Üzerine Etkileri”, Yönetim Bilimleri Dergisi, C. 13, S. 25, s. 325-355.
Erdoğan, M. (1996), “Başkanlık Sistemini Doğru tartışmak”, Liberal Düşünce, S.2,
Bahar.
Evcimen, G. (1992), “Başkanlık Sistemi: Ratio Politica‟sı ve Türkiye”, SBF Dergisi, C.47,
S.1-2, Ocak-Haziran.
Eyüboğlu, E. (2014), “Fransa: Parlamenter Bir VI. Cumhuriyet‟e Doğru”, içinde
(Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye: Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz,
der. İhsan Kamalak, 2. Baskı, Kalkedon, İstanbul.
Fırat, İ. ve Gül, H. (2014), “1982 Anayasası ve Yeni Anayasa Çalışmaları Çerçevesinde
Anayasal Vatandaşlık Üzerine Bir Tartışma”, içinde Yurttaşlığı Yeniden
Düşünmek: Sosyolojik, Hukuki ve Siyasal Tartışmalar, (der.) A. Durakbaşa, N.
A. Ş. Öner, F. K. Şenel, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Gerston, L. N. (2007), American Federalism: A Concise Introduction, Armonk, New M.
E. Sharpe, Inc., New York.
Gül, H. (2013), “Amerikan Federal Sisteminde Yerel Yönetimler”, Dünya’da Yerel
Yönetimler: Örnekle-Uygulamalar, (der.) M. Okcu ve H. Özgür, s. 19-49, Seçkin,
Ankara.
Hekimoğlu, M. M. (2009), Anayasa Hukukunda Karşılaştırmalı Demokratik Hükümet
Sistemleri ve Türkiye, Detay Yayıncılık, Ankara.
Horrowitz. (1995), “Demokratik Sistemleri Karşılaştırmak”, içinde Demokrasinin
Küresel Yükselişi, der. L. Daimond ve M. F. Platter, Yetkin Yayınları, Ankara.
Kalaycıoğlu, E. (2005), “Başkanlık Rejimi: Türkiye‟nin Diktatörlük Tehdidiyle Sınavı”,
içinde Başkanlık Sistemi, yayına hazırlayan T. Ergül, s. 13-29, Türkiye Barolar
Birliği Yayını, Ankara.
Kamalak, İ. (2014), “Cumhurbaşkanının Doğrudan Halk Tarafından Seçilmesinin Olası
Sonuçları üzerine Bir Deneme”, içinde (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye:
Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, der. İhsan Kamalak, 2. Baskı,
Kalkedon, İstanbul.
Kamalak, İ. (2014), “Türk Siyasal Sistemine (Yarı) Başkanlık Sisteminin İthalinin Olası
Sonuçları Üzerine Bir Deneme”, içinde (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye:
Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, der. İhsan Kamalak, 2. Baskı,
Kalkedon, İstanbul.
Lijphart, A. (1992), “Introduction”, içinde Parliamentray vs Presidential Government,
(der) Arend Lijphart, Oxford: Oxford University Press
Linz, J. J. (1992) “Perils of Presidentialism”, içinde Parliamentray vs Presidential
Government, (der) Arend Lijphart, s. 118-127, Oxford University Press, New
York.
Linz, J. J. (1993), “Başkanlık Sistemi veya Parlamenter Sistem Arasındaki Tercihin
Siyasal ve Sosyal Sonuçları”, içinde BDT Ülkelerinde Demokrasiye Geçiş ve
Anayasa Yapımı, çev. Ergun Özbudun, Levent Köker, Yetkin Basım Evi, Ankara.
147
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148
Linz, J. J. (1995), “Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri”, içinde Demokrasinin Kültürel
Yükselişi, der. L. Diamond ve M. F. Platter (çev. E. Özbudun), Yetkin Yayınları,
Ankara.
Mainwaring, S. (1993), “Presidentializm, Multipartism and Democracy: The Difficult
Combination”, Comparative Political Studies, 26/2: 198-228
Mainwaring, S. ve Shugart, M. S. (1997) Introduction, içinde Presidentialism and
Democracy in Latin America, (der) S. Mainwaring ve M. S. Shugart, s. 1-11,
Cambridge University Press: Cambridge.
Ömürgönülşen, U. (2006), “Amerika Birleşik Devletlerl”, içinde Kamu Yönetimi Ülke
İncelemeleri, der. B. A. Güler vd., İmge Kitapevi, Ankara.
Özbudun, E. (2005), “Başkanlık Sistemi Tartışmaları”, içinde Başkanlık Sistemi, yayına
hazırlayan T. Ergül, s. 105-111, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara.
Sartori, G. (1997), Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği, Yetkin, Ankara.
Soysal, M. (1993), 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek yay., 10. Baskı, Ankara.
Tosun G. E. ve Tosun, T. (1999), Türkiye’nin Siyasal İstikrar Arayışı: Başkanlık ve Yarı
Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayım Dağıtım, İstanbul.
Tunç, H. ve Yavuz, B. (2009), “Avantaj ve Dezavantajlarıyla Başkanlık Sistemi”, TBB
Dergisi, Sayı 81, s. 1-39.
Yazıcı,
S. (2002) Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri:
Değerlendirme, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul
Türkiye
İçin
Bir
Yazıcı, S. (2005) “Başkanlık Sistemleri: Türkiye İçin Bir Değerlendirme”, içinde
Başkanlık Sistemi, yayına hazırlayan T. Ergül, s. 125-142, Türkiye Barolar Birliği
Yayını, Ankara.
148
Türkiye Nasıl Bir
Siyasi Liderlik Ġstiyor?*
Bülent Özgül
Öğr. Gör. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Yalvaç MYO, Pazarlama ve Reklamcılık Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Bu çalışmanın amacı, Türkiye'de siyasi partilerle çeşitli şekillerde ilişki kuran
yandaşların, ne tür liderlik beklentilerine sahip olduklarını ve bu beklentilerin hangi
faktörlerden, ne ölçüde etkilendiklerini açıklamaktır. Siyasi liderlik, bir siyasi hareketin
ya da partinin ulaşmaya çalıştığı amaçlar için yandaş kazanmak ve kazanılan yandaşları
hedefe ulaşmak için organize ve motive ederek yönetme ve yöneltme eylemidir.
Siyaset bilimi alanında yapılan çalışmaların birçoğunun merkezinde siyasi liderlik
bulunmaktadır. Son yıllarda giderek artan biçimde, insanların siyasi tercihlerini
yaparken ideolojiden, program ve tüzüklerden ziyade somut siyasi ürünler olarak
görünen lider, vaatler, adaylar gibi unsurlara baktıkları görülmektedir. Siyasi liderlik
üzerine yapılan çalışmalar, siyasette gücün kaynağına bağlı olarak, siyasi liderliğin ne
tür özelliklere sahip olması gerektiği üzerine yoğunlaşmışlardır. Liderlik süreci, lider,
izleyiciler ve koşulların bir fonksiyonudur. Liderle beraber, izleyenler ile koşulların ve
tüm bu faktörler arasındaki etkileşimin ele alındığı bir bakış açısı, sürecin daha iyi
anlaşılmasını sağlamaktadır. Belli başlıları otoriter, karizmatik, dönüşümcü ve
demokratik olarak bilinen siyasi liderlik tiplerinin yandaşlarca nasıl algılandığı, bu
tiplerle ilgili beklentilerin nasıl oluştuğu ve hangi faktörlerden etkilendiği, liderin
özellikleri kadar önem taşıyan faktörlerdir. Türkiye örneğinde, yandaşların siyasi
özelliklerinin, liderlik beklentilerine etki eden faktörler oldukları tespit edilmiş, liderliğin
sadece lider odaklı bir süreç olmadığı, izleyici ve şartların da önemli ölçüde etki sahibi
olduğu görülmüştür.
Anahtar Sözcükler: Siyaset, siyasi liderlik, yandaş, beklenti, siyasi parti
What Kind of Leadership Does Turkey Want?
Abstract: The aim of this study is to clarify what kind of leadership expectations the
advocates of the parties have and by which factors and how much these expectations
are affected in Turkey. Political leadership is an act of political movements and parties
to gain advocates to reach their aims and an act of managing and guiding the
advocates to reach the aim by means of organizing and motivating. Political leadership
*
Bu makale, yazarın „Siyasi Partilerde Yandaşların Liderlik Beklentilerini Etkileyen
Sosyoekonomik Faktörler‟ (Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kamu Yönetimi ABD, Isparta, 2015) adlı ve Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon
Birimi tarafından 3185-D1-12 no.lu proje ile desteklenen Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet
Kiriş danışmanlığında tamamlanan doktora tezine dayanmaktadır.
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık,
s.149-176
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
appears to be at the center of most of the studies done in political sciences sphere.
Recently, it has appeared that when people make choice, they take into consideration
the concrete political products such as the leader, candidates and promises rather than
ideology, the party programme or the regulations. These studies have been focused on
what kind of features the political leaders must have depending on the source of power
in politics.The process of leadership is a function of a leader, followers and conditions.
A viewpoint tackling the followers and conditions with the leader and the interaction
between all these factors provide a better come out of the process. How political
leadership types, some of which are known as authoritarian, charismatic,
transformational democratic, are percieved by the followers, how the expectations
about these types appeared and from which factors they are affected are the factors as
crucial as the features of the leader. In the case of Turkey, it is determined that the
political features of the followers are the factors affecting leadership expectations and
that leadership is not only a leader oriented process, but the followers and conditions
are also considerably efficient.
Key Words: Politics, political leadership, follower, expectation, political party.
GiriĢ
Siyasi liderlik, siyaset kadar eski bir konudur. Siyasi liderlik konusu,
üzerine çok konuşulan, değerlendirme yapılan ve popüler bir konu olmasına
karşın bu alanla ilgili olarak yapılan bilimsel çalışmaların çok fazla olmadığı
görülmektedir. Siyaset alanındaki liderlik çalışmalarının büyük çoğunluğu,
liderin özellikleri üzerine yoğunlaşmış olup, siyasi liderliğin tüm boyutlarıyla
ele alınarak değerlendirildiği çalışmaların sayısının yok denecek kadar az
olduğu görülmektedir.
Bu çalışmanın amacı, liderlik sürecini, liderin yanı sıra sürecin diğer
unsurları olan koşullar ve izleyicilerle birlikte ele alarak anlamaya çalışmaktır.
Liderlik, lider, koşullar ve izleyicilerin bir bütün olarak özellikleri ve
etkileşimiyle ortaya çıkan bir süreç olduğu için, liderin izleyicilerinin siyasi
liderlik beklentilerinin hangi faktörlerden, nasıl etkilediğini ortaya koymak,
sürecin nasıl işlediğini anlamak bakımından önem taşımaktadır.
Özel olarak siyasi parti dediğimiz örgütsel yapıların, diğer örgütlerden
temel bazı farklılıkları bulunmaktadır. Bu farklılıklar, siyasi partilerdeki
yönetim ve liderlik süreçlerini de özelleştirmektedir. Özellikle siyasi partilerle
ilişki kurmanın daha çok gönüllülük esasına bağlı olması ve ilişkinin
sınırlarının bireylere göre farklılık göstermesi nedeniyle, siyasi partilerdeki
liderlik süreci, diğer örgütlerden çok daha önemli bir etkiye sahiptir.
Çalışmada, siyasi liderlik kavramı ve siyasi liderlik tipleri, siyaset
literatüründeki çalışmalar çerçevesinde ele alınarak, temel özellikleri ortaya
konulmuştur. Siyasi liderlik tipleri, başlıca otoriter, karizmatik, dönüşümcü ve
demokratik liderlik olarak ele alınmış olup, bu liderlik tiplerinin farklı
özellikleri izah edilmiştir. Siyasi parti yandaşlarının liderlik beklentilerini
etkileyen siyasi faktörler sıralanarak, bu faktörlerin etkilerinin, hangi
koşullarda, ne şekilde ve hangi boyutta gerçekleşebileceği açıklanmıştır.
150
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
Siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentilerini etkileyen faktörler
üzerine Türkiye genelinde 35 ilde yapılan alan araştırmasının bulguları
paylaşılarak, araştırılan etkinin boyutları saptanmaya çalışılmıştır.
Siyasi Liderlik
Çok eski tarihlerden beri insan, kimin yönettiğini ve yönetmesi
gerektiğini, bir toplumda siyasi otoriterin temellerinin neler olduğu veya
olması gerektiği sorularının cevaplarını ve bazı bireylerin toplumun
kurallarının ve siyasetinin belirlenmesindeki istisnai etkiyi nasıl ve niçin ele
geçirdiğini, uyguladığını ve diğerlerinin bunu neden yapamadığını sormuş,
tartışmış, kurgulamaya çalışmıştır (Edinger, 1976: 3).
Bireylerin siyasi tutumları ve tercihleri konusunda soyut görünen
ideoloji, program gibi unsurlar karşısında, somut görünen lider, aday, imaj
gibi unsurların daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir. Bu da, yandaşlarda
ideoloji gibi faktörlerin gücünün azalmasıyla örgütsel adanmışlık düzeyinin
düşüş göstermesine neden olmaktadır. Dolayısıyla, örgütsel adanmışlık
düzeyini yükseltmek, yani yandaşların bağlılığını sağlamak için liderlik ve
liderin özellikleri daha önemli hale gelmiştir. Siyasi partiler için yandaşların
bağlılıklarını arttırmak ile liderlik beklentilerini doğru tespit etmek arasında
doğrusal bir ilişki olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle, yandaşların
liderlik beklentilerini ve beklentileri etkileyen faktörleri tespit etmek siyasi
partilerin başarıları için çok önemli hale gelmektedir (Komsuoğlu, 2008: 52).
Kellerman, siyasi liderliğin, grup sürecinin odağı, kişilik ve etkileri, bir
itaate teşvik etme sanatı, davranış, bir ikna biçimi, güç ilişkisi, hedefe
ulaşmanın aracı, farklılaştırılmış bir rol olarak çok farklı biçimlerde tarif
edilebileceğini söyler (Kellerman, 1986: 70). Siyaseti doğrudan siyasi
liderlikle tanımlayan bir görüş olarak Tucker‟in “Liderlik Olarak Siyaset” isimli
kitabında, siyaset, siyasi bir topluluğun ve tüm faaliyetin liderliği olarak
tanımlanmaktadır (Tucker, 1981: 7).Weber de “Meslek Olarak Siyaset” isimli
çalışmasında, siyaseti, bir siyasi topluluğun, bugün için de devletin önderliğini
yürütmesi ya da önderliğini etkilemesi olarak tanımlamıştır (Weber, 1996:
12). Burns, siyasetin güç olarak görülmesinin, gücün siyasetteki rolünün ve
bunun yanında liderliğin asıl rolünün göz ardı edilmesine yol açtığını
düşünmektedir. Burada güce sahip olan ve güçten etkilenenin güdüleri ve
olanakları önemlidir. Liderler, bir çeşit güce sahip bireylerdir (Burns, 1979:
13).
Siyasi liderlik, bir siyasi hareketin ya da partinin ulaşmaya çalıştığı
amaçlar için yandaş kazanmak ve kazanılan yandaşları hedefe ulaşmak için
organize ve motive ederek yönetme ve yöneltme eylemi olarak
tanımlanabilir. Siyasi lider de, örgütünü ve yandaşlarını ya önceden
belirlenmiş hedeflere ya da bizzat kendi ürettiği hedeflere ulaşmak için
yönlendiren ve peşinden sürükleyen kişidir.
151
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Siyasi lider, örgütünün, yani yönettiği siyasi partinin hedefine ulaşması
için, yüksek düzeyde bir ikna, inandırma ve bağlılık yaratma gücüne sahip
olabilmelidir. Çünkü, diğer örgütlerde olduğu gibi, siyasi parti liderinin elinde,
ücret, yükselme, izin, vb. gibi somut ödüllendirme ya da işten çıkarma, maaş
kesme, ilerlemesini durdurma, vb. gibi cezalandırma araçları yoktur.
Dolayısıyla, liderlik ederken kullanacağı en önemli gücü, insanlar üzerinde
yaratacağı ikna ve inandırma etkisi ile kendisine yönelik oluşturacağı
hayranlık, sevgi ve saygı olacaktır. Bu nedenle, siyasi liderin kişilik ve iletişim
özellikleri, diğer örgüt liderlerine göre daha önemli hale gelmektedir.
Lider, dünyanın bütün ülkelerinde seçmenlerin değerlendirmelerinde ve
tercihlerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu etki, bir ülkede demokrasinin
gelişim düzeyi, toplumun özellikleri ve içerisinde bulunulan şartlara bağlı
olarak farklılık göstermekle birlikte, uygulamalar bu etkinin önemli olduğunu
göstermektedir. İslamoğlu‟na göre, Türkiye‟de seçmenlerin büyük ölçüde
lidere bağlı olarak oy kullanması söz konusudur. Seçmene hangi partiye oy
verdiği/vereceği
sorulduğunda,
parti
isminden
çok,
liderin
ismini
söylemektedir (İslamoğlu, 2002: 116-117). Diğer yandan, Sitembölükbaşı‟nın
üç ayrı araştırmasının sonucunda, lider faktörü, oy vermeyi etkileyen faktörler
arasında hep ikinci sırada çıkmıştır. İlk sırayı ideolojik faktörler alırken, lideri
faktörü ikinci sırada yer almıştır (Sitembölükbaşı, 2004: 158-159). Özkan
tarafından yapılan araştırma sonucuna göre de, seçmenin oy kullanırken
önem verdiği hususların başında lidere olan inanç ve parti programı
gelmektedir (Özkan, 2004: 182). Ağırlığının oranı değişse de, siyasi parti
lideri, yandaşları için artık giderek daha önemli hale gelmektedir. Bu nedenle,
yandaşların nasıl bir lider istedikleri, belli özelliklerin yandaşlar açısından ne
derece önem arz ettiği veya bir siyasi liderde ne tür özellikleri görmeyi arzu
ettikleri hususu siyaset açısından artan bir önem taşımaktadır. Polat ve
Külter‟e göre, siyasi partiler iktidara gelebilmek için yandaşların lidere yönelik
bu istek ve beklentilerini iyi tespit etmek zorundalar (Polat ve Külter, 2008:
8). Yıldız‟a göre, liderlerin siyasi süreçteki belirleyici konumu, sadece Türkiye
için değil, birçok ülke için de söz konusudur. Ona göre, siyasetin temel
aktörleri artık siyasi partiler değil, siyasi liderlerdir ve bu durum siyasi
sistemden bağımsızdır (Yıldız, 2002: 81).
Lideri siyasi ilişki bağlamında yandaşların gözünde daha da önemli hale
getiren bir diğer nokta da, Polat ve Külter‟e göre, siyasi partiyi, politikalarını,
söylemlerini ve adaylarını liderin şahsında somut hale getirmeleridir (Polat ve
Külter, 2008: 9). Kışlalı da bu durumu seçmenlerin algılaması zor olan bir
kurumsal yapıyı (parti gerçekliğini) lider gibi somut bir kişiyle
bütünleştirmeleriyle açıklamakta ve lidere bağlanmanın seçmenler açısından
daha kolay ve daha anlamlı olduğuna işaret etmektedir (Kışlalı, 1987: 233).
Liderin gerek partililer, gerekse seçmenlerin davranışları üzerindeki
etkilerine ilişkin birbirine yakın, ancak farklı görüşler mevcuttur. Bunlar kısaca
özetlenecek olursa, örneğin, bir siyasi lidere oy verirken seçmenleri motive
edebilecek faktörler üzerine yapılan bir çalışmada en önemli unsurun
seçmenlerin bir siyasi liderde aradıkları ortak özellikler olduğu tespit edilmiştir
152
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
(Dean, 2004: 257). Bir başka çalışmada, seçmenlerin bir siyasi lider
seçiminde dikkat ettikleri en önemli faktörün seçim tecrübesi olduğu bulgusu
ortaya çıkmıştır. Palmer‟e göre seçmenlerin oy verme davranışını etkileyen
tecrübelerdir (Palmer, 2002: 349). Zaccaro ve diğerleri de seçmenlerin siyasi
tercihlerinin, seçimlerde edindikleri tecrübeye göre değiştiğini vurgulamıştır.
Bunun yanında, seçmenlerin her duruma uygun davranış kalıpları
geliştirebilen liderleri daha başarılı buldukları da aynı çalışmada
vurgulanmıştır (Zaccaro vd., 1991: 317).
Siyasi liderlik süreci ve nitelikleri, birçok bakımdan, geçmişe göre çok
daha önemli hale gelmiş ve siyaset bilimi alanında çalışma yapılması gereken
bir konu olarak ilgi çekmeye başlamıştır.
Siyasi Liderlik Tipleri
Yönetim literatüründe farklı liderlik yaklaşımları çerçevesinde liderlik
türleriyle ilgili çok sayıda sınıflandırmaya rastlanmaktadır. Siyasi liderlik
alanında da farklı yaklaşımlarla çeşitli sınıflandırmalar yapılarak liderler ve
liderlik süreci nitelendirilmeye ve incelenmeye çalışılmıştır. Liderlerin siyasi
yaşamları boyunca tek tip bir liderlik davranışı sergilemesi, siyasi partiler ve
seçmenlerde uzun bir dönemde tek tip bir liderlik beklentisi oluşması her
zaman gözlenen bir durum değildir. Bunun yanında, bir liderin farklı
dönemlerde farklı liderlik tarzlarıyla hareket etmesi ve yandaşlarda da farklı
koşullarda farklı liderlik beklentilerinin oluşması örnekleri söz konusudur. Bu
bakımdan liderlik tiplerini ayırt ederken, hem yönetim alanında hem de
siyaset alanında yapılmış çalışmalarda izlenen yöntem tercih edilerek, siyasi
liderlik tipleri, en çok üzerinde durulan sınıflamalar çerçevesinde
değerlendirilecektir.
Çalışma kapsamında ele alınacak siyasi liderlik
demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik tipleridir.
tipleri
otoriter,
Otoriter liderlik tipi, en eski liderlik türü ve sürecini anlatır. Zira uzun
yüzyıllar boyunca, yönetme hakkını elde etme ve sürdürme için fiziksel güce
dayalı bir liderlik yarışı, toplumları yönetmek için lideri otoriter, hatta çoğu
zaman zorba bir yönetim anlayışına mecbur bırakmıştır.
Otoriterlik kavramının gerisinde otorite olgusu bulunmaktadır. Bal‟a
göre, en geniş anlamıyla otorite, bir iktidar biçimidir. Otorite, herhangi bir
cebir veya manipülasyondan ziyade, otoriteye itaati kabul etmeye yani rızaya
dayanır (Bal, 2014: 247). Max Weber otorite tiplerini açıklarken, bu tipler
içerisinde liderlik anlayışını da ortaya koymuştur. Weber otorite tiplerini
açıklamada çıkış noktası olarak “meşruiyet” ölçüsünü temel almıştır. Weber‟e
göre üç meşruiyet tipi vardır: Bunlar yasal otorite, geleneksel otorite ve
karizmatik otorite tipleridir. Otoriteyi elinde bulunduran kişi bir üst değil,
kişisel efendidir. Yönetilen halk ise, toplumun bir üyesi olmayıp, efendinin
uyruğudur (Weber, 1995: 315-316).
153
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Otoriter liderlik, çoğunlukla geleneksel toplumlarda görülmektedir.
Otoriter lider, grubun ya da toplumun bütün işlerinin nasıl olacağına tek
başına karar vermektedir (Tekarslan, 1989: 107). Otoriter liderlikle idare
edilen toplumlarda kişilere ve onların düşüncelerine önem verilmez. Öte
yandan, halk da yönetim konularını düşünmede kendini yetkili görmez
(Közleme, 2013: 241-242).
Machiavelli, “Prens” adlı eserinde hükümdarın nasıl olması gerektiğini
açıklar. Osmanlı‟yı örnek göstererek, merkezi mutlak devletleri feodal
devletlere göre üstün görür. Machiavelli‟e göre, hiçbir yeteneğe, talihe ve
yardıma ihtiyaç duymadan hükümdar olmanın tek bir yolu vardır: Cinayet ve
merhametsizlik (Köktürk, 2011: 89). Otoriter liderlik tipinde tüm yetkiler
liderde toplanmıştır ve genellikle her türlü karar lider tarafından alınmaktadır.
Diğer bir deyişle, amaçların, planların ve politikaların belirlenmesinde astların
ya da takipçilerin bir söz hakkı yoktur. Lider, emirlerine kayıtsız şartsız
uyulmasını ve kendisine güven duyulmasını ister (Newstrom ve Davis, 1993:
227).
Otoriter liderlik ya da yönetim anlayışının çağın gerisinde kalmış ve terk
edilmiş bir uygulama olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Otoriterlik,
yönetim süreci içerisinde söz ve karar hakkının kimde olduğuyla ilgili bir
kavramdır. Özellikle siyasi hayatta, güç ve yetkiyi ele geçiren yöneticilerin bir
kısmının söz ve karar hakkı konusunda daha fazla otoriterleştiği daha sık
gözlemlenen durumlardandır. Bugün gerek işletmeler bakımından gerek siyasi
partiler bakımından ve gerekse devlet yönetimleri bakımından, ideal bir tip
olarak nitelendirilmese de, otoriter liderlik tipinin halen uygulanma imkanı
bulmaktadır. Siyasi parti yandaşları içerisinde, özellikle de partide görev alma
noktasına gelenlerin otoriter bir yönetim beklentisi içine girdikleri de gözlenen
bir durumdur. Çoğu durumda, liderin otoriterliğinin onaylayıcısı bizzat sadık
takipçileri olmaktadır.
Demokratik liderlik tipi, otoriter yönetimlerin işlevini ve geçerliliğini
yitirmesinin ardından önce siyasi yönetim biçimlerinde ortaya çıkmış, daha
sonra da işletme yönetimlerinde uygulama imkanı bulan bir yönetim anlayışı
olmuştur. Siyasi örgütlerde demokratik liderlik tarzı, hem bir siyasi anlayış
meselesi olmuş hem de parti örgütlenmesine bireylerin katılımını özendirici
bir etken olmuştur.
Demokratik liderlik tarzına sahip lider, yalnızca kendi yetenekleriyle
değil, astlarına da danışarak ve onların fikirlerini alarak iş yapar, onların
planlama, karar verme ve örgütlenme faaliyetlerine katılmalarını teşvik eder
(Thompson, 1998: 32). Demokratik liderlik tarzında, lider yönetim yetkisini
izleyiciler ile paylaşma eğilimini taşır. İzleyiciler, takipçisi oldukları süreci
etkileyen durumlar hakkında bilgilendirilmekte ve fikirlerini söylemeleri ve
öneriler getirmeleri için lider tarafından cesaretlendirilmektedirler (Eren,
2004: 453).
Demokratik
liderliğin
diğer
liderlik
türlerinden
en
önemli
üstünlüklerinden biri, her aşamasında meşruiyetini izleyicilerin rızasından
154
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
alması ve bunun kendisine verdiği geniş hareket imkanıdır (Komsuoğlu,
2008: 69). Elcock da siyasi liderliği üç etki grubunun ürünü olarak görür:
Bunların ilki, bulunulan makamın ona getirdiği güç ve etkidir. İkinci etki de,
onu liderliğe getiren şartların ve olayların, onu etkilemeyi sürdürüyor
olmasıdır. Üçüncü etki de, liderin kişisel özellikleri ve bunun etkileridir
(Elcock, 2001: 62). Buradan hareketle, liderin gücünün sınırsız olmadığını,
çevre ve takipçileriyle etkileşimle ortaya çıktığını söylemek mümkündür.
Arklan‟a göre demokratik liderlik, liderin egemenliğinin yasalara dayandığı ve
liderin yönetme ve emretme işlevlerini akılcı kararlarla yaptığı bir liderlik
biçimidir (Arklan, 2004: 22).
Siyasi partilerin olmadığı veya etkin olarak faaliyette bulunmadığı bir
ülkede demokrasiden bahsetmek zordur. Ancak siyasi partilerin varlığı
demokrasi için tek koşul değildir. Siyasi partilerin toplumla bütünleşmesi ve
geniş tabanlı bir katılımın sağlanması için siyasi partilerin demokratik
ölçütlere göre teşkilatlanması ve faaliyetlerini demokratik ölçütlere göre
yürütmesi gerekir (Gökçe, 2013: 66).
Duverger‟ye göre, bir parti örgütüne demokratik diyebilmek için parti
yöneticilerinin, üyelerin tümü tarafından serbestçe ve gizli oylama yöntemiyle
seçilmesi, parti programının genel kurulca belirlenmesi ve bu kurulda
delegelerin parti üyelerini gerçek bir biçimde temsil etmesi, çeşitli eğilimlerin
parti içinde bir arada bulunabilmesi ve çoğunluğu sağlayabilmek için bu
eğilimlerin dürüstçe tartışılması gerekir. Tersine, eğer parti ileri gelenlerini
merkez örgütü seçiyorsa ve merkez örgütü yerel örgütlere atamalar
yapıyorsa, genel görüşün dışındaki bütün düşünce farkları kesinlikle
reddediliyor ve bunları benimseyenler partiden uzaklaştırılıyorsa bu parti,
merkeziyetçi bir partidir (Duverger, 1994: 38-40).
Demokratik rejimin tam anlamıyla işleyebilmesi, siyasi partilerin de
kendi iç düzenlerinde demokrasi esaslarına uygun hareket etmelerini, siyasi
parti
liderlerinin
de
demokratik
bir
liderlik
tarzı
sergilemesini
gerektirmektedir. Çünkü parti içi demokrasi, sadece siyasi partinin kendisini
değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir. Demokratik liderlik tarzı, diğer
örgütlerden farklı olarak, demokratik bir siyasal hayata sahip toplumlarda
siyasi parti denilen örgütsel yapılar için olması gereken bir yönetim anlayışını
ifade etmektedir. Buna karşın birçok siyasi partide karşılaşılan durum, bu
yaklaşımın tam tersi bir görüntü sergilemektedir. Parti içi demokrasi ile ilgili
sorunlar bunun en somut yansımaları olup, demokratik liderlik tarzından
sapmaya en önemli gerekçe, parti içi disiplin sorunları olarak
gösterilmektedir.
Karizmatik liderlik tipinin kökeninde yer alan karizma kavramı, tanrı
yardımı, tanrının lütfu anlamında kullanılan Yunanca bir sözcüktür. Karizmatik
sıfatı ise, bazı otorite, iktidar ve meşruiyet biçimlerinin nitelenmesinde
kullanılmaktadır. İlk Hıristiyanlığın terimlerinden alınmış olan karizma, ilk
önceleri sadece dini vasfı olan kişiler için kullanılmaktaydı. Karizma ve
155
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
karizmatik terimlerini siyaset sosyolojisine kazandıranlar ise, Max Weber ve
Ernst Trocltsch olmuştur (Közleme, 2013: 247).
Weber, karizma terimiyle, bir kişiyi olağan insanlardan ayıran ve onun
aşkın, insan üstü, en azından bazı bakımlardan ayrıksı güçlere sahip
sayılmasına yol açan özelliklerini anlatmaktadır. Bu özellikler sıradan
insanlarda bulunmaz çünkü bunlar ilahi kaynaklıdır. Bir kişi bu özelliklere
sahip olduğu zaman karizmatik lider sayılır. Kişisel olarak yasallaştırılan
karizmatik lider, böylece kendini izleyenlerin oyu ile seçilir (Weber, 1995:
331, 389). Ancak Weber, kitlenin karar verme sürecine katıldığı klasik
doğrudan demokrasi anlayışını reddeder. Weber‟e göre bu küçük
topluluklarda geçerli olabilir; çağdaş toplum için bütünüyle geçersizdir.
Modern devlette liderlik, bir azınlığın ayrıcalığı olmalıdır. Bu modern
zamanların kaçınılmaz bir özelliğidir (Giddens, 1992: 21).
Conger ve Kanungo, karizmatik liderliğin oluşmasında izleyicilerin
önemli rol taşıdığı farklı aşamaların değişik boyutlarının bulunduğunu
kaydederler. Bunlardan ilki, izleyenlerin yöneticinin statükoyu değiştirmeye
karşı daha büyük isteğini algılamasıdır. İkincisi ise, takipçilerin ihtiyaçlarına,
kısıtlamalara ve çevresel olanaklara lider tarafından duyulan yüksek
hassasiyettir. Bu, karizmatik lidere olan cazibenin temelini inşa eden
takipçilerin ihtiyaçlarını memnun etme potansiyelidir. Bu idealleştirilmiş yön,
liderleri özenilen saygıyı hak eden insanlar olmaya ve takipçiler tarafından
taklit edilmeye değer yapmaktadır (Conger vd., 2000: 748).
Karizmatik liderlik süreci, sadece liderin özellikleriyle ilgili bir süreç
değildir. Bu süreçte, yandaşların liderle ilgili beklenti ve algıları da çok
önemlidir. Weber de bu yargıyı şöyle vurgulamaktadır (Arklan, 2004: 95):
Karizmatik otoriteye sahip olan karizmatik liderin misyonu, onlara
gönderildiğine inandığı kimseler tarafından tanınmazsa karizmatiklik
iddiası çökmektedir. Lider bu kimseler tarafından kabul edilirse, kendisini
kanıtlayarak yerini muhafaza edebildiği müddetçe, o kimselerin efendisi
olmakta, ancak seçimlerde olduğu gibi hakkını o kimselerin iradesinden
almamaktadır.
Karizmatik liderlik tipi, ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz koşullarda
ortaya çıkma eğilimi yüksek olan bir siyasi liderlik tipidir. Türkiye örneğinde
bakıldığında da, toplumsal olarak eğitsel, siyasi ve ekonomik açıdan,
karizmatik liderlik tipine uygun bir sosyal ve siyasal ortam olduğunu görürüz.
Seçmenlerin oy verme davranışında somut şekilde tezahürünü bulan bu
durum, parti liderliği kavramını ve parti organizasyonlarını da buna göre
şekillendirmiştir. Türkiye‟deki siyasi partilerin daha çok lider partisi
görünümüne sahip olması, parti içi örgütlenmede liderin aşırı etkinliği,
seçmenin oy kullanırken partiye değil lidere ya da adaya bakma eğiliminin
olması, bu durumun somut yansımaları olarak değerlendirilebilir.
Dönüşümcü liderlik, ilk olarak Dawston‟un “İsyan Liderliği” (1973)
adlı çalışmasında belirtilmiştir. Sosyolojik bir tez olan “dönüşümcü liderlik”
156
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
kavramı daha sonra 1978 yılında James McGregor Burns tarafından
geliştirilmiştir. Ona göre lider, örgüt üzerinde yüksek düzeyde moral,
motivasyon ve performans yaratan kişidir. Burns‟a göre modern
organizasyonlarda yeni alanların yaratılması becerisine bir tek dönüşümcü
liderlik sahiptir. Çünkü değişimin ustasıdır. Daha iyi bir gelecek tasarlar,
öngörü sahibidir, vizyon oluşturur ve bu vizyonu etkin bir şekilde herkese
benimsetir ve hayata geçirmek için istek uyandırır. Dönüşümcü liderler,
çevrelerini değiştirebilen liderlerdir. Bu liderler çevresel durumlara tepki
göstermez, aynı zamanda yeni bir çevre yaratırlar (Eraslan, 2014: 3-4).
Yukl‟a göre, dönüşümcü lider, izleyenlerine saygı duyar, güvenir ve
izleyenlerinin isteklerine cevap verecek davranışlarda bulunur. Güç kullanarak
izleyenlerini etkilemekten kaçınır. Lider, işleri doğru yapmaktan ziyade doğru
işleri yapmaya çalışır (Yukl, 1989: 213).
Burns, politik liderlik konusunda Weber‟in ekonomik ve ekonomik
olmayan otorite kaynağından ve Herbert A. Simon‟un yönetimsel
öğretilerinden yola çıkarak dönüşümcü liderlik ve etkileşimci liderlik ayrımına
gitmiştir. Etkileşimci lider tipinin yeni gelişen sosyal ve ekonomik şartlarda
başarılı olamaması üzerine dönüşümcü liderlik kuramı ortaya atılmıştır (Allix,
2000: 10). Bass, dönüşümsel liderliği tamamlayıcı üç konudan söz
etmektedir. Bunlar karizma, bireyselleştirilmiş düşünce ve entelektüel
uyarımdır (Bass, 1985: 26). Conger‟e göre, dönüşümcü liderliğin temelini,
takipçilerin kendilerinden beklenenin ötesinde bir performans göstermeleri
yönünde motive edilmeleri oluşturmaktadır. Bu durum liderin dönüşümü
sağlaması, yani takipçilerinin tutum, değer ve inançlarını örgütsel değerlerle
uyumlaştırması sonucu oluşmaktadır (Conger, 1999: 148). Takipçiler, lidere
güven ve saygı duymakta, bunun sonucunda da üstün performans
göstermektedirler. Çünkü takipçiler, ödüllendirilecekleri beklentisi ile değil,
değerleri ile uyumlu olduğu için görevlerini yerine getirmektedirler
(MacKeinze vd.; 2001: 116).
Dönüşümcü liderlik, yandaşların değerlerine ve beklentilerine verdiği
önemin yanı sıra, özellikle toplumların yaşadığı bunalımlardan değişim ve
hatta devrim yoluyla çıkışları bakımından da tarihsel anlamda önemli bir
liderlik türüdür. Lenin, Mustafa Kemal Atatürk ve Ghandi gibi liderler
yarattıkları dönüşümlerle, toplumsal olarak da büyük birer dönüşümcü liderlik
öyküsü sergilemişlerdir.
Ekonomik ve sosyal olarak, gelişmekte olan ülkeler arasında sayılan
Türkiye‟de, gerek bu gelişim süreci gerekse batılılaşma anlayışının
kurumlarda ve genel olarak ülke yönetiminde sürekli bir değişim ve dönüşüm
isteği yaratması nedeniyle, sadece muhalefetteki partilerin değil iktidara
gelen partilerin ve bu partilere liderlik eden isimlerin de mevcut sistem
üzerinde bir değişim ve dönüşüm isteği ve programı sundukları
görülmektedir. Ancak Türk halkı ve siyasetçilerinin değişim ve dönüşüm
modeli, genellikle toptancı olmaktan ziyade istikrara dayalı bir değişim ve
dönüşüm isteği şeklinde ortaya çıkmaktadır.
157
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Liderlik Beklentilerini Etkileyen Siyasi Faktörler
Toplumda bireylerin liderlik beklentileri üzerinde etkisi olan önemli
faktörlerden bir grubu siyasi faktörler oluşturur. Bireylerin siyasi görüşleri,
ideolojik eğilimleri, içinde bulundukları siyasi ortam, bağlılık duydukları siyasi
partinin özellikleri, ülkenin siyasi sisteminin özellikleri, içinde bulunulan siyasi
gruplar gibi faktörler, bireylerin siyasi tercihleri ve davranışlarına etkide
bulunmalarının yanında, siyasi liderle ilgili algılarını ve beklentilerini de
etkilemektedir.
Toplumların tarihsel geçmişleri ve güncel siyasi kültürel özellikleri,
bireylerin liderlik beklentileri üzerinde önemli ölçüde etki sahibi
olabilmektedir. Öztekin‟e göre, her siyasi kültür tipi, belirli bir siyasi yapı ile
uygunluk arz eder. Örneğin, cemaatçi kültür, merkeziyetçi olmayan
geleneksel siyasi yapıya denk düşmektedir. Buna karşılık tebaa kültürü daha
çok merkeziyetçiliğin üstün olduğu despot bir yapıya uygun düşer. Katılımcı
kültür ise, gelişmiş demokratik bir yapının türevi olan bir kültürdür (Öztekin;
2003: 193).
Vural‟a göre, tek adama ya da lidere bağlı siyaset anlayışının yerleşik
olduğu ve maalesef değiştirilemediği Türkiye gibi demokrasisi gelişmekte olan
ülkelerde, doğal olarak tüm siyasi kararlar, yapılacak eylem planları ve
kitlelerle gerçekleştirilecek siyasal iletişim de yine yalnızca lider odaklı
gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, parti, liderin çok arkasında kalmakta ve
sadece liderin kararlarını bekleyen dev bir organizasyon haline dönüşerek atıl
kalmaktadır (Vural, 2010: 155).
Bu noktada, ülkelerdeki siyasi kültür özelliklerini göz önünde
bulundurarak kabaca ikili bir ayrım yapmak mümkündür: Otoriter-tutucu
siyasi kültür ortamı ile demokratik-katılımcı siyasi kültür ortamının
toplumlarda bir arada bulunduğunu görmek mümkündür. Bunların siyasi
hayata yansımaları, siyasi liderlik beklentilerine de benzer biçimde etkisini
gösterecektir. Otoriter siyasi kültür ortamı içindeki bireylerin siyasi
davranışları ve siyasi liderlik beklentilerinin otoriterlik ve tutuculuk yönünde
oluşması; demokratik siyasi kültür ortamı içindeki bireylerin siyasi
davranışları ve liderlik beklentilerini ise demokratiklik, dönüşümcülük ve
katılımcılık yönünde oluşması beklenebilir.
Liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi faktörlerden biri de
ideolojiler ve o ideolojilerde öngörülen yönetim anlayışı ve lider tipleridir.
İdeolojiler, toplumların ya da toplumların içindeki belirli kesimlerin
gereksinimlerine yanıt veren, kendi içinde tutarlı inanç sistemleridir. Her
toplum kesimi, kendi ideolojisine uyan bir siyasi iktidarı yasal sayar ve ona
baş eğmeyi doğal kabul eder (Kışlalı, 1987: 321-322).
Siyasi ideolojilerden liberalizm‟in önemli isimlerinden Jean Jacques
Rousseau‟ya göre, en iyi çözüm halkın iktidarını doğrudan kullanmasıdır
(Kışlalı, 1993: 77). Liberalizmin en önemli kuramcılarından biri olan John
158
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
Stuart Mill, halk egemenliğinden, temsile dayanan egemenliği anlamaktadır.
Ona göre temsil vazgeçilmezdir (Schmidt, 2002: 93). Liberalizm için en
uygun araç herhangi bir baskı ve zorun bulunmadığı gönüllü işbirliği ve
özgürlük ortamıdır. İdeal olan, sorumlu bireyler arasında özgürce tartışmaya
dayalı fikir birliğidir. Çoğunluğa boyun eğmeden fikir birliğini sağlamaktır.
Toplumda düzenin devamı, dış yaptırımlar ve baskılar olmaksızın görüş birliği
içinde işler (Freidman, 1988: 52). Liberalizmin demokratik bir yönetim
sistemini öngördüğü ve bundan dolayı bu ideolojiye yakınlık duyan
yandaşların da demokratik bir liderlik beklentisi içinde olmaları yaygın
gözlenen bir olgudur. Ülke yönetiminden örgüt yönetimine kadar en çok
faydanın demokrasi yönetimiyle elde edileceğini öngören liberalizme dayalı
siyasi partilerin iç işleyişi ve lider-izleyici ilişkisinde demokratik yol ve
yöntemlerin ön planda tutulması beklenen bir durumdur.
Sosyalizm‟in öngördüğü siyasi anlayış her ne kadar eşitlikçi bir sistem
ve dönüşümü hedeflese de, uygulanan siyasi politikalara bakıldığında, en çok
başvurulan yöntemin zorlayıcı, baskıcı ve otoriter yönetim anlayışı olduğu
görülmektedir. Bu bakımdan bu ideolojiden etkilenen siyasi parti
yandaşlarının, ülke ve siyaset şartları bakımından kimi zaman otoriter, kimi
zaman dönüşümcü, kimi zaman da demokratik eğilimlerinin yükseldiği
görülebilmektedir. Komünizm, özel mülkiyetin kaldırıldığı, devlet kontrolünde
toplumsal mülkiyeti öngördüğü için, bunun gerçekleştirilmesinin yolunun da
devrimden ve devrim sonrasında kurulacak proletarya diktatörlüğünden
geçtiğini ifade etmektedir. Komünist partilerin işleyişi ise, otoriter bir yönetim
ve liderlik anlayışı olup, komünist ideolojiye yakın yandaşların da otoriter
beklentilerinin olmasını doğaldır. Sosyal demokrasi, her koşulda demokrasi
yoluyla iktidara gelinmesini ve demokratik yönetme ve araçların kullanımını
öngörmesi nedeniyle, yandaşlarında demokratik liderlik beklentisinin oluşması
beklenen bir durumdur. Sosyalizmde ise durum biraz karmaşıktır. Otoriter
anlayıştan ileri demokrasiye kadar pek çok farklı görüş ve uygulama söz
konusudur.
Katı faĢizmden, ılımlı milliyetçiliğe kadar uzanan bir çizgi içinde bu
yönetim anlayışının genel karakteristiği otoriter bir yönetim ve liderlik tarzına
dayanmasıdır. Yönetilenlerin değil, bizatihi yönetenlerin önemli olduğu bir
yönetim anlayışıdır. Faşist düşüncenin temelinde, Descartes‟dan Kant‟a,
Hegel‟e kadar uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları
değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu
tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche‟dir.
Ona göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar,
insancıl bir yaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu seçkin
kesim için çalışması, ona boyun eğmesi zorunludur (Kışlalı, 1993: 109).
Faşizm ve milliyetçilikte liderlik beklentisi, genel olarak otoriter liderlik,
bazı durumlarda da karizmatik liderlik şeklinde oluşmaktadır. Dolayısıyla bu
partilerin yandaşlarında genel olarak otoriter beklenti oluşacağı söylenebilir.
159
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Yandaşların liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi etkenlerden
biri de bizzat siyasi partilerin örgütsel ve hukuki özellikleridir. Partilerin
örgütsel yapısının oluşumu, bu yapının oluşmasına zemin hazırlayan siyasi
partiler mevzuatı, hem partilerde liderlik yapısının oluşumunu etkilemekte
hem de yandaşların liderlik algılarının ve beklentilerinin şekillenmelerinde rol
oynamaktadır.
Siyasi partilerde örgüt yapısı ve özellikleri, büyük bir önem
taşımaktadır. Siyasi partilerin örgütsel özellikleri, bu partilerin faaliyetlerinin
genel çerçevesini, üyeleri arasındaki dayanışmanın biçimini, parti liderlerinin
seçim davranışlarını ve yetkilerini, genel merkez organlarının ve yerel
birimlerin yetki ve sorumluluklarını, partinin çeşitli birimleri arasındaki dikey
ve yatay örgütsel ilişkilerini, kısaca partinin çalışma düzen ve disiplinini
ortaya koyar (Berberoğlu, 1997: 36) ve bu yönüyle parti genel başkanının
liderlik algısı ve doğal olarak yandaşların liderlik beklentisi üzerindeki etkili bir
kavram olarak karşıya çıkar. Zira, Duverger‟ın deyimiyle bir parti örgütü,
üyelerinin faaliyetlerinin genel çerçevesini, bunlar arasındaki dayanışmaya
verilen biçimi belirler. Liderin seçimini ve yetkilerini belirtir (Duverger, 1994:
37). Türkiye‟de partilerde liderin gücü, örgüt yapısı özelliği bakımından çok
önemli bir husus olarak öne çıkmaktadır. Siyasi partilerin örgütsel yapısının
liderliğe nasıl etkide bulunduğu, yandaşlarda da bunun ne tür bir beklentiye
yol açtığı konusu açısından Türkiye‟deki duruma bakılacak olursa, genellikle
merkeziyetçi, otoriter ve hegemonik bir durumla karşı karşıya olunduğu
görülür.
Siyasi partilerin faaliyet alanını belirleyen hukuki mevzuat da, parti
yönetimi, liderlik ve üye ilişkilerini çevreleyen önemli bir faktördür. Siyasete
katılımdan genel başkan seçimine kadar bütün örgütsel süreçleri etkileyen
hukuki sınırlar, parti içindeki liderlik mücadelesine ve yandaşlarına liderlik algı
ve beklentisine etkide bulunmaktadır. Hukuki çerçeve, parti genel başkanının
seçimi, delege seçimi, aday belirlenme usulleri, parti içi yönetim
kademelerinde yapılan görevlendirme usulleri, parti genel merkezlerinin alt
birimleri üzerindeki yetkileri gibi düzenlemelerden oluşur. Bunlar doğrudan,
genel başkanın gücünü ve otoritesini ya da üyelerin parti kararları üzerindeki
gücünü ilgilendirmektedir. Bu bakımdan, parti içindeki liderlik sürecinin
işleyişi konusunda siyasi kültür, sosyoekonomik yapı kadar hukuki
düzenlemeler de etki sahibidir (Ilgar, 2002: 72).
Özellikle Türkiye‟deki hukuki yapı ve uygulamalara bakıldığında, siyasi
partilerdeki liderlik sürecinde yandaşların görüşlerinin, süreç içinde etkili
olabilme şansının çok yüksek olmadığı görülmektedir. Böyle olunca da
demokrat yapıya sahip partilerde bile liderlerin otoriterleştiği bir süreç ortaya
çıkabilmektedir. Parti içinde görev almak, etkin olmak, kaynaklardan
yararlanmak isteyen yandaşların da, bu yapı nedeniyle genel merkeze ya da
lidere itaat ederek otoriterliğe katkıda bulunduğunu da eklemek gerekir.
Liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi faktörlerden biri de
değişim isteğidir. Genel olarak tüm dünyada ve özelinde Türkiye‟de siyasi,
160
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
sosyal ve ekonomik çevre, hızlı bir değişim süreci içerisindedir. Özellikle
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu değişimin hızı ve boyutu çok daha
yüksek ve etkileyicidir. Söz konusu etkiden siyasi sistem de geniş ölçüde
etkilenmektedir. Toplumlarda değişim ya da dönüşüm isteği, siyasi açıdan da
önemli sonuçlar doğurmakta; bundan liderlik beklentileri de payını almaktadır.
Bu değişime karşı, mevcut devlet ve siyasi parti yapılarının hantal kalması,
toplumda ve partilerde de dönüşüm talebinin oluşmasına neden olmaktadır.
Bu da dönüşümcü liderlik beklentilerini yükselten bir faktör olarak ortaya
çıkmaktadır. Türkiye‟de özellikle Turgut Özal‟la başlayan dönüşüm çalışmaları,
halihazırda süren bir talebe konu olmaktadır. Ekonomik, siyasi ve hukuki
anlamda dönüşüm talebi, devlet için olduğu kadar bu değişime ayak
uydurması beklenen siyasi partilerde de karşılık bulmaktadır.
Temel siyasi, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için, eski-mevcut
düzenin yetersizliği, sıradan bir liderlik ve yönetim sürecini uygun
bulmamakta ve dönüşümün gerçekleştirilmesi talebinin oluşmasına neden
olmaktadır. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin yönetim
anlayışının ve Erdoğan‟ın liderlik anlayışının bir kısmı bu dönüşümü
gerçekleştirme vaadine dayandığı gözlenmiştir. Erdoğan ve partisinin “Yeni
Türkiye” sloganı ve dönüşüm vaadi, ana muhalefet partisi tarafından cevapsız
bırakılmamış ve onlar da kendilerindeki dönüşümü tanımlamak için “Yeni
CHP” sloganını kullanmışlardır.
Yukarıda da izah edildiği gibi, dönüşümcü liderlik, başlı başına bir
liderlik türü olmaktan ziyade, bir geçiş dönemi, geçici liderlik tarzı olarak
değerlendirilebilir. Türkiye örneğinde de dönüşümcü liderlik beklentilerinin
daha çok destek bulmasının nedeninin, Türkiye‟nin böyle bir dönüşüm süreci
içinde olması olduğu söylenebilir.
Siyasi Partilerde YandaĢların Liderlik Beklentilerini Etkileyen
Faktörler Üzerine Alan AraĢtırması
AraĢtırmanın Amacı
Literatürde liderlik sürecini açıklamaya çalışan çalışmaların neredeyse
tamamı liderin özellikleri merkezli olarak gerçekleştirilmiştir. Oysa liderlik
süreci, lider, izleyiciler, koşulların bir fonksiyonu olarak görülmektedir.
Dolayısıyla bu süreci anlamaya çalışırken, sadece bir faktör üzerinde durmak,
eksik ve yetersiz kalmaktadır. Bunun yanında, demokratik süreçlerin
gelişmesi, eğitim düzeyinin yükselmesi, siyasi bilincin ve siyasi iletişim
imkanlarının artması, izleyicilerin ve koşulların etkisini güçlendiren bir sonuç
yaratmaktadır. Dolayısıyla siyasi partilerdeki liderlik sürecinin daha iyi
anlaşılabilmesi bakımından sürecin bu diğer unsurlarının da anlaşılması
gerekmektedir. Bu araştırmanın amacı, liderlik sürecinin tüm unsurlarının ve
bu unsurlara etki eden sosyoekonomik ve siyasi faktörlerin daha iyi
anlaşılabilmesi bakımından anlamlı verilere ulaşmak olmuş, bu makale
çerçevesinde, sadece siyasi faktörlere ilişkin veriler sunulmuştur.
161
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
AraĢtırmanın Kapsamı
Araştırmanın teorik kısımlarında ele alınan faktörler ve etkilerinin
somut ve ayrıntılı verilerle desteklenmesi amacıyla ülke genelinde 35 farklı
ilde anket çalışması uygulanmış, toplam 3250 anket formu SPSS ortamında
analize tabi tutulmuştur. Anket yapılacak iller belirlenirken, Türkiye‟nin
coğrafi bölgeleri ve NUTTS sınıflandırmasına (kalkınma ajansı bölgelerine)
uygun dağılım olmasına dikkat edilmiştir. Bu çerçevede, ülkemizin 7 coğrafi
bölgesinden ve 26 kalkınma ajansından en az bir ile ulaşılmaya çalışılmıştır.
Her coğrafi bölgeden en az birkaç ile, kalkınma ajansı bölgelerinden ise bir
tanesi dışında en az bir ile ulaşılmıştır. Böylece tüm Türkiye evrenini temsil
edecek bir örnekleme ulaşılmaya çalışılmıştır.
AraĢtırmanın Varsayımları
Siyasi parti yandaşlarının liderlik beklentilerini etkileyen faktörlerle ilgili
araştırmanın ana varsayımları şunlardır:
Hipotez 1: Siyasi parti yandaşlarında karizmatik liderlik beklentisi daha
yüksektir.
Hipotez 2: Siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentileri siyasi
faktörlerden etkilenmektedir.
AraĢtırmanın DeğiĢkenleri
Araştırmada, siyasi parti yandaşlarının sosyal, kültürel, ekonomik ve
siyasi özellikleri bağımsız değişkenler olurken; bu yandaşların otoriter,
karizmatik, demokratik, dönüşümcü ve genel liderlik özellikleriyle ilgili
beklentileri bağımlı değişkenler olarak belirlenmiş ve bu değişkenler arasında
ilişki olup olmadığı, varsa ne ölçüde olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu
makale çalışmasında, araştırmada elde edilen verilerden yandaşların siyasi
özellikleriyle ilgili olanları aktarılmıştır.
Araştırmada sorulan sorular iki grupta toplanmıştır. Birinci grupta,
katılımcıların sosyal, ekonomik ve siyasi özellikleriyle ilgili sorular
sorulmuştur. İkinci grupta ise, çalışmada ele alınan otoriter, demokratik,
karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleri ve genel liderlik beklentileriyle
ilgili sorular sorulmuştur. Sorular sistematik olarak karıştırılarak sorulmuştur.
Veriler SPSS programında işlenmiş ve değerlendirmeler bu kapsamda
yapılmıştır. Anket formunda kullanılan sorulara güvenilirlik analizi yapılmıştır.
Tüm sorulara uygulanan analizde yüzde 81 güvenilirlik tespit edilirken, liderlik
beklentisi ile ilgili ikinci gruptaki soruların genel analizinde güvenilirlik oranı
yüzde 87 olarak tespit edilmiştir. Bu oranlar ölçeklerin güvenilir olduğunu
göstermiştir. Değişkenler arasındaki ilişkinin tespiti için Crosstab, Means, t-
162
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
testi (Independent-Samples T Test) ve Anova testi (One-Way Anova)
uygulanmıştır.
AraĢtırmanın Bulguları
Görüşülenlerin yaşlarına göre dağılımlarına bakıldığında, genç yaş
gruplarının daha ağırlıkta olduğu, ancak yine de dengeli bir dağılımın olduğu
görülmektedir. Görüşen toplam 3250 kişinin yüzde 32,5‟ini 18-25 yaş grubu,
yüzde 17,3‟ünü 26-30 yaş grubu, yüzde 13,3‟ünü 31-35 yaş grubu, yüzde
15,9‟unu 36-45 yaş grubu, yüzde 12,4‟ünü 46-55 yaş grubu, yüzde 8,7‟sini
56 ve üstü yaş grubu oluşturmaktadır.
Tablo 1. GörüĢülenlerin YaĢa Göre Dağılımı
YaĢ Grubu
18-25
26-30
31-35
36-45
46-55
56-Üstü
TOPLAM
Sayısı
1056
561
431
518
402
282
3250
Geçerli Yüzde
32,5
17,3
13,3
15,9
12,4
8,7
100
Görüşülenlerin cinsiyete göre dağılımlarına bakıldığında, birbirine yakın
ve dengeli bir oran olduğu görülmektedir. Görüşülenlerin yüzde 53,8‟ini
erkekler, yüzde 46,2‟sini kadınlar oluşturmaktadır.
Tablo 2. GörüĢülenlerin Cinsiyete Göre Dağılımı
Cinsiyet
Erkek
Kadın
TOPLAM
Sayısı
1747
1503
3250
Geçerli Yüzde
53,8
46,2
100
Görüşülenlere liderlik beklentileriyle ilgili olarak 50 tane soru sorulmuş,
bunların 10 tanesi otoriter liderlik, 10 tanesi demokratik, 10 tanesi
karizmatik, 10 tanesi dönüşümcü, 10 tanesi de diğer liderlik özellikleriyle ilgili
olarak karışık şekilde sorulmuştur. Liderlik özelliklerine ilişkin görüşülenlerin
görüşleri beşli ölçekle sınırlandırılmış, “Kesinlikle katılmıyorum (1)”dan,
“Kesinlikle
katılıyorum
(5)”a
giden
bir
sıralamayla
görüşler
ölçülmüştür.Otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun
ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir:
163
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Tablo 3. GörüĢülenlerin Otoriter Liderlik Özellikleriyle Ġlgili
Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri
Otoriter liderlik özellikleri
Tek karar alıcı olması
Otoriter olması
Baskıcı ve saldırgan bir tavrı olması
Güçlü olması ve gücü paylaşmaması
Kararları bizzat kendisinin alması
Söylediği her sözün emir olarak algılanması
Mutlak itaati sağlaması
Temsil ettiği ideoloji ya da siyasi fikre sıkı sıkıya bağlı olması
Gerektiğinde gücünü, otoritesini sonuna kadar kullanması
Herşeyi kendisi ve yönetiminin kontrolü altında tutması
Otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklenti düzeyinin
genel ort.
Ortalaması
2,95
4,05
2,18
2,91
2,94
2,82
3,79
4,22
4,15
3,78
3,38
Görüşülenlerin otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak
değerlendirildiğinde, siyasi parti genel başkanının otoriter, itaat edilen,
ideolojik, kararlı ve kontrolü elinde tutan bir lider olması, ama baskıcı ve
saldırgan olmaması istenmektedir.
Demokratik liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun
ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir:
Tablo 4. GörüĢülenlerin Demokratik Liderlik Özellikleriyle Ġlgili
Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri
Demokratik liderlik özellikleri
Örgütsel kararları alırken daha çok tartışmaya izin vermesi
Katılımcılığa oldukça fazla önem vermesi
Her kararı oylama yöntemine dayalı olarak alması
Adayları belirlemede önseçim yöntemini kullanması
Yönetimi altındakilere yüksek düzeyde güven duyması
Herkesle diyaloga açık olması
Partinin ideolojisi dahil her şeyi tartışmaya açık olması
Güçten ve gücü kullanmaktan uzak durması
Örgüt içinde farklı oluşumlara ve kişilere serbest bir çalışma
ortamı tanıması
Demokrasiyi ve demokratik yönetim anlayışını her şeyin
önünde tutması
Demokratik
liderlik
özellikleriyle
ilgili
beklenti
düzeyinin genel ort.
Ortalaması
3,84
4,24
3,85
3,82
3,97
4,38
3,96
3,17
3,64
4,22
3,91
Görüşülenlerin demokratik liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak
değerlendirildiğinde, görüşülenlerin demokratik liderlik tarzıyla ilgili algısının,
tam demokrasinin uygulanmasına yönelik olduğudur. O kadar ki, demokratik
164
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
lider, gücü belli ölçüde kullanmalı ve adeta moderasyon yapan bir yönetici
olmalıdır.
Karizmatik liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun
ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir:
Tablo 5. GörüĢülenlerin Karizmatik Liderlik Özellikleriyle Ġlgili
Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri
Karizmatik liderlik özellikleri
Güçlü ikna kabiliyetine sahip olması
Akılcı bir yönetme ve emretme gücüne sahip olması
Etkileyici bir fiziki görünüşe sahip olması
Kendisini takip edenlerde “kendini önemli görme” duygusu
oluşturabilme
Kişisel cazibesinin olması
Sosyal yapıyla uyumlu bir dil kullanması
Kriz ve kargaşanın üstesinden gelmesi
Yandaşlarını peşinden sürükleyen etkileyici bir yapıya sahip
olması
Allah vergisi bir yeteneğe sahip olması
Halkla benzer ümit, inanç ve beklentilere sahip olması
Karizmatik
liderlik
özellikleriyle
ilgili
beklenti
düzeyinin genel ort.
Ortalaması
4,45
4,05
3,47
3,69
3,42
4,41
4,45
3,91
3,60
4,19
3,96
Görüşülenlerin karizmatik liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak
değerlendirildiğinde, güçlü ikna kabiliyetine sahip olmak, sosyal yapıyla
uyumlu bir dil kullanmak, kriz ve kargaşanın üstesinden gelmek, halkla
benzer ümit, inanç ve beklentilere sahip olmakı gibi özelliklerin ön plana
çıkarıldığı bir karizmatiklik anlayışına daha çok değer verdikleri
görülmektedir. Karizmatik liderlik, görüşülenler ve Türk seçmenleri için değer
verilen bir liderlik türüdür.
Dönüşümcü liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun
ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir: Görüşülenlerin dönüşümcü
liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak değerlendirildiğinde, Türk
siyasetinde dönüşümcü liderlere olan sempatinin bu araştırma kapsamında da
doğrulandığı görülmektedir. Tek parti ve liderin icraat yaptığı ve ülkeye çağ
atlattığı algısı, Türk siyasetinde Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan
örneklerinde de görülmektedir. Özellikle Özal‟ın dilinden düşmeyen
transformasyon kelimesi bunun en somut göstergesidir. Türk halkı,
Menderes‟i yollar ve altyapı dönüşümü; Demirel‟i elektrik ve barajlarla; Özal‟ı
telekomünikasyon ve otoyollar; Erdoğan‟ı duble yollar, yüksek hızlı tren,
havaalanlarıyla simgeleşen dönüşümcü özellikleriyle simgeleştirmiştir.
165
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Tablo 6. GörüĢülenlerin DönüĢümcü Liderlik Özellikleriyle Ġlgili
Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri
DönüĢümcü liderlik özellikleri
İçerisinde bulunduğu zor şartlar altında en sağlıklı kararı
verebilmesi
Değişim gücünü sağlayabilecek beyin ve yüreğe sahip olması
Yaptığı işle ilgili derin bilgi sahibi olması
Canlı ve enerjik olması
Yenilikçi olması
Devrimci bir düşünce, üstün bir imaj ya da ideale sahip
olması
Vizyon sahibi olması
Temelde diğer insanlardan farklı olması
Toplumda tabu olarak görülen konuları dahi tartışabilmesi
Parti organizasyonuyla ilgili her şeyi değiştirebilme iradesi
DönüĢümcü
liderlik
özellikleriyle
ilgili
beklenti
düzeyinin genel ort.
Ortalaması
4,50
4,38
4,47
4,43
4,40
3,83
4,28
3,62
3,93
3,86
4,17
Görüşülenlerin diğer liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10
sorunun ortalama değerleri de şu şekilde gerçekleşmiştir:
Tablo 7. GörüĢülenlerin Diğer Liderlik Özellikleriyle Ġlgili
Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri
Diğer liderlik özellikleri
Milliyetçi olması
Dindar olması
Atatürkçü olması
Partinin içinden gelmesi
İhtiyaçlara göre en uygun yollara (durumsal) başvurması
Ekonomi konusunda yeterli olması
Etnik ve kültürel farklılıklara karşı hoşgörülü olması
Çağdaş ve batı değerlerine uyumlu olması
Eşitlikçi bir toplumsal ve ekonomik anlayışa sahip olması
Serbest piyasanın gereklerine uygun görüşleri olması
Ortalaması
3,89
3,71
3,64
3,95
4,34
4,17
4,36
3,94
4,34
4,01
Otoriter, demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleriyle ilgili
görüşülenlerin beklentileri üzerinde yapılan değerlendirmeler sonucunda,
araştırma kapsamında en çok olumlu beklentinin dönüşümcü liderlik özellikleri
üzerinde yoğunlaştığı tespit edilmiştir. Dönüşümcü liderlik özellikleri ile ilgili
beklentilerin ortalaması 4,17 olarak gerçekleşirken, ikinci sırayı 3,96 ortalama
ile karizmatik liderlik özellikleri ile ilgili beklentiler aldı. Demokratik liderlik
özellikleri ile ilgili beklentilerin ortalaması 3,91 olurken, otoriter liderlik
özellikleri ile ilgili beklentilerin ortalaması 3,38 olarak gerçekleşmiştir.
166
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
Bu alt başlık altında incelenen liderlik türleriyle ilgili özelliklerin frekans
dağılımıyla ilgili genel bir değerlendirme yapılacak olursa, liderlik
beklentileriyle ilgili dönüşümcü, karizmatik, demokratik ve otoriter liderlik
beklentisi sıralaması yapılması mümkündür. Yani, görüşülenler en çok
dönüşümcü liderlik beklentisi içindedirler.
ġekil 1. GörüĢülenlerin Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklenti Düzeyleri
GörüĢülenlerin Siyasi Faktörleri ile Liderlik Beklentileri Arasındaki
ĠliĢki
Araştırmada görüşülenlerin siyasi faktörleri olarak; siyasi düşünce,
yakın olunan siyasi parti, yakın olunan siyasi partiyle ilişki düzeyi, parti üyesi
olup olmama, parti/lider bağlılığı, beğenilen lider, yakın olunan partinin
liderine ilişkin memnuniyet düzeyi, görüşülenlerin kendilerine ilişkin liderlik
algıları ve lidere verilen önem özellikleri ele alınmıştır.
Siyasi düşünce farklılığı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler
arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle
siyasi düşünce faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Sağ
siyasi görüşe sahip olanlarda otoriter ve karizmatik liderlik beklentilerinin; sol
siyasi görüşe sahip olanlarda demokratik liderlik beklentisinin yüksek olduğu
görülmektedir.
Yakın olunan siyasi parti ile liderlik özellikleriyle ilgili
beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, demokratik,
otoriter ve karizmatik liderlik özellikleriyle yakın olunan siyasi parti faktörü
arasında anlamlı bir ilişki olduğu, dönüşümcü liderlik özellikleri için olmadığı
167
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
tespit edilmiştir. Ak Partililerde karizmatik ve dönüşümcü, MHP‟lilerde
otoriter, CHP ve HDP‟lilerde ise demokratik liderlik beklentisinin diğer
partililere göre daha yüksek olduğu görülmektedir.
Tablo 8. GörüĢülenlerin Siyasi DüĢünceleri ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Siyasi düĢünce
Muhafazakar
Muhafazakar
demokr.
Sağcı
Solcu
Ulusalcı
Atatürkçü
Milliyetçi
Liberal
Sosyal
demokrat
Sosyalist
Diğer
p
OTORĠTER
3,47
3,27
KARĠZMATĠK
4,12
4,12
DÖNÜġÜMCÜ
4,23
4,22
DEMOKRATĠK
3,95
3,89
3,52
3,38
3,34
3,39
3,54
2,96
3,02
4,05
3,91
3,75
3,88
3,90
4,19
3,89
4,19
4,22
3,94
4,17
4,14
4,13
4,14
3,90
3,95
3,86
3,97
3,83
3,98
3,95
3,01
3,24
,000
3,81
3,96
,000
4,21
4,03
,000
4,02
3,78
,000
Tablo 9. GörüĢülenlerin Yakın Oldukları Siyasi Parti ile Liderlik
Beklenti Ortalamaları
Siyasi
parti
AK Parti
CHP
MHP
BDP/HDP
p
OTORĠTER
KARĠZMATĠK
DÖNÜġÜMCÜ
DEMOKRATĠK
3,39
3,34
3,57
3,16
,000
4,05
3,88
3,96
3,89
,000
4,18
4,16
4,17
4,15
,624
3,89
3,94
3,88
3,95
,011
Tablo 10. GörüĢülenlerin Yakın Oldukları Siyasi Partiyle ĠliĢki Düzeyi
ile Liderlik Beklenti Ortalamaları
ĠliĢki
düzeyi
Militan
Üye
Taraftar
Seçmen
p
OTORĠTER
KARĠZMATĠK
DÖNÜġÜMCÜ
DEMOKRATĠK
3,43
3,42
3,26
3,39
,001
4,06
4,02
3,91
3,96
,009
4,13
4,18
4,12
4,18
,038
3,87
3,95
3,83
3,92
,002
Yakın olunan siyasi partiyle ilişki düzeyi farklılığı ile liderlik
özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine
göre, tüm liderlik türü özellikleriyle siyasi partiyle ilişki düzeyi faktörü
arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Militanlarda otoriter ve
168
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
karizmatik, üyelerde ise dönüşümcü ve demokratik liderlik beklentisinin diğer
yandaş türlerine göre daha yüksek olduğu görülmektedir.
Parti üyeliği ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki
ilişkiye yönelik t-testi analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle siyasi
düşünce faktörü arasında anlamlı bir ilişki olmadığı tespit edilmiştir.
Tablo 11. GörüĢülenlerin Siyasi Parti Üyeliği ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Parti
Üyeliği
Evet
Hayır
p
OTORĠTER
KARĠZMATĠK
DÖNÜġÜMCÜ
DEMOKRATĠK
3,35
3,38
,360
3,99
3,96
,249
4,14
4,18
,144
3,89
3,91
,427
Parti/lider bağlılığı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler
arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, demokratik, karizmatik ve
dönüşümcü liderlik özellikleriyle parti/lider bağlılığı faktörü arasında anlamlı
bir ilişki olduğu, otoriter liderlik özellikleriyle olmadığı tespit edilmiştir. Lider
bağlılığı yüksek olanlarda karizmatik; parti bağlılığı yüksek olanlarda
demokratik liderlik beklentisinin yüksek olduğu görülmektedir.
Tablo 12. GörüĢülenlerin Parti/Lider Bağlılığı ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Parti /Lider Bağlılığı
Partimle iliĢkim aynı Ģekilde
devam eder
Partimi pasif Ģekilde desteklerim
Liderim nereye giderse oraya
giderim
Partimle iliĢkim sona erer, ne
partimi ne liderimin yeni partisini
desteklerim
p
Otoriter
Karizmati
k
DönüĢüm
cü
Demokrat
ik
3,37
3,95
4,19
3,96
3,40
3,91
4,11
3,88
3,39
4,03
4,17
3,84
3,39
3,97
4,17
3,74
,751
,002
,032
,000
Görüşülenlerin beğendiği siyasi liderin liderlik beklentilerine etkisi
konusu incelendiğinde, beğenilen liderin, liderlik beklentilerini
etkilediğini söylemek mümkündür. Beğenilen lider ile liderlik özellikleriyle ilgili
beklentiler ilişkisine yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü
özellikleriyle beğenilen lider faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit
edilmiştir. Erdoğan‟ı beğenenlerin karizmatik ve dönüşümcü liderlik, Bahçeli‟yi
beğenenlerin otoriter, Kılıçdaroğlu ve Demirtaş‟ı beğenenlerinse demokratik
liderlik beklentilerinin diğer liderleri beğenenlere göre daha yüksek olduğu
görülmektedir.
169
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Tablo 13. GörüĢülenlerin Beğendiği Lider ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Beğenilen Lider
Recep Tayyip
Erdoğan
Kemal Kılıçdaroğlu
Devlet Bahçeli
Selahattin DemirtaĢ
p
Otoriter
Karizmatik
DönüĢümcü
Demokratik
3,40
4,05
4,19
3,89
3,39
3,61
3,14
,000
3,88
3,94
3,88
,000
4,17
4,12
4,17
,035
3,95
3,87
3,95
,010
Görüşülenlerin yakın oldukları partinin lideriyle ilgili memnuniyet
düzeyinin liderlik beklentilerine etkisi konusu incelendiğinde, lider
memnuniyeti ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye
yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle lider memnuniyeti
faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Lider memnuniyeti
yüksek olanların karizmatik, olmayanların demokratik liderlik beklentilerinin
yüksek olduğu görülmektedir.
Tablo 14. GörüĢülenlerin Lider Memnuniyeti ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Lider DeğiĢimi
Çok daha iyi olur
Daha iyi olur
Kararsızım
Bundan iyi
olmaz
Hiç iyi olmaz
p
Otoriter
Karizmatik
DönüĢümcü
Demokratik
3,47
3,35
3,32
3,95
3,93
3,92
4,22
4,12
4,13
3,97
3,93
3,88
3,34
4,03
4,23
3,96
3,50
,000
4,02
,000
4,19
,000
3,83
,000
Görüşülenlerin kendileriyle ilgili liderlik algı ve değerlendirmelerinin
liderlik beklentilerine etkisi konusu incelendiğinde, özliderlik algısı ile
liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova
analizine göre, otoriter, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleriyle
özliderlik algısı faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu, demokratik liderlik
özellikleriyle olmadığı tespit edilmiştir. Özliderlik algısı yüksek olanların
karizmatik ve dönüşümcü liderlik beklentilerinin; düşük olanların otoriter
liderlik beklentilerinin daha yüksek olduğu görülmüştür.
Görüşülenlerin “Bir siyasi partide liderin ne kadar önemli olduğunu
düşünüyorsunuz?” sorusu sorulmuş, bu soruya verdiği cevaplar, liderliğe
verilen önem bakımından çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Lidere verilen
önem ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova
analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle lidere verilen önem faktörü
arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Lidere verilen önemin,
bütün liderlik türleri için etkili bir faktör olduğu görülmüştür.
170
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
Tablo 15. GörüĢülenlerin Özliderlik Algısı ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Kendinizde lider özelliği
görüyor musunuz?
Evet kesinlikle
Biraz
Kararsızım
DüĢünmüyorum
Hiç olmadığını
düĢünüyorum
p
Otoriter
Karizmatik
DönüĢümcü
Demokratik
3,43
3,32
3,41
3,35
4,06
3,95
3,96
3,92
4,22
4,15
4,16
4,16
3,90
3,92
3,91
3,92
3,47
3,89
4,16
3,88
,001
,000
,029
,839
Tablo 16. GörüĢülenlerin Lidere Verdiği Önem ile Liderlik Beklenti
Ortalamaları
Lidere verilen önem
Çok önemli
Önemli
Kararsızım
Önemsiz
Hiç önemi yok
p
Otoriter
Karizmatik
DönüĢümcü
Demokratik
3,39
3,34
3,39
3,23
3,15
,043
4,01
3,84
3,87
3,74
3,62
,000
4,23
4,03
4,01
3,92
3,78
,000
3,92
3,88
3,86
3,85
3,72
,021
Sonuç ve Değerlendirme
Bu çalışma, siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentilerinin ne
yönde oluştuğunu, bu beklentilerin hangi siyasi faktörlerden nasıl ve ne
yönde etkilendiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Çalışma kapsamında siyasi
liderlik türleri ve özellikleri, siyasi parti yandaşlarının siyasi özellikleri
incelenerek, yandaşlarda hangi siyasi liderlik türüyle ilgili ve ne yönde
beklenti oluştuğu hususu incelenmiştir.
Siyasi partilerde hedef, daha çok sayıda seçmenin oyunu alarak iktidar
olmak, ideoloji, program ve politikaları doğrultusunda ülke yönetiminde etkin
olmaktır. Siyasi partilerin sadece örgütün değil ülkenin yönetimiyle ilgili
hedeflere sahip olması, onu örgütün sınırlarından ziyade tüm toplumsal
yapının sınırlarında faaliyet göstermeye yöneltmektedir. Bu durum, siyasi
parti genel başkanının, sıradan bir yönetici olması seçeneğini doğal olarak
ortadan kaldırmakta, diğer örgütlerden daha fazla liderlik özellikleri
sergilemek durumunda bırakmaktadır. Yani, siyasi parti genel başkanı doğal
olarak lider yönetici olmak durumundadır.
Siyasi partilerin ideolojik, örgütsel ve yapısal özelliklerine bağlı olarak
belli liderlik türlerine daha uygun ortamların bulunduğu belirtilebilir. Bunun
yanında, çevresel koşullar ve yandaşların çeşitli sosyal, kültürel, ekonomik ve
siyasi özellikleri, o siyasi partilerde oluşacak liderlik beklentilerine yön
vermektedir. Ülkelerin farklı koşulları, siyasi partilerin yapısal ve hukuksal
özellikleri, yandaşların yakın oldukları ideolojiler, siyasi partiyle ilişki
171
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
düzeyleri, lider/parti bağlılık düzeyleri, özliderlik algıları gibi özelliklerin parti
yöneticilerine yönelik liderlik beklentilerini farklılaştırdığı görülmektedir.
Siyasi liderlik beklentileri bakımından belki de en önemli etki sahibi
faktörler siyasi faktörlerdir. Genel olarak siyasi faktörlerin etkisi
incelemesinde, dokuz siyasi faktörün genel bir değerlendirmesi yapılacak
olursa, üye olarak görev alıp almama faktörü dışında tüm bu siyasi
özelliklerin liderlik beklentilerine etkilerinin araştırmanın varsayımlarında
öngörülen yönde gerçekleştiği görülmüştür. Bu bakımdan “Hipotez 2: Siyasi
partilerde yandaşların liderlik beklentileri siyasi faktörlerden etkilenmektedir.”
şeklinde öngörülen varsayımın frekans değerleri, çapraz karşılaştırmalar ve
anova testi sonucu geçerlilik kazandığı söylenebilir.
Siyasi liderlik tipleriyle ilgili beklentilere bakıldığında da, beklenen
durum karizmatik liderlik beklentisinin en yüksek değerlere sahip olmasıydı.
Araştırma verilerine göre, bunun doğrulanmadığı, en yüksek beklentisinin
dönüşümcü liderlik yönünde gerçekleştiği, sonra sırasıyla karizmatik,
demokratik ve otoriter liderlik beklentilerinin sıralandığı görülmüştür. Bu
bakımdan, “Hipotez 1: Siyasi parti yandaşlarında karizmatik liderlik beklentisi
daha yüksektir.” şeklinde öngörülen varsayımın geçerlilik kazanmadığı
görülmüştür. Yani, Türk halkı dönüşümcü lider istemektedir.
Mevcut siyasi liderler ele alındığında, en beğenilen lider R.Tayyip
Erdoğan olurken, Erdoğan karizmatik ve dönüşümcü liderlik ortalaması en
yüksek lider olmuştur. En çok beğenilen ikinci lider olan Selahattin Demirtaş
ise Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte demokratik liderlik ortalaması en yüksek
lider olmuştur. En az beğenilen lider olan Devlet Bahçeli ise otoriter liderlik
beklenti ortalaması en yüksek lider olmuştur.
Genel bir değerlendirme yapılırsa, siyasi liderliğin partiler açısından
önemli bir faktör olduğu, siyasi liderlik özellikleriyle ilgili beklentilerin siyasi
faktörlerden önemli ölçüde etkilendiği görülmüştür. Liderlik sürecinin sadece
liderin değil, koşullar ve yandaşların özellikleriyle de etkilenen bir süreç
olduğu tespit edilmiştir.
Çalışmanın önemli sonuçlarından biri, “siyasi partiler için liderlik
sürecinin sadece liderin özelliklerine bağlı olmadığı”, yandaşların ve koşulların
etkisinin ortaya konulmuş olmasıdır. Çalışmanın amacı doğrultusunda, liderlik
süreci, sadece lider ve liderin özellikleriyle değil, sürecin diğer unsurları olan
izleyiciler (yandaşlar) ve koşullarla birlikte ele alınmıştır. Araştırma,
yandaşların beklentileri ve partilerle yandaşları kuşatan koşulların etkisini
ortaya koyarak, liderlik süreciyle ilgili önemli veriler elde edilmesini
sağlamıştır.
172
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
OTORĠTER LĠDER BAHÇELĠ
DÖNÜġÜMCÜ LĠDER ERDOĞAN
KARĠZMATĠK LĠDER ERDOĞAN
DEMOKRATĠK LĠDERLER
KILIÇDAROĞLU-DEMĠRTAġ
ġekil 2. GörüĢülenlerin Siyasi Liderlerle Ġlgili Liderlik Tarzı Beklenti
Ortalamalarının Dağılımı
Çalışmayla, siyasi parti yandaşları açısından, siyasi faktörlerin, liderlik
beklentilerini etkiledikleri görülmüş olup, siyasi partiler açısından bu sonucun
dikkate alınması ve liderlik sürecinin yönetilmesinde göz önünde
bulundurulmasının önemli olduğu belirlenmiştir.
Çalışma kapsamında görüşülen siyasi parti yandaşlarında en yüksek
beklentinin dönüşümcü liderlik yönünde olduğu tespit edilmiştir. Bu
Türkiye‟deki siyaseti ve siyasi partilerin karşı karşıya bulunduğu algı ve
beklentiler açısından önem taşıyan bir sonuçtur. Türkiye‟de, örneklem
bağlamında, toplumda bütün özellikler bakımından en yüksek beklentinin
dönüşümcülük yönünde çıkması, partiler açısından belirlenecek stratejiler ve
liderlik sürecinin yönlendirilmesi açısından önemli bir öngörü sunmaktadır.
Siyasi partiler açısından liderlik sürecinin başarıyla yönetilmesi
açısından, bilimsel bulgularla planlı bir şekilde hareket edilmesinin öneminin
yüksek olduğu söylenebilir. Liderlik süreci için, yandaşların beklentilerinin
nasıl olduğu, ne yönde ve nasıl değiştiği, buna etki eden faktörlerin neler
olduğunun tespiti, takibi ve buna karşı strateji ve taktik geliştirilmesinin
173
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
büyük önem taşıdığı, tüm bunlar yapılırken de hem bilimsel olarak çalışmanın
hem planlı hareket etmenin başarıyı arttıran bir olgu olacağı söylenebilir.
Siyasi partilerin toplumdaki eğilimlerin değişimini takip ederek, parti
liderliği sürecini ve söylemleri bununla uyumlu hale getirmesi, başarıları
açısından büyük önem taşımaktadır. Bu süreci, sadece genel başkanın
özellikleri ve insiyatifine bırakmanın, siyasi partiler açısından birçok sorunu
ortaya çıkarabileceği görülmektedir. Liderlik süreci, parti genel başkanıyla
birlikte bizzat parti yönetimi ve danışmanları tarafından bilimsel, planlı ve
tutarlı olarak yönetilmesi halinde, partiler açısından çok daha olumlu sonuçları
ortaya çıkarabilecektir.
174
Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”
Kaynakça
Allix, M.N., (2000), “Transformational Leadership, Democratic or Despotic?”,
Educational Management & Administration, 28(1), s. 7-20
Arklan, Ü., (2004), “Siyasi Liderlikte Karizma Olgusu: Recep Tayyip Erdoğan Örneğinde
Teorik ve Uygulamalı Bir Çalışma”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya.
Bal, H., (2014), “Siyaset Teorisinde Otorite Kavramı”, Turkish Studies - International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic,Vol.9/2, Winter, s. 247-255
Bass, B.M., “Leadership: Good, Better, Best”, Organizational Dynamics, Winter 1985,
Vol. 13 Issue 3, 26-40
Berberoğlu, G.N., (1997), Siyasi Parti Yönetimi, Anadolu Üniversitesi İİBF Yayınları, No:
108, Eskişehir.
Burns, J., (1979), Leadership, Harper and Row, New York.
Conger, J.A. – Kanungo, R.N. – Menon, S.T., (2000), “Charismatic Leadership and
Follower Effects”, Journal of Organizational Behavior, 21, s.747-767
Conger, J.A., (1999), “Charismatic and Transformational Leadership in Organization:
An Insider‟s Perspective on These Developing Streams of Research”, Leadership
Quarterly,C.: 10, No: 2, s. 145-170
Dean, D., (2004), “A Faustian Pact? Political Marketing and th Authoritorian
Personality”, Journal of Public Affairs, Vol. 4, No.3, s. 256-267
Duverger, M., (1994), Siyasal Rejimler,İletişim Yayınları, İstanbul.
Edinger, L.J., (1976), “Editors Introduction”, Political Leadership in Industrialized
Societes, ed: Lewis J. Edinger, New York, Robert E. Krieger Publishing Company
Elcock, H., (2001), Political Leadership, Edward Elgar Publishing Lim., Cheltenham.
Eraslan, L., (2014), “Liderlikte Post-Modern Bir Paradigma: Dönüşümcü Liderlik”,
Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi,(http://www.jhumansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/viewFile/168/ 168)
Eren, E., (2004), Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi,Beta Yay., İstanbul.
Freidman, M., (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, çev. Doğan Erbek, Altın Kitaplar
Yayınları, İstanbul.
Giddens, A., (1992), Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, çev. Ahmet
Çiğdem, Vadi Yayınları, Ankara.
Gökçe, A.F., (2013), “Siyasi Partilerde Parti İçi Demokrasi ve Disiplin Algısı: Türkiye”,
Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, Kasım, Yıl: 5, Sayı: 9, s. 65-79
Ilgar, Y., (2002), “Türkiye‟de Siyasi Partilerdeki Merkeziyetçi Yapılanmaya Etki Eden
Etmenler ve Merkeziyetçi Yapılanmanın Siyasal Demokrasi Açısından Olumsuz
Sonuçları”,Süleyman
Demirel
Üniversitesi
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü,
(Yayımlanmamış Y.Lisans Tezi), Isparta.
İslamoğlu,H., (2002), Siyaset Pazarlaması Toplam Kalite Yaklaşımı, Beta Yayınları,
İstanbul.
Kellerman, B. (ed.), (1986), Political Leadership: A Source Book, University of Pittsburg
Press, Pittsburgh.
Kışlalı, A.T., (1993), Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitabevi, Ankara.
175
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176
Kışlalı, A.T., (1987), Siyaset Bilimi, A.Ü.Basın-Yayın Yüksekokulu Yayınları, No: 9,
Ankara.
Komsuoğlu,A., (2008), Siyasal Yaşamda Bir Lider Süleyman Demirel, Bengi Yayınları,
İstanbul.
Köktürk, A.,(2011), “Modern Öncesi Devletin Yönetim Anlayışı”, Journal of Security
Strategies, Sayı: 13, s. 73-97
Közleme, O., (2013), “Liderlik, Siyasal Otorite Tipleri ve Karizma”, Toplum Bilimleri
Dergisi,Ocak, C. 7(13), s. 239-250
MacKenzie, S.B. – Podsakoff, P.M. - Rich, G.A., (2001), “Transformational and
Transactional Leadership and Salesperson Performans”, Academy of Marketing
Science, c. 29, No: 2, s. 115-134
Newstrom, W.J. - Davis, K., (1993), Organizational Behavior (Human Behavior at
Work), McGrand Hill Inc.
Özkan, A., (2004), Siyasal İletişim, Nesil Yayınları, İstanbul.
Öztekin, A., (2003), Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal Kitabevi, Ankara.
Palmer, J., (2002), “Smoke and Mirrors: Is That The Way It Is? Themes in Political
Marketing”, Media, Culture&Society, Vol.24, s. 245-363
Polat, C. - Külter, B., (2008), “Genç Seçmenler Gözüyle Siyasal Ürün (Siyasi Lider)
Özellikleri: Ankara‟daki Üniversite Öğrencileri Üzerine Bir Çalışma”, Uluslararası
İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, s. 1-31
Schmidt,A.G., (2002), Demokrasi Kuramlarına Giriş, çev. M.Emin Köktaş, Vadi
Yayınları, Ankara.
Sitembölükbaşı, Ş., (2004), “Isparta‟da Seçmenlerin Parti Tercih Nedenleri Üzerine Bir
Araştırma: 1995, 1999 ve 2002 Genel Seçimleri Karşılaştırması”, Akdeniz
Üniversitesi İİBF Dergisi (8), s. 156-176
Tekarslan, E., (1989), Sosyal Psikoloji,Filiz Kitabevi, İstanbul.
Thompson, B.L., (1998), Yeni Yöneticinin El Kitabı,çev. V.Diker, Hayat Yayınları,
İstanbul.
Tucker, R.C., (1981), Politics as Leadership,University of Missouri Press, Columbia.
Vural, A.M., (2010), “Parti İçi Demokrasi ve Siyasal İletişime Katkıları”, Galatasaray
Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi,Aralık, Sayı: 13, s. 147-162
Weber, M., (1995), Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı,çev. Özer Ozankaya,
İmge Kitabevi, Ankara.
Weber, M., (1996), Meslek Olarak Siyaset,çev. Taha Parla, İletişim Yayınları, İstanbul.
Yıldız, N., (2002), Türkiye’de Siyasetin Yeni Biçimi: Liderler İmaj Medya,Phoenix
Yayınevi, Ankara.
Yukl, G., (1989), Leadership in Organizations,Prentice Hall, New Jersey.
Zaccaro, S.J. et al., (1991), “Leadership and Social Intelligence: Linking Social
Perceptiveness and Behavioral Flexibility to Leader Effectiveness”, The
Leadership Quarterly, Vol.2, s. 317-342
176
Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi:
Gezi Parkı Direnişi
Ferihan Polat
Yardımcı Doçent Doktor
Pamukkale Üniversitesi
İ.İ.B.F. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta:[email protected]
Özet: 2013 Haziran’ına damgasını vuran Gezi Parkı Direnişi, ulusal ve uluslararası
akademik çevrelerce birbirinden çok farklı okumalara tabi tutulmuştur. Bir kısım sosyal
bilimci, eylemcilerin kimliklerine bakarak eylemi apolitik bir hareket olarak
nitelendirmiş, bir kısmı ise eylemin yöneldiği hedefin Erdoğan’ın şahsında Ak Parti
Hükümeti olduğuna işaret ederek, eylemin politik bir eylem olduğunu iddia etmiştir.
Gezi Parkı Direnişini anlamaya yönelik bir çabanın ürünü olan bu çalışma, eylemcilerinin
belli bir siyasi kimliğe sahip olmamasının eylemi apolitik olarak nitelemeye
yetmeyeceği; eylemin politik olma iddiasının da sadece Ak Parti hükümetine karşı
yönelen muhalif bir hareket olmakla açıklanamayacağını iddia etmektedir. Küresel
kapitalist düzenin bir parçası olan Türkiye’nin yaşadığı bu deneyimin, sadece ülke içi
politik çatışma ve ayrışmalarla açıklanamayacağını savunan bu çalışma, Gezi Parkı
Direnişi’nin ülke sınırlarını aşan boyutuna dikkat çekmektedir. Gezi Parkı Direnişini
uluslararası bir komplo olarak değerlendirmenin ötesinde; bu eylemi küresel ölçekte
gelişen sistem karşıtı halk isyanlarının bir parçası olarak okumak, çok yönlü sosyal
gerçekliğin açıklanmasında daha yetkin bir bakış açısı sağlayabilecektir.
Anahtar kelimeler: Gezi Parkı Direnişi, Neoliberalizmin Krizi, Sınıf, Anti-Kapitalist
Direniş
Political Movement by Apolitical Activist: Gezi Part Protests
Abstract: Gezi Park Protests leaving its mark in the June of 2015, is understood from
so many perspectives by national and international academicians. On the one hand,
some social scientists recognize this movement as apolitical action by analyzing the
identity of activist, on the other hand, some of them claims that this movement is a
political one by pointing out that the aim of the movement is against the Ak Party
Government especially Erdoğan himself. This study aiming to understand Gezi Park
Protests puts forward that having apolitical identity of activists is not enough to
recognize the movement as apolitical one and also claiming that having political action
cannot be explained by the idea that the movement is just against the Ak Party
Government. This study justifying that this movement cannot be explained by the idea
of domestic political conflict and separation as Turkey is a part of global capitalist
order, focuses on dimensions of crossing national borders. Beyond the evaluation of
Gezi Park Protests as an international conspiracy, interpretation of this movement as a
part of the growing public protests against the system on a global scale is a more
plausible perspective to understand the multidimensional social reality.
Keywords: Gezi Park Protests, Crisis of Neoliberalism, Social Class, Anti- Capitalist
Resistance
Polay, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20),
Ocak-Aralık, s.177-192.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
Giriş
Gezi Parkı olaylarının başlangıcı, 27 Mayıs 2013 akşamı Taksim
Meydanı Yayalaştırma Projesi‟ni protesto etmek amacıyla Gezi Parkı‟nda
yaklaşık 50 göstericinin toplanmasına dayanır. Park çevresinde bir inşaat
firması tarafından yapılan çalışmaların kanunsuz olduğunu savunan grup,
işçilerin çalışmasını engelledikten sonra iş makinelerinin tekrar çalışmaması
için Gezi Parkı‟nda nöbet tutma kararını almıştır. 28 Mayıs gecesinden itibaren
Gezi Parkı‟nda nöbet tutan grup, sadece Yayalaştırma Projesi‟ne değil, aynı
zamanda İstanbul‟un Beyoğlu başta olmak üzere farklı bölgelerinde
gözlemlenen kentsel dönüşüm pratiklerine de tepki duyduklarını ifade
etmiştir. Nöbet kararından sonra eylemcileri ulusal kamuoyunun gündemine
sokan kritik gelişme, 29 Mayıs sabahı zabıta ekiplerinin, çalışmaların devam
edebilmesi amacıyla göstericileri Gezi Parkı‟ndan çıkarmaya çalışmasıyla
yaşanmıştır. Eylemcileri gezi parkından uzaklaştırmak amacı ile eylemcilerin
konakladığı çadırların, bazı zabıta görevlileri tarafından ateşe verilmesi kısa
sürede sosyal medyada yankı bulmuştur. Zabıta ekiplerinin müdahalesi bazı
siyaset adamlarını da harekete geçirmiştir. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı
Süreyya Önder, çadırların yakılmasından sonra çalışmalarına tekrar başlayan
inşaat ekiplerine ait iş makinelerinin önüne geçerek yayalaştırma çalışmalarını
yeniden durdurmuştur. Gün içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri
de Gezi Parkı‟na gelerek göstericilere destek vermiştir. Güvenlik güçleri ve
göstericiler arasında 29 Mayıs gününden itibaren yaşanan çatışmalar, 31
Mayıs akşamı zirveye çıkmıştır. Bu tarihten itibaren güvenlik güçleri ve
hükümet yetkililerinin Gezi Parkı olaylarına yönelik tutumunda da hızlı bir
sertleşme yaşanmıştır. Olayların ilk günlerinde güvenlik güçlerinin gösterileri
sonlandırmakta yetersiz kalması ve sokak şiddetinin ülke genelinde
yaygınlaşması, hükümetin eylemlere basit bir asayiş sorunu olarak
yaklaşmasını engellemiştir (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29).
Sokak gösterilerinin şiddet olayları ve yoğun çatışmalara sahne
olması, eylemcilerin hedefinde yer alan AK Parti hükümeti tarafından sert
tepkiyle karşılanmış, Başbakan Erdoğan, gösterilerin AK parti hükümetini
yıkmaya yönelik ideolojik ve siyasi bir hamle olduğunu ifade etmiştir. Ana
muhalefet partisinin 2 Haziran günü Kadıköy Meydanı‟nda yapacağı mitingi
iptal ederek, partilileri Taksim Meydanı‟na çağırması da hükümetin gösterilere
karşı tavır alışını etkilemiştir. Hükümet göstericileri doğrudan muhatap alarak
diyalog arayışında bulunmuş, 5 Haziran günü Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç, Taksim Dayanışması Platformu temsilcisi bir grup ile bir araya gelerek
göstericilerin taleplerini dinlemiştir. Temsilciler, Gezi Parkı‟nın, park olarak
kalması gerektiğini, gösterilerde orantısız güç kullanılmasından mesul tutulan
bazı emniyet müdürleri ve sorumluların görevden alınmalarını, gaz bombası
ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanmasını, gözaltına alınanların
serbest bırakılmasını ve haklarında hiçbir soruşturma açılmamasını ve 1 Mayıs
alanı olan Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Türkiye‟deki tüm
178
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
meydanlarda, kamusal alanlarda toplantı, gösteri, eylem yasaklarına ve fiili
engellemelere son verilmesini talep etmişlerdir. Hükümet ile yapılan bu
görüşmenin ardından, Başbakan Erdoğan, 12 Haziran‟da eylemci temsilcilerini
kabul etmiştir (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29). 14 Haziran 2013‟te de
gösterici temsilcileri, sanatçılar ve gazetecilerle yaptığı toplantılar sonucunda,
Başbakan Erdoğan, yargı kararının kesinleşmesini bekleyeceğini, karar
aleyhte çıkarsa, uyacağını; lehte çıkarsa plebisite referanduma götüreceğini
ve sonucuna göre davranacağını söylemiştir. Başbakan Erdoğan‟ın bu
açıklamalarından sonra, göstericilerin bir kısmı gösterileri sonlandırmış bir
kısmı da kamuya açık parklarda gösterilere devam etme kararını almışlardır
(MAZLUM-DER, 2013: 4).
5 Haziran sonrasında yetkililerin attığı bu adımlar,
Gezi Parkı
olaylarının başlangıcından itibaren diyalog kanallarını açık tutmamak ve
göstericilerin taleplerine kulak tıkamakla itham edilen AK Parti hükümetine
ilişkin algıyı değiştirmiştir. Bu süreçte gösterici temsilcilerinin hükümet
tarafından atılan adımları karşılıksız bıraktıkları ve uzlaşmaz bir tavırla
hareket ettikleri algısı güçlenmiştir. Bu durum, 11 Haziran günü temelleri
atılan Gezi Parkı müdahalesinin meşrulaştırılmasını kolaylaştırdığı gibi,
hareketin toplumun genelinden destek almasını da önlemiştir. Erdoğan‟ın Gezi
Parkı eylemlerinin kendisine ve partisine karşı yapıldığını, eylemcilerin
çevrecilikle hiçbir ilgisinin olmadığına ilişkin beyanatları, Ak Partili seçmeni,
içeride ve dışarıda sert eleştirilere maruz kalan liderlerinin yanında olduklarını
göstermeye sevk etmiştir. Bu süreçte Erdoğan, partinin rakiplerine karşı güç
gösterisi yapmasını sağlayacak olan bir dizi mitingin startını vermiştir. “Milli
İradeye Saygı” adı verilen mitingler, bir yandan uluslararası kamuoyuna AK
Parti‟nin toplum nezdindeki popülerliğini hatırlatırken bir yandan da ülke
içindeki muhalefet odaklarına hükümetin kolay kolay devrilmeyeceğini
göstermiştir. Bu mitingler aracılığıyla Başbakan Erdoğan, kendisine yönelik
halk desteğini test etmiş ve Gezi Parkı olayları sırasında ortaya çıkan bazı
algıları yanlışlama imkânını da bulmuştur (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29).
Gösterilerin kitleselleşerek farklı önceliklere sahip kesimleri bir araya
getirmesi, protesto hareketinin hedeflerini de daha kapsamlı bir hale
getirmiştir. Eylemlerde yaşanan hızlı dönüşüm, hükümet yetkililerinin olaylara
yaklaşımı üzerinde de dönüştürücü etki yapmıştır. Güvenlik kuvvetlerinin 15
Haziran 2013 akşamı Gezi Parkı‟nda yaklaşık iki haftadır kesintisiz devam
eden gösterilere müdahale ederek park alanını boşaltması, Gezi Parkı
eylemleri açısından bir kırılma anı olarak değerlendirilmektedir. Ülke
genelinde devam eden gösterilerin sembolik merkezi konumunda bulunan
Gezi Parkı‟nın „kaybedilmesi‟ ile birlikte, toplumsal muhalefet hareketinin
destek kaybetmeye başladığı ve hedeflerini revize etmek durumunda kaldığı
söylenebilir. Sokak muhalefeti ile hedeflerine ulaşamayan eylemciler, bu
tarihten itibaren kısmen yeni kanallara yönelmiş; şiddet olaylarından
uzaklaşarak mahalle toplantıları ve bağımsız seçim kampanyaları gibi barışçıl
arayışlar ortaya koymuştur. 15 Haziran sonrasında yaşanan gelişmeler,
179
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
eylemlerin dönüşümüne paralel olarak kamuoyunun olaylara yönelik ilgisinin
de zayıfladığını ortaya koymaktadır. Gezi Parkı‟nın 15 Haziran akşamı polis
ekipleri tarafından kontrol altına alınması sonrasında, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi, güvenlik kuvvetleri tarafından giriş-çıkışların kontrol edildiği park
alanında ağaçlandırma ve çevre düzenleme çalışmasına başlamıştır ( Ete ve
Taştan, 2013, s:21-29).
Özetle 31 Mayıs – 15 Haziran döneminde Gezi Parkı olayları sokak
şiddeti ve çatışmalarına dönüşmüş ve Gezi Parkı‟nda başlayan gösteriler hızla
ülke geneline yayılmıştır. Gezi Parkı Direnişi ile başlayan sürecin üç aşaması
olduğundan söz eden Alpman, bu süreci itiraz süreci, isyan süreci ve direniş
süreci olmak üzere üçe ayırmaktadır. Birinci aşama, Gezi Parkı konusunda
talepleri olan bir grubun itirazı ve bu itirazın kent sakinlerinin bir kısmı
tarafından sahiplenilmesiyle başlayan “itiraz” süreci. İkinci aşama, orantısız
polis müdahalesiyle bastırılmaya çalışılan “itiraz sürecinin” direnç üreterek bir
“isyan” sürecine dönüşmesi. Üçüncü aşama ise, bu isyan dalgasının bir anda
yurdun genelinde egemen olmasıyla birlikte bir genel ayaklanmaya dönüşerek
gelişmesi ve herkes için dönüştürücü bir deneyim olarak ortaya çıkan “direniş
süreci”. Ayrıca itiraz sürecinden bir isyan hareketine dönüşmesiyle birlikte,
Gezi Parkı‟na ilişkin talepler, artık bir parkla ilgili olmaktan çıkıp sosyo-politik
taleplere ve bir sistem eleştirisi haline dönüşmüştür. Bu sosyo-politik talepler,
bir yandan kendini politik bir dile tercüme etme ihtiyacı hisseden ancak buna
uygun bir mecra bulamayanlar ile zaten politik olanların karşılaştıkları bir
zeminin oluşmasını sağlamıştır. Ancak isyanın da şiddetle bastırılmaya
çalışılması üzerine ortaya çıkan “direniş süreci” hem politik duyarlılığı
pekiştiren hem de politikleşmenin eleştirel bir yön kazanmasını sağlayan,
Türkiye tarihi açısından bambaşka bir deneyimin zeminini oluşturmuştur
(Alpman, 2013: 380)
Gezi Parkı Direnişinin Politik Hedefi
Gezi Parkı Direnişi‟nin amacı, saikleri ve eylem biçimleri sosyal
bilimler yazınında iki farklı değerlendirme tarzının ortaya çıkmasına yol
açmıştır. Bu değerlendirme tarzının ilki Gezi Parkı Direnişi‟nin dış mihraklar
tarafından tezgâhlanan ve Türkiye Cumhuriyeti‟nin kalkınma başarısını
istemeyen odakların kışkırttığı bir hareket olmasıdır. Özellikle Başbakan
Erdoğan‟ın demeçlerinde ve mitinglerinde sıklıkla dile getirdiği bu bakış
açısından, Gezi Parkı Direnişi, Türkiye‟nin yakaladığı istikrarı baltalamak
amacı ile Ak Parti Hükümetine ve bizatihi Başbakan Erdoğan‟ı devirmeye
yönelik bir hareket olarak değerlendirilmektedir (Polat, 2015: 98).
Gezi olayları karşısında hükümetten yana
tavır alan
bu
değerlendirmeler için en esaslı kaynaklardan biri Stratejik Düşünce Enstitüsü
tarafından hazırlanan “Taksim Gezi Parkı Eylemleri” adlı rapordur. Bu rapor
Gezi Parkı Direnişi‟ni “uluslararası bir komplo” olarak tanımlamış, baştan
itibaren hedefinin Gezi Parkı‟nın çok ötesinde bir isyanı örgütlemek olduğunu
180
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
iddia etmiştir. Gezi Parkı Direnişi‟ni daha önce ODTÜ‟de TÜBİTAK‟ın uydu
fırlatma töreninde, Reyhanlı‟da denenmiş olan isyan girişiminin bir devamı
olarak niteleyen rapor, bu seferki girişimin ağaç duyarlılığı, kentsel duyarlılık
üzerinden giderek nispeten daha başarılı olduğunu ve AK Parti‟ye karşı
birikmiş bütün muhalefeti birleştirmeyi başardığını iddia etmiştir (SDE, 2013:
5).
Rapor, olayların başladığı ilk saatlerden itibaren, uluslararası dış
çevrelerin özellikle Batı‟nın medya organları ve diplomatik çevrelerinde ilgi,
merak ve eylemlere destek veren tepkilerin, uluslar arası Türkiye karşıtı bir
kampanya olduğu algısını yarattığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca rapor,
Suriye‟de her gün onlarca insanın öldürülmesine, 2 yılda 120 binin üzerinde
insanın katledilmesine duyarsız kalanların, Taksim Gezi Parkı‟ndaki 5-10 ağaç
için Devlet Başkanı, Dışişleri Bakanı düzeyinde demeçler vererek hükümetin
uygulamalarını kınamasını; CNN International, BBC, Fransız kanalları, ElCezire televizyonlarının „Türk Baharı‟ vurgusu yapan, baskıcı uygulamaları
yeren, Taksim‟i Tahrir Meydanıyla eşleştiren bol şiddet görüntülü, çokça polis
gazı enstantaneli yayınları canlı olarak savaş muhabirleriyle Türkiye‟nin her
köşesinden heyecanla vermelerini dış kaynaklı provakasyon açısından anlamlı
bulur. Rapor, BM‟den AB‟ye İsrail‟den, Yunanistan‟a Brüksel‟den Washington‟a
Türkiye‟deki eylemcilere destek veren tepkileri aynı eylem şekilleriyle Türkiye
Büyükelçilikleri önlerinde büyük bir medya köpürtmesiyle vermelerini Gezi
Parkı Direnişi‟nin dışarıdan desteklenen derin bir provokasyon olduğu algısını
yarattığını ifade etmektedir. Rapora göre, Gezi Parkı Direnişi‟ni uluslar arası
bir komplo olarak değerlendirmesini destekleyen kanıtlardan biri de Türkiye
yönetimine ve Başbakan Erdoğan‟ın eylemler karşısındaki tutumuna destek
veren olayları Erdoğan‟a karşı bir kampanya, Türkiye‟ye yönelik düşmanca bir
istikrarsızlık ve kaos yaratma çabası olarak protesto eden gösterilerin Mısır‟da
Tahrir meydanında, Filistin‟de Gazze‟de, Makedonya‟da, Bosna‟da, Kuala
Lumpur‟da ve Amerika‟da değişik şehirlerde ortaya konmuş olmasıdır. Gezi
Parkı eylemlerinin uluslararası yansımalarına yeni bir boyut kazandıran İslam
Dünyası ve Müslüman topluluklarının bu tepkileri, raporda, Türkiye karşıtı
dışarıdan destekli provokasyonun hedefleriyle ilgili algı ve kaygıların temelsiz
olmadığı iddiasını destekleyen gelişmeler olarak aktarılmıştır (SDE, 2013: 2324).
Gezi Parkı Direnişinin karşı duruşunun, AK Parti hükümetinin
iktidardan uzaklaştırılması sorunu haline getirilmesi çok boyutlu sosyal
gerçekliğin okunması açısından bir takım sakıncaları içinde barındırmaktadır.
Bu türden karşı çıkışın en çok üzerinde durduğu nokta ise, Gezi Parkı
Direnişinin, kapitalizme ve onun Türkiye‟de ürettiği antidemokratik
muhafazakâr yönetim ve yönetme tarzına karşı geliştirilmiş bir hareket
olduğudur. Bu türden bir siyaset pratiğinin her geçen gün etki alanını
genişleterek bireylerin özel yaşam alanlarını kapsayan müdahale ve
uygulamaları, modernleşme ve laikliğin kazanımlarını elden bırakmamaya
gayretli toplumsal kesimler için oldukça tepki uyandıran konulardır. Gezi Parkı
181
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
direnişinin sınıfsal çelişkiyi görünür hale getiren siyasal ve kültürel yönü,
burjuvazinin bir yönetme tarzı olarak otoriter ve muhafazakâr yaklaşımına
karşı yükselen eleştirisidir. 2000‟li yıllardan itibaren burjuvazinin kültürel
olarak seçtiği ya da kabul etmek zorunda kaldığı kültürel yeniden üretimine
karşı duyulan öfke, İslamcı motiflerle siyasal söylemlerini üreten bir
hükümete ve onun hükmetme biçimine karşı yönelmiştir.
Gezi Parkı Direnişinin Sınıfsal Karakteri
Türk siyasi tarihinin en önemli toplumsal hareketlerinden biri olarak
kabul edilen “Gezi Parkı Direnişi”, 27 Mayıs 2013 akşamı “Taksim Meydanı‟nı
Yayalaştırma Projesini” protesto etmek amacıyla küçük bir çevreci grup
tarafından başlatılmış ve kısa sürede milyonlarca insanı sokağa dökmüştür.
Üstelik sadece bu coğrafya ile sınırlı kalmamış, yankıları küresel düzeye
yayılan bir halk protestosuna da dönüşmüştür. Bu nedenle kısa zamanda
ulusal ve uluslararası sosyal bilimler dünyasından hak ettiği ilgiyi görmüş,
eylemin mevcut düzenin hangi öğesine ve öğelerine karşı bir muhalefet
olduğu tartışıla gelmiştir.
Askeri vesayet sonrası yeni Türkiye‟nin ilk ve en etkili eylemi olarak
nitelendirilen Gezi parkı direnişini (SETA, 2013: 76) bazı sosyal bilimciler,
sınıfsal ve siyasi içerikten çok, kültür ve kimlik temelli analiz etmeyi tercih
etmişlerdir. Hükümetin neoliberal ve muhafazakâr bir tutumla, halk
hareketini uluslararası komploya indirgeyen yaklaşımı bir kenara
koyulduğunda; Gezi Parkı Direnişi‟nin postmodern dönemin kültür, yaşam
tarzı, çevre gibi reformcu/somut taleplere odaklanan bir hareket olduğu
görüşü liberal, sol, sosyal demokrat ve akademik çevrelerde egemendir.
Gezi Parkı Direnişi‟ni anlayabilmek için, onu, içinde bulunduğu
tarihsel-toplumsal koşullarla etkileşim içinde değerlendirmek gerekir. Her
toplumsal olay gibi, Gezi Parkı Direnişi de içinde gerçekleştiği toplumun
ilişkilerine, bu ilişkilerin niteliğine, ekonomisine, kültürüne, siyasetine
bağlıdır; tüm bunlardan etkilendiği gibi, etkilendiği tüm süreçleri de etkiler.
Toplumsal ilişkilerin kapitalist sınıfsal niteliği, bu toplumun içinde hareket
eden her süreci bir biçimde etkiler. Bu nedenle, Gezi Parkı Direnişi, sınıf
mücadelesi çerçevesinde analiz edilmesi gereken bir harekettir.
İnsel, Gezi direnişinin tüm toplumda, farklı sınıf, dinsel, cinsel, etnik
kimliklerde bir isyana yol açtığını belirtir (İnsel, 2014). Yıldırım ise, yaşamsal
olanın, siyasal olanın önüne geçtiği Gezi Parkı Direnişi‟nde; sıradan
vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını
çektiği direnişçiler için öncelikli olanın, siyasal iktidarın değişiminden önce
yaşam tarzı ve gündelik hayat tarzı olduğunu belirtir (Yıldırım, 2013). Gezi
Direnişi‟ni laikliğin devlet otoritesi altında dışlayıcı yorumunu benimsemeyen
“seküler değerlerin, yaşam biçimlerinde cisimleştiği bir gençlik hareketi”
olarak değerlendiren Göle, hareketin siyasallaştırılmasına şiddetle karşı
çıkmaktadır. Ona göre Gezi Parkı Direnişi siyasal partilerden bağımsız,
182
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
otonom olduğu ölçüde, demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu
yenileyebilir. Ancak, kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde
demokrasiden uzaklaşacaktır (Göle, 2013).
Türkiye‟de muhafazakâr, ataerkil kültürel değerler ve toplumsal
ilişkilerin otoriter yönetim uygulamaları ile iç içe geçtiğini söyleyen Ayata ise,
siyasi özgürlük kısıtlamasının yaşam tarzına yönelik çok yönlü müdahaleleri
de beraberinde getirdiğini belirtmektedir. Bu bağlamda Ayata, siyasi iktidarın,
yalnızca hak ve özgürlükleri bastırmak, engellemekle kalmayıp kendi
değerlerine uygun bir toplumsal düzen anlayışını, yaşam tarzını ve kültürel
kimliği devlet gücünden yararlanarak topluma dayatmaya çalıştığını ifade
etmektedir. Ayata‟ya göre, hükümetin, kişinin serbest zamanına el koyması,
aileyi düzenlemeye kalkması, kimin nasıl yaşayacağını belirlemeye çalışması
ise kendi hayatını yaşamak isteyen bireylerin tepkisini çekmiş, Gezi Parkı
Direnişi‟ni böylesine kitlesel bir eyleme dönüştüren esas itkiyi ortaya
çıkarmıştır (Ayata, 2014:24).
Gezi Parkı Direnişini sınıf karakterli bir okumayla açıklamaya çalışan
sosyal bilimciler ise, çağdaş sınıf yapısını analiz etmeye çalışarak, ortaya
çıkan yeni çelişki ve antagonizmaları, emek sermaye çelişkisinin
karmaşıklaşmış dolayımları olduğunu iddia etmektedirler. Gezi Parkı
Direnişi‟ne katılan gösterici grubun sınıfsal kimlikleri ve özellikle “orta sınıf”
kavramı üzerindeki tartışmalar, bu alandaki çalışmaların ana eksenini
oluşturmaktadır.
Gezi olaylarının orta sınıfların eseri olduğunu savunan Keyder,
kapitalist gelişmeye bağlı olarak nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan
orta sınıfların değiştiğini, yeni Orta Sınıf mensuplarının toplumdaki
konumlarının öncelikle eğitimli olmalarının getirdiği statüden kaynaklandığını
ifade etmektedir. Yeni orta sınıf terimi, çoğunlukla yeni kapitalizmde ortaya
çıkan yeni mesleklerde çalışan beyaz yakalıları, yeni küçük burjuvaziyi ve
hatta çelişkili sınıf konumları ile ifade edilen kesimleri işaret etmektedir.
Çağlar Keyder „yeni‟ orta sınıfın, modern toplumda oluşan işbölümünde
eğitim, beceri, bilgi gerektiren işleri yapan ve nüfus içinde oranı sürekli
büyüyen bir grup olduğunu dile getirmektedir. Keyder, bu sınıfların işveren
olmadıklarını ama vasıfları itibariyle vazgeçilemez bir konumda olduklarını,
zihinsel emekleri karşılığında ödüllendirildiklerini ve bu minvalde daha fazla
sorumluluk alıp karar verme durumunda olduklarını söylemiştir. Sosyolojik
konumları açısından çok farklı kesimlerin de anti-otoriterlik ve kamusal alanın
korunması çerçevesinde Gezi Parkı Direnişi‟ne katıldığını söyleyen Keyder,
ancak direnişin başını çeken ve esas rengini belirleyen göstericilerin, özellikle
de İstanbul‟da varlıkları hissedilen yeni orta sınıf olduğunu dile getirmiştir.
Keyder, bu sınıfın daha çok bireysel özgürlük, çevre duyarlılığı, devletin
baskıcılığı gibi konularda duyarlı olduğunu belirtmiştir (Keyder, 2012:1;
Keyder, 2013).
183
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
Keyder‟in “yeni orta sınıf” kavramına karşı çıkan Aslan, kültür sahibi
bu
kesimlerin,
sırf
bu
nitelikleri
itibariyle
bir
sınıfsal
yapı
oluşturamayacaklarını savunur. Ona göre, bu kesim, aslında tekil sermayeden
sınıfın sermayesine geçiş süreciyle görünür hale gelen sınıfsal bir katmanı
işaret etmektedir. Tekil sermaye yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu hisse
senetli sermayeye dönüşürken, denetleme ve yönetim görevi ücretliler
tarafından yerine getirilen bir işlev haline gelmektedir. Bu nedenle, üretimin
yönetimi ve denetimi görevi mülkiyeti doğurmayacağı için Keyder‟in işaret
ettiği anlamda yeni bir orta sınıfın varlığı mümkün değildir (Aslan, 2013:39).
Bu görüşü destekleyen Boratav da “orta sınıflar” bloğunun içinde sayılan
hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi, eğitim
yoluyla edindikleri becerilerini satarak geçimlerini sağlayan bağımsız
profesyonel grupların da eğitimli, beyaz yakalı işçi sınıfı içine dâhil
edilebileceği görüşündedir. Buna ek olarak, eylemlere katılanlardan önemli bir
kısmının üniversite ve lise öğrencileri olduğunu ve birkaç yıl sonra potansiyel
olarak işçi sınıfına veya yedek işsizler ordusuna dâhil olma olasılığının yüksek
olduğuna dikkat çekmektedir (Boratav, 2013). Saraçoğlu, Gezi Parkı
Direnişi‟nin toplumun belirli kesimlerinin kendine mahsus tikel iktisadi
çıkarlarını ve kaygılarını yansıtmak anlamında bir “sınıf tepkisi” olmasa da
karşısına aldığı bloğun ve onun stratejilerinin “üretim ilişkileriyle bağlantısını
merkeze yerleştiren bir analitik düzlem içerisinde “sınıfsal” bir tepki olduğunu
iddia eder. Ona göre, bir toplumsal harekete “sınıfsal” nitelik veren şey;
katılımcılarının ağırlıklı olarak toplumsal tabakalaşmanın hangi kategorisinde
yer aldıkları değil, toplumsal biçimlenmenin asli çelişkisinden (emeksermaye; sermaye birikimi; kriz gibi) türeyip türemediği ve bu çelişkileri nasıl
ve ne yönde etkilediğidir (Saraçoğlu, 2014).
Gezi Parkı Direnişini olgunlaşmış bir sınıfsal tepki olarak değerlendiren
Boratav, yüksek nitelikli, eğitimli işçilerin, yarınki sınıf yoldaşları ve
profesyonellerle birlikte, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi
iktidarın devâsa kentsel rantlarına el koyma girişimine karşı çıkmak olarak
nitelemektedir. Gezi parkı Direnişinin sınıfsal karakterine dikkat çeken İnal da
Gezinin” “gençlik” veya “sivil toplum” hareketi olarak değerlendirilmesinin
hareketin içini boşalttığını iddia etmekte ve bu eylemin, popüler, bireyci, anti
tüketimci bir hareket olmasının ötesinde doğayı, insanı, emeği sömüren
politikaların sorumlusu olan kapitalistlere karşı tam bir özgürlük mücadelesi
olduğunu belirtmektedir (İnal, 2013). Benzer şekilde, eylemin, kentte
ortaklaşa paylaşılan bir toprak parçasının sermayeleşmesine karşı başladığını
iddia eden Özuğurlu, Gezi Parkı Direnişi‟nin adaletsizliği ve eşitsizliği meşru
kılan bir anlayışa karşı ahlaki öfke patlaması olduğunu söylemiştir. Ona göre,
kapitalizmin neoliberal evresi, profesyonel meslek gruplarının oluşturduğu
„orta sınıfları‟ meslek/emek değersizleşmesi, yeniden üretim koşullarının
metalaşması gibi araçlarla yeniden proleterleştirmiştir. “Çapulcu İsyanı”
olarak nitelediği sürecin 68‟liler hareketi ile arasındaki benzerliklerine dikkati
çeken Özuğurlu, eşitlik ve özgürlüğü birbirinden ayıran liberal görüşün aksine
bunların birbirinden ayrılmazlığını gösteren bu hareketin, siyasal açıdan da
184
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
somut bir program ortaya koyduğu düşüncesindedir. Özuğurlu‟ya göre,
kültürel aidiyetlere özgürlük ve inanç serbestisi sağlanması; halk
egemenliğinin tesisi ve halk sınıflarının bağımsız bir şekilde örgütlenmesi ve
son olarak, çalışma ve istihdam temelinde örgütlenme ve insanca yaşam
olanaklarının sağlanması bu haziran ayaklanmasının ortaya koyduğu siyasi
programın ana maddeleridir (Özuğurlu, 2013).
Koşar, eğitimli, kentli orta sınıfın öfkesi olarak nitelenen Gezi Parkı
Direnişin, taleplerin doğrudan sosyalist değil demokratik muhtevalı oluşunun,
onu kaçınılmaz olarak bir burjuva ya da orta sınıf hareketi olduğu anlamına
gelmediğini söylemektedir. Çünkü burjuvazi, egemen kesimi açısından, bu
taleplerle ilişkisini uzun zamandır rafa kaldırmış, bu talepler işçi sınıfı ve onun
müttefiklerinin omzuna yüklenmiştir. Bu anlamda, ağırlıklı olarak eğitimli,
kentli emekçilerin ve kitlesel bir biçimde gençliğin katıldığı bir emekçi halk
hareketi olduğunu dillendirmektedir (Koşar,2013: 11-12). Nitekim, Lefebvre
kapitalist toplumda kentsel dönüşümü belirleyen, kontrol eden ve yeniden
üretilmesini sağlayan sermaye sınıfının, mekânların değişim değeriyle kentsel
sömürüyü yeniden ürettiğine dikkat çeker. Böylelikle mülk sahibi olmayan
sınıfların, yaşadıkları kent üzerine söz söyleme hakları da gasp edilmiş
olmaktadır. Buradaki belirgin çelişki kentte yaşayanlarla kenti metalaştıranlar
arasındaki çelişkidir (Lefebvre, 2000: 63-181).
Koşar‟ın (2013) da işaret ettiği gibi Gezi Parkı Direnişine sebep olan
pratiklerin arkasında 2000 yılından bugüne katıksız ve olağanüstü hızla
işleyen neoliberal yeniden yapılanma politikalarının sınıf çelişkilerini arttırması
yatmaktadır. Özelleştirmeler, esnek çalışma dayatmaları, tarım nüfusunun
hızla proleterleştirilmesi, İş Kanunu başta olmak üzere çeşitli hak gaspları,
kamu hizmetlerinde özelleştirme ve taşeronlaştırma ile nispeten ayrıcalıklı
görünen meslek gruplarının “ayrıcalıklarını” kaybetmesi halkın sokaklara
taşan öfkesinin gerçekte ana malzemelerini oluşturur. Bütün bu siyasal ve
kültürel etkenlerin altında ise, halkı sisteme tahammül edemez hale getiren
sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesi yatmaktadır (Koşar, 2013). Gezi
Direnişi‟nde, öne çıkan talepler doğrudan işçi sınıfının ekonomik, sosyal,
siyasal talepleri olmamakla birlikte; sokağa inen milyonlar, esas olarak kentin
işçi ve emekçileridir. Orta sınıf kavramsallaştırmasına dâhil edilen doktor,
mühendis vb. uzmanlık gerektiren mesleklerde çalışanların da giderek
proleterleşen emekçiler olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Emek piyasası
içinde yer almayan, ancak emek piyasasına girmeye ya da kapitalizmin yedek
işsizler ordusuna dâhil olmaya aday olan on binlerce gencin sokakları
doldurmasını da sınıf çelişkisinden ayrı okumamak gerekir.
Gezi Parkı Direnişi Anti-Kapitalist Bir Harekettir
Gezi Parkı Direnişi‟ni daha büyük bir sistemin ürettiği sorunlar
yumağının bir parçası olarak okuma pratiği daha çok Marksist sosyoloji
alanında düşünce üreten sosyal bilimcilerin tercih ettiği bir yaklaşımdır. Bu
185
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
yaklaşıma göre Gezi Parkı direnişini tek başına bir toplumsal hareket biçimi
olarak okumak, Gezi Parkı Direnişi‟ni oluşturan saikleri ve bu direnişin
sonuçlarını analiz etmek için yeterli değildir. Türkiye kapitalist dünya ile
etkileşimde olan, küresel ağ içinde yer alan bir ülke olarak
değerlendirildiğinde, böylesine büyük bir muhalefetin sadece ülke içi politik
çatışmalarla açıklanamayacağı ortadadır.
Gezi Parkı Direnişi‟ni uluslararası bir komplo olarak kurgulayan
yaklaşımın aksine, hareketin kendiliğinden gelişen bir özelliğe sahip olduğunu
ve Ak Parti iktidar pratiklerini eleştirmenin çok ötesinde bir anlam taşıdığını
ileri süren bir başka yaklaşım daha vardır. Genellikle neoliberal ekonomi
politikalarının ürettiği toplumsal ve siyasal düzene bir tepki olarak Gezi Parkı
Direnişi‟ni yorumlamaya çalışan bu akademik çevreler, hareketin sınıfsal
karakterini ortaya koyarak, anti-kapitalist bir hareket olma niteliğine vurgu
yaparlar. Bu yaklaşıma göre, 2000‟li yıllardan bu yana neoliberal yeniden
yapılanma politikalarının Türkiye‟de vaad ettiği zenginliği sınıfsal çelişkileri
derinleştirmek pahasına yaratması, Gezi Parkı Direnişi‟nin altında yatan ilk
neden olarak okunmalıdır. Özellikle Türk Sosyal Bilim yazınında Korkut
Boratav, Ahmet Tonak, Metin Özuğurlu gibi pek çok sosyal bilimci, Gezi Parkı
Direnişi‟nin kimlik ve kültürel talepler üzerinden okunup, sadece Ak Parti
Hükümeti‟ni yıpratmaya veya devirmeye yönelik bir hareket olarak
yorumlanmasına karşı çıkmaktadırlar (Polat, 2015: 100).
Gezi Parkı Direnişi‟ni küresel kapitalist ekonominin ürettiği sosyal ve
siyasal yapılara karşı bir başkaldırı olarak değerlendiren ve uluslar arası
sistemin bir parçası olarak okumaya yönelen çabalar, sadece ulusal akademik
çevrelerde değil, uluslar arası akademik çalışmalarda da yerini almıştır.
Immanuel Wallerstein, David Harvey, Adam Hanieh gibi pek çok sosyal bilimci
Gezi Parkı Direnişi‟ni Marksist sosyoloji yaklaşımı ile ve uluslar arası sistemde,
isyan dalgalarının bir halkası olarak ele almışlardır (Polat, 2015: 100).
Wallerstein, dünya sisteminde yaşanan krizleri bölgelerin sorunlarına
ait bir özellik olarak görmemiştir; aksine bir bütünsellik içinde dünya
sisteminin kendisine ait bir özellik olarak yorumlamıştır. Ona göre, Dünya
genelinde yaşanan isyan dalgaları, kapitalist sistemin siyasi ve kültürel
desteklerini kaybetmesine yol açmıştır. Dünya çapında yaşanan bu tür halk
isyanlarının hepsi geçiş aşamasında olduğumuzun göstergesidir. Wallerstein,
2008‟den bu yana, Dünya‟nın çeşitli bölgelerinde görülen toplumsal
hareketlerin, henüz sonlanmamış 1968 devriminin devamı olduğunu ileri
sürer. Bu çerçevede Wallerstein, Gezi Parkı Direnişi‟ni, 1968 devriminin
devamı olarak değerlendirir ve Gezi‟nin asıl başkaldırısının kapitalist sistemin
ürettiği neoliberal ekonomik yapılara karşı olduğunu dile getirir. Wallerstein‟e
göre Gezi Parkı Direnişi, anti otoriter eylemcilerin son zamanlarda
Ortadoğu'nun bir kısmından başlayarak Türkiye'ye ulaştığı bir eylem
dalgasının parçasıdır (Wallerstein, 2013).
Arap Baharı ile Gezi Parkı Direnişi arasında koşutluk olduğunu
savunan bir başka sosyal bilimci Hanieh de Gezi Parkı Direnişinin sadece
186
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
objeler olarak ağaçlar meselesi olmadığını söylemektedir. Ona göre, Gezi
Parkı‟ndaki bu ağaçların kaderi ve işgal ettikleri mekânlar, AKP‟nin
neoliberalizm modeline karşı protestonun sembolleri haline gelmelerine
olanak veren özel bir kapitalist kalkınma biçimini de temsil etmektedir.
Hanieh, AKP‟nin mahiyetinde Türk kapitalizminin Ortadoğu‟nun bir ucundan
diğer ucuna kurulan son derece eşitsiz ve kutuplara ayrılmış benzer bir
kalkınma türünü ortaya koyduğunu ileri sürer. Bu ekonomik kalkınmanın
temel özelliğinin, toplumsal hayatın bütün yönleri ile metalaştırılması ve
piyasalaştırılması olduğunu vurgulayan Hanieh, İstanbul ve Arap dünyasının
çoğunda, bu metalaşmanın en önemli yönünün kentsel mamur çevrenin
dönüşümü olduğunu belirtir. Kentsel mamur çevrenin bu dönüşümü,
neoliberal kapitalizmin aktif bir yansıması olarak görülmelidir. Bu nedenle,
2013 Türk ayaklanması ile Arap Baharı‟nı ortaya çıkaran saiklerin benzer
olduğunu söyleyen Hanieh, ayaklanmaların otoriterizm, yoksulluk, gıda
fiyatları, işsizlik gibi tek bir nedene bağlanamayacağını, tüm bunların
kapitalizmin bölgedeki gelişim tarzı ile özellikle mütalaa edilmesi gerektiğine
dikkat çekmektedir (Hanieh, 2013: 130-131). Neoliberal metalaştırma, el
koyma, mülksüzleştirme politikaları Arap coğrafyasından Yunanistan, İspanya
ve ABD‟ye kadar uzanan Gezi Parkı Direnişi‟nin de içine dahil edilebileceği bir
isyan dalgasına yol açmıştıtr. Neoliberalizmin krizi ile doğrudan bağlantılı bu
isyan dalgası, kapitalizmin ötesinde bir hayat düşüncesine yol açarak, şiddet
tekeline dayalı hegomanyaları daha kırılgan bir hale getirmiştir (Doğan, 2013:
96-97).
Gezi Parkı Direnişi‟ni, son birkaç yıldır dünyanın çeşitli ülkelerini
sallayan, neoliberal politikalara karşı başlayan halk isyanlarının bir parçası
olarak yorumlayan Özdek ise, 15 Haziran‟da güvenlik güçlerinin müdahalesi
ile Gezi Parkı‟nın boşaltılmasını, hareketin bitmesi olarak değil, doğrudan
demokrasi ruhunu doğuran bir biçim değiştirmesi olarak değerlendirmiştir. 15
Haziran‟da Gezi Parkı‟nın polis kuvvetiyle boşaltılmasından sonra İstanbul‟un
parklarından başlayarak, Türkiye‟nin birçok şehrinde mahalle parklarının birer
direniş merkezine dönüştüğüne işaret eden Özdek, bu parklarda yerel halkı
buluşturan forumlar yapılmaya başlandığını belirtir. Direnişin geleceğinin
konuşulduğu bu forumlarda, yerel sorunlar tartışılmış, çalışma grupları
oluşturulmuştur. Giderek gündemli toplantılara dönüşen bu forumlar, Gezi
Parkı modelini izleyen komünal bir yaşamın filizlenmesini de beraberinde
getirmiştir. Birçok kentin parklarında dayanışma masaları kurulmuş, takas
pazarları ve kütüphaneler açılmış, halk erzaklarını paylaşmış ve bir anlamda
Gezi Parkı‟nda yaşanan “komün” deneyimi tüm Türkiye‟ye yayılmıştır (Özdek,
2013: 113-114). Kürkçü‟ye göre de edindiği komün ruhu, canlandırdığı
dayanışmacılık ile kent toprağının ve kentsel mirasın piyasalaştırılmasına
karşı duruşu ile direniş, anti-kapitalist sosyal muhalefet tarzı ve doğrudan
demokrasi örneği yaratarak; gelecekteki politik ve toplumsal mücadeleler için
pratik ve referans kaynağı oluşturmuştur (Kürkçü, 2013: 68-69).
187
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
Harvey, kısa sürede normale dönülen bir özgürleşme hareketi olarak
karşımıza çıkan Gezi Parkı direnişinin henüz bitmediğini belirtmektedir. Gezi
Parkı‟nın bundan sonrası için bir başlangıç olduğunu söyleyen Harvey, en
azından Gezi Parkı Direnişi‟nin ilk talebi olan AVM inşaatının durdurulmasının
da önemli bir kazanç olduğunu ileri sürmektedir (Görkem, 2015). Gezi Parkı
Direnişi‟nin mevcut siyasal mekanizmaların dışında bir politika anlayışının
ipuçlarını verdiğini belirten Ünlü Gök de Gezi Parkı Direnişi‟nin, toplumsal
mücadeleler tarihinde sorgulayıcı, üretici ve dönüştürücü karakteriyle önemli
bir deneyim olduğunu iddia etmektedir. (Ünlü Gök, 2014: 90). 15 Haziran‟da
sona erdiği düşünülen Gezi Parkı Direnişinin, bu tarihten sonra AnkaraTuzluçayır‟da yaşanan direnişler ve sonrasında ODTÜ ormanlarının yol
çalışması için tahrip edilmesine karşı geliştirilen protestolar; HES projesine
karşı Cerrattepe Direnişi ve örnekleri daha çoğaltılabilecek pek çok toplumsal
muhalefet hareketleriyle başka boyutlarda ve şekillerde devam ettiği
görülmektedir.
Gezi Parkı Direnişi’nin Küresel Boyutu
Neoliberalizmin iktisadi alandan siyaset yapma tarzına ve gündeliğin
ritmine kadar dayattığı koşullar karşısında, güvencesizleşen, yersiz
yurtsuzlaşan ve özgürlüklerini yitiren kitleler; son yıllarda dünyanın dört bir
yanında eyleme geçmiş; iktidarların hükmetme tarzını ve bunun
göstergelerinden
biri
olarak
mekanları
rant
uğruna
dönüştürme
operasyonlarını protesto etmek için işgal ve direniş hareketleri başlatmıştır
(Öztan, 2014: 166). Tekel‟den Tahrir‟e, oradan Madrid ve Barcelona
meydanlarına, ABD‟den başlayıp tüm Anglo-Sakson coğrafyasına yayılan
Occupy eylemlerine, Taksim-Gezi‟ye ve Sao-Paulo‟ya kadar isyan
hareketlerinin oluşturduğu dev dalga, neoliberalizmin büyük kriziyle doğan
anti-kapitalist bir isyanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır (Doğan, 2014: 73).
İtirazdan isyana ve isyandan direnişe doğru ilerleyen Gezi Parkı eylemleri,
Türkiye‟deki demokrasinin kişisel projeksiyonlardan kurumsallaşmaya doğru
geçmesinin gerekliliğini vurgulayan en etkili toplumsal hareket olma özelliğini
kazanmıştır. Tekel eylemleriyle birlikte başlayan yeni bir sürecin devamı
olarak okunması gereken bu direniş, Alpman‟a göre, toplumsal muhalefetin
sınırlarının ulusal olmaktan hızla uzaklaştığını, her geçen gün daha da
küreselleştiğini ve bu küreselleşmenin kendi dinamiklerini oluşturduğunu bir
kez daha göstermiştir (Alpman, 2013: 382).
Wallerstein, dünya sisteminin krizde olduğunu ve her küçük eylemin
kendi başına önemli sonuçlara yol açabileceğini iddia etmektedir. Ona göre,
kriz döneminde grupların bir yerde yaptıkları protestolar, eylemler ya da her
türlü başkaldırı sistemi çok farklı noktalara taşıyabilecek düzeyde olduğu gibi
tüm dünyayı etkileme gücüne de sahiptir (Polat ve Durmuş, 2015: 106, 108)
. Geziyle direnişin diğer merkezleri arasındaki benzerlikleri ağ ve internet
toplumunun yarattığı yeni muhalefet imkanlarında bulan Özkul, Gezi Parkı
Direnişi ile, aslında Arap baharı, İndignados, Occupy Wall Street gibi pek çok
188
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
uluslararası alanda vukuu bulan küresel örüntünün Türkiye‟nin özgül
koşullarına uyarlandığını ve küresel isyan dalgasını zenginleştirdiğini iddia
eder (Özkul, 2014: 34). Ertan da, Türkiye‟de 2013 yılı ortasında ortaya çıkıp
ülkeyi ve dünyayı sarsan Gezi Parkı Direnişini, yalnızca daha önce İtalya,
Almanya gibi Avrupa ülkelerinde görülmüş olan çevreci hareketlerin devamı
olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmektedir. Gezi Parkı eylemlerinin
hemen ardından Brezilya‟da da benzer hareketler gerçekleşmiş, fakat ülke
liderlerinin sağduyulu tavrı sonrasında bu hareketlerde yavaşlama
görülmüştür. Brezilya‟daki eylemlerde Gezi Parkı Direnişi‟ni destekleyen
pankartlar açılmış ve açıklamalarda bulunulmuştur. Bu da Gezi Parkı
Direnişi‟nin kısa zamanda ülke dışına taşan etkisine bir örnek olarak
gösterilebilir (Ertan, 2014: 73-74).
Sonuç
Gezi Parkı Direnişi‟ne katılan ve “apolitik” olarak nitelendirilen
toplumsal aktörlerin, kendi taleplerini ifade etmek için geleneksel bir parti ve
lider çatısı altında birleşme ihtiyacı duymadan, sermayenin kentsel yağmasına
karşı kent hakkına dayanarak katıldıkları bu eylem, bir gençlik veya çevreci
bir hareket olmanın çok ötesine geçmektedir. Gezi Parkı Direnişi‟nin kitlesel
kompozisyonuna bakıldığında toplumun işgücünü satarak yaşayan bir kesimi,
bunun işsiz parçası, iş bulduğunda bu kesime katılmayı bekleyen bir genç
kuşağı içerdiği için öznenin sınıf kimliği daha belirgin bir biçimde ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla, Gezi Parkı Direnişi, üretim araçlarına sahip
olmayanların, üretim araçlarını ellerinde bulunduranların sermaye hareketine
karşı çıktığı için öncelikle politik bir eylemdir.
Küresel bir dünyanın dolayısıyla da dünya kapitalist sisteminin bir
parçası olan Türkiye‟deki siyasal çatışmaları tek başına ele almak ve sadece
komplo olarak değerlendirmek gerçekliğin eksik okunmasına sebebiyet
verebilecektir. Eylemin politik hedefi Ak Parti İktidarına karşı olmaktan çok,
onun temsil ettiği neoliberal ekonomi ve siyaset pratiklerinin bütününe
karşıdır. Bu minvalde, Gezi Parkı Direnişi‟nin ülke içi siyasi çatışma ve uluslar
arası bağlamları ile birlikte değerlendirirken, tüm bu siyasi sahayı doğuran alt
yapı unsuru olan kapitalist ekonominin de nasıl bir zemin hazırladığına dikkat
çekmek gerekmektedir.
Neoliberal ekonomi politikaların yarattığı eşitsiz dünyadan artık tüm
halkların rahatsız olmaya başladığına dikkat çeken Wallerstein, Orta Doğu ve
Türkiye‟de gerçekleşen bu halk isyanlarını dünyanın diğer ülkelerinde
gerçekleşen hareketlerle birlikte değerlendirmiş, bu hareketleri, bölgesel değil
küresel bir zemine oturtmuştur. Artık Amerikalı, İspanyol, Arap, Türk hangi
ülke vatandaşı olursa olsun insanlar bu küresel kapitalizmin doğurduğu
eşitsizliğe halklar olarak isyan etmektedir. Gerek Arap Baharı gerekse Gezi
Parkı Direnişi Orta Doğu‟ya ilişkin uluslar arası politikaların bir sonucu olarak
değil de topyekûn neoliberalizme ve onun ürettiği sosyal ve siyasal yapılara
189
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
karşı bir tepki olarak değerlendirilebilirse, hoşnutsuz halkların taleplerine
yönelimli politikaların üretiminde ve toplumsal uzlaşmada daha anlamlı
mesafeler kat edilebilecektir.
Kaynaklar
Akgöz, G. ve A., Topal (2014), “Adam Hanieh ile Ortadoğu Ayaklanmalarının Ekonomi
Politiği Üzerine Söyleşi”, Praksis, çev. Mert Karabıyıkoğlu, Sayı:34, s:121-134.
Alpman, P. S. (2013), “Gezi Parkı: Şehir Hakkı Tartışmaları ve Sosyolojinin
Savunulması”.
8.
Ulusal
Sosyoloji
Kongresi.
Muğla,
s:375-382.
http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap/Cilt%203.pdf
[Erişim
tarihi:
6/06/2015].
Aslan, N. (2013), “Gezi Aynasında Türkiye İşçi Sınıfının Yeni Profili ve Görevler”, Türk
Tabipler Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, s: 35-50, erişim adresi:
http://www.ttb.org.tr/msg/images//files/dergi/4950/49-50.pdf, erişim tarihi:
09.08.2015.
Ayata, S. (2014), „‟Buyurganlığa ve Yasakçılığa Karşı Direniş: “Gezi Hareketi”, Gazi
Üniversiteli Öğretim Üyeleri Derneği Akademik Bülten, ”, Cilt 12, Sayı 1, 2226,
http://www.gaziuniversiteli.org/bulten/20141/07_S.%20Sencer%20AYATA.pdf [Erişim tarihi: 20/04/2015].
Boratav, K. (2013), “Korkut Boratav, Gezi Direnişi‟ni değerlendirdi: Olgunlaşmış bir
sınıfsal başkaldırı…”22 Haziran 2013. http://www.sendika.org/2013/06/heryer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsizdolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/ [Erişim tarihi: 24/06/2015].
Doğan, A. E. (2013), “Hegemonya Krizine Geri Dönülürken Tarihsel Momentin
Gerekleri”, Praksis, Ağustos 2013, s:95-104.
Doğan, A. E. (2014), “21. Yüzyıl İsyan Hareketlerinin Tarihselliği: Neoliberal Çitleme
Dalgası, Müşterekler ve Yeni kamu Uzamı Çerçevesinde Bir Değerlendirme”,
Praksis, sayı: 34, s:57-82.
Ertan, B. (2014), Gezi Parkı Direnişi ve Yeni Türkiye, Eğitim Bilim Toplum Dergisi,
Cilt:12 Sayı:47 Yaz: 2014, s: 58-77.
Ete, H. ve C. Taştan, (2013), „‟Kurgu ile Gerçeklik Arasında Gezi Eylemleri‟‟, SETA.
Göle, N. (2013), “Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi”, CHP Çankaya İl
Başkanlığı Gazetesi, 7. Sayı. http://t24.com.tr/yazarlar/nilufer-gole/gezi-birkamusal-meydan-hareketinin-anatomisi,6824 [Erişim tarihi: 26/06/2015].
Görkem, K. (2015), David Harvey'le Gezi Direnişi'nden Kapitalizme ve Çelişkilere Dair,
04.06.2015,
http://t24.com.tr/k24/yazi/harvey,222,
erişim
tarihi:
22.07.2015.
Hanieh, A. (2013), “Ortadoğuya Dair Asıl Mesele, Hiçbir „Sosyal Demokrat‟ Seçeneğin
Olmamasıdır”, Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara:
NoteBene Yayınları, s: 129-139.
İnal, K, (2013), “Gezi: Tanım, Failler ve Roller”, Gezi, İsyan, Özgürlük: Sokağın Şenlikli
Muhalefeti (Der. Kemal İnal), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
190
Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”
İnsel,
A.
(2014),
Muktedire
Karşı
Dayanışma,
31.05.2014,
http://www.radikal.com.tr/radikal2/muktedire_karsi_dayanisma-1194936,
[Erişim tarihi: 03/07/2015].
Keyder, Ç. (2012), Yeni Orta Sınıf. Bilim Akademisi Derneği 34(179/148), s:1-4.
http://bilimakademisi.org/sites/default/files/duyuru/Yeni%20Orta%20Sınıf.pdf
tarihi: 16/04/2015].
Keyder,
[Erişim
Ç. (2013), http://konusakonusa.org/2013/09/05/gezi-parki-protestolaribaglaminda-yeni-orta-siniflar-neo-liberal-donusum-ve-yoksulluk/
[Erişim
tarihi: 01/07/2015].
KONDA (2014), Gezi Raporu. Toplumun Gezi Parkı Olayları Algısı, Gezi Parkındakiler
Kimlerdi?.
5
Haziran
2014,
s:
5-11,
http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/KONDA_GeziRaporu2014.pdf
[Erişim
tarihi: 20/05/2015].
Koşar,
A.
(2013),
„‟Gezi
Direnişi,
Sınıf
ve
Toplumsal
Hareketler‟‟,
http://www.academia.edu/4700750/Gezi_Direni%C5%9Fi_s%C4%B1n%C4%
B1f_ve_toplumsal_hareketler, [Erişim tarihi: 20/04/2015].
Kürkçü, E. (2013), “Gezi‟den Sonra….”, “Haziran Direnişi ve Doğrudan Demokrasi”,
Direnişi Üzerine Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara: NoteBene Yayınları, s:
67-71.
Lefebvre, H. (2000), “Right to the City”, Writings on Cities içinde, et al, Eleonore
Kofman & Elizabeth Lebas, Oxford: Blackwell.
MAZLUM-DER (2013), Taksim Gezi Parkı Olayları Raporu, yay. haz. Av. Ümran Sırımsı
Candemir ve Av. Mehmet İzmir, MAZLUMDER İstanbul Şubesi, erişim adresi:
http://istanbul.mazlumder.org/webimage/gezi-parki-raporu-2013.pdf, erişim
Tarihi: 11.02.2015.
Özdek, Y. (2013), “Haziran Direnişi ve Doğrudan Demokrasi”, Direnişi Üzerine
Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara: NoteBene Yayınları, s: 111-126.
Özkul, B. (2014), “Gezi‟nin Küresel Boyutu: Ağ Toplumu ve Doğrudan Demokrasi Fikri”,
Birikim, Sayı: 302, s: 34-42.
Öztan, G. G. (2014), “Gezi Direnişi ile Kurulan Otantik Kamusallık ve Dayanışma
Ruhu”, Praksis, sayı: 34, s:165-180.
Özuğurlu, M. (2013), “Metin Özuğurlu, Gezi Direnişi‟ni değerlendirdi: Devrime hasret
kalmış insanlık ve siyasetini arayan halk sınıfları…” 28 Haziran 2013.
http://www.sendika.org/2013/06/metin-ozugurlu-gezi-direnisinidegerlendirdi-devrime-hasret-halkmis-insanlik-ve-siyasetini-arayan-halksiniflari/ [Erişim tarihi: 24/06/2015].
Polat, F. (2015), “Dünya Sistemik Krizinin Bir Parçası Olarak Gezi Parkı Direnişi”,
Akademik Sosyal araştırmalar Dergisi, Yıl:3, Sayı:17, Eylül 2015, s: 97-117.
Polat, F. ve A. Durmuş (2015), Immanuel Wallerstein Perspektifinde Arap Baharı,
Konya: Çizgi Kitabevi.
Saraçoğlu, C. (2014), Gezi Direnişi ve Müzmin Orta Sınıf Sorunu, 29.01.2014,
http://bilimsol.org/bilimsol/blog/kenar-notlari/gezi-direnisi-ve-muzmin-ortasinif-sorunu, [Erişim tarihi: 07/06/2015].
SDE
(2013), “Taksim Gezi Parkı Eylemleri”, Stratejik Düşünce Enstitüsü,
http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE%20Taksim%20Gezi%20Park%C4%B
1%20Raporu%20Haziran%202013.pdf, erişim tarihi: 24.07.2013.
191
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192
SETA (2013), 2013‟te Türkiye, edt. Yılmaz Ensaroğlu, Hatem Ete, Bekir S. Gül, Erdal
Tanas Karagöl, Ufuk Ulutaş, Siyaset, Ekonomi ve Toplum araştırmaları Vakfı,
Sayı: 74.
Ünlü Gök, S., (2014), “Politikayı Deneyimleyen Bir Toplumsal Hareket Olarak Gezi
Direnişi”, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Cilt 2, sayı 1, Mart,
s:75-92).
Wallerstein, I. (2013), “Turmoil in Tunisia and Egypt: Beginning or End of the
Revolutions?”, http://www.iwallerstein.com/turmoil-tunisia-egypt-beginningrevolutions/ Erişim:
10.10.2013.
Yıldırım, Y., (2013), Sosyal Forum‟dan Öfkeliler‟e, İletişim Yayınları, Ankara.
192
Medya ve Kutuplaşma:
Kutuplaşmanın Medyaya
Yansımalarının, „Gezi Parkı Eylemleri‟
Üzerinden Değerlendirilmesi
Esra Vona Kurt
Okt. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
E-posta: [email protected]
Özet: Bu çalışma, ülke meselelerini ilgilendiren çeşitli konu ya da durumlar karşısında
öngörülebilir tutumların alınmasını içeren ve konuyu değerlendirişte tarafsızlığın ve
serinkanlılığın yitirilmesinden dolayı, durulan pozisyona göre önyargılı tutumları içeren
kutuplaşma kavramının, Gezi Parkı Eylemleri üzerinden medyaya yansımalarını
çözümlemeyi amaçlamaktadır. Haber metinleri üzerinden ve haber üretim süreci
unsurlarından hareketle nicel bir çözümlemeyi içeren çalışmada, yurttaşların temel
insan hakkı olan haber alma hakkının gazetelerin siyasi duruşlarına göre biçimlendiği ve
iktidar/hükümet güçlerinin politikalarını ve söylemlerini benimseyen gazetelerle,
iktidar/hükümet güçlerinin politikalarını ve söylemlerini benimsemeyen gazetelerin Gezi
Parkı Eylemleri üzerinden öngörülebilir tutumlar aldıkları tespit edilmiştir. Bu veri,
çalışmada ele alınan gazeteler çerçevesinde medyanın Gezi Parkı Eylemleri’ni ele alış
biçimleri ve haberi kamuoyuna duyurma yapıları olarak iktidarın/hükümetin
politikalarını ve söylemlerini destekleme (AKP yanlısı) ve iktidarın/hükümetin politikaları
ve
söylemlemlerine
karşı
(AKP
karşıtı)
tutumlar
çerçevesinde
söylemin
yapılandırılmasıyla yeniden üretilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Haber, kutuplaşma, siyaset, Gezi Parkı, içerik analizi
Media and Polarization:
Evaluation of the Representation of Polarization in the Media through the
“Gezi Park Protests”
Abstract: This study aims to evaluate the representation of the concept of polarization
in the media through an analysis of the “Gezi Park Protests”, which includes the
adoption of predictable behaviors across a variety of subjects or situations involving
matters of national importance leading to a loss of impartiality during the assessment
of events as well as prejudiced attitudes towards opposing opinions. This study, which

Bu makale yazarın ‗Kentsel Hareketlerden Gezi Parkı Eylemleri‘nin Yazılı Medyada
temsili‘ (Süleyman Demirel Ünversitesi Sosyal Bilimler Enstitu
̈su
̈ Sosyoloji ABD , Isparta
2015) adlı doktora tezine dayanmaktadır.
Vona Kurt, E., 2015, ―Medya ve Kutuplaşma: Kutuplaşmanın Medyaya Yansımalarının, ‗Gezi Parkı Eylemleri‘
Üzerinden Değerlendirilmesi‖, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.193-223
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
aims for a quantitative analysis of news texts and production processes of news reports
has determined that the fundamental human right of citizens to receive information
has been shaped by the political discourse adopted by newspapers that are in favor of
the current Governmental forces or alternatively by news outlets adopting rhetoric
opposed to the current Government. It can be said that these news outlets have
adopted predictable stances which is manifested through their approach to the “Gezi
Park Protests”.Information regarding the Gezi Park Protests which is used within the
framework of newspapers is re-produced, configured and publicized based on attitudes
that are either in favor of government policies and statements (pro-AKP) or against
(anti-AKP) government policies and statements.
Keywords: News, polarization, politics, Gezi Park, content analysis
Giriş
Türk siyasi yaşamını son yıllarda analiz eden tüm çabaların (Mardin,
1990; Kahraman, 2008; Karpat, 1996; Keyman, 2008; Ergil, 2000) üzerinde
uzlaşmaya vardığı bir kavram olan kutuplaşma, siyasi partiler arasındaki
mücadeleyi kavramsallaştırmaktadır. Gerçekten de son 5 yıl içinde yapılan
seçimler göz önüne alındığında; 2010 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 2011
Genel Seçimler, 2014 Yerel Seçimler, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 7
Haziran 2015 Genel Seçimler, 1 Kasım 2015 Genel Seçimler, siyasi parti
liderlerinin oylarını konsolide edebilmek için kutuplaştırma siyasetine
başvurdukları gözlemlenmekte ve bireyler de bu kutupların birer tarafı haline
gelmektedir.
Safları sıklaştırarak seçimlerde başarı yakalamak adına siyasi
söylemlerde başvurulan siyasi kutuplaşma, özellikle ülke meselelerini
ilgilendiren çeşitli konu ya da durumlar karşısında öngörülebilir tutumların
alınmasını içermektedir. Kutuplaşmış bir siyasal yapı içerisinde herhangi bir
olay ya da konuyu değerlendirişte tarafsızlığın ve serinkanlılığın
yitirilmesinden dolayı, durulan pozisyona göre önyargılı olunduğu ve yapılan
yorumların da bu önyargı ve pozisyondan kaynaklandığı varsayılmaktadır
(Ağırdır, 2010: 2).Gelişmekte olan ülkelerde özellikle sosyal ve politik
huzursuzluklarla ilişkilendirilen (Jones, 2001) kutuplaştırma, siyasi partilerin
parti politikalarındaki yeniliklere indirgenen siyaset anlayışının bir sonucu
olarak değerlendirilmekte ve partilerin demografik, ekonomik ya da sosyal
değişikliklere adapte olma yeteneklerinin azalması nedeniyle kutuplaştırma
siyasetine başvurdukları vurgulanmaktadır (Campante – Hojman: 2012, 79).
Kutuplaşmış bir toplumsal yapı içinde olayları ya da durumları
değerlendirişte tarafsızlığın yitirildiği en önemli alan olarak karşımıza medya
çıkmaktadır. Kutuplaşmış siyasetin dağıtıcısı konumunda olan medya,bu
atmosferintarafı, aracı ve yayılımı konusunda işlev görmesi nedeniyle önemli
görülmektedir.Bireylerin politik görüşleri ve davranışları üzerinde medyanın
yönlendirici etkisi olduğu düşünüldüğünde medya, kutuplaşma siyasetinin
etkin bir aktörü olarak konumlanmaktadır.Bu temel gerekçelerden hareket
eden bu çalışmada temel olarak kabul edilen argüman, medyanın en temel
içeriği olarak kabul edilen haberlerin,yapılandırıldıkları (üretildikleri)ekonomik,
194
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
sosyal ve siyasal koşullardan bağımsız değerlendirilemeyecekleri ve varolan
güç/iktidar ilişkilerinin yansıdığı metinler olduklarıdır (İnal 1996, s.29).
Dolayısıyla çalışma, haberleri, siyasal kutuplaşmanın yansıdığı metinler olarak
ele almaktadır.Bu temel görüşten hareketle çalışma, Haziran 2013 tarihinde
İstanbul‘da Gezi Parkı‘ndaki ağaçların kesilmesini önlemek amacıyla küçük bir
grup tarafından başlatılan ve kısa sürede tüm Türkiye‘ye yayılan Gezi Parkı
Eylemleri üzerinden siyasal kutuplaşmanın medyaya yansımalarını ortaya
koymayı amaçlamaktadır. Bu yansımalar nicel içerik çözümlemesi tekniği ile,
Cumhuriyet, Hürriyet, Sabah, Yeni Şafak, Sözcü ve Zaman gazetelerinin, Gezi
Parkı Eylemlerinin başladığı 27 Mayıs 2013 tarihiyle etkisinin kaybolduğu 30
Haziran 2013 tarihleri arasındaki sayılarında çıkan haberler üzerinden, haber
üretim sürecinde etkili olan profesyonel gazetecilik rutinleri çerçevesinde bir
çözümlemeyi içermektedir.
Kutuplaşma Kavramını Sorgulamak
Kavram olarak kutuplaşma daha çok toplumsal yapı içinde birbirlerine
karşıt olarak konumlanan gruplar arasındaki ideolojik, mezhepsel, etnik, dilsel
ve kültürel gerilimlere işaret etmek için kullanılan bir ifadedir (Çağlar –
Memmi, 2014:8). Kutuplaşma kavramı sözlük anlamı olarak ele alındığında
ilkelerin, eğilimlerin ve görüşlerin çatışması ve karşıtlıkların eş zamanlı olarak
var olmasını vurgulamaktadır (Fiorina – Abrams, 2008: 566). Bir başka
tanıma göre ise kutuplaşma sağ – sol çatışmasından ziyade ideolojilerin iki
uçta yoğunlaşmasını içerirken, uçlarda yer alan ideolojik kamplara orta zemin
yaratabilecek olan merkeziyetçilerin azalması nedeniyle, karşıt gruplar
içerisinde yer alması muhtemel bireyler arasındaki müzakere durumunun
azalması olarak ifade edilmektedir (Epstein – Graham, 2007: 1). Yani
kutuplaşma uzlaşma zemininden uzaklaşmayı ve zihinsel olarak ayrışmayı
içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kutuplaşmanın oluşması çok çeşitli nedenlere bağlanırken, gelir
eşitsizliği, ekonomik ve toplumsal koşullar, eğitim düzeyi, etnik ve dini kimlik
farklılıkları bu nedenler arasında yer almaktadır (McCarty- Poole- Rosenthal,
2006:71; Epstein – Graham, 2007: 11-12). Bir ülkenin refah seviyesi ile
kutuplaşma düzeyi arasındaki ilişkiyi inceleyen Dalton (2006:20), az gelişmiş
demokrasilerde ve buna paralel olarak refah düzeyi düşük toplumlarda
kutuplaşma seviyesinin, ileri demokrasinin kurallarının geçerli olduğu gelişmiş
toplumlara göre daha yüksek olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Bu çerçeveden
değerlendirildiğinde kutuplaşmayı, toplumsal refah ve demokratik düzeyle
ilişkilendirilmesi, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için daha da önemli bir
kavram haline getirmektedir.
Kutuplaşmayı gruplar üzerinden değerlendiren Estaban ve Ray (1994)
kutuplaşmanın temel özelliklerini şu şekilde sıralamaktadırlar:

Her grubun homojenleşme seviyesi kutuplaşmanın düzeyini arttıran
bir unsurdur.
195
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223


Gruplar arası yüksek düzeylerde heterojenlik olmalıdır.
Anlamlı büyüklükte grupların sayısı nispeten az olması gerekir
(Esteban – Schneider, 2008:133).
Bu sınıflandırmaya göre kutuplaşma grup içi homojenleşmeyi
yaratırken, gruplar arası farklılıkları da arttırmaktadır. Bu durumda
kutuplaşmadan söz edilebilmesi için homojen ve birbirinden ayrılmış grupların
anlamlı bir büyüklüklerinin olması gerekmektedir. Grupların kendisini
karşısında konumlandırdığı diğer grupla arasında var olan farklılıklar
üzerinden tanımlaması, aynı zamanda gruplar arasında çatışmayı tetikleyici
bir işlev görmektedir. Bu nedenle son tanımlamalara göre kutuplaşma, grup
kimlikleri ve gruplar arasındaki yabancılaşmayla ilişkilendirilmektedir. Estaban
ve Schneider‘a göre (2008:132), kutuplaşmış toplum içinde her bir birey
kendi kimliğini karşıt grup üyeleri üzerinden tanımladığında, onlar kendilerini
toplumsal ya da ideolojik olarak toplumun diğer üyelerinden farklı
hissetmektedirler.Bu durum kutuplaşmanın çatışmayı arttırıcı bir etkisinin
olduğunu ortaya koymaktadır.Bu durum, bazı seviyelerde toplumsal barışı,
gruplararası adaleti ve toplumsal güvenliği tehdit etme potansiyelini de
bünyesinde barındırdığı için önemlidir (Bilgiç – Koydemir – Akyürek,
2014:164).
Bu tanımlamalardan anlaşılacağı üzere kutuplaşma siyasi, etnik ve
dini olmak üzere çeşitli boyutlarda karşımıza çıkmaktadır.Kutuplaşma
tartışmaları içinde, demokratik siyasetin vazgeçilmez unsuru olarak kabul
edilen siyasi parti kutuplaşması en çok tartışılanıdır. Siyasal partiler, seçimler
yoluyla iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan ve bu nedenle de toplumsal yapı
içinde çeşitli kesimleri içine alan organizasyonlardır. Her ne kadar geniş
toplum kesimlerini kazanma amacını gütmelerine rağmen, siyasi partilerin
özellikle belli bir oy potansiyeline sahip siyasi partilerin, kendi oy kapasitesini
konsolide etmek için kutuplaşma siyasetine başvurdukları ve bu çerçevede de
kendi kitlerini kenetleyecek politikalar izlediği bilinmektedir. Siyasi parti
kutuplaşması olarak adlandırılan bu durum taraftarlık yaklaşımıyla ve belli
ideolojiler yoluyla seçimlerde oy kaymasını önleyici bir etkiye sahip
olmasından dolayı siyasi hayatı yönlendirme potansiyeline sahiptir.
Siyasi partilerin kutuplaşmasını Jones (2001:126), iki parti arasındaki
keskin
bir
bölünmeyi
ve
ayrışmayı
ön
plana
çıkararak
açıklamaktadır.Partilerin gerek programları gerekse politikaları üzerinden aşırı
düzeydeki
karşıtlığı
Jones‘a
göre
parti
kutuplaşmasına
işaret
etmektedir.Dolayısıyla
partiler
arasındaki
uzlaşma
mekanizmalarının
azalmasına ve ideolojik düzlemde partiler arasında derin ayrılıklara işaret
eden kutuplaşma kavramı, demokrasi mekanizmaları içerisinde fikirler
üzerinden de derin bir ayrışmayı temsil etmektedir (Testa, 2010:3).
Dolayısıyla siyasi kutuplaşmayı, hem partileşme, hem siyasi partilerin izlediği
politikalar
hem
de
bu
politikaların
vatandaşa
yansıması
olarak
değerlendirmek mümkündür (Bilgiç-Koydemir-Akyürek, 2014:166). Daha çok
sınıfsal ve ekonomik gerekçelerle ilişkilendirilen kutuplaşmaya ilişkin Sani ve
Sartori (1983: 329) parti sistemindeki kutuplaşmaların üzerinde ideolojik
196
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
sağ-sol ayrışmasının etkisi olabileceği gibi bundan daha belirleyici olarak
dinsel, dilsel, etnik, alt-kültürel, merkez/çevre gibi faktörlerin etkili olduğuna
dikkat çekmektedirler.Günümüzdeki kutuplaşma eksenleri ise insan hakları,
terörizm, sivil savaş, göç, ayrımcılık, nükleer enerji gibi konularla
ilişkilendirilmektedir.(Dixit – Weibull, 2007:7351)
Türkiye‟de Kutuplaşmanın Dinamikleri ve Gezi Parkı Eylemleri
Türkiye‘de kutuplaşma Edward Shils‘in 1961 yılında ortaya koyduğu
merkez-çevre modeline göre çözümlenmekte ve incelenmektedir. Shils‘in
(1961:117) modeli, her toplumun bir merkezi ve de bir çevresi olduğu
düşüncesine dayanmaktadır. Bu modele göre ―merkez‖, toplumsal ve siyasal
nitelikli bir yapı olarak kavramlaştırılmakta ve toplumu yönetenlerin dayandığı
değer, sembol ve inanç, düzeninin belirleyicisi olarak konumlandırılmaktadır.
Başka bir ifadeyle merkez, mekan ve kurumların oluşturduğu bir yapı olarak
değil, değer ve inançların oluşturduğu tinsel özelliklerin merkezi olarak
tanımlanmaktadır. Shils‘in kuramıyla benzer özellikler taşıyan Şerif Mardin‘in
―merkez – çevre modeli‖, Türkiye‘deki siyasal yapıyı analiz eden temel bir
modeldir. 1 Osmanlı İmparatorluğu döneminde simgesel düzeyde merkez ile
çevre arasında ayrışmalar söz konusu olsa da, toplumsal yapının bütününde
var olan değerler sistemi üzerindeki oydaşma derin toplumsal problemlere yol
açmamıştır (Gülener, 2007: 36 – 37). Çünkü Osmanlı İmparatorluğu‘nda
―merkezi değerler sisteminin‖ temelini oluşturan İslam, sosyal unsurların bir
arada yaşamasını sağlayan gevşek bir bağ olarak işlev görmüştür (Gönenç,
2006:133).
Osmanlı‘dan devralınan ve merkezinde bürokratik elitlerin yani asker
ve sivil bürokratların yer aldığı merkezi değerler sistemi, Türk devletinin
kuruluşu sırasında merkez ile çevreyi birbirinden ayıran değerler olarak işlev
görmüştür. Türk modernleştirici elitlerinin, Cumhuriyet‘in ilk yıllarında
merkezdeki seçkinlerle çevredeki kitle arasında yaşanan gerilimde, merkezi
değer sistemi olarak İslam‘ın yerine Kemalizmi ikame etmeye çalışması, bu
yeni değer sisteminin çevrede yer alan bazı unsurlar tarafından
reddedilmesine neden olmuştur (Gönenç, 2006:136). Kemalizmin yeni
merkezi değer olarak işlev görmesi aynı zamanda Osmanlı‘nın tüm kurum ve
kuruluşlarıyla birlikte reddedilmesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet‘in ilk
yıllarında yeni Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluğun anti-tezi olarak
kurgulanırken, Osmanlı ötekini, ilkelliği, geriliği, gelenekselliği, despotizmi,
1
Osmanlı ―çevre‖sinin merkezden yabancılaşmasının yeni bir kentsel biçimi olarak
Patrona Halil İsyanı‘nı (1730) gösterirken, bu isyanda resmi seçkinler grubuna karşı,
büyük halk yığınlarından (esnaf ve zanaatkarlar) oluşan çevre arasında yaşanan
çatışma, Türk siyasal yaşamını şekillendiren iki olgu olarak değerlendirmektedir.Bu
çatışmada merkezin amacı devlet otoritesini sürdürmek ve bu otoriteyi toplumun çevre
kesimlerinde egemen kılmaya çalışmakken, çevre de kendi değerlerini ve özerkliğini
korumaya çalışmakta ve merkezi otoriteye karşı olumsuz bir bakış açısına sahip
olmaktadır.Ayrıntılı bilgi için bkz.Mardin, 1990:39.
197
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
hurafeyi; Türkiye ise, ulusal egemenliği, sekülerliği, modernliği temsil eden
varlık olarak sunulmuştur (Nişancı, 2002:124 – 125).
Çok partili hayata geçişle birlikte merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde
gerilim eksenleri yeniden tanımlanmıştır. Çok partili sistemle birlikte kendi
içinde organize olmuş siyasal elit Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) etrafında
birleşirken, heterojen ve dağınık grupları içine alan çevre Demokrat Parti (DP)
etrafında toplanmıştır (Akgün, 2007:43). Kemalizmi içine alan merkezi
değerler CHP tarafından savunurken, başlangıçta düşünce ve değer açısından
merkezden çok da farklı olmasa da Demokrat Parti (DP), kendisini sistem
içinde yeterince ifade edemeyen çevresel aktörler tarafından desteklenmiştir
(Tuncel – Gündoğmuş, 2012:144). DP‘nin 1950 seçimleriyle birlikte iktidara
gelmesi, o güne kadar merkezde yer bulamamış toplumsal kesimlerin
kendilerini ifade etme olanağı bulmalarına neden olmuştur. O güne kadar
dışlanmış politikalara maruz kalan Kürtler ve İslamcılar bu çevre
unsurlardandır
(Gönenç,
2006:139).
Dolayısıyla
DP‘nin
iktidara
gelmesiçevreyi merkeze taşırken, gerilim hattını da CHP‘nin temsil ettiği
―asker, sivil, bürokrat‖ ile DP‘nin temsil ettiği çevre unsurlar ile ―seçilmiş
siyasetçiler‖ arasına çekmiştir.Bu süreç içinde DP hükümetleri kendi
programları çerçevesinde bürokrasinin rolünü azaltmaya çalışırken, CHP‘yi
oluşturan resmi seçkinler bu duruma güçlü bir direniş göstermişlerdir
(Özbudun, 1995:17).Bu arada gerçekleşen 1960, 1971 ve 1980 askeri
müdahaleleri merkez-çevre çatışmasının önemli bir göstergesi olarak
değerlendirilirken,
bu
müdahaleleri
―yapısal
müdahaleler‖
olarak
değerlendiren Faroz Ahmad (1996), bu ara rejimlerin Kemalizm‘e dönüş
anlamına geldiğini vurgulamaktadır (Dağtaş – Bilgiler, 2014:50).
1961 Anayasası‘nın ilanı merkez-çevre ikiliğine farklı bir nitelik
kazandırmıştır. Bu atmosferde ordunun, merkezin en güçlü aktörü olarak
varlığını koruması, merkezde önemli bir değişikliğin olmadığını gösterirken,
asıl değişiklik çevre katmanında meydana gelmiştir (Gönenç, 2006:141).
1961 Anayasası‘nın görece sağladığı özgürlük ortamında yeni siyasi partilerin
ortaya çıkması, merkez-çevre gerilimi yerini sağ-sol ideolojik kutuplaşmasına
bırakmıştır. 1980 darbesinin ardından 1990‘lı yıllarda siyasal İslam yükselişe
geçmiş (Refah Partisi) ve etnik kimlikler (HADEP ve MHP) politik hayata
katılırken, 1995 ve sonrasında hakim kutuplaşma Refah Partisi (RP) ve diğer
siyasi partiler arasında olmuştur (Kiriş, 2011:48).
Çarkoğlu ve Hinich (2006:387), Türk parti sisteminde kutuplaşma
alanını iki boyutla açıklamaktadır. Onlara göre, birinci boyut ideolojik
rekabetin
Batı
geleneğiyle
benzerlik
gösterdiği
ve
sağ
–
sol
kavramsallaştırmasıyla
uyumlu
olan,
temelinde
merkez-çevre
kutuplaşmasının yer aldığı ve görece daha baskın olan laik partiler ile İslamcı
partiler arasında yaşanmakta, ikinci boyut ise Türk ve Kürt kimlikleri
çerçevesinde etnik temelli bir ayrışma olarak ortaya çıkmaktadır. Keyman da
(2008:10) siyasal alanda çıkan yeni çatışma eksenlerini, 1923‘den bugüne
merkez-çevre; 1950‘den bugüne sağ – sol; 1980‘den bugüne küresel – ulusal
– yerel ve 2000‘den bugüne vatandaşlık – kimlik ekseni olarak belirlemekte
198
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
ve ―merkez-çevre ekseni + sağ – sol ekseni + küresel – ulusal – yerel eksen
+ vatandaşlık – kimlik ekseni‖ denkleminde ortaya çıkan toplumsal
süreçlerden, taleplerden ve sorunlardan oluşan karmaşık, çok boyutlu, çok
nedenselli ittifak ve çatışmaların yaşandığına dikkat çekmektedir.
2000‘li yıllar Türk siyasi hayatına Milli Görüş geleneğiyle giren ve 28
Şubat sürecinde iktidarın büyük ortağı olarak büyük darbe alan İslamcı
gelenek içinde yeni arayışların başlamasına uygun bir zemin hazırlamıştır
(Yıldız, 2004:5). Bu sorgulama içinden çıkan ve yenilikçi kimliği vurgulayan
Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin (AKP) 2002 yılında tek başına iktidar olması
çevrenin merkezde konumlanma sürecinin de başlangıcını oluşturmaktadır.
Başlangıçta AKP‘nin büyük bir koalisyonu bünyesinde barındırması, merkeze
yakın konumlanan bir çevre partisi olduğu izlenimini yaratmıştır. Bu nedenle
2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar AKP, merkezde olmasına karşın,
merkezin belirleyici gücü olamamış, hükümette olmasına rağmen merkeze
karşı muhalif söylemini sürdüren ve merkez gözünde de kabul edilebilir bir
siyasi parti kimliğini kazandırmıştır. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden oy
oranını yüzde 34.3‘ten yüzde 46.6‘ya yükselterek (TÜİK, 2012:25) güçlü bir
şekilde çıkan ve 28 Ağustos 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra
―…merkeze yerleşmeyi başaran çevre, daha önce kendisi için sorun alanı olan
devletin üstünlüğünü ve toplum üzerindeki belirleyici gücünü çevrenin diğer
aktörleriyle paylaşma yerine bu gücü tek başına kullanmayı yeğlemiştir‖
(Tuncel – Gündoğmuş, 2012: 148).
Bu süreç içinde AKP Hükümeti‘nin uyguladığı neoliberal anlayış
çerçevesinde özellikle siyasi ve ideolojik olarak kendine yakın sermaye
gruplarına bir takım ekonomik fırsatlar sağlayarak kendi gücünü
kemikleştirmeye çalıştığı görülmektedir. AKP iktidarının muhafazakarlığı daha
çok dini eksenli bir muhafazakarlık şeklini alırken, başlangıçta liberal kaygıları
göz önünde bulunduran bir iktidar görüntüsü veren AKP, giderek artan bir
şekilde otoriter bir tarzla ve Sünni İslam referanslarla hareket etmeye
başlamıştır (Özen – Avcı, 2013:35). Özellikle 2011 seçimlerinden üçüncü kez
ve oyunu yükselterek çıkan ve bu anlamda da büyük bir zafer olarak
adlandırılan seçim sonuçları ―…hükümetin muhafazakar hayat tarzı
dayatmaları ve kamusallıklara yönelik neoliberal hücumunda gözünü
karartmasına‖ (Doğan, 2014:94) neden olmuş ve siyasi iktidarın politikalarını
belirleyen neoliberal, muhafazakar, otoriter ve liderin mutlak egemenliğine
dayalı anti-demokratik yönetim tarzı, toplumun bazı kesimlerini içine alırken,
bazılarını dışlamış ve memnuniyetsizlik yaratmıştır (Özen - Avcı, 2013:36).
2011 seçimlerinin ardından tüm temsil gücünü ve iradeyi şahsında toplayan
bir lider figürünün yıllar içinde belirginleşmesi ve öne çıkmasıyla birlikte
(Özen – Avcı, 2013:35) bireylerin özel yaşam alanlarını ilgilendiren konularda
üretilen politikalar ―yaşam tarzına müdahale‖ olarak değerlendirilmiş (kürtaj,
üç çocuk, alkol düzenlemesi gibi) ve özellikle seküler yaşam tarzına sahip,
geçmişin merkezini oluşturan orta ve üst orta gelir grupları arasında bir
tepkiye neden olmuştur. Gezi Parkı Eylemcileri‘nin devleti ele geçirmek değil,
devletin demokratikleşmesi ve temel özgürlükleri tanımasını sağlamak
199
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
olduğunu belirten Keyder (2013:3), eylemlerin ortaya çıkış nedenini bireysel
temel yurttaşlık haklarını önemsemeyen kesimlerin toplumda ağırlık
kazanması ve siyaset kanallarının kapalı olmasına dayandırmaktadır.
Gezi Parkı Eylemleri, tarih boyunca merkezde yer alan ve AKP
iktidarıyla birlikte çevrenin merkeze yerleşmesiyle adaletsizlik algısını
yaşayanların itirazı olarak ortaya çıkmıştır. Gezi Parkı Eylemleri, ―spesifik bir
kent mekanının neo-liberal politikalar doğrultusunda ekonomik kazançlara
tahvil edilmesine karşı çıkan bir kent protestosu‖ (Özen – Avcı, 2013:32)
olarak başlayan ve çevreci bir eylem olma özelliğinin ötesine geçerek
kitleselleşen ve sivil bir direniş halini alan bir halk hareketidir (Sallan Gül –
Sezer – Nizam, 2015).
Toplumsal
hareketlere
ilişkin
alan
yazınında
yaygın
kitle
hareketlerinin en önemli tetikleyicisi olarak eyleme katılanların ya da
destekleyenlerin siyasi otoritenin kendilerine karşı adaletsiz bir tutum
sergiledikleri yönündeki algıları oluşturmaktadır (Fireman, 1977:9).
Adaletsizlik çerçevesi olarak adlandırılan ve eyleme katılanlar tarafından
desteklenen bu çerçeve, ―protestoya dahil olan kesimin kurguladığı ve hayat
verdiği, eylemliliği önceleyen ve siyasi otoritenin söz konusu kesime karşı
neredeyse yerleşik hale gelmiş bir haksızlığın faili olduğuna dair algıyı‖
(Doğan, 2014:93) ifade etmektedir.
Bundan dolayıdır ki, 27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı‘ndaki
ağaçların kesilmesini önlemek amacıyla başlayan Gezi Eylemleri, özellikle
polis müdahalesinin ardından ve polisin orantısız güç kullanması nedeniyle
tüm Türkiye‘ye yayılmıştır. İsyan edilen ve karşı durulan ve buna paralel
olarak oluşan kitlesel tepkinin başlangıcı kentsel dönüşüm projesine
yönelikken, eylemin başlangıcında duyulan bu hassasiyet, özellikle
iktidar/hükümet kaynaklarından gelen sert açıklamalarla toplu bir itiraza
dönüşerek iktidar/hükümet kaynaklarının sadece kentlere yönelik değil tüm
politikalarına yönelik hale gelmiştir. Çünkü iktidarın kentsel politikasından ve
uygulamalarından memnun olmayanların taleplerini anlama çabasının
bulunmaması, siyasal gücün tek karar verici olarak kararlarının
sorgulanamaması ve eleştirenlerin kötü niyetli kişiler olarak nitelendirilmesi
(Ökten – Kurtarır – Çekiç, 2013: 49), eylemlerin başlangıcında iktidarın
müzakere çabası içinde olmaması, küçük bir eylem olarak başlayan Gezi Parkı
Eylemleri‘nin büyümesine ve kitleselleşmesini sağlayan nedenlerdendir.
Protestolar çerçevesinde ifade edilen toplumsal talepler, Gezi Parkı‘na
özel spesifik taleplerin yanı sıra kişisel hak ve özgürlüklere ilişkin talepleri
içermektedir. Hak ve özgürlüklerin kısıtlanmaması, farklı tercih ve yaşam
tarzlarına alan açılması, belli ideolojiler doğrultusunda toplumsal mühendislik
yapılmaması, toplumun karar alma mekanizmalarına katılımının sağlanması
ve otoriter yönetim tarzına son verilmesi, kent mekanlarının rant yaratma
amaçlı müdahalelere konu olmaması, sermayenin çıkarlarına mutlak öncelik
verilmesinden vazgeçilmesi ve çevre tahribatının önlenmesi Gzei Parkı
Eylemleri‘nde ileri sürülen taleplerden bazılarıdır (Özen - Avcı, 2013:37 – 38).
200
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
Dolayısıyla Gezi Parkı Eylemleri çevre tahribatına ve kamusal
mekanların toplumsal katılım olmadan özelleştirilmesine karşı itirazla başlasa
da 10 yıllık iktidar süreci içinde AKP hükümetinin neoliberal politikalarına,
otoriter
yönetim
tarzına,
toplumu
kendi
ideolojisi
çerçevesinde
muhafazakar/dindar bir topluma dönüştürme politikalarına ilişkin seküler
yaşam tarzına sahip orta ve üst orta gelir grubuna sahip vatandaşların bir
itirazını ve memnuniyetsizliğini içermektedir. Başka bir ifadeyle Gezi Parkı
Eylemleri,
kendini
sekülerlik
ve
modernlik
üzerinden
tanımlayan
iktidar/hükümet karşıtlarının, iktidar/hükümet güçlerine ve politikalarına bir
itirazı içermektedir.
Siyasal Kutuplaşmada Medyanın Etkisi
Siyasi ve toplumsal yapı içinde gerek ekonomik gerekse siyasi, dinsel,
etnik ve mezhepsel alanlarda yaşanan kutuplaşmaların yansıdığı ve
yayılımınının sağlandığı alanlardan biri de medyadır. Daha doğrusu medya
kuruluşları oluşturdukları haber içerikleriyle, yaşanan durum ve konuları ele
alış biçimleriyle siyasi ve toplumsal düzeyde yaşanan kutuplaşmanın itici gücü
olma potansiyeline sahiptir.
Demokratik sistemlerde medyadan kamuoyunu haberdar etmesi ve
özellikle siyasi mekanizmaları denetleme işlevini çoğulcu sistem içinde
gerçekleştirerek, toplumsal gerçekleri ve görüşleri geniş bir yelpazede
sunarak kamuoyunda serbest düşünce pazarının oluşmasına katkı sağlaması
beklenmektedir. Ancak, liberal (pluralist) medya kuramlarının bu iddiası
günümüzde pek de geçerli görülmemektedir. Çünkü haber metinlerinin
toplumsal gerçekliği bir ayna gibi yansıttığı düşüncesi bir metafordan öteye
gitmeyen bir ideal olarak karşımıza çıkmakta, aslında medyanın toplumsal
gerçekliği belirli ideolojiler çerçevesinde toplumsal rıza ve uzlaşmayı
sağlayacak şekilde inşası söz konusu olmaktadır. Bu nedenle medya
kuruluşları tarafsız enformasyon sağlayıcı kurumlar olarak değil, belirli
politika seçeneklerini reddeden ya da destekleyen, sürekli meydana gelen
olayları değerlendiren, yorumlayan ve bilgiyi yapılandırma ve seçme yoluyla
siyasi süreçte aktif rol alan kuruluşlardır (Page, 1996:20).
Medyada haberler dolayımıyla aktarılan enformasyonlar siyasi
kararları, siyasi aktörlerin icraatlerini, belirli politika seçenekleri çerçevesinde
değerlendirmekte, yargıda bulunmakta ve böylece varolan seçeneklerin
biçimlendirme sürecini desteklemektedir. Dolayısıyla haberler belirli
düzeylerde rasyonalite temelinde okuyucuların/izleyicilerin/alıcıların siyasi
kararlarını, toplumsal yapı içinde gerçekleşen olayları, konuları ve sorunları
değerlendirme biçimlerini etkileyebilme gücüne sahiptir (Eilders, 2002:28).
Bu nedenle siyaset alanında karşılaşılan kutuplaşmanın medya üzerinden
analiz edilmesi ve aynı zamanda medyaya yansımalarının değerlendirilmesi
önemli görülmektedir. Çünkü medya ülkenin yönetim mekanizmasında yer
alan siyasilerin, iktidar ve hükümet kaynaklarının görüş ve fikirlerinin kamuya
iletilmesinde birincil araçlar olarak işlev görmektedir.
201
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Kutuplaşma
ve
medya
ilişkisini
araştırma
konusu
edinen
çalışmalardan bazıları medya ile kutuplaşma arasında ilişki olduğuna dair
kanıt bulmasına rağmen (Adams vd., 1985; Bimber - Davis, 2003; Druckman
- Parkin, 2005; Jones, 2002; Lavine, Borgida - Sullivan, 2000; Mendelsohn Nadeau, 1996; Stroud, 2007; Taber - Lodge, 2006), bazı çalışmalarda ise
böyle bir kanıt bulunamamıştır(Ball-Rokeach, Grube-Rokeach, 1981; Paletz,
Koon, Whitehead - Hagens, 1972). Ancak araştırmalar herhangi bir siyasi
görüşü ya da partiyi destekleyenlerin kendi görüşlerine yakın medya
yayınlarına maruz kalmasıyla kutuplaşma arasında bir ilişkinin olduğunu ve
bireylerin kendi görüşlerini savunan medya tüketimi arasında bir ilişki
olduğuna işaret etmektedir (Jones, 2002; Stroud, 2007; Sunstein, 2001).Yani
bireyler kendi siyasi görüşlerini destekleyen medya yayınlarına maruz
kaldıklarında, kendi görüşlerini destekleyen bilgi sağladıkları için kutuplaşma
üretilmektedir (Stroud, 2010:558).
Literatürde seçici maruz kalma olarak adlandırılan bu kavram teorik
olarak insanların inançlarına rehberlik eden medya seçimlerini içermektedir.
Klapper (1960:19 - 20), insanların kendi düşüncelerini desteklemeyen medya
çıktılarından kaçtıklarını, ilgileri ve düşünceleriyle uyum içinde kitle iletişimi
ürünlerini tercih etme eğiliminde olduklarını belirtmektedir. Buna karşılık
Kinder (2003:369), bireylerin kendi siyasi eğilimlerini güçlendirecek kitle
iletişim yayınlarını aramadığına dikkat çekmektedir. Bu görüşün tam tersini
savunan Jonas ve arkadaşları (2005:978), insanların yeni bilgi aradıkları
zaman sıklıkla kendi inançlarını önceleyen eğilim içinde yanlı davrandıklarını
ve beklentilerini ya da arzu ettikleri sonuçlar çerçevesinde hareket ettiklerini
belirtmektedir.
Seçici maruz kalma olarak kavramsallaştırılan ve bireylerin kendi
siyasi görüşlerini destekleyen medya içeriklerinin bireysel siyasi tutumları
etkileyebilme gücü, iki düzeyde tartışılmaktadır.Birinci düzey ideolojik etki
olarak adlandırılırken, bu etki sağ –sol ayrımı ya da liberal - muhafazakar
ayrımı şeklinde sınıflandırılan ve yatay düzlemde gerçekleşen bir etki olarak
kavramsallaştırılmaktadır. İkinci düzey olan siyasi motivasyon etkisi ise,
ideolojik düşünceleri dikey düzlemde yakalamaktadır. Dolayısıyla ideolojik
etki, medya mesajlarına maruz kalan yurttaşların ideolojik görüşlerinin
kutuplaşmasına ya da kutuplaşmamasına katkıda bulunurken, medyanın
siyasi motivasyon etkisi görüşlerin kutuplaşmasını güçlü bir şekilde etkileme
gücüne sahiptir. Bireylerin yüksek ya da düşük düzeyde siyasi içeriğe maruz
kalması, siyasi enformasyon ve siyasi parti politikalarına angaje olmanın
seviyelerini etkileyebilecek hususlardır. Dolayısıyla siyasi içeriğe maruz kalma
ve desteklenen görüşler etrafında biçimlenen medya seçimleri zihinsel
düzeyde ayrışmayı yaratabilecek güce sahiptir. Dolayısıyla politik tercihlerin
yoğunluğu ve partizanlığın boyutu siyasi motivasyonla doğrudan ilişkiliyken,
motivasyondaki artan boyuttaki değişiklik demokratik seçimlerin ideolojik
kompozisyonunu değiştirecek güce sahiptir (Campante – Hojman, 2013:80).
Medyanın kutuplaşmayla ilişkisi farklı medya tipleri açısından, o
araçların sahip olduğu özelliklerin ve teknolojiler bakımından da
202
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
farklılaşmaktadır. Şöyle ki; İnternet, bireylere siyasi eğilimleri yadsıyan ya da
tamamlayan enformasyonla karşılaşma olanağı sağlamaktadır. Özgür bir
seçim olanağının olduğu internette bireyler, online içerik içinde kendi
savundukları görüşle mücadele eden ya da kendileriyle hemfikir oldukları
görüşleri arayıp aramadıkları bilinmemektedir. İnternet, farklı bakış açılarını
araştırmak için de kullanılabilirken, Stromer ve Galley‘in (2003)
araştırmalarına göre İnternet kullanan insanların siyasi tartışma konularında
farklı görüşleri duymaktan hoşlandıklarını bulmuşlardır.Buna karşılık radyo,
televizyon ve gazetenin kullanımı insanların farklı siyasi içeriği seçme
yeteneğini sınırlandırma olasılığı bulunan geleneksel kitle iletişim
araçlarıdır.Birçok toplumda insanlar tek bir gazete okumakta ve yaşadıkları
toplumdan ve hayattan memnun olsunlar ya da olmasınlar kendigörüşlerini
destekleyen, kendileriyle hemfikir oldukları gazeteleri takip etmektedirler
(Stroud, 2008:347).
Dolayısıyla bu durumda medyanın yayıncılık anlayışı belirleyici bir
etkiye sahiptir.Herhangi bir siyasi görüşe angaje bir yayıncılık anlayışı
benimseyen medya kuruluşlarının bu noktada siyasi kutuplaşmanın yanı sıra
toplumsal bir kutuplaşmaya da zemin hazırlayabilecek potansiyele sahip
olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle medyanın kullandığı haber
kaynaklarından, ele aldığı haber temalarına kadar haberleştirilen konuyu
kamuoyuna nasıl sunduğu, hangi parametrelere öncelik verdiği önemli
görülmektedir. Bu nedenle çalışmada farklı bakış açılarına sahip gazeteler
üzerinden Gezi Parkı Eylemleri‘nin haber üretim süreci (kriterleri bağlamında
kamuoyuna nasıl sunulduğu ve bu sunum tarzında kutuplaşmanın olup
olmadığı medya üzerinden analiz edilmeye çalışılmıştır.
Yöntem
Birincil veri kaynağınının kullanıldığı çalışmanın veri toplama tekniği,
nicel içerik çözümlemesi olarak belirlenmiştir.Nicel içerik çözümlemesi
―iletişim içeriğinin objektif, sistematik ve nicel tanımının ortaya konmasını‖
(Berelson, 1952:18) sağladığı için tercih edilmiştir. Çalışmada, amaçlı
örnekleme tekniği ile belirlenmiş çalışma kümesiyle çalışılmıştır. Buna göre,
Gezi Parkı Eylemleri‘nin başladığı ilk gün olan 27 Mayıs 2013 tarihiyle,
hareketin etkisinin kaybolduğu 30 Haziran 2013 tarihleri arasında Türkiye‘de
değişik yelpazelerde yayın hayatına devam eden 6 ulusal gazetede
(haftasonları da dahil olmak üzere) Gezi Parkı Eylemleri ile ilgili yayınlanan
tüm haberler, köşe yazıları ve yorumlar araştırma kapsamına dahil edilmiştir.
Seçilen gazeteler, ideolojik görüşleri, etki kapasitesi ve iktidar/hükümet
güçlerinin
politikalarını
destekleyip
desteklemedikleri
gözönünde
bulundurularak belirlenmiştir. Dolayısıyla çalışmaya Zaman, Hürriyet, Sözcü,
Sabah, Yeni Şafak ve Cumhuriyet gazeteleri dahil edilmiştir.
203
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Tablo 1: Haber Kaynak Analizi2
Gazete adı
Zaman
Tiraj
Dünya görüşü
1.048.956
Hürriyet
397.341
Sözcü
378.344
Sabah
312.105
Yeni Şafak
105.941
Cumhuriyet
63.219
Dini – muhafazakar/
İktidar-Hükümet
kaynaklarının
politikalarını
destekleyen
Liberal / Tarafsız
olmaya çalışan
Sol – ulusal/ İktidar –
hükümet kaynaklarının
politikalarına karşı
Liberal / İktidarHükümet kaynaklarının
politikalarını
destekleyen
Dini – muhafazakar /
İktidar-Hükümet
kaynaklarının
politikalarını
destekleyen
Sol – ulusal / İktidar –
hükümet kaynaklarının
politikalarına karşı
Yönlendirilmiş içerik çözümlemesi (kodlama kategorilerinin araştırma
öncesinde ve sırasında oluşturulması) yaklaşımının benimsendiği çalışmada,
kategori birimleri haberin üretim sürecinde etkili olan kriterler çerçevesinde
belirlenmiştir.İçerik çözümlemesi kodlama yönergesinin güvenilirliği iç tutarlık
testiyle sınanarak, kodlama yönergesinin güvenilir 3 olduğu tespit
edilmiştir.Kodlama sonuçları Sosyal Bilimler İçin İstatistik Yazılım Programı
(Statistical Software for Social Science – SPSS) yoluyla değerlendirilmiştir.
Bulgular
Araştırma kapsamına dahil edilen gazeteler haberüretim sürecine etki
eden faktörler çerçevesinde değerlendirilmiştir.
2
Gazete tirajları ―Dördüncü Kuvvet Medya‖ internet sitesinde 03 – 09 Haziran 2013
tarihleri arasında yayınlanan tiraj raposundan alınmıştır.
3
Neuendorf‘un (2002:149) formülüne göre; Güvenilirlik: A/N. Bu formüle göre A görüş
birliğine (agreement) varılan verileri kapsarken, N kodlanan toplam yönerge sayısını
ifade etmektedir. Farklı zamanlarda yapılan kodlamalarda görüş birliğine varılan ve
tutarsız sonuçlar formüle uygulandığında kodlayıcının iç tutarlılığına ait güvenilirlik .80
olarak bulunmuştur. Krippendorff (2004:216) buişlem sonucunda .80 ve üzeri bir
değerin güvenilir kabul edildiğine dikkat çekmektedir. Bu anlamda çalışmada kullanılan
veri toplama tekniği bu ölçüler içinde yer aldığından güvenilir bir araç olarak
değerlendirilmektedir.
204
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
Haber Değeri
Gezi Parkı Eylemleri‘ni gazetelerin gerek haber sayısı, gerekse
haberleri yayınladıkları sayfa ve sayfa içindeki konumlarına göre çözümleme,
bir haberin gazeteler açısından ne derecede haber değerine sahip olduğunun
göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Tablo 2. Gezi Parkı Eylemleri‟ne İlişkin Haberlerin Gazetelere Göre
Dağılımı
GAZETE
Sıklık
Yüzde
Cumhuriyet
887
24.9
Hürriyet
569
16.0
Sabah
421
11.8
Yeni Şafak
526
14.7
Zaman
349
9.8
Sözcü
815
22.8
3567
100.0
Toplam
Tablo 2.de görüldüğü üzere Gezi Parkı Eylemleri‘ne tüm gazeteler
geniş ölçüde yer vermiştir.Ancak veriler değerlendirildiğinde her gazetenin
Gezi Parkı Eylemleri‘ne haber değeri açısından eşit önem vermedikleri
söylenebilir. Bu veriler ışığında iktidar güçlerinin düşüncelerine ve
politikalarına karşı oldukları bilinen Cumhuriyet ve Sözcü‘nün Gezi Parkı
Eylemleri‘ni daha fazla gündemde tutma gayreti içinde olduklarını, iktidar
güçlerinin düşüncelerini ve politikalarını benimseyen Sabah ve Yeni Şafak
Gazeteleri‘nin ise eylemleri diğer gazetelere oranla daha düşük oranda
gündemde tutmak istedikleri sonucuna varılabilir. Bu veriler üzerinde, Gezi
Parkı Eylemleri‘nin iktidara karşı bir harekete dönüşmesinin de etkisi
bulunduğu söylenebilir.
Haber kaynakları ve haberin sunumu
Haberin toplumsal gerçekliği inşa ettiği, yapılandırdığı ve böylece
egemen iktidar yapılarını yayarak yeniden üretmesi anlayışının temelinde
habercilerin, haberi yapılandırırken başvurdukları haber kaynaklarının önemi
büyüktür. Çünkü gazetecilik ilkelerine gore haberin tarafsızlığını, nesnelliğini
ve güvenilirliğini sağlayan unsur haber kaynaklarıdır. Profesyonel gazetecilik
meslek rutinlerinden biri olarak değerlendirilen haber kaynakları, gazetecilerin
haberi yapılandırırken kullandıkları en temel bilgi kaynağını oluşturmaktadır.
Dolayısıyla haber oluşturulurken başvurulan haber kaynaklarının kimlerden
oluştuğu haber içindeki anlamın oluşturulmasında da önemlidir. Gazeteciler
profesyonel meslek hayatlarında belirli kaynaklara güvenilirlik atfederek, bu
kaynakların söyledikleri her bilgiyi de sorgulamadan güvenilir bilgi olarak
değerlendirerek haberleştirmektedirler (Akca, 2009:90).Başka bir ifadeyle
toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için bazı görüş ve değerler kabul
205
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
edilebilirlik sınırları içinde tanımlanırken, diğerlerinin meşru olmayanlar
biçiminde tanımlanması gerekmektedir (Shoemaker - Reese, 1997:103).
Dolayısıyla haberde bazı haber kaynaklarına güvenilirlik atfedilmekte
dolayısıyla ta toplumsal gerçeklik güvenilirlik atfedilen bu kaynakların
açıklamaları doğrultusunda biçimlenmekte ve kamuoyu da konuyu ya da olayı
tanımlanan bu çerçeve içinde algılamakta ve tartışmaktadır.
Haber kaynakları, gazetecilerin resmi kaynaklara (devlet ve hükümet
yetkilileri vb.) olan bağımlılığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu görüşe
göre haber kaynağı olarak resmi kaynaklara bağlılık egemen güçlerden gelen
içeriğin haberleştirilmesi anlamına gelmekte ve dolayısıyla da resmi haber
kaynaklarına bağlılık, egemen ideolojinin sürdürülmesi, yayılması ve yeniden
inşa sürecinin de bir parçası olarak değerlendirilmesi anlamına gelmektedir.
Gazetecilerin resmi haber kaynaklarına bağlılığı mesleğin hızlı, güvenilir ve
doğru bilgiyi anında ulaştırması gereken bir sektör içinde faaliyet
göstermesiyle de açıklanmaya çalışılmaktadır. Ancak resmi kaynaklara
atfedilen güvenilirlik ünvanı, resmi olmayan kaynaklar için de güvenilmez ya
da doğruluğunun ispat edilmesi gereken haber kaynakları sınıflandırmasını
beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla iktidar olarak belli bir güce sahip
olanların haberler yoluyla kamuoyunu ulaşma olanağı söz konusuyken, daha
güçsüz konumda bulunanların da bu hakkının elinden alınması ya da
ulaşamaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle haberde resmi haber
kaynaklarına olan bağlılık, beraberinde kitle iletişim araçlarına ve dolayısıyla
da kamuoyuna ulaşma anlamında bir adaletsizliği yaratarak, egemen güçlerin
lehine işleyen bir süreç olarak işlev görmektedir.
Tablo 3. Cumhuriyet ve Sözcü Gazeteleri‟nin Kullandığı Haber Kaynağı
Dağılımı ve Sunumu
Gazete
Haberin Kaynağı
Negatif
Ton
Nötr Ton
Pozitif
Ton
Toplam
Cumhuriyet
Göstericiler
66
(13.6%)
18
(17.5%)
156
(52.2%)
240
(27.1%)
Uluslararası Medya
15
(3.1%)
0
(0.0%)
12
(4.0%)
27
(3.0%)
Ulusal Medya
16
(2.5%)
2
(1.0%)
2
(2.0%)
20
(2.5%)
İstanbul Kent Yönetimi
11
(2.2%)
9
(8.8%)
20
(6.6%)
40
(17.6%)
Esnaf
0
(0.0%)
0
(0.0%)
1
(0.3%)
1
(0.1%)
Sosyal Medya
0
(0.0%)
0
(0.0%)
1
(0.3%)
1
(0.1%)
Gezi Parkı Komitesi
12
(2.5%)
3
(2.9%)
5
(1.7%)
20
(2.3%)
Yabancı Ülkelerden Gelen
Açıklamalar
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0)
0
(0.0)
Cumhurbaşkanı
0
(0.0%)
3
(2.9%)
3
(1.0%)
6
(0.7%)
155
(32.0%)
35
(34.0%)
6
(2.0%)
196
(22.1%)
33
(6.8%)
4
(3.9%)
16
(5.4%)
53
(6.0%)
75
(15.5%)
8
(7.8%)
0
(0.0%)
83
(9.4%)
İktidar – Hükümet Kaynakları
Muhalefet Partileri
Güvenlik Güçleri
206
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
Sivil Toplum Örgütleri
43
(8.9%)
3
(2.9%)
23
(7.7%)
69
(7.8%)
Sanatçılar
12
(2.5%)
7
(6.8%)
24
(8.0%)
43
(4.8%)
Toplumdaki Çeşitli Kesimler
25
(5.2%)
8
(7.8%)
22
(7.4%)
55
(6.2%)
Uluslararası Örgütler
22
(4.5%)
3
(2.9%)
8
(2.7%)
33
(3.7%)
485
(100.0%)
103
(100.0%)
299
(100.0%)
887
(100.0%)
Negatif
Ton
Nötr Ton
Pozitif Ton
Toplam
76
(16.0%)
8
(9.0%)
89
(35.6%)
173
(21.2%)
Uluslararası Medya
25
(5.3%)
4
(4.5%)
12
(4.8%)
41
(5.0%)
Ulusal Medya
20
(3.2%)
1
(1.1%)
2
(0.8%)
23
(2.8%)
İstanbul Kent Yönetimi
9
(1.8%)
7
(7.9%)
3
(1.2%)
19
(2.4%)1
Esnaf
1
(0.2%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
1
(0.1%)
Sosyal Medya
3
(0.6%)
0
(0.0%)
2
(0.8%)
5
(0.6%)
Gezi Parkı Komitesi
5
(1.1%)
5
(5.6%)
1
(0.4%)
11
(1.3%)
Yabancı Ülkelerden Gelen
Açıklamalar
0
(0.0%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
1
(0.1%)
Cumhurbaşkanı
1
(0.2%)
3
(3.4%)
3
(1.2%)
7
(0.9%)
160
(33.6%)
24
(27.0%)
14
(5.6%)
198
(24.3%)
Muhalefet Partileri
32
(6.7%)
6
(6.7%)
13
(5.2%)
51
(6.3%)
Güvenlik Güçleri
46
(9.7%)
6
(6.7%)
8
(3.2%)
60
(7.4%)
Sivil Toplum Örgütleri
17
(3.6%)
3
(3.4%)
7
(2.8%)
27
(3.3%)
Sanatçılar
17
(3.6%)
4
(4.5%)
45
(18.0%)
66
(8.1%)
Toplumdaki Çeşitli Kesimler
42
(8.8%)
15
(16.9%)
44
(17.6%)
101
(12.4%)
Uluslararası Örgütler
21
(4.4%)
2
(2.2%)
7
(2.8%)
30
(3.7%)
476
(100.0%)
89
(100.0%)
250
(100.0%)
815
(100.0%)
Toplam
Gazete
Haberin Kaynağı
Sözcü
Göstericiler
İktidar – Hükümet Kaynakları
Toplam
Cumhuriyet ve Sözcü Gazetesi‘nin verileri değerlendirildiğinde
eylemin tarafı konumunda bulunan göstericilerle, iktidar hükümet
kaynaklarına
ait
haberlerin
sunumunda
büyük
farklılıklar
görülmektedir.Göstericilere
dayandırılan
haberler
yüksek
düzeyde
(Cumhuriyet %52.2, Sözcü %35.6) pozitif bir tonla sunulurken, iktidar
hükümet kaynaklarına ait haberler (Cumhuriyet %32, Sözcü %33.6) negatif
bir tonla kamuoyuna aktarılmaktadır.Bu çerçevede gazetelerin eylemi
gerçekleştirenler
lehine
bir
habercilik
anlayışı
benimsediği
görülmektedir.Göstericileri olumlayan iktidarı olumsuzlayan bu tutum
gazetelerin
haberi
yapılandırırken
kullandıkları haber
kaynaklarının
kullanımına ve sunumuna yansımaktadır.
207
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Tablo 4. Hürriyet ve Sabah Gazetesi‟nin Kullandığı Haber Kaynağı
Dağılımı ve Sunumu
Gazete
Hürriyet
Haberin Kaynağı
Göstericiler
Uluslararası Medya
Ulusal Medya
İstanbul Kent Yönetimi
Esnaf
Sosyal Medya
Gezi Parkı Komitesi
Yabancı Ülkelerden
Gelen Açıklamalar
Cumhurbaşkanı
İktidar – Hükümet
Kaynakları
Muhalefet Partileri
Güvenlik Güçleri
Sivil Toplum Örgütleri
Sanatçılar
Toplumdaki Çeşitli
Kesimler
Uluslararası Örgütler
Toplam
Gazete
Sabah
Haberin Kaynağı
Göstericiler
Uluslararası Medya
Ulusal Medya
İstanbul Kent Yönetimi
Esnaf
Sosyal Medya
Gezi Parkı Komitesi
Yabancı Ülkelerden
Gelen Açıklamalar
Cumhurbaşkanı
İktidar – Hükümet
Kaynakları
Muhalefet Partileri
Güvenlik Güçleri
Sivil Toplum Örgütleri
Sanatçılar
Toplumdaki Çeşitli
Kesimler
Uluslararası Örgütler
Toplam
208
Negatif Ton
34
(15.9%)
4
(1.9%)
1
(0.5%)
9
(4.2%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
3
(1.4%)
0
(0.0%)
1
(0.5%)
79
(36.9%)
16
(7.5%)
30
(14.0%)
11
(5.1%)
7
(3.3%)
14
(6.5%)
5
(2.3%)
214
(100.0%)
Negatif Ton
50 (27.8%)
Nötr Ton
47
(20.1%)
4
(1.7%)
1
(0.4%)
13
(5.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
5
(2.1%)
1
(0.4%)
3
(1.3%)
69
(29.5%)
15
(6.4%)
25
(10.7%)
8
(3.4%)
16
(6.8%)
19
(8.1%)
8
(3.4%)
234
(100.0%)
Nötr Ton
34 (21.1%)
Pozitif Ton
59
(48.8%)
2
(1.7%)
0
(0.0%)
14
(11.6%)
1
(0.8%)
0
(0.0)
3
(2.5%)
0
(0.0%)
6
(5.0%)
5
(4.1%)
4
(3.3%)
1
(0.8%)
4
(3.3%)
13
(10.7%)
5
(4.1%)
4
(3.3%)
121
(100.0%)
Pozitif Ton
12 (15.0%)
7
(3.9%)
5
(2.8%)
6
(3.4%)
3
(1.7%)
0
(0.0%)
8
(4.4%)
0
(0.0%)
1
(0.6%)
47
(26.1%)
10
(5.6%)
17
(9.4%)
9
(5.0%)
1
(0.6%)
14
(7.8%)
2
(1.1%)
180
(100.0%)
1
(0.6%)
1
(0.6%)
7
(4.3%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
5
(3.1%)
0
(0.0%)
2
(1.2%)
44
(27.3%)
13
(8.1%)
24
(14.9%)
7
(4.3%)
6
(3.7%)
15
(9.3%)
2
(1.2%)
161
(100.0%)
1
(1.3%)
0
(0.0%)
12
(15.1%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
2
(2.5%)
0
(0.0%)
6
(7.5%)
20
(25.0%)
7
(8.8%)
3
(3.8%)
2
(2.5%)
0
(0.0%)
10
(12.5%)
5
(6.3%)
80 (100.0%)
Toplam
140
(24.6%)
10
(1.8%)
2
(0.4%)
36
(6.4%)
1
(0.2%)
0
(0.0%)
11
(1.9%)
1
(0.2%)
10
(1.8%)
153
(26.9%)
35
(6.2%)
56
(9.8%)
23
(4.0%)
36
(6.3%)
38
(6.7%)
17
(3.0%)
569
(100.0%)
Toplam
96
(22.8%)
9
(2.1%)
6
(1.4%)
25
(5.9%)
3
(0.7%)
0
(0.0%)
15
(3.6%)
0
(0.0%)
9
(2.1%)
111
(26.4%)
30
(7.1%)
44
(10.5%)
18
(4.3%)
7
(1.7%)
39
(9.3%)
9
(2.1%)
421
(100.0%)
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
Liberal çizgide yayın yapan Hürriyet ve Sabah Gazetesi‘nin verileri
birbirinden farklılık göstermektedir.Hürriyet, göstericilere dayandırılan
haberlerin yüzde 48.8‘ini pozitif tonda sunarken, Sabah 27.8‘ini negative bir
tonla sunmaktadır. Benzer şekilde Hürriyet, iktidar ve hükümet kaynaklarına
ilişkin haberlerin yüzde 36.9‘unu negatif bir tonla kamuoyuna aktarırken,
Sabah yüzde 25‘ini pozitif bir tonla sunmaktadır. Öte yandan Hürriyet
Gazetesi‘nin Gezi Parkı Eylemleri‘nin tarafı olarak görülen göstericiler ile
iktidar ve hükümet kaynaklarına ait haberlerin sunumunda ―nötr‖ bir tutumu
yüksek oranlarda (%29.5 – iktidar/hükümet kaynakları ve %20.1
göstericiler) benimsemesi, gazetenin tarafsız/dengeli bir tutum izleyerek,
denge kurma çabasını göstermektedir.Sabah da ise böyle bir tutuma
rastlanmamaktadır.Bu veriler liberal çizgide olan iki gazete arasında
Hürriyet‘in denge çabasını, Sabah‘ın ise iktidar/hükümet kaynaklarının
yanında yer aldığını göstermektedir.
Tablo 5. Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi‟nin Kullandığı Haber Kaynağı
Dağılımı ve Sunumu
Gazete
Haberin Kaynağı
Yeni
Şafak
Göstericiler
Uluslararası Medya
Ulusal Medya
İstanbul Kent Yönetimi
Esnaf
Sosyal Medya
Gezi Parkı Komitesi
Yabancı Ülkelerden Gelen
Açıklamalar
Cumhurbaşkanı
İktidar – Hükümet
Kaynakları
Muhalefet Partileri
Güvenlik Güçleri
Sivil Toplum Örgütleri
Sanatçılar
Toplumdaki Çeşitli
Kesimler
Uluslararası Örgütler
Toplam
Gazete
Zaman
Haberin Kaynağı
Göstericiler
Uluslararası Medya
Ulusal Medya
İstanbul Kent Yönetimi
Esnaf
Negatif
Ton
107
(31.9%)
19
(5.7%)
4
(1.2%)
7
(2.1%)
5
(1.5%)
1
(0.3%)
16
(4.8%)
0
(0.0%)
2
(0.6%)
76
(22.7%)
10
(3.0%)
20
(6.0%)
16
(4.8%)
7
(2.1%)
34
(10.1%)
11
(3.3%)
335
(100.0%)
Negatif Ton
36
(22.6%)
3
(1.9%)
0
(0.0%)
8
(5.1%)
1
(0.6%)
Nötr Ton
Pozitif Ton
Toplam
30
(30.0%)
2
(2.0%)
1
(1.0%)
4
(3.0%)
0
(0.0%)
1
(1.0%)
1
(1.0%)
0
(0.0%)
1
(1.0%)
23
(23.0%)
10
(10.0%)
7
(7.0%)
3
(3.0%)
1
(1.0%)
14
(14.0%)
2
(2.0%)
100
(100.0%)
Nötr Ton
31
(25.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
7
(5.8%)
1
(0.8%)
14
(15.4%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
11
(12.1%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
2
(2.2%)
0
(0.0%)
5
(5.5%)
30
(33.0%)
2
(2.2%)
3
(3.3%)
2
(2.2%)
0
(0.0%)
13
(14.3%)
8
(8.8%)
91
(100.0%)
Pozitif Ton
9
(13.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
7
(10.1%)
0
(0.0%)
151
(28.7%)
21
(4.0%)
5
(1.2%)
22
(4.2%)
6
(1.1%)
2
(0.4%)
19
(3.6%)
0
(0.0%)
8
(1.5%)
129
(24.5%)
22
(4.2%)
30
(5.7%)
21
(4.0%)
8
(1.5%)
61
(11.6%)
21
(4.0%)
526
(100.0%)
Toplam
76 (21.8%)
3
(0.9%)
0
(0.0%)
22
(6.4%)
2
(0.6%)
209
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Sosyal Medya
Gezi Parkı Komitesi
Yabancı Ülkelerden Gelen
Açıklamalar
Cumhurbaşkanı
İktidar – Hükümet
Kaynakları
Muhalefet Partileri
Güvenlik Güçleri
Sivil Toplum Örgütleri
Sanatçılar
Toplumdaki Çeşitli
Kesimler
Uluslararası Örgütler
Toplam
1
(0.6%)
5
(3.1%)
0
(0.0%)
1
(0.6%)
46
(28.9%)
12
(7.5%)
17
(10.7%)
9
(5.7%)
1
(0.6%)
14
(8.8%)
4
(2.5%)
159
(100.0%)
0
(0.0%)
3
(2.5%)
1
(0.8%)
2
(1.7%)
38
(31.4%)
15
(12.4%)
6
(5.0%)
5
(4.1%)
2
(1.7%)
6
(5.0%)
3
(2.5%)
121
(100.0%)
0
(0.0%)
1
(1.4%)
0
(0.0%)
5
(7.2%)
28
(40.6%)
4
(5.8%)
1
(1.4%)
6
(8.7%)
3
(4.3%)
3
(4.3%)
2
(2.9%)
69
(100.0%)
1
(0.3%)
9
(2.6%)
1
(0.3%)
8
(2.3%)
112
(32.1%)
31
(8.9%)
24
(6.9%)
20
(5.7%)
6
(1.7%)
23
(6.6%)
9
(2.6%)
349
(100.0%)
İslamcı gelenekten gelen ve yayınlarını bu çerçevede devam ettiren
Yeni Şafak ve Zaman Gazeteleri‘nin Gezi Parkı Eylemleri‘ne yaklaşımları da
benzerdir.Yeni Şafak Gazetesiyüzde 31.9 oranında göstericilere ait haberleri
negatif bir tonda sunarken, iktidar ve hükümet kaynaklarına ait haberlerin
%33‘ünü pozitif bir tonda kamuoyuna aktarmaktadır.Zaman ise göstericilere
dayandırılan haberlerin yüzde 22.6‘sını negative, iktidar – hükümet
kaynaklarına dayandırılan haberlerin yüzde 40.6‘sını pozitif bir tonda
sunmuştur.Bu veriler ışığı altında Yeni Şafak ve Zaman Gazeteleri‘nin Gezi
Parkı Eylemleri‘ne ve eylemcilere negatif bir yaklaşım buna karşılık iktidar ve
hükümet kaynaklarının yanında bir tutum benimsediği söylenebilir.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, çalışma kapsamında ele
alınan gazetelerin tamamı yüksek sayılabilecek oranlarda göstericileri
haberleştirmelerine rağmen, haberi yapılandırmada resmi haber kaynaklarına
bağlılık göstermektedir. Bu verilerde dikkat çeken husus ise Yeni Şafak ve
Sözcü Gazeteleri‘nin savundukları fikir ve ideolojilerini destekleyecek haber
kaynakları yerine karşılarında konumlandırdıkları haber kaynaklarına daha
fazla ağırlık vermesidir. Dolayısıyla bu veriler, gazetelerin kendi savundukları
fikir ve ideolojinin karşısında konumlandırdıkları haber kaynaklarını
olumsuzlayarak, kendi düşünceleri çerçevesinde bir kamuoyu yaratmaya
çalıştıkları anlamına gelmektedir. Öte yandan çalışma kapsamında elde edilen
veriler doğrultusunda gazetelerin kendi düşünceleri doğrultusunda ideolojik
inşa sürecinde haberi araçsallaştırdıkları ve eylemin taraflarından (göstericiler
ve iktidar/hükümet kaynakları) destekledikleri tarafı yani ―biz‖I pozitif bir
tonda sunarken, karşılarında konumlandırdıkları ―onlar‖ı negatif bir tonda
yapılandırdıkları ve bu ayrışmanın çok net ve keskin olduğu verilerden
anlaşılmaktadır.
210
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
Haberin konusu
Çalışmanın bu kısmında Gezi Parkı Eylemi‘ne ilişkin haberlerin ele
alınan gazeteler tarafından hangi temalar çerçevesinde kamuoyuna iletildiği
değerlendirilmiştir.
Tablo 6. Cumhuriyet Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar
Gazete
Cumhuriyet
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
İktidarı Devirme Girişimi
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin
Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına
Alınan/Hayatını Kaybeden
Göstericiler
Ekonomi Üzerindek Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi
İktidar Kaynaklarının Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen
Komplo Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme Olan
Desteğine Tepki
Toplam
Gazete
Sözcü
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
Negatif
3
(0.6%)
93
(19.1%)
152
(31.3%)
0
(0.0%)
4
(0.8%)
1
(0.2%)
121
(25%)
49
(10.1%)
Nötr
0
(0.0%)
16
(15.5%)
12
(11.6%)
1
(1.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
4
(3.9%)
3
(2.9%)
Pozitif
3
(1.0%)
26
(8.8%)
2
(0.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
2
(0.7%)
2
(0.7%)
Toplam
6
(0.7%)
135
(15.3%)
166
(18.7%)
1
(0.1%)
4
(0.5%)
1
(0.1%)
127
(14.3%)
54
(5.5%)
11
(2.3%)
0
(0.0%)
2 (0.4%)
5
(4.9%)
13
(12.6%)
2 (2.9%)
7
(1.4%)
1
(0.2%)
16
(3.3%)
0
(0.0%)
4
(0.8%)
3
(0.6%)
5
(1.0%)
2
(0.4%)
10
(2.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
1
(0.2%)
485
(100.0%)
Negatif
3
(0.6%)
74
(15.6%)
110
(23.1%)
15
(14.5%)
1
(1.0%)
2
(1.9%)
0
(0.0%)
1
(1.0%)
1
(1.0%)
2
(2.0%)
12
(11.7%)
9
(8.8%)
1
(1.0%)
0
(0.0%)
1
(1.0%)
0
(0.0%)
2
(1.9%)
103
(100.0%)
Nötr
5
(5.6%)
8
(8.9%)
11
(12.3%)
1
(0.3%)
170
(56.9%)
20
(5.7%)
0
(0.0%)
1
(0.3%)
0
(0.0%)
10
(3.3%)
0
(0.0%)
4
(1.3%)
20
(6.7%)
17
(5.7%)
2
(0.7%)
19
(6.4%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
299
(100.0%)
Pozitif
4
(1.6%)
31
(12.4%)
13
(5.2%)
17
(1.9%)
183
(20.6%)
24
(2.7%)
22
(2.4%)
3
(0.3%)
18
(2.0%)
10
(1.1%)
5
(0.6%)
8
(0.9%)
27
(3.0%)
31
(3.5%)
21
(2.3%)
20
(2.3%)
0
(0.0%)
1
(0.1%)
0
(0.0%)
3
(0.3%)
887
(100.0%)
Toplam
12
(1.5%)
113
(13.9%)
134
(16.4%)
211
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
İktidarı Devirme Girişimi
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin
Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına Alınan/
Hayatını Kaybeden Göstericiler
Ekonomi Üzerindeki Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi
İktidar Kaynaklarının Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen
Komplo Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme Olan
Desteğine Tepki
Toplam
0
(0.0%)
0
(0.0%)
3
(0.6%)
135
(28.4%)
34
(7.2%)
18
(3.8%)
26
(5.5%)
1
(0.2%)
23
(4.8%)
2
(0.4%)
12
(2.5%)
5
(1.1%)
9
(1.9%)
2
(0.4%)
2
(0.4%)
3
(0.6%)
10
(2.1%)
0
(0.0%)
4
(0.8%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
476
(100.0%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
6
(6.7%)
3
(3.3%)
6
(6.7%)
12
(13.5%)
2
(2.2%)
13
(14.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
7
(7.9%)
1
(1.1%)
2
(2.2%)
3
(3.3%)
8
(9.0%)
0
(0.0%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
89
(100.0%)
0
(0.0%)
1
(0.4%)
1
(0.4%)
7
(2.8%)
2
(0.8%)
10
(4.0%)
152
(60.8%)
3
(1.2%)
4
(1.6%)
1
(0.4%)
0
(0.0%)
1
(0.4%)
2
(0.8%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
8
(3.2%)
5
(2.0%)
4
(1.6%)
1
(0.4%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
250
(100.0%)
1
(0.1%)
1
(0.1%)
4
(0.5%)
148
(18.1%)
39
(4.8%)
34
(4.2%)
190
(23.3%)
6
(0.7%)
40
(4.9%)
3
(0.4%)
12
(1.5%)
6
(0.7%)
18
(2.2%)
3
(0.4%)
4
(0.5%)
14
(1.7%)
23
(2.8%)
4
(0.5%)
6
(0.7%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
815
(100.0%)
Cumhuriyet ve Sözcü Gazetesi, Gezi Parkı Eylemleri‘ne ilişkin ağırlıklı
olarak, eylemleri destekleyen haberlere (Cumhuriyet %20.6, Sözcü %23.3)
yer vermiştir. Cumhuriyet yüzde 18.7 oranında güvenlik güçleri ile göstericiler
arasındaki çatışmayı, yüzde 15.3 oranında özgürlük ve demokrasi talebini,
yüzde 14.3 oranında da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve
eylemlerini eleştiren haberlerle Gezi Parkı Eylemleri‘ni kamuoyuna aktarırken,
Sözcü yüzde 18.1 oranında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve
politikalarını eleştiren, yüzde 16.4 oranıyla güvenlik güçleri ile eylemciler
arasındaki çatışmayı, yüzde 13.9 oranıyla da Gezi Parkı Eylemcileri‘nin
özgürlük ve demokrasi taleplerini haberleştirmiştir. Gazetelerin öne çıkardığı
bu temalar çerçevesinde bir değerlendirme yapıldığında her iki gazete de
eylemleri
özellikle
iktidara
karşı
bir
hareket
olmasından
dolayı
desteklemektedir.İktidarın baskıcı politikaları nedeniyle eylemcilerin özgürlük
ve demokrasi taleplerini dile getirdikleri vurgusu her iki gazetede de
mevcuttur. Bu çerçvede hem Cumhuriyet hem Sözcü için eylemlerin
kitleşelleşmesinin nedeni olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘n
212
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
özgürlükleri ve demokrasiyi kısıtlayıcı söylem ve politikalarıyla güvenlik
güçlerinin orantısız müdahalesi gösterilmektedir.
Tablo 7. Hürriyet ve Sabah Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar
Gazete
Hürriyet
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
İktidarı Devirme Girişimi
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin
Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına Alınan/Hayatını
Kaybeden Göstericiler
Ekonomi Üzerindeki Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi
İktidar Kaynaklarının Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo
Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme Olan
Desteğine Tepki
Toplam
Gazete
Sabah
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
İktidarı Devirme Girişimi
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Negatif
1
(0.5%)
45
(21%)
64
(29.8%)
2
(0.9%)
1
(0.5%)
1
(0.5%)
44
(20.5%)
21
(9.8%)
9
(4.2%)
3
(1.4%)
0
(0.0%)
11
(5.2%)
1
(0.5%)
0
(0.0%)
1
(0.5%)
2
(0.9%)
1
(0.5%)
0
(0.0%)
2
(0.9%)
2
(0.9%)
0
(0.0%)
1
(0.5%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
2
(0.9%)
214
(100.0%)
Negatif
0
(0.0%)
7
(3.9%)
37
(20.5%)
34
(18.9%)
8
(4.4%)
8
(4.4%)
Nötr
3
(1.3%)
35
(14.9%)
27
(11.6%)
1
(0.4%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
16
(6.8%)
17
(7.3%)
9
(3.8%)
43
(18.4%)
7
(3.0%)
19
(8.1%)
2
(0.9%)
2
(0.9%)
3
(1.3%)
3
(1.3%)
3
(1.3%)
5
(2.1%)
24
(10.3%)
8
(2.4%)
2
(0.9%)
1
(0.4%)
1
(0.4%)
0
(0.0%)
2
(0.9%)
234
(100.0%)
Nötr
4
(2.5%)
15
(13.2%)
10
(6.2%)
1
(0.6%)
1
(0.6%)
0
(0.0%)
Pozitif
6
(5.0%)
22
(18.3%)
2
(1.7)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
2
(1.7%)
1
(0.8%)
47
(38.8%)
10
(8.3%)
1
(0.8%)
1
(0.8%)
0
(0.0%)
1
(0.8%)
0
(0.0%)
1
(0.8%)
0
(0.0%)
16
(13.2%)
3
(2.5%)
8
(6.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
121
(100.0%)
Pozitif
0
(0.0%)
10
(12.6%)
1
(1.5%)
1
(1.3%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
Toplam
10
(1.8%)
102
(17.9%)
93
(16.4%)
3
(0.6%)
1
(0.2%)
1
(0.2%)
60
(10.5%)
40
(7.0%)
19
(3.3%)
93
(16.4%)
15
(3.0%)
31
(5.5%)
4
(0.7%)
2
(0.4%)
5
(0.9%)
5
(0.9%)
5
(0.9%)
5
(0.9%)
42
(7.4%)
13
(2.3%)
10
(1.8%)
2
(0.4%)
1
(0.2%)
0
(0.0%)
4
(0.7%)
569
(100.0%)
Toplam
4
(1.0%)
32
(7.6%)
48
(11.4%)
36
(8.5%)
9
(2.1%)
8
(1.9%)
213
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin
Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına Alınan/ Hayatını
Kaybeden Göstericiler
Ekonomi Üzerindeki Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi
İktidar Kaynaklarının Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo
Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme Olan
Desteğine Tepki
Toplam
2
(1.1%)
9
(5.0%)
18
(10.0%)
8
(4.4%)
1
(0.6%)
5
(2.8%)
1
(0.6%)
6
(3.3%)
0 (0.0%)
3
(1.7%)
2
(1.1%)
2
(1.1%)
2
(1.1%)
6
(3.4%)
5
(2.8%)
0
(0.0%)
3
(1.7%)
5
(2.8%)
14
(7.8%)
180
(100.0%)
9
(5.6%)
12
(3.0%)
3
(1.9%)
25
(15.5%)
1
(0.6%)
12
(7.4%)
4
(2.5%)
2
(1.2%)
1 (0.6%)
7
(4.3%)
3
(1.9%)
5
(3.1%)
15
(9.3%)
9
(5.6%)
4
(2.5%)
0
(0.0%)
4
(2.5%)
2
(1.2%)
1
(0.6%)
161
(100.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
10
(12.5%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
4
(5.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0 (0.0%)
8
(10.0%)
6
(7.5%)
0
(0.0%)
19
(23.8%)
12
(15.0%)
3
(3.8%)
0
(0.0%)
1
(1.3%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
80
(100.0%)
11
(2.6%)
21
(5.0%)
31
(7.4%)
33
(7.8%)
2
(0.5%)
21
(5.1%)
5
(1.2%)
8
(1.9%)
1 (0.2%)
18
(4.3%)
11
(2.6%)
7
(1.7%)
36
(8.6%)
27
(6.5%)
12
(2.9%)
0
(0.0%)
8
(1.9%)
7
(1.7%)
15
(3.5%)
421
(100.0%)
Hürriyet Gazetesi‘nin en çok vurguladığı temayı yüzde 17.9 oranıyla
özgürlük ve demokrasi talebi oluşturmaktadır. Güvenlik güçleri ile göstericiler
arasındaki çatışma ile Gezi Parkı Eylemleri‘ni destekleyen haberlerin oranı
yüzde 16.4 iken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve eylemlerini
eleştiren haberlerin oranı ise yüzde 10.5 şeklindedir. Sabah Gazetesi‘nin ise
öne çıkardığı temanın başında çatışma gelmektedir.Gazetenin Gezi Parkı
Eylemleri‘ni yüzde 11.4 oranıyla güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki
çatışma olarak kamuoyuna sunduğu görülmektedir.Yüzde 8.6 oranıyla
sağduyu ve uzlaşma çağrısını içeren haberlere yer veren gazete, yüzde 8.5 ile
iktidarı devirme girişimi değerlendirmesini yapmaktadır.Eylemleri destekleyen
gazetelerin ön plana çıkardığı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve
politikalarını eleştirme oranı Sabah Gazetesi‘nde yüzde 2.6 oranındadır.Bu
çerçevede Hürriyet Gazetesi eylemlerin özgürlük ve demokrasi talebiyle
ortaya
çıktığını
vurgularken,
eylemcileri
güvenlik
güçlerinin
aşırı
müdahalesine karşı desteklemekte ve olayların büyümesini de bir anlamda
güvenlik güçlerinin müdahalesine bağlamaktadır.Öte yandan gazete
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını eleştirmesine
rağmen bu temayı diğerlerine göre daha fazla ön plana çıkarmaması
nedeniyle
eylemin
gerekçesi
olarak
göstermediğini
söylemek
mümkündür.Sabah Gazetesi eylemlerin kitleselleşmesinigüvenlik güçlerinin
214
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
müdahalesine bağlamakta ve bu çerçevede eylemleri iktidar ve eylemciler
arasında değil de güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışma olarak
sunmaktadır.Bu çerçevede uzlaşma ve sağduyu çağrısı yapan gazete,
eylemlerin iktidarı devirme girişimi olarak da değerlendirilebileceği
vurgusuyla, Gezi Parkı Eylemleri‘ni desteklemediğini ortaya koymaktadır.
Tablo 8. Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar
Gazete
Yeni
Şafak
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
İktidarı Devirme Girişimi
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Başbakan‟ın Söylem ve
Eylemlerinin Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına Alınan/
Hayatını Kaybeden Göstericiler
Ekonomi Üzerindeki Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani
İlgi
İktidar Kaynaklarının
Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme
İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi
Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen
Komplo Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme
Olan Desteğine Tepki
Toplam
Gazete
Zaman
Haber Teması
Yeşili Koruma
Özgürlük/Demokrasi Talebi
Güvenlik Güçleri ile Göstericiler
Arasındaki Çatışma
İktidarı Devirme Girişimi
Negatif
0
(0.0%)
3
(0.9%)
61
(18.2%)
78
(23.3%)
28 (8.4%)
17
(5.1%)
0
(0.0%)
5
(1.5%)
18
(5.4%)
29
(8.7%)
8
(2.4%)
9
(2.7%)
1
(0.3%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
23
(6.9%)
5
(1.5%)
9
(2.7%)
1
(0.3%)
6
(1.8%)
9
(2.7%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
7
(2.1%)
17
(5.1%)
335
(100.0%)
Negatif
3
(1.9%)
14
(8.8%)
50
(31.4%)
13
(8.2%)
Nötr
0
(0.0%)
11
(3.8%)
7
(7.0%)
10
(10.0%)
2 (2.0%)
2
(2.0%)
5
(5.0%)
7
(7.0%)
5
(5.0%)
12
(12.0%)
3
(3.0%)
1
(1.0%)
0
(0.0%)
1
(1.0%)
1
(1.0%)
3
(3.0%)
0
(0.0%)
4
(4.0%)
10
(10.0%)
4
(4.0%)
4
(4.0%)
0
(0.0%)
5
(5.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
100
(100.0%)
Nötr
3
(2.5%)
25
(20.7%)
16
(13.3%)
4
(3.3%)
Pozitif
0
(0.0%)
15
(16.5%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
0 (0.0%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
3
(3.3%)
9
(9.9%)
2
(2.2%)
2
(2.2%)
3
(3.3%)
1
(1.1%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
14
(14.4%)
1
(1.1%)
1
(1.1%)
18
(19.8%)
12
(13.2%)
2
(2.2%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
91
(100.0%)
Pozitif
7
(10.1%)
6
(8.6%)
1
(1.4%)
1
(1.4%)
Toplam
0
(0.0%)
29
(5.5%)
69
(13.2%)
88
(16.7%)
30 (5.7%)
20
(3.8%)
5
(1.0%)
15
(2.9%)
32
(6.1%)
43
(8.2%)
13
(2.5%)
13
(2.5%)
2
(0.4%)
1
(0.2%)
1
(0.2%)
40
(7.6%)
6
(1.1%)
14
(2.7%)
29
(5.5%)
22
(4.2%)
15
(2.9%)
0
(0.0%)
5
(1.0%)
7
(1.3%)
17
(3.2%)
526
(100.0%)
Toplam
13
(3.7%)
45
(13.0%)
67
(19.3%)
18
(5.2%)
215
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Dış Güçlerin Komplosu
Faiz Lobisi
Başbakan‟ın Söylem ve
Eylemlerinin Eleştirilmesi
Tutuklanan/Gözaltına
Alınan/Hayatını Kaybeden
Göstericiler
Ekonomi Üzerindeki Etki
Gezi Olaylarına Destek
Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani
İlgi
İktidar Kaynaklarının
Açıklamaları
Muhalefetin Açıklamaları
Ulusal Medyanın Eylemlere
Duyarsızlığı
Uluslararası Medyanın Eyleme
İlgisi
Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın
Çoğunluğa Tahakkümü
Yabancı Ülkelerin Açıklamaları
Sosyal Medya
Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı
İktidar-Eylemciler Arasındaki
Görüşmeler
Eylemcilerin Profili
Provokatörlerin Eylemi
Karalaması
Muhalefet Boşluğu
Terörün Bitmesini İstemeyen
Komplo Çevreleri
Yabancı Kaynakların Eyleme
Olan Desteğine Tepki
Toplam
4
(2.5%)
1
(0.6%)
14
(8.8%)
10
(6.3%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
6
(5.0%)
8
(6.7%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
1
(1.4%)
4
(1.1%)
1
(0.3%)
20
(5.7%)
19
(5.4%)
14
(8.8%)
3
(1.9%)
2
(1.2%)
8
(5.0%)
1 (0.6%)
0
(0.0%)
1
(0.6%)
5
(3.1%)
1
(0.6%)
3
(1.9%)
3
(1.9%)
3
(1.9%)
1
(0.6%)
1
(0.6%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
4
(2.5%)
159
(100.0%)
2
(1.7%)
4
(3.3%)
3
(2.5%)
8
(6.7%)
2 (1.7%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
3
(1.5%)
1
(0.8%)
1
(0.8%)
20
(16.5%)
8
(6.7%)
3
(2.5%)
1
(0.8%)
2
(1.7%)
0
(0.0%)
1
(0.8%)
121
(100.0%)
2
(2.9%)
1
(1.4%)
5
(7.2%)
6
(8.7%)
0 (0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
24
(34.8%)
11
15.9%)
4
(5.8%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
0
(0.0%)
69
(100.0%)
18
(5.2%)
8
(2.3%)
11
(2.9%)
22
(6.3%)
3 (0.9%)
0
(0.0%)
1
(0.3%)
8
(2.3%)
2
(0.6%)
4
(1.1%)
47
(13.5%)
22
(6.4%)
8
(2.3%)
2
(0.6%)
2
(0.6%)
0
(0.0%)
5
(1.4%)
349
(100.0%)
Yeni Şafak Gazetesi‘nin öne çıkardığı temaların başında yüzde 16.7
oranıyla iktidarı/hükümeti devirme girişimi gelmektedir. Yüzde 13.2 oranıyla
güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışmayı haberleştiren gazete,
yüzde 8.2 oranıyla Gezi Parkı Eylemleri‘ne verilen desteği eleştirmektedir.
Yeni Şafak Gazetesi yüzde 7.6 oranıyla Gezi Parkı Eylemleri‘ni azınlığın
çoğunluğa tahakkümü olarak değerlendirirken, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan‘ın söylem ve politikalarının eleştirisine ise yüzde 1.0 oranında yer
vermektedir. Zaman Gazetesi Gezi Parkı Eylemleri‘ni en yüksek oranda
güvenlik güçleri ile eylemciler arasında geçen çatışma (%19.3) olarak
haberleştirmiştir. Sağduyu ve uzlaşma çağrısını da yüzde 13.5 oranında
haberlerinde yer veren gazete, eylemleri özgürlük ve demokrasi talebini öne
çıkarak (%13.0) vermeyi tercih etmiştir. Zaman Gazetesi haberlerinde yüzde
5.7 oranında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını
eleştirirken, haberlerinde eylemleri iktidarı/hükümeti devirme girişimi
değerlendirmesi yüzde 5.2 oranındadır.Bu veriler ışığında Yeni Şafak Gazetesi
Gezi Parkı Eylemleri‘ni iktidarı/hükümeti devirme girişimi olarak görmekte ve
güvenlik güçlerinin eylemlere karşı yaptığı sert müdahaleyi eleştirmesine
216
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
rağmen eylemleri azınlığın çoğunluğa tahakkümü şeklinde kamuoyuna
aktarmaktadır. Bu çerçevede gazete eylemlere ilişkin iktidar/hükümet
politikalarını ve argümanlarını desteklemektedir. Zaman Gazetesi eylemlerin
kitleselleşmesini
güvenlik
güçlerinin
orantısız
müdahalesine
dayandırmaktadır. Eylemlerin her iki tarafında sağduyu ve uzlaşma çağrısı
yapan gazetenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını
(o dönemde hükümetin politikalarını desteklediği düşünülen ve bu çerçevede
araştırmaya
dahil
edilen)
iktidar/hükümet
kaynaklarını
destekleme
tutumunun aksine yüksek bir oranda çıkması günümüzde gerçekleşen cemaat
– iktidar çatışmasının bir habercisi olarak da görmek mümkündür.
Sonuç ve Değerlendirme
27 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul‘da Gezi Parkı‘nın yıkımına karşı
başlayan, ve çok sayıda insanın katıldığı 4 Gezi Parkı Eylemleri, toplumun
geniş kesimleri tarafından dile getirilen ancak siyasal iktidarın gözardı ettiği
taleplerin birikimi sonucunda kitlesel bir eyleme dönüşmüştür. AKP iktidarının
özellikle 2011 seçimlerinden sonra uygulamaya soktuğu politikalar; ifade
özgürlüğünün kısıtlanması, alkole ilişkin yasal düzenlemeler ve kadınlara
getirilen kürtaj yasağı gibi uygulamalar Gezi Parkı Eylemleri‘ni tetikleyen
temel yurttaşlık ve özgürlük alanlarına ilişkin taleplerdir.
Gezi Parkı Eylemleri‘nin yazılı basında nasıl sunulduğu ve basının
eylemlerin doğasında bulunan kutuplaşma eksenlerinin yansımalarının
çözümlenmeye çalışıldığı bu çalışmada, 27 Mayıs 2013 ve 30 Haziran 2013
tarihleri arasında 6 gazete (Cumhuriyet, Hürriyet, Zaman, Sabah, Sözcü, Yeni
Şafak) haber üretim süreci kriterleri bağlamında analiz edilmiştir. Gezi Parkı
Eylemleri‘ne ilişkin haberler üzerinden yapılan çalışma sonucunda medyada
kutuplaşma ekseninin, iktidar / hükümet yanlısı (AKP yanlısı) ve iktidar /
hükümet karşıtı (AKP karşıtı) şeklinde oluştuğunu göstermektedir.Bu
çerçevede AKP yanlısı ve AKP karşıtı olarak kendilerini konumlandıran
gazeteler, Gezi Parkı Eylemleri üzerinden öngörülebilir tutumlar almakta ve
alınan bu tutumlar da bu eksen üzerindenkutuplaşmış bir siyasal yapıya işaret
etmektedir.
Eylemi destekleyen (AKP‘ye karşı) gazeteler (Cumhuriyet,
Sözcü) eylemleri hükümetin 11 yıldır uyguladığı kalkınma temelli neoliberal
politikalara bir itiraz olarak okurken, eylemi desteklemeyen (AKP yanlısı)
gazeteler (Yeni Şafak, Zaman, Sabah) eylemlerin Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan‘ı hedef alan, iktidarı düşürme niyeti olan ve Türkiye‘nin kalkınmasını
ve gelişmesini istemeyen iç ve dış güçlerin komplo teorisiyle okumaktadır.
Dolayısıyla Gezi Parkı Eylemleri üzerinden gazetelerin tarafsızlığını yitirdiğini,
eylemlerin nedenlerini ve amacını değerlendirme yerine, benimsenen
pozisyona göre önyargılı oldukları ve eylemlere ilişkin değerlendirme ve
haberlerin de bu önyargı ve pozisyondan kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
4
İçişleri Bakanlığı‘nın açıkladığı rakamlara göre; Gezi Parkı Eylemleri‘ne 79 ilde, 2.5
milyon insan katıldı (Radikal, 23.06.2013).
217
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Bu veriler ışığında çalışma kapsamında ele alınan gzaeteler, Gezi
Parkı Eylemleri‘ni, AKP karşıtı ve AKP yanlısı şeklinde aldıkları pozisyonları
çerçevesinde siyaset oluşturmanın bir yolu olarak araçsallaştırmaktadır.
Başka bir ifadeyle gazeteler üzerinden yapılan bu çözümlemede her gazete
Gezi Parkı Eylemleri‘nin ortaya çıkış nedenlerini, sorunun boyutlarına ilişkin
kamuoyunu bilgilendirmek yerine aldıkları tutumlar çerçevesinde eylemleri
kendi düşüncelerine hizmet etmesi amacıyla kullanmaktadır.Bu çerçevede
gazetelerin sahip oldukları tutumlar doğrultusunda (AKP yanlısı / AKP karşıtı)
―biz‖ iyi taraf olarak konumlandırılmakta ve pozitif nitelendirmelerle yer
verilmekte, ―onlar‖ ise kötü taraf olarak sunulmakta ve negatif temsil
edilmektedir. Böylece iktidar/hükümet yanlısı (AKP yanlısı) ve iktidar/
hükümet karşıtı (AKP karşıtı) söylem Gezi Parkı Eylemleri üzerindenbasında
yeniden üretilmekte ve gazeteler tarafından Gezi Parkı Eylemleri‘ni
desteklemek,AKP karşıtı gazeteler tarafından demokrasi mücadelesi ve AKP
yanlısı gazeteler tarafından da iktidarı devirme girişimiile Türkiye‘nin
kalkınmasını istemeyen güçlerbağlamına yerleştirilmektedir.
Halk adına iktidarları, hükümetleri denetleme görevi demokratik
toplumlarda basının en önemli görevi olmasına rağmen, Gezi Parkı Eylemleri
üzerinden medya kuruluşlarının iktidar/hükümet güçleriyle sorunlu bir ilişki
içinde
oldukları
gözlemlenmektedir.İktidarın/hükümetin
politikalarını
benimsemeyen ve karşı bir tutum benimseyen yayın kuruluşları toptancı bir
şekilde her şeye karşıyken, iktidarın/hükümetin politikalarını benimseyen ve
onu destekleyen yayın kuruluşları ise sanki iktidarın bir yayın organıymış gibi
bir yayıncılık anlayışıbenimsemektedirler. İnal‘ın (2005:71) da belirttiği gibi
piyasada kar elde etmeyi hedefleyen şirketler olarak örgütlenen kitle iletişim
araçlarının iktidar/hükmet kaynaklarıyla ilişkileri, belirli bir parti veya siyasal
gücü desteklemenin ötesine geçen, bu uğurda bütün siyasal, ekonomik,
toplumsal yapı ve iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkan eşitsizlikleri sorgulama
dışı bırakan bir tavır halini almıştır.
Bu durum hem gazetelerle
iktidar/hükümet kaynakları arasındaki ilişkiyi sorunlu kılarken, hem de
okuyucularla gazeteler arasında da sorunlu bir ilişkinin oluşmasına neden
olmaktadır.
Halbuki, Türkiye‘de katılım ve süre açısında değerlendirildiğinde etkili
bir toplumsal hareketin kamuoyu tarafından tüm boyutlarıyla anlaşılması,
nedenleri ve sonuçlarıyla tartışılması bir ülkede adaletsizliklerin giderilmesine
doğrudan ya da dolaylı olarak katkı sağlayabileceği gibi demokratikleşmesine
de katkıları büyük olacaktır.Bu katkının olabilmesi toplumsal hareketlerin
kamuoyu tarafından doğru anlaşılmasına bağlıdır.Dolayısıyla bir toplumsal
hareketin kamuoyunda doğru anlaşılması medya dolayımıyla nasıl
sunulduğuyla doğrudan bağlantılıdır.Bu nedenledir ki yazılı medyanın Gezi
Parkı Eylemleri‘ni kendi ideolojik tutumları çerçevesinde bir araç olarak
kullanmaları, eylemin demokratikleşmeye sağlayacağı katkısı üzerinde
olumsuz bir etki yaratmaktadır.
Basının en temel görevi olan ve yurttaşların da en temel insan
haklarından biri olan haber alma ve bilgi edinme hakkı çerçevesinde,
218
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
gazetelerin ―hak odaklı‖ bir gazetecilik anlayışını benimsemesi gerekmektedir.
Basın kuruluşlarının gazetecilik meslek ilkeleri ve etiği doğrultusunda kamuyu
haberdar etme görevlerini, sorunun bir parçası olma yerine çözümün bir
parçası olmak için yerine getirmesi gerekmektedir.Öte yandan bu görev basın
kuruluşları tarafından evrensel insan haklarına saygı, temel yurttaşlık ve
özgürlükler
çerçevesinde
demokrasinin
güçlendirilmesi
amacıyla
gerçekleştirilmelidir. Sorgulayan, soruşturan, şüphe duyan ve sürece
odaklanan bir habercilik anlayışının benimsenmesi ve bunun yanında resmi
haber kaynaklarına bağlı kalınarak oluşturulan haberler yerine sıradan
insanların sorunlarına eğilen, hak ihlallerini görmezden gelmeyen ve onları
haber kaynağı haline getiren bir habercilik anlayışının yaygınlaşması
sağlanmalıdır.
Kaynaklar
Adams, W. C. – Salzman, S. – Vantine, W. vd. (1985). ―The Power of the Right Stuff: A
Quasi-experimental Field Test of the Docudrama Hypothesis‖, Public Opinion
Quarterly, 49(3), 330-339.
Ağırdır, B. (2010). Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma KONDA
Kutuplaşmanın Fotoğrafı, Konda Araştırma ve Danışmanlık, İstanbul.
Verileriyle
Akca, E. B. (2009). ―İdeoloji Dil Söylem ve Anlam İlişkisi: Medyada Anlamın Toplumsal
İnşası‖, Medyada Gerçekliğin İnşası Türk Medya Söylemine Eleştirel Bir Bakış,
Ed. İsmet Parlak, Çizgi Kitabevi: Konya, ss. 77 – 107.
Akgün, B. (2007). Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven,
Nobel Yayın Dağıtım: İstanbul.
Ball-Rokeach, S. J., Grube, J. W.- Rokeach, M. (1981). ‗‗Roots: The NextGeneration‘‘—
Who watched and with what effect?‖,Public Opinion Quarterly, 45, 58–68.
Berelson, B. (1952). Content Analysis in Communication Research, The Free Press,
Glencoe: Illinois.
Bimber, B. – Davis, R. (2003).Campaigning online: The Internet in U.S. elections,New
York:Oxford University Press.
Bilgiç, M. S. – Koydemir, F.S. – Akyürek, S. (2014). ―Türkiye‘de Kimlikler Arası
Kutuplaşmanın Sosyal Mesafe Üzerinden Ölçümü ve Toplumsal Güvenliğe
Etkisi‖, Bilge Strateji, C.6, S.11, ss. 163 – 205.
Campante, F. R. – Hojman, D. A. (2013). ―Media and Polarization Evidence from the
Introduction of Broadcast TV in the United States‖, Journal of Public Economics,
100, ss. 79 – 92.
Çağlar, İ. – Memmi, M. A. (2014). Türkiye Medyası ve Kutuplaşma: TEOG Örneği, SETA
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2014.
219
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Çarkoğlu, A. –Hinich, M. J. (2006). ―A Spatial Analysis of Turkish Party Preferences‖,
Eloctoral Studies, 25, ss. 369 - 392.
Dağtaş, B. – Bilgiler, L. (2014). ―AKP – CHP Polemik Haberlerini Merkez – Çevre
Çatışması Teziyle Okumak‖, Global Media Journal: TR Edition, 5 (8), ss. 48 – 74.
Dalton, R. J. (2006). ―Social Modernization and the End of Ideology Debate: Patterns of
Ideological Polarization,‖ Japanese Journal of Political Science, Vol.7 No.1, ss. 122.
Dixit, A.K. – Weibull, J.W. (2007). ―Political Polarization‖, PNAS, Vol.104, No.18, ss.
7351 – 7356.
Doğan, M. G. (2014). ―Bir Toplumsal Hareket Olarak Gezi Direnişi: Sürekli Olanı
Aramak‖, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, C. 12, S. 48, ss.89 – 109.
Druckman, J. N. –Parkin, M. (2005). ―The impact of media bias: How editorial slant
affectsvoters‖, Journal of Politics, 67, 1030–1049.
Eilders, C. (2002). ―Conflict and Consonance in Media Opinion: Political Positions of
Five German Quality NewsPapers‖, European Journal of Communication, Vol.
17(1), Sage Publications: London, Thousand Oaks, CA, New Delhi, ss. 25 – 63.
Epstein, D. – Graham, J. D. (2007). Polarized Politics and Policy Consequences, Santa
Monica: RAND Corporation.
Esteban, J. – Schneider, G. (2008). ―Polarization and Conflict: Theoretical and
Empirical Issues‖, Journal of Peace Research, Vol.45, ss. 131 – 141.
Fiorina, M. P. – Abrams, S. J. (2008). ―Political Polarization in the American Public‖,
Annual Review of Political Science, Vol.11, ss. 563 – 588.
Fireman, B., Gamson, W. A., Rytina, S. –Taylor, B. (1977). ―Encounterts With Unjust
Authority‖, Ed. Louis Kriesberg, Social Movements, Conflicts and Change, Vol.
II, JAI Press.
Gitlin, T. (2003). The Whole World Is Watching Mass Media in The Making & Unmaking
of the New Left, California: University of California Press / Berkeley and Los
Angeles.
Gönenç, L. (2006). ―2000‘li Yıllarda Merkez-Çevre İlişkilerini Yeniden Düşünmek‖,
Toplum ve Bilim, 105, ss. 129-154.
Gülener, S. (2007). ―Türk Siyaseti‘nde Merkez – Çevre İlişkilerinin Seyri ve 27 Mayıs
1960 Darbesi‖, Bilgi, 14, ss. 36 – 66.
İnal, A. (1996) Haberi Okumak, İstanbul: Temuçin Yayınları.
İnal, A. (2005). ―Medyanın ―Etkisi‖ Sorunsalına Başka Bir Bakış‖, Medya ve Toplum,
Der. Sevda Alankuş, IPS İletişim Vakfı Yayınları: İstanbul, ss. 65 – 80.
Jonas, E., Schulz-Hardt, S. –Frey, D. (2005).―Giving advice or making decisions in
someone else‘splace: The influence of impression, defense, and accuracy
220
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
motivation on the search for newinformation‖, Personality and Social Psychology
Bulletin, 31(7), ss. 977–990.
Jones, D. R. – College, B. (2001). ―Party Polarization and Legislative Gridlock‖, Political
Research Quarterly, Vol. 54, No.1, ss. 125 - 141.
Jones, D. A. (2002). ―The polarizing effect of new media messages‖,International
Journal ofPublic Opinion Research, 14, 158–174.
Keyder, Ç. (2013). ―Yeni Orta Sınıf‖, Bilim Akademisi
www.bilimakademisi.org, Erişim Tarihi:31.12.2015.
Derneği,
34-179/148,
Keyman, F. (2008). ―Türkiye‘nin İyi ve Adaletli Yönetimi ve Sosyal Demokrasi‖, Toplum
ve Demokrasi, 2 (2), ss. 1 – 13.
KIinder, D. R. (2003).―Communication and politics in the age of information‖, D. O.
Sears, L. Huddy - R. Jervis (Eds.), Oxford handbook of political psychology,
Oxford: Oxford University Press, ss. 357–393.
Kiriş, H. M. (2011). ―Parti Sisteminde Kutuplaşma ve Türk Parti Sistemi Örneği, Amme
İdaresi Dergisi, C.44, S.4, ss. 33 – 67.
Klapper, J. T. (1960). The effects of mass communication, Glencoe: The Free Press.
KONDA (2013). ―Gezi Raporu Toplumun ‗Gezi Parkı Olayları‘ Algısı Gezi Parkındakiler
Kimlerdi?‖
Krippendorff, K. (2004). Content Analysis An Introduction to Its Methodology,
Thousand Oaks: Sage Publications.
Kyoung, A., S. –Gower, K.K. (2009).―How do the News Media Frame Crises? A Content
Analysis or Crisis News Coverage‖, Public Reletions Review 35, ss. 107 – 112.
Lavine, H., Borgida, E. – Sullivan, J. L. (2000).―On the relationship between
attitudeinvolvement and attitude accessibility: Toward a cognitive-motivational
model ofpolitical information processing‖, Political Psychology, 21, 81–106.
Mardin, Ş. (1990). ―Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre
İlişkileri‖, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler 1, Der. Mümtaz‘er Türköne –
Tuncay Önder, İletişim Yayınları:İstanbul.
Mc Carty, N. – Poole, K.T. – Rosenthal, H. (2006). Polarized America The Dance of
İdeology and Unequal Riches, Cambridge, Massachusetts, London: The MIT
Press.
Mendelsohn, M. – Nadeau, R. (1996). ―The magnification and minimization of
socialcleavages by the broadcast and narrowcast news media‖, International
Journal of PublicOpinion Research, 8, 374–390.
Neuendorf, K. A. (2002). The Content Analysis Guidebook, Sage Publications:
Thousand Oaks.
Nişancı, E. (2002).―Neo-Patrimonyalizm ve Türk Siyasal Modernleşmesi‖, Doğuş
Üniversitesi Derggisi, (5), ss. 123 – 139.
221
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
Ökten, A. N. – Kurtarır, E. – Çekiç, T. İ. (2013). ―Katılımın Yokluğunda Gezi‘de Direniş‖,
Planlama, 23 (1), ss. 45 – 51.
Özbudun, E. (1995). ―Türkiye‘de Devlet Seçkinleri ve Demokratik Siyasal Kültür‖,
Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Türk Demokrasi Vakfı:1995.
Özen, H. – Avcı, Ö. (2013). ―Her Yer Taksim Her Yer Direniş: Kentsel Bir Hareketin
Ulusal Yayılımı‖, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, C.3, S.1-2, ss. 31-45.
Page, B. I. (1996). ―The Mass Media as Political Actors‖, Political Science& Politics, V.
29, No.1, ss. 20 – 24.
Paletz, D. L., Koon, J., Whitehead, E. –Hagens, R. B. (1972). ―Selective exposure:
Thepotential boomerang effect‖,Journal of Communication, 22, 48–53.
Sani, G. – Sartori, G. (1983). ―Polarization, Fragmentation and Competition in Western
Democracies‖, Ed. H. Daalder and P. Mair, Western European Party Systems:
Contunuity and Change, Sage Publications, ss. 307 – 340.
Scheufele, B. (2004). ―Framing Effects Approach: A Theoretical and Methodological
Critique‖, Communications, 29, 2004, ss.401 – 428.
Semetko, H.A. –Valkenburg, P.M. (2000). ―Framing Europesan Politics: A Content
Analysis of Press and Television News‖, Journal of Communication, Spring, ss.
93 – 109.
Shils, E. (1961). ―Centre and Periphery‖, The Logic of Personal Konowledge: Essays
Presented to Michael Polanyi, Routledge & Kegan Paul, ss. 117 – 130.
Shoemaker, P. – Reese, S. D. (1997). ―İdeolojinin Medya İçeriği Üzerindeki Etkisi,
Medya Kültür Siyaset‖, Der. ve Çev. Süleyman İrvan, Ark Yayınları: Ankara, ss.
99 – 137.
Stromer-Galley J. (2003).―Diversity of political conversation on the Internet: Users‘
perspectives‖, Journal of Computer-Mediated Communication, 8(3).
Stroud, N. J. (2007). ―Media effects, selective exposure, and Fahrenheit 9/11‖,
PoliticalCommunication, 24, 415–432.
Stroud, N. J. (2008)."Media use and political predispositions: Revisiting the concept of
selective exposure." Political Behavior 30.3, ss. 341-366.
Stroud, N. J. (2010). ―Polarization and Partisan Selective Exposure‖, Journal of
Communication, 60, ss. 556 – 576.
Taber, C. S. –Lodge, M. (2006).―Motivated skepticism in the evaluation of political
beliefs‖, American Journal of Political Science, 50, 755–769.
Testa,
C.
(2010).Party
Polarization
and
HollowayUniversity of London, ss.1-35.
Electoral
Accountabilility,
Royal
Tuncel, G. – Gündoğmuş, B. (2012). ―Türkiye Siyasetinde Merkez-Çevrenin Dönüşümü
ve Geleneksel Merkezin Konumlanma Sorunu‖, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, 14/3, ss. 137 – 158.
222
Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“
TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu). (2012). Milletvekili Genel Seçimi İl ve İlçe Sonuçları:
2011, 2007, 2002, 1999, 1995, 1991, Yayın No: 3686: Ankara.
Yıldız, A. (2004). ―AK Partinin ‗Yeni Muhafazakar Demokratlığı‘: Türkiye Siyasetinde
Adlandırma Problemi‖, Liberal Düşünce, ss. 5 – 11.
Gazete tirajları, http://www.dorduncukuvvetmedya.com/tiraj-raporu/5363-gectigimizhaftanin-tirajlari.html, (08.11.2014).
223
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223
224
2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde
Isparta’da Seçmen Davranışı Analizi
Hüseyin Gül
Niran Cansever
Prof. Dr.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Arş. Gör.
Süleyman Demirel Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Mustafa Turhan
Süleyman Demirel Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Türkiye’de seçmenler, yerel seçimlerde milletvekili seçimlerine göre daha farklı
faktörlerden etkilenebilmekte ve yerel seçimler ulusal siyasetin etkisinde
kalabilmektedir. Yerel seçimlerde, seçim çevresinin, adayların, seçmenlerin ve partilerin
kendine has özellikleri de bulunmaktadır. Bu özellikler seçmenlerin oy verme
davranışını etkileyebilmekte ve seçmeni stratejik (taktiksel) oy verme davranışına
yönlendirebilmektedir. Bu çalışma, 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri sonrasında Isparta’da
yapılan bir alan araştırması çerçevesinde, seçmenlerin ulusal ve yerel seçimlerde oy
verme davranışlarını incelemektedir. Bu amaçla; genel ve yerel seçimlerde seçmen
davranışı ve bu davranışı biçimlendiren değişkenler, genel-yerel siyaset ve seçim
etkileşimi, seçmenlerin kendi partilerine sadakati ve stratejik oy davranışının nedenleri
gibi konular irdelenmektedir.
Anahtar Kelimeler: Genel ve yerel seçimler, siyasi partiler, seçmen oy verme
davranışı, stratejik oy davranışı, Isparta
An Analysis of Voter Behavior in Isparta in 2014 General and
Local Elections
Abstract: Electorate in Turkey is influenced by different factors compared to the
general national elections and the process of local election is affected by the national
politics. In local elections; voting district, candidates, electorates and political parties
all have their unique characteristics. These characteristics can affect people’s voting
behavior and drive the electorate take strategic (tactical) voting action. This study
analyzes the voting behavior of electorate in national and local elections after the
March 30 2014 local elections the local elections of 30 March 2014 on the base of a
research conducted in Isparta. For this purpose, the voting behavior of electorate in
national and local elections and the factors shaping this behavior, the interaction of
national and local elections, voters’ loyalty to their parties and the reasons for strategic
voting behavior are questioned.
Keywords: General and local elections, political parties, voter voting behavior,
strategic voting behavior, Isparta
Gül, H., Cansever, N. & Turhan, M., 2015, “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta’da Seçmen
Davranışı Analizi”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241.
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
Giriş
Seçimler, seçmenin iradesini ortaya koyan, seçimle gelen yöneticilerin
ve seçimle oluşan meclislerin belirlenmesini sağlayan ve demokrasinin
işlemesini sağlayan vazgeçilmez araçlardır. Seçim öncesinde, hangi partinin
ne kadar oy alacağına ya da hangi partinin birinci parti olarak yarışı
kazanacağına gösterilen ilgi, seçim sonrasında genellikle yerini daha az ilgi
gören seçmen davranışını anlamaya dönük çalışmalara bırakmaktadır. Daha
çok ilgi çeken hangi partinin ne kadar oy alacağı, hangi partinin iktidar
olacağı ya da hangi parti adayının yarışı kazanacağı konularının gölgesinde
kalsa da, seçim sonrasında yapılan seçmen davranışlarını anlamaya dönük
çalışmalar, aslında siyasal partiler, siyaset bilimi ve demokrasi açısından daha
uzun soluklu geçerliliğini koruyacak veriler üretmekte ve seçim sürecinin nasıl
işlediğine dair ipuçları vermektedir. Seçmenlerin seçimde verdikleri kararların
veya yaptıkları tercihlerin nedenlerini anlamak ve bunları belirleyen ya da
etkileyen değişkenleri belirlemek, hem siyasi partilerin hem kamu
politikasında etkili olan aktörlerin daha çok işine yarayacak sonuçlar ortaya
koymaktadır (Çarkoğlu, 1997; Damlapınar & Balcı, 2005; Ercins, 2007).
Bunun yanında, vatandaşların tercihlerinin daha net anlaşılarak hükümet ve
siyasi partiler nezdinde daha etkili ve meşru sonuçlar üretilmesine,
demokrasinin daha etkin ve katılımcı işlemesine katkı yapacaktır.
Yerel seçimler gerek işleyiş, gerekse sonuçları itibariyle milletvekili
seçimlerinden farklılıklar gösterebilmektedir. Bu çalışma Isparta’da yapılan bir
alan araştırmasından yola çıkarak, Isparta’da seçmenlerin oy verme
davranışını incelemektedir. Bu çerçevede, genel ve yerel seçimlerde seçmen
davranışı ve bu davranışı biçimlendiren değişkenler, genel-yerel siyaset ve
seçim etkileşimi, seçmenin kendi partisine ne kadar sadık kalarak oy
kullandığı
ve
stratejik
oy
davranışının
nedenleri
gibi
konular
sorgulanmaktadır. Çalışmanın verileri 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası
yapılan bir alan araştırmasından gelmektedir. Araştırma Isparta merkezde
rastlantısal örneklem yoluyla Nisan-Mayıs 2014 tarihleri arasında yüz yüze
mülakat tekniği kullanılarak bilgi toplanmıştır. Araştırma kapsamında 120 kişi
ile yapılan görüşmelerden elde edilen anketlerden güvenilir olan 100 tanesi
analizde ele alınmıştır. 20 anket geçerli görülmediği için araştırma kapsamı
dışında bırakılmıştır. Araştırmanın Isparta ile sınırlı olması araştırmanın
kısıtıdır. Ancak; araştırma tüm ülkeye genellenemese de ele alınan konulara
ilişkin Isparta örneği üzerinden tartışmaya önemli katkı sunmakta ve bu
konuda yapılacak araştırmalara kaynaklık etme çabası taşımaktadır.
Seçmen Tercihini Açıklayan Teorik ve Ampirik Yaklaşımlar
Son yüzyılda genel ve eşit oy ilkesi yaygınlaştıktan sonra vatandaşların
sandık başına gittiklerinde hangi partiye hangi kritere göre oy verdikleri önem
kazanmıştır. Bu nedenle “oy vermeyi etkileyen faktörler nelerdir” sorusu
siyaset sosyolojisi alanını uzun süredir meşgul edegelmiştir. Seçmenin oy
226
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
verme davranışını; kişinin demografik özellikleri, geliri, mesleği, ailesi, dini
inancı, mezhebi, siyasal parti adayının özellikleri ve imajı gibi unsurların yanı
sıra, propaganda, siyasal seçim kampanyaları, kamuoyu araştırmaları gibi
diğer birçok faktör de etkilemektedir. Sanayileşmiş batı demokrasilerinde
1940’lardan başlanarak oy verme davranışını etkileyen birçok sorunun cevabı
için pek çok ampirik çalışma yapılmış seçmen davranışını açıklayıcı teoriler
geliştirilmiştir (Akgün, 2007: 24-25). Tarihsel gelişim itibariyle seçmen
davranışı ile ilgili teorik yaklaşımlar sosyolojik, psikolojik ve rasyonel tercih
yaklaşımıdır (Kalender, 2000: 51-67).
Sosyolojik Yaklaşım
Colombia Üniversitesi’ndeki bir grup sosyal araştırmacı tarafından
başlatıldığı için Colombia Ekolü olarak da bilinen sosyolojik yaklaşım, seçmen
davranışının temelde toplumdaki sosyal bölünmüşlük tarafından belirlendiğini
iddia eder (Akgün, 2007: 27). Berolson ve Lazarsfeld’e göre (1954),
seçimlerde kullanılan oy aslında bireylerin ait olduğu sosyal kimliklerin siyasal
tercihlere yansımasından ibarettir (aktaran Akgün, 2007: 27). Seçmen
tercihine sosyolojik açıdan yaklaşanlar ekonomik ve psikolojik yaklaşımları
reddetmekte özellikle grup temelleri üzerinde durmaktadır. Harrop ve Miller’e
göre (1987: 157), bu yaklaşımda oy vermeyi etkileyen tutum ve davranışlar
daha çok din sosyo-ekonomik statü, yaşanılan coğrafya, mensup olunan grup
gibi faktörlerden etkilenmektedir. Yaklaşıma göre oy verme bir grup
deneyimidir. O yüzden birlikte çalışan, faaliyette bulunan ve yaşayan insanlar
aynı adaya oy verebilmektedir. Sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık
ve ikamet, bireylerin karar vermelerinde çok etkilidir (Kalender, 2000: 51).
Benzer biçimde, oy vermede dini ve etnik özellikler, azınlık gruba üye olma ya
da sınıf farklılıkları da etkili olmaktadır (Kalender, 2000: 55-56).
Oy vermede ailenin de önemi büyüktür. Özellikle eşler birbirine yakın
oy kullanmaktadırlar. Çocukların tercihleri ile ebeveynlerin tercihleri, eşler
arasındaki gibi yakın ilişki olmasa da birbirine benzeşmektedir. Eğer anne ile
baba arasında kimliği benimsenen parti konusunda uyum varsa, çocuğun da
aynı partiyi desteklemesi, doğal olarak daha büyük bir olasılıktır (Aydın ve
Özbek, 2004: 148).
Türkiye’de de geçmiş dönemlerde yapılan seçimlerde seçmenin
sosyolojik yaklaşıma uyan tercihlerde bulunduğu görülmektedir. Örneğin,
önce Adalet Partisi, sonra da onun devamı olan Doğru Yol Partisi, genellikle
Anadolu’nun kırsal yörelerinde yaşayan seçmenlerden oy almıştır. Hatta DYP
geleneği için “köylü partisi” tanımlaması bile yapılmıştır. DYP’nin eski Genel
Başkanlarından, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevleri de yapan
Süleyman Demirel’in “benim köylüm”, “benim çiftçim” diye başlayan sözleri,
buna örnek olarak gösterilebilir (Özkan, 2010: 6). Hatta Sayın Demirel için
“Çoban Süleyman” lakabı da takılmıştır (Gül & Kiriş, 2009; Sallan Gül & Gül,
2009).
227
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
Sosyo-Psikolojik Yaklaşım ya da Partiyle Özdeşleşme
Seçmen tercihinde teorik yaklaşımlardan bir tanesi de psikolojik
yaklaşım ya da literatürdeki yaygın ismiyle partiyle özdeşleşme modelidir. Bu
yaklaşıma Michigan Ekolu de denir (Kalender, 2000: 57). Alan
araştırmalarının yaygınlık kazanmasıyla ve buna bağlı olarak bireysel düzeyde
elde edilen verilerin artışıyla birlikte sosyo-psikolojik model literatürde ağırlık
kazanmaya başlamıştır. Partiyle özdeşleşmenin olabilmesi için seçmenin parti
ile bir hukuki bağının olması şart değildir. Seçmenin partiye duyduğu sevgi ve
bağlılık, futbol takımını destekleyen taraftarları andırır (Turan, 1986: 110).
Campell ve Conserve’e göre (1960: 147), parti ile özdeşleşme modelinde
kişinin oy verme yaşına ulaşmadan politik işlere doğru yönelmekte ve onun
bu yönelimini kendi sosyal çevresi güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Yapılan
bir araştırma, seçmenin parti tercihini belirlemesinde çocukluk yıllarının çok
etkili olduğunu, çocuğun aile ortamının etkisinde kaldığını ve ilk tercihini
kolayca değiştiremediğini ortaya koymuştur (Kalender, 2000: 58).
Söz konusu yaklaşımda çoğu seçmen, mevcut oy verme niyetinden
farklı olabilen bir partiye önceden var olan bir bağlılık hissetmektedir.
Önceden var olan bu bağlılık aile içinde oluşmaya başlamaktadır. Çoğu
seçmen hayatı boyunca aynı partiye bağlı kalabilirken, ebeveyn bağlılığının
zayıf olduğu, ailesinin ve kendisinin ilk bağlılığının, referans gruplarının farklı
olması gibi nedenlerle, azınlıkta kalsa da bağlılığını değiştirenler
olabilmektedir (Kalender, 2000: 59-60).
Türk seçmeninde de bir siyasal partiyle “özdeşleşme” modeli yaygındır.
Özellikle daha yüksek eğitim düzeyine sahip, modernleşme projesini
benimseyen aydınların ve bürokratik çevrelerin ağırlıkla Cumhuriyet Halk
Partisi’ne (CHP) oy vermeleri, partiyle özdeşleşme yaklaşımı için iyi bir
örnektir. CHP geleneği, Türk siyasal hayatında kökleri derinlerde olan bir
harekettir ve takipçileri her şeye rağmen partilerini seçim sandıklarında
desteklemektedirler (Özkan, 2006: 7). Aynı şekilde kendisini “ülkücü” diye
nitelendiren insanlar, Türk milliyetçiliğinin temsili temelinde büyük ölçüde
Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) oy vermekte ve başka bir partiye
yönelmemektedirler.
Rasyonel Tercih Yaklaşımı
Ekonomik yaklaşım da denen bu yaklaşımın temel varsayımı, seçmenin
kendi çıkarlarını iyi bilmesi ve bu çıkarlara en iyi şekilde hizmet edecek adaya
ve partiye oy kullanmasıdır. Bu teori, seçmenlerin tek amaçlarının maddi
çıkar olarak tanımlanan fayda maksimizasyonu olduğunu varsayar. Bu
yaklaşıma göre seçmenin kendisinin belli bir amacı vardır ve eğer oy verdiği
parti amacını gerçekleştirmede yetersiz kalırsa, kişi kolayca oyunu
değiştirebilmektedir (Akgün, 2007: 30). Ekonomik kaynaklı motivasyonların
oy verme üzerinde bir etkisi olduğu genel kabul görmekle birlikte, bu
modelde fayda ve amaç tanımının maddi çıkarla sınırlaması ve ekonomi
228
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
dışındaki etkenlerin göz ardı edilmesi, modelin eleştiriye uğramasına neden
olmaktadır (Akgün, 2007: 30).
Downs (1957: 49-50) Demokrasinin Ekonomik Teorisi adlı çalışmasında
bu yaklaşım ile ilgili varsayımlarını dile getirmiştir. Downs’un rasyonel tercih
yaklaşımında, eğer iki parti sistemi varsa seçmen tercih ettiği parti için oy
kullanacaktır. Çok partili sistemde ise seçmen, diğer seçmenlerin tercihleri
konusunda tahminde bulunacak ve eğer tuttuğu partinin gerçekten kazanma
şansı varsa o partiye oy verecektir. Eğer tuttuğu parti hiç kazanma şansına
sahip değilse, en sevmediği partinin kazanmasını engelleme şansına sahip
olacak ve ona göre oy verecektir. Eğer seçmen uzun vadeli düşünüyorsa,
tuttuğu partinin hiç kazanma şansı yoksa bile, gelecek seçimlerdeki
alternatiflerini geliştirebilmek için yine bu partiye oy verecektir.
Tercih sıralamasında iktidar partisiyle bir muhalefet partisinin aynı
konumda olması sebebiyle seçmen karar veremiyorsa; farklı platformlar ve
politikalar olmasına rağmen partiler kilitlenmiş durumdaysa çekimser
kalacaktır. Eğer partiler, platformları ve politikaları aynı olmasına rağmen
kilitlenmişlerse,
seçmen
iktidar
partisinin
icraatlarını
öncekileriyle
karşılaştıracaktır. Şayet iktidar iyi çalışmışsa bunlara, başarısız ise muhalefete
oy kullanacaklardır. İkisini de eşit görüyorsa çekimser kalacaktır (Kalender,
2000: 63-64).
Seçmenler, gelecekten çok geçmişi sağduyu ile değerlendirerek oyunu
kullanmaktadır. Özellikle iktidar partilerinin geçmişte yaptıkları icraatların
genel bir değerlendirmesini yapan seçmen, bu icraatlardan kendisinin ne
kadar yararlandığına bakarak ona göre karar vermektedir. Seçmen vaatlere
çok prim vermemekte daha çok sonuçlara bakmaktadır. Ancak, son yıllardaki
seçimlerde, vaatlerin ve neler yapılacağının özellikle proje temelli olarak
anlatılması, seçmenin geçmişteki performans temelinde gelecekteki projeleri
de oy vermede dikkate aldığını gösteren ipuçları vardır.
Türkiye’de de halkın oy verirken hükümetin geçmiş performansını,
özellikle de ekonomik performansını göz önünde bulundurduğu TÜSİAD’ın
“seçim sistemi ve siyasi partiler araştırması” sonuçlarında ortaya çıkmıştır.
Seçmenler oylarının yönünü belirlerken özellikle hükümetin son bir yılını göz
önüne almaktadırlar (TÜSİAD, 2001; Özsoy, 2009: 51). Aynı şekilde,
Sezgin’in (2007: 36) yaptığı bir çalışmada, Türk seçmeninin siyasilerin
popülerliğini değerlendirirken, ekonomik faktörleri göz önünde aldığını ortaya
koymuştur.
Ayrıca seçmen negatif ekonomik göstergelere pozitif ekonomik
gelişmelerden daha güçlü biçimde duyarlılık göstermektedir. Ekonomik
çöküntüler ve özellikle enflasyonist ortam aynı anda daha çok insanı
etkilediğinden, seçmen bundan sorumlu tutuğu partileri cezalandırmaktadır.
Buna karşın, ülkenin genel ekonomik koşullarındaki pozitif gelişmelerin
(ekonomik büyüme gibi) neden olduğu zenginlik kısa dönemde halka aynı
ölçüde yansıyamadığından dolayı, bu tür olumlu gelişmelerin seçmenin
229
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
davranışına olumlu yansıması geç olmakta ve seçmen başarıyı daha geç ve az
ödüllendirmektedir (Ercins, 2007: 29).
Seçim ve Demokrasi İlişkisi
Seçimler, tek başına bir sistemi demokratik yapmaya yetmese de,
demokrasinin gerekli ve vazgeçilmez araçlarıdır. TÜSİAD’ın (2001) seçim
sistemi ve siyasi partiler araştırması sonuçlarına göre, Türk seçmeninin en sık
kullandığı siyasal katılım kanalını “oy vermek” oluşturmaktadır. Türk seçmeni
“her zaman” denebilecek sıklıkta “oy kullanarak” siyasete katılmaktadır.
Siyasal katılmanın en önemli aracı da seçimlerdir. Bu yüzden seçimler,
üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
Seçim, birden çok alternatif karşısında özgür iradeye dayalı eğilimleri
ifade eder. Yöneticileri belirlemeye yönelik yapılan seçim ise; bir kamu
görevini yürütecek kişi veya kurulun, ilgili seçmenlerce, çok sayıda aday
arasında yapılacak tercihlerle belirlenmesidir (Türk, 2006: 76). Siyaset bilimi
açısından seçim, yönetilenlerin kendilerini kimin yöneteceğini belirlemek için
geliştirilen bir demokratik yöntemi ifade eder. Aynı zamanda siyasal sistemin
meşruluk temelini oluşturma ve siyasal rejimin niteliğini belirleme gibi daha
önemli anlamı da vardır (Öztekin, 2001: 152). Çünkü demokrasiyi otoriter ve
totaliter rejimlerden ayıran en önemli özelliği yönetimin meşruiyetinin halkın
rıza ve onayına dayanmasıdır.
İktidarı belirleyen halkın rızası Antik Yunandaki site demokrasilerinde
tüm vatandaşların yönetim sürecine doğrudan katılmasıyla sağlanabiliyordu.
Artan nüfus ve sorunların karmaşıklaşması ve herkesin siyasete ayıracak
vaktinin
olmaması
gibi
nedenlerle
birlikte
doğrudan
demokrasi
imkânsızlaşmıştır (Kışlalı, 1991: 160). Bunun yerine temsili demokrasi
denilen halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla yönetim sağlanmaktadır.
Halkın kendini yönetecek kişileri seçmesi klasik demokrasi anlayışının
temelini oluşturmaktadır. Halk, egemenlik hakkını kullanıp temsili
demokrasinin gereği olarak genel ve eşit oyla temsilcilerini seçmektedir.
Temsili demokrasilerde vatandaşlar düzenli aralıklarla yapılan seçimler
yoluyla siyasal iktidarı belirleme ve memnun kalmadıklarında iktidardan
uzaklaştırabilmektedir (Akgün, 2007: 6). Bu yüzden, seçimler demokrasinin
işlemesi için en önemli araçlardandır. Demokratik olmayan rejimler ile
demokratik rejimler arasındaki en önemli fark seçimlerin yapılıp
yapılmadığıdır. Burada bahsi geçen seçimler, adaylar arasında serbest bir
yarışın bulunduğu ve seçmenlerin de tercih ettikleri adaylara yönelik
desteklerini hiçbir yaptırım korkusu olmadan açıklayıp oy verdikleri özgür ve
adil seçimlerdir (Akgün, 2007: 6).
Ancak, klasik temsili demokrasinin yetersizlikleri ortaya çıkınca ve
yaygın olarak eleştirilince, daha katılımcı demokrasi arayışları son birkaç on
yılda yoğunlaşmıştır. Katılımcı demokrasinin özünde herkesi bağlayan ve
230
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
ilgilendiren karar süreçlerine halkın katılımı vardır. Siyasal katılma, bu
noktada demokrasi kavramıyla özdeşleştirilen anahtar bir kavramdır. Çünkü
demokrasiyi üstün kılan, halkın siyasal sisteme katılımı ve denetimidir
(Çukurçayır, 2000: 13). Ancak katılımcı demokraside katılım, seçimlerde
katılımla sınırlı tutulmamakta, iktidar belirlendikten sonra iktidarın yönetim
faaliyetlerinde yer almayı ya da alamama durumunda alternatif barışçıl görüş
ifade etme yollarını kullanmayı (protesto yürüyüşü ya da alternatif toplantılar
düzenleme gibi) da içerir. Seçimlerle bireyler, kamusal amaçların belirlenmesi
ve gerçekleştirilmesi sürecine katılabilmektedir. Böylece, egemenlik
olabildiğince tek tek bireylerce kullanılabilmekte, belli bir toplumsal tabakanın
ya da çıkar grubunun egemenlik kurma tehlikesi önlenebilmektedir
(Çukurçayır, 2000: 15).
Yerel Seçimler
Demokratik süreçte halk, ulusal genel seçimlerle ülkeyi yönetecek
temsilcilerini (merkezi yönetimi) ve muhalefeti belirlerken, yerel seçimlerle de
yereli yönetecek temsilcilerini (yerel yönetimi) göreve getiriler (Çağlar &
Gelir, 2014: 28). Yerel seçimler, yerel yönetimlerin karar organlarının
seçilebilmesi için düzenli aralıklarla yapılan seçimlerdir. Bu durum ulusal
iktidarın belirlenmesiyle ve ulusal çaplı krizlerle doğrudan ilgili olmamasıyla
açıklanabilir. 2014 yerel seçimi de, 2009 yerel seçimi ile belirlenen yerel
yönetim organlarının 5 yıllık görev sürelerinin bitimine denk gelen 2014
Mart’ında yapılmıştır.
Yerel yönetim seçimleri iktidar partisi için kamuoyu yoklaması (genel
seçimler öncesinde) ya da güven oylaması (genel seçimler sonrasında) olarak
da görülür. Yerel seçimden sonra yakın bir dönemde yapılacak ulusal seçimler
varsa, yerel seçimler bunun için bir kamuoyu yoklaması olarak değerlendirilir.
Genel seçimler sonrasında iktidar oluştuktan sonra yapılan yerel seçimler ise,
yerel iktidarın ve meclislerin belirlenmesinin ötesinde, genellikle ulusal
iktidarın icraatları için bir güven oylaması olarak değerlendirilmektedir. Ulusal
siyasette yer alanlar, yerel seçim sonuçlarını kendileri açısından bir başarı ya
da başarısızlık ölçütü olarak değerlendirebilmektedirler. Bu nedenle, yerel
seçimler milletvekilliği seçimleriyle ilişkili görülmektedir (Akbulut, 2014: 1;
Gül, Kiriş, Negiz & Gökdayı, 2014).
Türkiye’de yerel seçimlerle ulusal seçimler karşılaştırıldığında, son
seçimlere kadar, yerel seçimlere katılma oranı milletvekilliği seçimlerine
katılma oranından düşük kalmıştır. Katılım oranının düşük olmasına rağmen
özellikle 1973, 1977 ve 1989 yerel seçimleri ulusal siyaset üzerinde etkili
olabilmiştir. Akbulut’a göre (2014: 5), yerel seçimlere katılım oranının
düşüklüğü yerel yönetimlerin demokrasi okulu olduğu yönündehi liberal savı
çürütmektedir. Ancak, son yıllarda yapılan seçimlerde yerel seçimlere katılım
oranının yüksek olması orada maksimum demokrasinin gerçekleştiği
anlamına da gelmemektedir. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de ve yerel
231
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
demokrasinin en güçlü olduğu ülke olarak gösterilen Amerika Birleşik
Devletleri’nde günümüzde yerel seçimlere katılım oranı ulusal seçimlerden
çok daha düşüktür.
Türkiye’de siyasal yaşamın özellikleri çerçevesinde yerel seçimlerin
ulusal siyaset ekseninde yürütülmesi ve sonuçlarının genel olarak ulusal
siyaseti etkileyici bir özelliğe sahip olmasından dolayı yerel siyasetin özerk bir
doğaya sahip olmadığını ileri sürenler vardır (Akbulut, 2014: 9). Türkiye’de
1963-2014 tarihleri arasında yapılan toplam 11 yerel seçimde belediye
başkanlıklarının çoğunluğunu, 1989 yerel seçimleri istisnası dışında, iktidar
partileri kazanmıştır. Bu durum ulusal-yerel seçim ilişkisinde, ulusalın yerel
üzerinde egemenliğine bir işaret olarak görülebilmektedir (Kamalak, Kiriş &
Gül, 2013). Ayrıca, yerel halkı da yerel yönetimlerin iktidar partisinden
olmasıyla daha fazla hizmet, yatırım, sosyal yardım, iş vb. alacağı düşüncesi
de iktidar partilerini avantajlı kılmaktadır (Kiriş ve Şataf, 2007: 93). Ancak,
Kamalak, Kiriş ve Gül (2013) yerel koşulların en etkili olduğu seçimlerin
belediye başkanlığı seçimleri olduğunu, bu seçimlerde başkan adayı profilinin
seçim sonuçlarını etkileyecek ve farklılaştırabilecek potansiyele sahip
olduğunu ileri sürmektedir.
Kösecik (2010: 79-91), yerel seçimler üzerinde ulusal siyasetin etkili
olduğunu kabul etmekle birlikte, 1990’lı yıllardan bu yana yerel siyasetin de
etkisinin görülebildiğini savunur. Kösecik’e göre (2010: 91), yerel seçimler
siyasal partilerin sıkı vesayeti altında geçse de, adayın ve yerel faktörlerin de
etkili olduğunu gösteren örnekler yerel seçim sonuçları arasında çokça
mevcuttur. Kamalak (2013: 444), yerel yönetim birimi küçüldükçe ulusal
siyasetin etkinliğinin azaldığını, buna karşın yerel siyasetin özelliklerinin daha
baskın hale geldiğini iddia eder. Çitçi (1996: 6) yereldeki mekânsal yakınlığın
demokratik katılımı kolaylaştırdığını belirtir. Çağlar ve Gelir (2014: 47) de
Isparta’da yaptıkları çalışmada, yerel ölçekte seçmenlerin adayın kişisel
özelliklerine, dış görünüşüne, iletişim yeteneğine, tecrübesine ve sosyokültürel kimliğine, uygulanabilir proje önerip önermediğine, etkileyici bir
konuşma üslubunun olup olmadığına ve siyasal kampanya faaliyetlerinin
etkinliğine bağlı olarak oy kullandıklarını saptamışlardır. Ancak, araştırmacılar
seçmenin, adayın partisinin iktidar olup olmadığına da dikkat ettiğini
belirlemiştir. Kısacası; yerel seçimlerde seçmenlerin sadece yerel koşullara
göre tutum geliştirerek oy kullandığını iddia etmek zor görünmektedir. Gerek
Türkiye’de gerekse de pek çok ülkede yerel seçimler, ulusal düzeydeki
siyasetin gündeminden etkilenmektedir. Ancak, 1980’lerden bu yana
güçlenen yerelleşme, yerel demokrasi, yerel özerklik ve katılım talepleri ile
zayıflayan ulus devlet anlayışına paralel olarak öne çıkan yerel kimlikler
sonucu, yerel gündemin ağırlık kazanmaya başladığı görülmektedir (Gül,
Kiriş, Negiz & Gökdayı, 2014).
232
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
“30 Mart 2014” Yerel Seçimlerinde Isparta Halkının Oy Verme
Davranışının İncelenmesi
Türkiye’de siyaset bilimi çalışmalarında “seçmen davranışı” çalışmaları
önemli yer tutar. Seçmen davranışı iyi analiz edildiği takdirde, siyasal partiler
seçmen davranışını daha iyi anlayabilir, öngörebilir, yönlendirebilir ve
dolayısıyla iktidara yürüyebilir. Bu çalışma bağlamında, Isparta kent
merkezinde yaşayanlar arasından tesadüfi örneklem tekniğiyle 120 kişiyle yüz
yüze görüşülmüş, seçmenlerin oyunu ne yönde verdikleri, oylarını kullanırken
hangi kriterlerden dolayı o yönde kullandıkları, oy verme stratejisi
geliştirirken nelerden etkilendikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Çalışmada 20
anket güvenilir bulunmadığı için araştırmaya alınmamış ve analizler 100
anket üzerinden yapılmıştır. Çalışmada 61 erkek 39 kadın ile görüşülmüştür.
Görüşülen 100 kişiden 29’u, 20-30 yaş aralığında, 36’sı ise, 31-40 yaş
aralığında, 28’i 41-50, 7’si ise 50 ve üstü yaş aralığındadır.
Görüşülenler içinde en büyük grup 24 kişi ile ev hanımlarıdır. Ev
hanımlarını 22 kişi ile esnaflar, 14 kişi ile öğrenciler, 11 kişi ile serbest meslek
sahipleri, 8 kişi ile öğretmenler, 7 kişi ile işçiler, 6 kişi ile memurlar, 3 kişi ile
öğretim üyeleri, 2’şer kişi ile polis ve çiftçiler ile son olarak bir asker
izlemektedir. Üniversite mezunu olup kendine çalışan avukat, doktor, diş
hekimi
gibi
meslek
sahipleri,
serbest
meslek
kategorisi
altında
sınıflandırılmıştır. Gelir düzeyi açısından görüşülen 100 kişinin 11’i kendisini
alt grupta değerlendirirken, 16 kişi alt-orta, 29 kişi orta, 35 kişi üst-orta, 9
kişi ise üst gelir grubunda değerlendirmektedir.
2011 Milletvekilliği Seçiminde Isparta Halkının Oy verme Davranışı
2011 milletvekilliği seçimlerinde Isparta’da, AK Parti %53, CHP %21,7
MHP %19 oy almıştır. Çalışmada görüşülen 100 kişiden 44’ü AK Parti’ye, 25’i
CHP’ye, 22’si MHP’ye oy vermiştir. Isparta’da 2011 seçimleriyle ilgili
görüşülen 39 kadından 23’ü AK Parti’ye oy verirken 10’u CHP’ye, 5’i MHP’ye
1’i ise SP’ye oy vermiştir. Görüşülen 61 erkekten 21’i AK Parti’ye oy verirken
15’i CHP’ye, 17’si MHP’ye, 5’i de BDP’ye oy vermiştir. (Bkz. Tablo 1) Bu
durum Isparta örneğinde MHP’nin ağırlıkla erkeklerce tercih edilen bir parti
olduğunu, kadınların en fazla tercih ettiği partinin ise AK Parti olduğunu
göstermektedir.
Bu çalışma çerçevesinde uygulanan anket sonuçlarına göre, AK Parti
seçmenin çoğunluğunun ev hanımı, CHP seçmenin çoğunluğunun öğrenci,
MHP seçmeninin çoğunluğunun da esnaf olduğu ortaya çıkmıştır. Isparta’da
AK Parti seçmen tabanının çoğunluğunu ev hanımlarından sonra esnaf ve
memur oluşturmaktadır.
233
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
Tablo 1: 2011 Seçim Sonuçlarının Cinsiyete Göre Dağılım
Partiler
AK Parti
CHP
MHP
BDP
SP
Diğer
Toplam
Cinsiyet
Erkek
Kadın
21
23
15
10
17
5
5
0
1
1
2
0
61
39
Toplam
44
25
22
5
2
2
100
2011 seçimleriyle ilgili olarak görüşülenlerin, gelir grubuna göre oy
verme davranışını incelediğimizde kendisini orta gelir grubunda hissedenlerin
çoğunluğu oylarını AK Parti’ye verirken, kendisini üst-orta grupta nitelendiren
vatandaşların çoğunluğu ise oylarını CHP’ye vermişlerdir. AK Parti’ye oy
verenlerin çoğunluğu kendisini sırasıyla orta, üst-orta, alt, alt-orta gelir grubu
şeklinde sıralarken en çok oyu alan ikinci parti olan CHP’nin oy tabanı ise
sırasıyla kendisini gördüğü gelir düzeyini, üst-orta, üst, orta, alt-orta şeklinde
sıralamaktadır (Bkz. Tablo 2). Bu tablo Isparta örneğinde AK Parti’nin ve
MHP’nin ağrılıkla orta ve ortanın altı gelir gruplarından, CHP’nin ise büyük
ölçüde orta-üstü gelir gruplardan oy aldığını göstermektedir.
Tablo 2: Görüşülenlerin 2011 Seçimlerinde Oy Verdikleri Partilere
Göre Gelir Düzeyleri
Partiler
AK Parti
CHP
MHP
BDP
SP
Diğer
Toplam
Alt
8
0
1
2
0
0
11
Alt-Orta
7
1
6
1
0
1
16
Orta
14
3
9
1
2
0
29
Üst-Orta
12
16
5
1
0
1
35
Üst
3
5
1
0
0
0
9
Toplam
44
25
22
5
2
2
100
Çalışmada görüşülenlere 2011 milletvekilliği seçiminde kime niçin oy
verdikleri şeklinde açık uçlu sorular sorulmuş ve cevaplar doğrultusunda
sınıflandırılmıştır. Bu doğrultuda AK Parti’ye oy verdiğini söyleyen 44 kişinin
28’i “AK Parti’ye güvendiği” için oyunu verdiğini söylerken, 9’u “Recep Tayyip
Erdoğan’ı sevdiği” için, 2 kişi “ideolojisine uygun gördüğü” için, 2 kişi ise
“ekonomik olarak rahat yaşadığı ve ekonomik refaha kavuştuğunu”
düşündüğü için oyunu AK Parti’ye vermiştir. Oyunu CHP’ye veren 28 kişinin
18’i “ideolojisine uygun olduğu” için, 2 kişi “özgürlük” için, 2 kişi “Recep
Tayyip Erdoğan’ı sevmediği” için, 1 kişi “rahat yaşamak” için, 2 kişi ise
“ailesiyle karar verdiği” için oyunu CHP’ye verdiğini dile getirmiştir. Oyunu
MHP’ye veren 22 kişiden 10’u “güvendiği için”, 6’sı “ideoloji için”, 3’ü
234
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
“başbakanı sevmediği için”, 1’i “AK Parti’den hayır gelmediğini düşündüğü”
için, 1 kişi ailesiyle karar verdiği için ve 1 kişi partinin adayı için oy verdiğini
söylemiştir (Bkz. Tablo 3). Bu bulgular Isparta’da parti tercihinde en önemli
unsurun “partiye duyulan güven” olduğunu göstermektedir. Bunu “ideolojisi
uygunluk” takip etmektedir. İlginç olan bulgu, bu iki unsurdan sonra oy
vermede en önemli etkenler Recep Tayyip Erdoğan sevgisi ya da karşıtlığıdır.
İdeolojime uygun
Erdoğan sevdiğim lider
İstikrar
Özgürlük için
Başbakanı sevmiyorum
AKP karşılığı
AK Parti’den hayır yok
Ekonomi-gelişmek içinrahat hayat için
Bağımsızlık için
Ailemle kocamla karar
verdik
Aday
Toplam
AK Parti
CHP
MHP
BDP
SP
Diğer
Toplam
Güven
Partiler
Tablo 3: Görüşülen Kişilerin 2011 Milletvekilliği Seçimlerinde Oy
Verme Nedenleri
28
0
10
0
0
0
38
2
18
6
1
2
0
29
9
0
0
0
0
0
9
3
0
0
0
0
0
3
0
2
0
0
0
1
3
0
2
3
2
0
0
7
0
0
1
0
0
0
1
2
1
0
0
0
0
3
0
0
0
2
0
0
2
0
2
1
0
0
0
3
0
0
1
0
0
1
2
44
25
22
5
2
2
100
Isparta’da 30 Mart 2014 Yerel Seçim Sonuçlarının İncelenmesi
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde Isparta merkezde Isparta belediye
başkanlığı seçiminde oyların %44,4’üni MHP alarak seçimleri kazanmıştır.
İkinci parti olan AK Parti oyların % 39,9’unu, üçüncü parti olan CHP ise
%10’unu almıştır. İl genel meclisi seçimlerinde ise oyların %42,2’sini alarak
AK Parti birinci parti olurken, %33,2 oy oranı ile MHP ikinci ve %14,9 ile CHP
üçüncü parti oluştur. Böylece, seçimlerde MHP belediye başkanlığını
kazanırken, il genel meclisi ve belediye meclisi seçimlerinde AK Parti en
yüksek oyu almıştır.
Buna göre 2014 yerel seçimlerinde Isparta’da belediye başkanlığı
seçimleri ile il genel meclisi seçim sonuçları farklılaşmaktadır. Görüşmelerden
alınan yanıtlar doğrultusunda halkın bilinçli oy kullandığını söylememiz
mümkündür. Belediye başkanlığı seçimlerinde görüşülenlerin çoğunluğu
(%47’si) MHP’ye oy vermiştir. Ancak il genel meclisi seçimlerinde çoğunluğu
(%39) AK Parti almıştır. Belediye başkanlığı seçimlerinde birinci parti MHP
iken il genel meclisi seçimlerinde birinci parti AK Parti olmuştur. Bu
partilerden sonra ise belediye başkanlığında %12 ve il genel meclisinde de
%17 ile CHP gelmektedir.
235
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
2014 belediye başkanlığı seçimleri sonrasında görüşülen esnafların
çoğunluğu MHP’ye oy verirken, ev hanımlarının çoğu AK Parti’ye oy vermiştir.
MHP’ye oy veren esnafları, oran olarak öğrenci, memur, serbest çalışan ve ev
hanımları takip etmektedir. (Bkz. Tablo 4)
Esnaf
Ev hanımı
İşçi
Sağlık personeli
Akademisyen
Memur
Çiftçi
Serbest çalışan
Polis
Asker
Toplam
AK Parti
CHP
MHP
BDP
Toplam
Öğrenci
Partiler
Tablo 4: Görüşülenlerin 2014 Yerel Seçimlerinde Oy Verdikleri
Partilere Göre Meslek Grupları
1
7
6
0
14
8
11
2
1
22
15
4
2
3
24
4
2
1
0
7
1
0
1
0
2
0
1
2
0
3
4
7
2
1
14
2
0
0
0
2
3
3
3
0
9
1
1
0
0
2
0
0
1
0
1
39
36
20
5
100
Belediye başkanlığı seçimlerinde MHP’ye oy verenlerin çoğunluğu
kendisini üst-orta ve orta gelir grubunda sınıflandırırken, AK Parti’ye oy
verenlerin çoğunluğu kendilerini orta gelir grubunda sınıflandırmaktadır. Bunu
üst-orta ve alt gelir grupları takip etmektedir (Bkz. Tablo 5).
Tablo 5: Görüşülenlerin 2014 Yerel Seçimlerinde Oy Verdikleri
Partilere Göre Gelir Düzeyleri
Partiler
AK Parti
MHP
CHP
SP
BDP
Toplam
ALT
7
2
0
1
1
11
ALTORTA
5
8
1
1
1
16
ORTA
11
14
1
3
0
29
ÜSTORTA
9
17
7
1
1
35
ÜST
Toplam
0
6
3
0
0
9
32
47
12
6
3
100
Çalışmada aynı şekilde görüşülenlere 2014 belediye başkanlığı
seçiminde kime niçin oy verdikleri açık uçlu olarak sorulmuş ve cevaplar
sınıflandırılmıştır. Oyunu MHP’ye veren 47 kişinin 11’i “AK Parti kazanmasın”
güdüsüyle oyunu verirken, 5’i “güvendiği” için, 3’er kişi ”yolsuzluk” ve “parti”
için, 1 kişi ise “çözüm sürecinden dolayı” oyunu MHP’ye vermiştir. AK Parti’ye,
32 kişinin 17’si “Erdoğan’ı lider olarak güçlü gördüğü”, 6’sı “paralel yapı ile
mücadele ettiği”, 2 kişi “darbecilerle mücadele ettiği”, 2 kişi “aday profilini”
beğendiği, 2 kişi “din”, 1’er kişi ise “parti ve yolsuzluklar” için oyunu vermiştir
236
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
(Bkz. Tablo 6). 2011 milletvekilliği seçimleri ile 2014 yerel seçimleri
kıyaslandığında AK Parti’nin oyunu düşürdüğünü görmekteyiz.
AK Parti’nin oyunu azaltıp ikinci sırada kalmasına yol açan aynı
nedenler, MHP’nin birinci parti olarak çıkmasına yol açan nedenlerdir. AK
Parti’nin oy almasını sağlayan nedenler, aynı zamanda oy kaybetmesine yol
açmıştır. MHP’nin birinci parti olarak çıkmasında başkanın icraatları ve
özellikleri de etkili olmuştur. MHP’ye oy verenlerin çoğu AK Parti almasın diye,
yani alternatif olarak kendilerine zorunlu olarak en yakın MHP’yi görüp bu
partiye oy vermişlerdir. CHP’ye, 12 kişinin 5’i “ideolojisine uygun olduğu” için,
3 kişi “partiden”, 2 kişi “yolsuzluklardan”, 1’er kişi “aday” ve “AK Parti
kazanmasın” diye oyunu vermiştir. BDP’ye oy verdiğini söyleyen 3 kişinin
sebebi ise “ideoloji ve partidir”. (Bkz. Tablo 6)
Paralel yapı ile mücadele
Başkanın icraatları
Parti
AKP kazanmasın diye
Erdoğan’ın güçlü liderliği
Aday
Yolsuzluk
Güven
İdeoloji
Darbecilerle Mücadele
Bel bşk güven
Din
Çözüm Süreci
Gezide Güç KullanımıBaskıcı Rejim
MHP
AK Parti
CHP
SP
BDP
Toplam
0
6
0
0
0
6
9
0
0
0
0
9
3
1
3
0
1
8
11
0
1
0
0
12
0
17
0
0
0
17
7
2
1
2
0
12
3
1
2
0
0
6
5
0
0
0
0
5
6
0
5
1
2
14
0
2
0
0
0
2
1
0
0
0
0
1
0
2
0
3
0
5
1
0
0
0
0
1
2
0
0
0
0
2
Toplam
Partiler
Tablo 6: Görüşülenlerin 30 Mart 2014 Belediye Başkanlığı
Seçimlerinde Oy Verme Nedenleri
47
32
12
6
3
100
Parti geçişkenliğini ve oy elastikiyetini ölçmek için sorulan “eğer oy
verdiğiniz partiye oy vermeseydiniz, hangi partiye oy verirdiniz” sorusuna
verilen yanıtlar oy geçişkenliğinin AK Parti’den MHP’ye, MHP’den ve HDP’den
AK Parti’ye ve CHP’den MHP’ye şeklinde gerçekleşeceğine işaret etmiştir. Bu
sonuçlara göre, Isparta örneğinde CHP ile AK Parti, HDP ile MHP ve CHP
arasında oy geçişkenliği söz konusu değildir.
Araştırmada 2014 il genel meclisi seçiminde kime niçin oy verdikleri
şeklinde de açık uçlu sorular sorulmuş ve cevaplar doğrultusunda
sınıflandırılmıştır. 2014 belediye başkanlığı seçimlerinin aksine, AK Parti il
genel meclisi seçimlerinde birinci parti olmuştur. Bu doğrultuda AK Parti’ye oy
verdiğini söyleyen 39 kişinin 8’i “Recep Tayyip Erdoğan’ı lider olarak güçlü
gördüğü“, 3’ü “paralel yapı ile mücadele ettiği”, 7 kişi “güvendiği”, 6 kişi
“parti”, 6 kişi “istikrar ve zam yapılmaması”, 3 kişi “hizmet gelsin” diye, 2 kişi
237
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
“dini”, 1 kişi “çözüm süreci”, 1 kişi “darbecilerle mücadele ettiği”, 1 kişi
“ideoloji” gibi gerekçeleri tercihlerini etkileyen faktör olarak belirtmişledir
(Bkz. Tablo 7).
Güven
6
2
0
0
8
1
0
0
2
3
7
9
0
0
16
8
0
0
0
8
1
0
0
0
1
Toplam
Aday
0
2
2
0
4
Çözüm Süreci
İstikrar-zam
yapılması
1
9
11
1
22
Yolsuzluk
Baskıcı rejim
3
0
0
0
3
AKP almasın
diye
İdeoloji
2
0
0
2
4
Hizmet
Paralel yapı ile
mücadele
6
7
4
0
17
Erdoğan- Güçlü
Lider
Darbecilerle
mücadele
Din
AK Parti
MHP
CHP
BDP
Toplam
Parti
Partiler
Tablo 7: Görüşülenlerin 30 Mart 2014 İl Genel Meclisi Seçimlerinde
Oy Verme Nedenleri
3
2
2
0
7
0
4
1
0
5
0
1
0
0
1
1
0
0
0
1
39
36
20
5
100
Belediye başkanlığı seçimlerinde oyunu MHP, CHP, BDP ve SP’ye verip il
genel meclisi seçiminde oyunu AK Parti’ye verenler gerekçe olarak, şehirlerine
iktidar partisi tarafından yatırım yapılması, para ve hizmet gelmesi
belirtmişlerdir. MHP’ye oy veren 36 kişinin gerekçeleri ise şöyledir: 9’u
“ideolojisi”, 9’u “güvendiği”, 7’si “parti”, 4’ü “AK Parti almasın”, 2’si “hizmet”,
2’si “AK Parti’nin baskıcı rejimi yüzünden”, 2’si ise “istikrar ve zam
yapılmaması”, 1 kişi ise “yolsuzluk olaylarından dolayı” (Bkz. Tablo 7).
Sonuç
Sosyolojik tercih yaklaşımında insanların ait oldukları gruba, partiye ve
bu partinin görüşlerine sıkı sıkıya bağlı oldukları kabul edilir. Söz konusu
yaklaşıma göre, seçimlerde kullanılan oy, bireylerin ait oldukları sosyal
kimliklerin siyasal tercihlere yansımasıdır. Bu görüşe göre seçmen her
seçimde aynı doğrultuda oy kullanır. Psikolojik tercih yaklaşımında sosyolojik
tercih yaklaşımının aksine, seçmenin, ait olduğu grubun dışında, bir partiye
“psikolojik sevgi bağı” ile aidiyetinden dolayı oy verdiği savunulur. Kişiler
herhangi bir nedenle başka bir partiye oy verseler bile, takip eden dönemde
tekrar eski partilerine oy vereceklerdir. Rasyonel tercih yaklaşımında, kişinin
oy verirken sadece maddi çıkarlarını göz önünde bulundurduğu savunulur.
Bireyin kendi çıkarının farkında olması ve bunu sağlayacak, arttıracak ya da
koruyacak kararları kendiliğinden verdiği ön kabulünden yola çıkılır. Seçmen
oy verdiği partiden yeterince çıkar sağlayamazsa bir sonraki seçimde çıkarları
doğrultusunda başka partilere yönelecektir.
2011 milletvekilliği ile 2014 yerel seçim sonuçları Isparta bazında
irdelendiğinde AK Parti’nin oy kaybedip, MHP’nin oylarını arttırmıştır. MHP,
238
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
CHP ve BDP’ye oy verenlerin çoğu ideoloji, parti bağlılığı ve aileden gelen
geleneği sürdürmek için vermektedir. Yani MHP, CHP ve BDP’ye oy verenler,
daha çok sosyolojik tercih yaklaşımıyla hareket etmektedir. AK Parti’ye oy
vermiş olanlar ise, rasyonel tercih yaklaşımıyla hareket edip, ekonomik çıkar
ve istikrarın devamı için zam yapılmaması gibi nedenlerle hareket ettiklerini
ifade etmişledir.
Çözüm süreci, paralel yapı ile mücadele ve Erdoğan’ın kişiliği AK
Parti’ye hem oy kazandıran, hem de oy kaybettiren nedenler gibi
durmaktadır. Görüşülen 100 kişiden AK Parti’ye oy veren 39 kişinin
çoğunluğu AK Parti’ye oy vermesin sebebi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın
lider kişiliğini göstermişlerdir. Ayrıca darbecilerle ve paralel yapı ile
mücadelede baskın nedenler arasındadır. AK Parti’nin oyunu azaltan
nedenler, aynı zamanda MHP’nin birinci parti olarak çıkmasını sağlamıştır.
MHP’nin birinci parti olarak çıkmasında başkanın icraatları, yani aday da etkili
olmuştur. MHP’ye oy verenlerin içinde önemli büyüklükte bir grup AK Parti
almasın diye de bu partiye oy vermişlerdir.
Belediye başkanlığı seçimlerinde oyunu MHP, CHP, BDP ve SP’ye verip,
il genel meclisinde AK Parti’ye verenlerin gerekçeleri ise, şehirlerine iktidar
partisi tarafından yatırım yapılması, para ve hizmet gelmesi olarak ifade
edilmiştir. Isparta’da il genel meclisi seçimlerinde oy vermede belirleyici
unsurlar olarak ideoloji, parti ve partiye güven iken, belediye başkanlığı
seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan sevgi ve gösterilen karşıtlık,
ideoloji ve adayın özellikleri en önemli unsurlar olarak öne çıkmıştır. Bu seçim
sonuçlarının analizi göstermektedir ki, seçmen oy verirken bilinçli hareket
etmekte, ulusal meseleler kadar yerel meseleleri de dikkate almaktadır.
239
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
Kaynaklar
Akbulut, Ö. (2014), “Yerel Seçimlerin Yerelliği”, Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi, OcakHaziran, Yıl: 5, Sayı: 17-18, s. 43-48.
Akgün, B. (2007), Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven,
Nobel Yayın Dağıtım, Geliştirilmiş 2. Baskı, Ankara.
Aydın, K. & Özbek, V. (2004), “Ailenin Seçmen Davranışları Üzerindeki Etkisi”, Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kocaeli Üniversitesi, Sayı: 2, s. 144-167.
Berolson, B., Lazarsfeld P. & Mchphee, W. N. (1954), Voting, University of Chicago
Press, Chicago.
Campell, A., Conserve, E. P., Warren, E. M. & Stokes, D. E. (1960), The American
Voter, John Willy, New York.
Çarkoğlu, A. (1997), "Macro Economic Determinants of Electoral Support for
Incumbents in Turkey,1950–1995", New Perspectives on Turkey, Vol: 17, No:
2, s. 75-96.
Çitçi, O. (1996) “Temsil, Katılma ve Demokrasi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 5, Sayı:
6, s. 5-14.
Çukurçayır, M. A. (2000), Siyasal Katılma ve Yerel Demokrasi, Yargı Yayınevi, Ankara.
Downs, A. (1957), An Economic Theory of Democracy, Harper, New York.
Damlapınar, Z. & Balcı, Ş. (2005), “Seçmenin Zihnindeki Aday İmajını Belirleyen
Etkenler: 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri Alan Araştırması”, Selçuk İletişim, Cilt:
4, Sayı: 1, 2005, 58-79.
Ercins, G. (2007), “Türkiye’de Sosyo-Ekonomik Faktörlere Bağlı Olarak Değişen
Seçmen Davranışı”, C.Ü. İktisadi İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 2, s. 2540.
Gül, H. & Kiriş, H. M. (2009), “Geçmişten Günümüze Yönetsel ve Siyasal Yönleriyle
Isparta”, içinde Geçmişten Günümüze Isparta, (Der.), H. Gül ve S. Boybeyi,
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.
Gül, H., Kiriş, H. M., Negiz, N. & Gökdayı, İ. (2014), Türkiye’de Yerel Yönetimler ve
Yerel Siyaset, Detay, Ankara.
Harrop, M. & Miller, W. (1987), Election and Voters a Comparative Introduction,
Mcmillan, London.
Kalender, A. (2000), Siyasal İletişim Seçmenler ve İkna Stratejileri, Çizgi Kitapevi,
Konya.
Kamalak, İ. (2013), “Yerelin Yerel Seçimlere Etkisi: Belediye Başkan Adayları Üzerinden
Bir İnceleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:
15, Sayı: 3, s. 419-446.
Kamalak, İ., Kiriş, H. M. & Gül, H. (2013), “Türkiye’de Siyasal Partilerin Belediye
Başkan Adayı Belirleme Etkinliğinin 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Çerçevesinde
Değerlendirilmesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 22, Sayı: 3, s. 1-30.
Kışlalı, A. T. (1991), Siyasal Sitemler, İmge Kitabevi, Ankara.
Kiriş, H. M. ve Şataf, C. (2007), “İktidardan Olmak ya da Olmamak: Türkiye’de
Belediyelerin Çıkmazı”, Yerel Siyaset, Yıl: 2, Sayı: 15, Mart, s. 359-369.
Kösecik, M. (2010), “Türkiye’de Yerel Seçimler: Ulusal Politikanın Etkisinde 29 Mart
2009 Yerel Seçimleri”, Yerel Siyaset, Yıl: 4, Sayı: 37, s. 79-91.
Özkan, A. (2010), “Türkiye’de Seçmenlerin Oy Verme Davranışının Siyasal İletişim
240
Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta”
Perspektifinden İncelenmesi”, içinde Seçenlere ve Seçilenlere: Politik Dünya,
(Ed.) Ece İnan, 211-228,, Referans Yayınları, İstanbul.
Özsoy, O. (2009), Seçim Kazandıran Siyasal İletişim, Pozitif Yayıncılık, Şubat.
Öztekin, A. (2001), Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal, Kitabevi, 3. Baskı, Ankara.
Sallan Gül, S. & Gül, H. (2009), “Isparta'nın Toplumsal Yapısı ve Gündelik Yaşam
Pratikleri”, içinde Geçmişten Günümüze Isparta, (Der.) H. Gül & S. Boybeyi,
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.
Sezgin, Ş. (2007), “Ekonomik Oy Verme Teorisi: Türkiye Örneği 1998-2003,” Amme
İdaresi Dergisi, Cilt: 40, Sayı: 2, Haziran, s. 21-38.
Turan, İ. (1986), Siyasal Sistem ve Davranış, Der Yayınları, İstanbul.
Türk, H. S. (2006), “Seçim, Seçim Sistemleri ve Anayasal Tercih”, Anayasa Yargısı
Dergisi, S. 23, s. 75‐112.
TÜSİAD, (2001), Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler Araştırması, Cilt 2, Kasım,
http://www.tusiad.org.tr/__rsc/shared/file/ssspaCilt2.pdf.
241
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241
242
2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi:
Büyüme, Enflasyon, İşsizlik,
Borçlanma ve Dış Ticarette Gelişmeler
Onur Sungur
Yrd. Doç. Dr.
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
İ.İ.B.F. İktisat Bölümü
E-posta: [email protected]
Özet: Türkiye Ekonomisi, Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen süre
içerisinde pek çok ekonomik kriz ile karşı karşıya kalmış ve belli başlı ekonomik
sorunlarla mücadele içerisinde olmuştur. 2000’li yılların başında ardı ardına yaşanan
Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri Türkiye ekonomisinde büyük etkiler oluşturmuş ve
bir anlamda yeni karar ve önlemlerin alınmasına neden olmuştur. 2001 krizinin
ardından alınan yeni önlemler ve 2002 yılından itibaren ortaya çıkan siyasi istikrar ile
birlikte Türkiye ekonomisinde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu çalışmanın amacı,
2000 sonrası dönemde Türkiye Ekonomisinin son 15 yılına ışık tutulmasıdır. Bu amaçla;
2000-2014 yıllarına ait verilerden yararlanılarak milli gelir, büyüme, kişi başı milli gelir,
istihdam, işsizlik, enflasyon, borçlanma ve dış ticaret başlıkları altında temel
makroekonomik göstergelerdeki gelişmeler analiz edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye ekonomisi, büyüme, işsizlik, dış borç, dış ticaret
Turkish Economy after 2000: Developments in Growth, Inflation,
Unemployment, Debt and Foreign Trade
Abstract: Turkish Economy has encountered several economic crises and struggled
with certain economic problems from the proclamation of Republic up until today. In
the beginning of 2000s, two economic crises on November 2000 and February 2001
have caused deep impacts on Turkish Economy and led to make new decisions and
take precautions. With the new precautions after February 2001 economic crisis and
political stability after 2002, significant progresses were made in Turkish Economy. The
purpose of this study is to enlighten the 15-year-period of Turkish Economy after 2000.
In this respect, the progress on basic macroeconomic indicators based on the data of
2000-2014 were analyzed under the following topics; gross domestic product, growth,
per capita income, employment-unemployment, inflation, public debt and foreign
trade.
Keywords: Turkish economy, growth, unemployment, foreign debt, foreign trade.
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi: Büyüme, Enflasyon, ĠĢsizlik, Borçlanma ve DıĢ
Ticarette GeliĢmeler”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Giriş
Türkiye Ekonomisi, Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen
süre içerisinde pek çok ekonomik kriz ile karĢı karĢıya kalmıĢ ve belli baĢlı
ekonomik sorunlarla mücadele içerisinde olmuĢtur. Türkiye Ekonomisi,
1960’lı, 1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca çok ciddi ekonomik
sorunlarla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Bu yıllar, yüksek enflasyon, yüksek iĢsizlik,
yüksek dıĢ borç, yüksek faiz dönemleri olarak geçmiĢtir. 1958 yılında
uygulamaya koyulan “Ġstikrar Programı”(Alkınoğlu, 1999; Siverekli Demircan
& Ener, 2004; Kanca, 2012; Karagöl & Bingöl, 2013), 1977 yılında patlak
veren borç krizi ve sonrasında ülkenin “70 cente muhtaç olması”, 1980 yılında
uygulamaya koyulan “24 Ocak Kararları”(Öztürk vd., 2008; Karabıyık & Uçar,
2010, Apaydın & Açıkalın, 2015) 1994 yılının Nisan ayında uygulamaya
koyulan “5 Nisan Kararları” (Oktay, 1994; Köse, 2002), bu dönemlerde
yaĢanan ekonomik krizlere çare olarak uygulamaya koyulmuĢtur. Ancak
alınan önlemlere rağmen, Türkiye Ekonomisi yaklaĢık her 10 yılda bir ciddi bir
ekonomik kriz ile karĢı karĢıya kalmıĢtır.
2000’li yılların baĢında ardı ardına yaĢanan Kasım 2000 ve ġubat
2001 Krizleri Türkiye ekonomisinde büyük etkiler oluĢturmuĢ ve bir anlamda
yeni karar ve önlemlerin alınmasına neden olmuĢtur. Ġlk olarak; Kasım ayının
baĢlarında bankacılık kesimine yönelik yeni düzenlemelerin hız kazanmaya
baĢlaması, bankaları, açık pozisyonlarını kapatma konusunda hızlı ve ani
kararlar alma içerisine sokmuĢ ve Kasım ayının son on gününde bir likidite
krizi ortaya çıkmıĢtır (Turan, 2011: 69-70). Bu anlamda, Kasım-2000 krizinin
bir “likidite krizi” olarak tanımlanması mümkündür (Kahraman Akdoğu, 2012:
198). Likidite sıkıntısı yaĢayan bankaların açık pozisyonlarını hazine kağıtları
ile fonlamaları bankalara büyük kayıplar yaĢatmıĢ ve faizleri tırmandırmıĢtır.
Mali kesimle yaĢanan bu sıkıntının reel kesime yansımasıyla birlikte kriz daha
da derinleĢmiĢtir (Eğilmez & Kumcu, 2004: 386-387’den aktaran Turan,
2011: 69-70). 22 Kasım 2000 tarihinde baĢlayan (Karaçor, 2006: 388) krizi
takiben, 2 hafta içerisinde Merkez Bankası’ndan 5,5 milyar dolar döviz rezervi
çıkıĢı yaĢanmıĢ, Bankalararası Para Piyasası’nda gecelik borçlanma faizleri
%210seviyesine yükselmiĢtir (Uygur, 2001: 6).
Kasım ayında yaĢanan kriz, TCMB’nin müdahalelerinin de yetersiz
kalması sonucuyla Aralık ayında daha da derinleĢerek 1 Aralık 2000 tarihinde
gecelik repo faizleri %1700’e yükselmiĢ ve ĠMKB’nın %26 düĢmesine yol
açmıĢtır (Turan, 2005: 5-6). Kriz sonrasında 18 Aralık 2000’de programın
temel araçlarında değiĢiklik yapılmaksızın yapısal önlemlerin bir takvime
bağlanması ve değiĢen hedefleri içine alan ayrıntılı bir ek niyet mektubu
IMF’ye verilmiĢtir (Turan, 2011: 71).
Krizin daha da kötüye gitmesini önleme amacıyla alınan tedbirler ve
geçici destekler de programın sürdürülebilirliğini sağlamaya yetmemiĢ ve
2001 yılı ġubat ayında yeni bir kriz patlak vermiĢtir. 2001 yılına girildiğinde;
yapılan ilk ihalede Hazine, Kasım-2000 krizinden kaynaklanan faiz artıĢlarının
bir sonucu olarak, yılsonu enflasyon oranının çok üzerinde %67 faiz ile
244
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
borçlanma yapmıĢ, ayrıca daralan iç talebe bağlı olarak Ocak ayı Toptan EĢya
Fiyat Endeksi (TEFE) %28,3 olarak gerçekleĢmiĢtir (Turan, 2011: 72). ġimĢek
(2007: 57), ġubat 2001 krizi ile ilgili olarak krizin ortaya çıkacağını gösteren
yapısal koĢulların ve göstergelerin krizden çok daha önce kendini açıkça belli
ettiğini ifade etmektedir. Bu kapsamda; yeterli döviz fazlasına sahip olmayan
bankacılık sistemi ve faiz-kur çıkmazının yol açtığı yapay sermaye giriĢleri ile
ayakta durmaya çalıĢan sistem, piyasalardaki artan güvensizlik neticesinde
yeni bir krize zemin hazırlamıĢtır. Genel olarak; ġubat 2001 krizinin temel
nedenleri; (1) döviz talebi fazlalığı nedeniyle kurlardaki aĢırı hareketlilik, (2)
finansal krizlerin reel ekonomide yarattığı etkiler, (3) faiz dıĢı fazlanın çok
yüksek belirlenmesinin yarattığı daralma, (4) dıĢ borç stokundaki artıĢ, (5)
ödemeler bilançosu açığının çok yüksek olması ve (6) siyasi belirsizlik ortamı
olarak sıralanabilir.
Krizin baĢlamasına yol açan asıl geliĢme ise, 19 ġubat 2001 tarihinde
yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında yaĢananlar olmuĢtur. MGK
toplantısında CumhurbaĢkanı ile BaĢbakan arasında yaĢanan gerginlik ve
toplantıda “Anayasa kitapçığının fırlatılması”, kamuoyuna devlet krizi olarak
açıklanmıĢ ve mali piyasalar bir anda sarsılmıĢtır. Spekülatif atak sonucunda
yoğun bir döviz talebi yaĢanmıĢ ve 19 ġubat 2001 tarihinde 7,6 milyar
dolarlık döviz talebi gerçekleĢmiĢtir. TCMB bu talebin yalnızca 1,2 milyar
dolarlık
kısmını
karĢılayabilmiĢtir
(Karacan,
2014:
770).
Yabancı
yatırımcılarında piyasadan çıkıĢı ve bankaların ve tasarruf sahiplerinin döviz
alımına yönelmesi, faizlerin %1000’lere yükselmesi, TCMB’nın net iç varlık
hedefinden ödün vermemesi, 20-21-22 ġubat tarihlerinde krizin daha
derinleĢmesine yol açmıĢtır. 23 ġubat 2001 tarihinde TCMB rezervleri 5,3
milyar dolar azalmıĢ (27,9 milyar dolardan 22,6 milyar dolara), Bankalararası
Para Piyasası’nda gecelik repo faizleri %7500’lere, Hazine borçlanma faizleri
ise %144’lere yükselmiĢtir. Kasım-2000 krizinde ortaya çıkan faiz riski,
ġubat-200 krizinde faiz + kur riskine dönüĢmüĢ, özellikle bankacılık
sektöründe çok ciddi boyutta bir sarsında ve krizi beraberinde getirmiĢtir
(Turan, 2011: 72).Kasım-2000 ve ġubat-2001 krizlerinin bankacılık
sektöründe yarattığı zarar toplamda 25 milyar dolara yaklaĢmıĢtır.
2001 yılında yaĢanan ekonomik krizin neticesinde de, diğer krizlerde
olduğu gibi, IMF ve Dünya Bankası desteği ile “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ
Programı” adı altında yeni bir yapısal reform programı uygulamaya
koyulmuĢtur. 2001 krizini takiben uygulamaya koyulan ve 14-15 Nisan 2001
tarihlerinde iki aĢamalı olarak kamuoyuna duyurulan (Züngün, 2008: 236)
GEGP ve daha sonra IMF ile birlikte düzenlenen program çerçevesinde
uygulanan sıkı para ve maliye politikaları, 2001 sonrası dönemde
makroekonomik politikaların genel çerçevesini oluĢturmuĢtur (Taban, 2011:
4). Uygulanan program, büyüme, enflasyon ve faiz oranları açısından olumlu,
ancak cari açık ve istihdam göstergeleri açısından ise olumsuz sayılabilecek
geliĢmeler yaratmıĢtır (Karabulut & DanıĢoğlu, 2006: 48’den aktaran KuĢat,
2015: 33). Programın temel hedefleri; enflasyonun ortadan kaldırılması,
sürdürülemez duruma gelen kamu iç borç dinamiğinin kırılması ve büyüme
245
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
önündeki yapısal problemlerin ortadan kaldırılması olarak hedeflenmiĢtir (Ay
vd., 2007: 605; Kol & Karaçor, 2012: 381). Programın unsurları, hedefleri,
uygulama araçları ve sonuçları aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır.
Tablo 1. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
PROGRAMIN
UNSURLARI
PROGRAMIN
HEDEFLERİ
PROGRAMIN
UYGULAMA
ARAÇLARI
PROGRAMIN
SONUÇLARI
Yapısal
Yenilemeler
TCMB’nın özerkliği
ve piyasa
ekonomisinin
düzenlenmesi
TCMB Kanunu,doğal
tekellere ve ağ
endüstrilerineyönelik
düzenleyici kurum
yasaları
Telekomünikasyon,
Tütün, ġeker
ÜstKurullarının
oluĢturulması
Bankacılık
Sistemi
Reformları
Sağlam bankacılık
sistemi rasyolarının
oluĢturulması
Bankacılık kanunu
BDDK’nın kurulması,
TMSF’ye iĢlerlik
kazandırılması
Faiz ve
Kambiyo
Politikaları
Yatırımcılar için orta
vadeli perspektif
sağlanması
Kur sistemleri
Ekonomik
Büyüme
Stratejileri
Sıkı maliye
politikası, antienflasyonist
yaklaĢım,istikrarlı
ekonomik büyüme
Yüksek Oranlı Faiz
DıĢı Fazla,Cari
Açık/Milli Gelir
Oranın kontrolü ve
finansmanı
Dalgalı kur
sistemine
geçilmesi,yönetimli
dalgalanma,örtülü
kur çıpasının
uygulanması
DüĢük kur
politikasıyla oluĢan
cari açığın dıĢ
borçlanma
rakamlarına
yansıması
Kaynak: TaĢar, 2010: 82; Kaya, 2013: 28.
2000’li yılların baĢlarında yaĢanan söz konusu geliĢmelere iliĢkin
olarak yapılan genel değerlendirmenin ardından, bu çalıĢmanın amacı, 2000
sonrası dönemde Türkiye’de yaĢanan ekonomik geliĢmelere ve Türkiye
Ekonomisinin son 15 yılına ıĢık tutulmasıdır. Bu amaçla; 2000 sonrası
dönemde son 15 yıllık verilerden yararlanılarak milli gelir, büyüme, kiĢi baĢı
milli gelir, istihdam, iĢsizlik, enflasyon, borçlanma ve dıĢ ticaret baĢlıkları
altında temel makroekonomik göstergelerdeki geliĢmeler analiz edilmektedir.
Buna ilaveten, makroekonomik performans olarak ele alınabilecek baĢka
göstergeler de bulunmakla birlikte, çalıĢmanın sayfa sınırlarını aĢacağı
gerekçesiyle diğer göstergelere ayrıntılı olarak değinilmemiĢ, çalıĢma sadece
bahsedilen makroekonomik göstergelerin analizi ile sınırlı tutulmuĢtur.
246
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Milli Gelir – Ekonomik Büyüme
Türkiye’de 2000 yılı itibariyle bakıldığında; cari fiyatlarla Gayri Safi
Yurt Ġçi Hasıla (GSYĠH) yaklaĢık olarak 167 milyar TL seviyesinde iken, 2014
yıl sonu itibariyle 1,7 trilyon TL seviyesine ulaĢmıĢtır. Aynı dönemde sabit
fiyatlarla GSYĠH 2000 yılında 72 milyar TL seviyesinden, 2014 yılında 126
milyar TL seviyesine ulaĢmıĢtır. Söz konusu dönemde sabit fiyatlarla GSYĠH
açısından 15 yıllık dönemde %75 seviyesinde bir artıĢ yaĢandığı
görülmektedir. Sabit fiyatlarla GSYĠH’nın 2001 ve 2009 yıllarında yaĢanan
krizler dolayısıyla düĢtüğü de görülmektedir. Dolar cinsinden bakıldığında;
2000 yılında GSYĠH 265 milyar dolar seviyesinde iken, 2013 yılında 823
milyar dolara kadar yükselmiĢ, ancak 2014 yılında 800 milyar dolara
gerilemiĢtir. Ancak, dolar kurundaki dalgalanmaların ve Türkiye’de doların
aĢırı değerli olduğu göz önüne alındığında, bu hesaplamanın yanıltıcı olduğu
da bir gerçektir. Bu kapsamda, ülke paralarının gerçek satın alma gücü
paritesine (SGP) göre hesaplanmıĢ değerlerine bakıldığında, 2000 yılında
SGP’ne göre hesaplanan GSYĠH’nın yaklaĢık 590 milyar dolar seviyesinde
iken, 2014 yılında bunun 1,45 trilyon dolara ulaĢtığı görülmektedir.
Tablo 2. Gayri Safi Yurt İçi Hasıla
Satın Alma
Cari Fiyatlarla
Sabit Fiyatlarla
Cari Fiyatlarla
Milyar TL
Milyar TL
Milyar Dolar
2000
166,658
72,436
265,384
589,614
2001
240,224
68,309
196,736
561,408
2002
350,476
72,519
230,494
572,094
2003
454,780
76,338
304,901
588,911
2004
559,033
83,485
390,387
688,602
2005
648,931
90,499
481,497
781,243
2006
758,390
96,738
526,429
895,527
2007
843,178
101,254
648,754
975,733
2008
950,534
101,921
742,094
1.067,944
2009
952,558
97,003
616,703
1.044,391
2010
1.098,799
105,885
731,608
1.168,150
2011
1.297,713
115,174
773,980
1.308,343
2012
1.416,798
117,625
786,283
1.348,311
2013
1.567,289
122,556
823,044
1.409,345
2014
1.747,362
126,127
800,107
1.457,863
Gücü Paritesi
Milyar Dolar
Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar
247
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Sektörel dönüĢüm açısından; 15 yıllık dönemde tarım sektörünün cari
fiyatlarla milli gelirdeki payı %10’dan %7’ye düĢerken, sanayi sektörünün
payın %28 seviyesinden %24’e düĢmüĢtür. Hizmet sektörünün milli gelirdeki
payı ise 2000 yılında %55,6 seviyesinde iken, 2014 yılı itibariyle %57,7
seviyesine yükselmiĢtir. Sabit fiyatlarla hesaplanan milli gelire bakıldığında;
tarım sektörünün payı 2000 yılında %12,2 seviyesinden, 2007 yılında %10
seviyesinin altına düĢmüĢ ve 2014 yılı itibariyle %8,8 paya gerilemiĢtir. Bu
dönemde sanayinin milli gelirdeki payı 2000 yılında %31,9 seviyesinde iken
2014 yılında %32,9 seviyesine yükselmiĢtir. Bu da reel üretim anlamında
sanayi sektörünün üretiminin ve milli gelirdeki payının arttığını
göstermektedir. Hizmet sektörünün payı ise 2000 yılında %53 seviyesinde
iken 2014 yılında %59,1’e yükselmiĢtir.
Ekonomik büyüme açısından, dalgalı ve istikrarsız bir büyüme
görülmektedir. 2000 yılından yaĢanan %6,8 büyümenin ardından 2001
yılında yaĢanan krizin sonucu olarak Türkiye Ekonomisi %5,7 daralma
yaĢamıĢtır. Krizi takip eden 2002 ve 2003 yıllarında sırasıyla %6,2 ve %5,3
ekonomik büyüme yaĢanmıĢtır. 2004 ve 2005 yıllarında Türkiye ekonomisi
%8-9’ları aĢan bir büyüme performansı sergilemiĢ, ancak izleyen 3 yıl
içerisinde ekonomik büyüme performansı giderek yavaĢlamıĢtır. Nitekim,
2009 yılında da küresel krizin bir neticesi olarak %4,8 ekonomik küçülme
yaĢanmıĢtır. 2010 ve 2011 yılları kriz sonrası toparlanma dönemi olarak yine
%9’u aĢan ekonomik büyüme yılları olmuĢtur. Ancak göze çarpan önemli bir
husus, özellikle son 3 yılda ekonomik büyümenin ciddi bir Ģekilde yavaĢlamıĢ
olmasıdır. 2012 yılında %2,1 büyüyen Türkiye ekonomisi, 2013 yılında %4,2,
2014 yılında da %2,9 büyüme gerçekleĢtirmiĢtir. Türkiye’nin 1923-2013
yılları arasındaki ortalama yıllık büyüme hızının %4,6 düzeyinde olduğu
düĢünüldüğünde, özellikle son 3 yıllık büyüme performansının, trend ve
potansiyel büyüme hızının altında kaldığı görülmektedir. Hükümet dönemleri
itibarıyla bakıldığında; 2003-2007 yılları arasında yıllık ortalama %7,5
büyüme, 2007-2011 yılları arasında (2009 krizinin de etkisiyle) yıllık ortalama
%2,4 büyüme, 2011-2014 yılları arasında da yıllık ortalama %4,5 büyüme
gerçekleĢtirilmiĢtir. 2009 krizi öncesi yıllık ortalama %5,9 ekonomik büyüme
sergilenirken, kriz sonrası dönemde %5,4 ekonomik büyüme sağlanmıĢtır. Bu
açıdan, Türkiye ekonomisinin, kriz öncesi büyüme performansının bir miktar
altında kaldığı, ancak yine de ortalama %5’i aĢan bir büyüme sergilediği
görülmektedir. Genel olarak 2000-2014 arası dönemde ise; 2000 yılı sonrası
dönemde ortalama büyüme yıllık %4,3 olarak, 2002 sonrası dönemde ise
yıllık ortalama %4,9 olarak gerçekleĢmiĢtir.
248
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Şekil 1. Ekonomik Büyüme (Yüzde)
8,4
6,9
9,2 8,8
4,7
2,1
2011
-4,8
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
-5,7
2002
2001
2000
0,7
4,2
2,9
2014
6,2 5,3
2013
6,8
2012
9,4
Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar’dan yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur.
2010 yılında yaĢanan %9,2 ve 2011 yılında yaĢanan %8,8’lik yüksek
büyüme hızlarının ardından, iç ve dıĢ talebin dengelenmesine yönelik olarak
alınan tedbirlerin sonucunda 2012 yılında büyüme hızı yavaĢlamıĢtır. 2012
yılında ihracattaki yüksek artıĢa rağmen özel tüketim ve yatırımlarda tahmin
edilenden daha fazla bir daralma yaĢanması nedeniyle 2012 yılı büyüme
%3,2 olarak tahmin edilmesine rağmen %2,1 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2012
yılında yavaĢlayan büyüme hızı 2013 yılında iç talep artıĢından kaynaklanan
bir ivme ile %4,1 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2014 yılı Orta Vadeli Program
(OVP)’da %4 olarak tahmin edilen ancak 2015 yılı OVP’da %3,3 olarak revize
edilen ekonomik büyüme hızı ise %2,9 olarak gerçekleĢmiĢtir.
2000-2014 yılları arasında, mili gelirde yaĢanan geliĢmelere paralel
olarak, kiĢi baĢı milli gelirde (KBMG) de artıĢlar yaĢanmıĢtır. 2000 yılı
itibariyle cari fiyatlarla 4.129 dolar seviyesinde olan KBMG, 2014 yılsonu
itibarıyla 10.404 dolara ulaĢmıĢtır. Bu açıdan bakıldığında; 2000-2014 yılları
arasında KBMG’de dolar cinsinden %152 artıĢ yaĢandığı görülmektedir. Satın
alma gücü paritesine göre ise KBMG’deki artıĢın biraz daha düĢük olduğu
görülmektedir. SGP’ne göre KBMG 2000 yılında 9.177 dolar seviyesinde 2014
yılında %107’lik artıĢ ile 19.027 dolar seviyesine ulaĢmıĢtır.
249
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Şekil 2. Kişi Başı Milli Gelir (Dolar)
12.000
10.000
8.000
6.000
4.000
2.000
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
0
Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar’dan yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur.
KiĢi BaĢı Milli Gelir rakamlarına göre Türkiye, Dünya Bankası (2013)
tarafından yapılan tanımlamaya göre, 2001 ve 2002 yıllarında “DüĢük Orta
Gelir” (1.036 – 4.085 dolar arası KBMG) grubunda yer alırken, 2003 yılından
itibaren “Üst Orta Gelir” (4.086 – 12.615 dolar arası KBMG) grubunda yer
almaktadır.
İstihdam - İşsizlik
Ġstihdam alanındaki geliĢmeler aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır.
Tablonun açıklanmasından önce bu noktada ĠĢgücü Göstergeleri ile ilgili bir
değiĢiklikten bahsedilmesinde yarar bulunmaktadır. 2014 yılı ġubat ayında
Avrupa Birliği standartlarına tam uyumun sağlanmasına yönelik yeni
düzenlemelere geçilmesiyle birlikte TÜĠK tarafından yapılan iĢsizlik
hesaplamaları değiĢmiĢtir. Bu da yeni seri ile eski seri arasında farklılıklara
yol açmıĢ verilerin karĢılaĢtırılabilirliğini ortadan kaldırmıĢtır. Bu nedenle,
2014 yılında yapılan değiĢiklik sonucunda, 2005 yılında önceki veriler de
ortadan kalkmıĢtır. Dolayısıyla ĠĢgücü Göstergeleri yeni seri ile yalnızca 2005
yılından itibaren mevcuttur.
2005 yılından itibaren istihdam değiĢimine bakıldığında; 2005 yılında
19,6 milyon olan toplam istihdamın, 2014 yılında 26 milyona yaklaĢtığı
görülmektedir. Toplam istihdam, 2009 yılında 2008 yılına göre değiĢmemiĢ,
2015 yılı Ocak ayında da 2014 yılına göre 480bin kiĢi azalmıĢtır. 2014 yılı
itibarıyla sektörel olarak, tarım sektöründe 6 milyon, sanayi sektöründe 5,3
milyon, inĢaat sektöründe 2 milyon ve hizmetler sektöründe yaklaĢık 14
milyon kiĢi istihdam edilmektedir. Bu bakımdan, toplam istihdamın %22’si
tarım, %19,5’i sanayi, %7,4’ü inĢaat ve %51,1’i hizmetler sektöründe
250
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
istihdam edilmektedir. Tarım ve sanayi sektörlerinde son 10 yıllık dönemde
oransal olarak bir azalma görülürken, inĢaat ve hizmet sektörlerinin
istihdamdaki payının arttığı görülmektedir.
Tablo 3. İstihdamın Sektörel Dağılımı (Bin Kişi)
Tarım
Sanayi
İnşaat
Hizmetler
Toplam
2005
5.014
4.241
1.097
9.281
19.633
2006
4.653
4.362
1.192
9.726
19.933
2007
4.546
4.403
1.231
10.029
20.209
2008
4.621
4.537
1.238
10.208
20.604
2009
4.752
4.179
1.305
10.380
20.615
2010
5.084
4.615
1.434
10.725
21.858
2011
5.412
4.842
1.680
11.332
23.266
2012
5.301
4.903
1.717
12.016
23.937
2013
5.204
5.101
1.768
12.528
24.601
2014
5.470
5.316
1.912
13.235
25.933
Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri
Ġstihdamdaki sürekli artıĢa karĢılık, iĢsizlik de sürekli artmaktadır.
2001 yılında –eski seriye göre- 2 milyon olan iĢsiz sayısı, 2003-2004
yıllarında artıĢ göstererek 2,5 milyona yaklaĢmıĢtır. 2004 yılında 2,4 milyona,
2005 yılında da 2 milyona gerilemiĢtir. 2005 yılında 2 milyon olan iĢsiz sayısı,
2006 yılında 1,9 milyona düĢmüĢ, ancak 2007 yılında tekrar 2 milyona
çıkmıĢtır. 2009 yılında 2,3 milyon olan iĢsiz sayısı 2009 yılında küresel krizin
de etkisiyle çok ciddi bir artıĢla 3 milyonu aĢmıĢ, ardından 2010-2011-2012
yıllarında sürekli düĢerek 2,2 milyona kadar gerilemiĢtir. Ancak 2015 yılı Ocak
ayında iĢsiz sayısı 3,2 milyonu da aĢmıĢtır. Mevsimsel iĢgücünün de etkisiyle
birlikte 2015 Mart-Nisan-Mayıs aylarında iĢsiz sayısı 2,8 milyona gerilese de,
bugün itibariyle yine 3 milyona yaklaĢan bir iĢsiz sayısı görülmektedir.
251
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Tablo 4. İşgücü, İstihdam ve İşsizlik
İşgücüne
Katılma
İşsizlik
İstihdam
Nüfus
15+
İşgücü
İstihdam
İşsiz
Oranı
Oranı
Oranı
2000
46.211
23.078
21.581
1.497
49,9
6,5
46,7
2001
47.158
23.491
21.524
1.967
49,8
8,4
45,6
2002
48.041
23.818
21.354
2.464
49,6
10,3
44,4
2003
48.912
23.640
21.147
2.493
48,3
10,5
43,2
2004
47.544
22.016
19.632
2.385
46,3
10,8
41,3
2005
48.356
21.691
19.633
2.058
44,9
9,5
40,6
2006
49.275
21.913
19.933
1.980
44,5
9,0
40,5
2007
50.177
22.253
20.209
2.044
44,3
9,2
40,3
2008
50.982
22.899
20.604
2.295
44,9
10,0
40,4
2009
51.833
23.710
20.615
3.095
45,7
13,1
39,8
2010
52.904
24.594
21.858
2.737
46,5
11,1
41,3
2011
53.985
25.594
23.266
2.328
47,4
9,1
43,1
2012
54.961
26.141
23.937
2.204
47,6
8,4
43,6
2013
55.982
27.046
24.601
2.445
48,3
9,0
43,9
2014
56.986
28.786
25.933
2.853
50,5
9,9
45,5
Not: 2000-2004 yıllarına ait veriler eski seriye aittir.
Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri
Son 10 yıllık döneme bakıldığında; iĢsizlik oranlarında dikkate değer
bir düzelme görülmemektedir. Türkiye’de 2005 yılında %9,5 olan iĢsizlik
oranı, 2015 yılı itibariyle de %9,8 seviyesinde devam etmektedir. 2009
yılında yaĢanan krizin etkisiyle %14’lere kadar çıkan iĢsizlik oranları, izleyen
dönemde düĢmesine rağmen, son 3 yıldır artıĢ eğilimini de devam
ettirmektedir.
252
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
ĠĢsiz Sayısı
İşsizlik Oranı (%)
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
14
12
10
8
6
4
2
0
2001
3.500
3.000
2.500
2.000
1.500
1.000
500
0
2000
İşsiz Sayısı (Bin)
Şekil 3. İşsiz Sayısı ve İşsizlik Oranı
ĠĢsizlik Oranı
Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
Enflasyon
Türkiye Ekonomisi uzun yıllar boyunca yüksek enflasyona maruz
kalmıĢtır. Özellikle 1980 sonrası dönemde enflasyon oranı üç haneli
rakamlara ulaĢmıĢ, 80’li, 90’lı ve 2000’li yılların baĢına kadar da oldukça
yüksek seviyede kalmıĢtır. 2000 yılında %39 seviyesinde olan Tüketici
Fiyatları Endeksi (TÜFE) artıĢ oranı, 2001 yılında %68,5’e yükselmiĢ, benzer
Ģekilde 2000 yılında %32,7 olan Üretici Fiyatı Endeksi (ÜFE) (o dönemdeki
adıyla Toptan EĢya Fiyat Endeksi – TEFE) artıĢ oranı da 2001 yılında
%88,6’ya yükselmiĢtir. 2001 yılında yaĢanan ekonomik krizi takiben
uygulamaya koyulan Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı (GEGP)’nın bir parçası
olarak sıkı para politikası uygulamasına geçilmiĢ ve enflasyonda hızlı bir
düĢüĢ yaĢanmıĢtır.
2002 yılından itibaren enflasyonla mücadelede para politikası aracı
olarak “enflasyon hedeflemesi” uygulamasına geçilmiĢtir. Bu kapsamda,
2002-2005 yılları arasında örtük enflasyon hedeflemesi uygulanmıĢ, 2006
yılından itibaren de açık enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçilmiĢtir.
Enflasyon hedeflemesi rejimi çerçevesinde belirlenen hedefler ve enflasyon
gerçekleĢmeleri yıllar itibarıyla aĢağıdaki Ģekilde sunulmaktadır.
253
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Şekil 4. Enflasyon Hedefi ve Gerçekleşmeleri
GERÇEKLEġME
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
40
35
30
25
20
15
10
5
0
HEDEF
Kaynak: Yazar tarafından oluĢturulmuĢtur.
Enflasyon hedefi ve gerçekleĢme arasındaki sapmalar aĢağıdaki
Ģekilde sunulmaktadır. Enflasyon hedeflemesi uygulamasının ilk dört yılında
(örtük enflasyon hedeflemesi dönemi) enflasyon oranı gerçekleĢmeleri
belirlenen enflasyon hedefinin altında kalmıĢtır. Ancak açık enflasyon
hedeflemesine geçilmesiyle birlikte, 2006’yı takip eden üç yıl boyunca
gerçekleĢen enflasyon oranı hedef oranların üzerine çıkmıĢtır. 2009-2010
yıllarında da hedefin altında seyreden enflasyon oranlarında da, 2011 yılından
itibaren hedefi aĢan bir enflasyon oranı söz konusudur. Özellikle 2011 yılında
enflasyon hedefi %5,5 olarak belirlenmesine rağmen 2011 yılı enflasyonu
%10,4 olarak gerçekleĢmiĢ ve üst sınır olarak tabir edilen %7,5 sınırını da
fazlasıyla aĢmıĢtır. 2012-2013-2014 yılları için %5 olarak belirlenen enflasyon
hedefi, 2012 yılında %6,2, 2013 yılında %7,4 ve 2014 yılında %8,2’lik
enflasyon gerçekleĢmeleri ile tutturulamamıĢtır.
254
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Şekil 5. Enflasyon Hedefinden Sapmalar
2002-2005
Hedefin altında
sapma
2006-2008
Hedefi aĢan sapma
2011-2014
Hedefi aĢan sapma
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2009-2010
Hedefin altında sapma
2002
8
6
4
2
0
-2
-4
-6
Kaynak: Yazar tarafından oluĢturulmuĢtur.
Bununla birlikte, Türkiye’nin enflasyon deneyimi göz önüne
alındığında; uygulanan sıkı para politikası ve enflasyon hedeflemesinin bir
sonucu olarak; 2000 sonrası dönemde hızlı bir düĢüĢ görülmektedir. 2002
yılında %29,7 olan TÜFE enflasyonu, 2003 yılında %18,4, 2004 yılında da
%10’un altına gerileyerek %9,4 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2005-2006-2007
yıllarında tek haneli olarak seyreden enflasyon oranı 2008 yılında %10 sınırını
az miktarda aĢarak %10,1 olarak gerçekleĢmiĢ, ardından 2009 ve 2010
yıllarında düĢüĢ göstererek 2010 yılında %6,4’e kadar gerilemiĢtir. Enflasyon
oranı son 4 yıla bakıldığında da; 2011 yılında %10,5, 2012 yılında %6,2,
2013 yılında %7,4 ve 2014 yılında da %8,2 olarak gerçekleĢmiĢtir.
Şekil 6. Enflasyon Oranı
100,0
80,0
60,0
40,0
20,0
TÜFE
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
0,0
ÜFE
Kaynak: TÜĠK, Enflasyon Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
255
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Bu noktada, enflasyondaki son zamanlardaki düĢüĢte, küresel
düzeyde petrol fiyatlarında yaĢanan düĢüĢün de bir miktar etkisinin
olduğunun belirtilmesi gerekmektedir. 2014 yılı içerisinde döviz kurunda
yaĢanan artıĢın enflasyonu olumsuz etkilediği, buna karĢın petrol fiyatlarında
%50’ye yakın düĢüĢün enflasyonun iki haneli rakamlara çıkmasını
engellemiĢtir.
Dış Ticaret ve Dış Ekonomik İlişkiler
2000-2014 yılları arasında Türkiye’nin ihracatı yaklaĢık olarak 6 kat
artmıĢtır. 2000 yılında 27,7 milyar dolar olan ihracat hacmi, ilk kez 2007
yılında 100 milyar dolar seviyesini aĢmıĢ ve 107,2 milyar dolara ulaĢmıĢtır.
2008 yılında 132 milyar doları aĢan ihracat, 2009 yılında kriz döneminde 102
milyar dolara gerilemiĢtir. 2010-2014 yılları arasında da ihracat artıĢı devam
ederek 2014 yılı itibarıyla 157,6 milyar dolara ulaĢmıĢtır.
Tablo 5. Dış Ticaret Göstergeleri
İhracat Değişim
İthalat Değişim
Dış
Ticaret
Dengesi
Dış
Ticaret
Hacmi
Karşılama
Oranı
2000
27,774
4,5
54,502
34,0
-26,727
82,277
51,0
2001
31,334
12,8
41,399
-24,0
-10,064
72,733
75,7
2002
36,059
15,1
51,553
24,5
-15,494
87,612
69,9
2003
47,252
31,0
69,339
34,5
-22,086
116,592
68,1
2004
63,167
33,7
97,539
40,7
-34,372
160,706
64,8
2005
73,476
16,3
116,774
19,7
-43,297
190,250
62,9
2006
85,534
16,4
139,576
19,5
-54,041
225,110
61,3
2007 107,271
25,4
170,062
21,8
-62,790
277,334
63,1
2008 132,027
23,1
201,963
18,8
-69,936
333,990
65,4
2009 102,142
-22,6
140,928
-30,2
-38,785
243,071
72,5
2010 113,883
11,5
185,544
31,7
-71,661
299,427
61,4
2011 134,906
18,5
240,841
29,8
-105,934
375,748
56,0
2012 152,461
13,0
236,545
-1,8
-84,083
389,006
64,5
2013 151,802
-0,4
251,661
6,4
-99,858
403,463
60,3
2014 157,610
3,8
242,177
-3,8
-84,566
399,787
65,1
Yıl
Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri
256
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Ġhracat yapısında yaĢanan geliĢmeler, seçilmiĢ bazı sektörler itibarıyla
aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır. Tablodan da görüldüğü üzere, ihracatın
yapısında son 15 yılda önemli değiĢimler yaĢanmıĢtır. Örneğin; tarım
ürünlerinin ihracat içerisindeki payı 2000 yılında %6 düzeyinde iken, 2014
yılında %3,8’e gerilemiĢtir. Benzer Ģekilde, tekstil ve giyim ürünleri
ihracatında ciddi bir düĢüĢ görülmektedir. Tekstil ürünleri ihracatının toplam
ihracat içerisindeki payı 2000 yılında %16,6’dan 2014 yılında %9,8’e, giyim
ürünlerinin ihracat içerisindeki payı da %19,5’ten %8,7’ye gerilemiĢtir.
Bununla birlikte; petrol ürünleri ve nükleer yakıtlar sektörü, ana metal
sanayi, motorlu kara taĢıtları, makine ve teçhizat sektörlerinin toplam ihracat
içerisindeki payının arttığı görülmektedir.
Tablo 6. Sektörlere Göre İhracatın Toplam İhracat İçerisindeki
Payları
SEKTÖR
2000
2003
2007
2011
2014
Tarım ve Ormancılık
5,97
4,49
3,47
3,83
3,83
Madencilik ve TaĢocakçılığı
1,44
0,99
1,55
2,08
2,16
91,87
93,92
94,23
93,37
93,31
Gıda ürünleri ve içecek
6,61
5,61
4,81
6,58
7,08
Tütün ürünleri
0,44
0,19
0,18
0,22
0,35
Tekstil ürünleri
16,61
14,48
10,07
9,58
9,78
Giyim eĢyası
19,50
17,26
11,00
8,62
8,74
Petrol ürünleri, nükleer yakıt
1,08
2,02
4,59
4,54
3,63
Kimyasal madde ve ürünler
5,03
4,08
3,78
5,00
5,05
Plastik ve kauçuk ürünleri
2,81
3,10
3,66
4,63
4,78
Diğer mineral ürünler
4,04
3,81
3,17
3,00
2,75
Ana metal sanayi
8,09
8,22
11,51
12,65
10,56
Metal eĢya sanayi
2,38
3,18
3,96
4,62
4,71
Makine ve teçhizat
4,95
6,60
7,49
8,25
8,62
Tıbbi aletler; optik alet, ve saat
0,27
0,27
0,31
0,37
0,53
Motorlu kara taĢıtı ve römork
6,28
11,51
15,86
12,63
12,19
Diğer ulaĢım araçları
3,18
2,20
2,56
1,48
1,52
Ġmalat
Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri
Ġhracattaki artıĢ Türkiye Ekonomisi açısından olumlu bir geliĢme iken,
aynı dönemde ithalatta da ciddi bir artıĢ görülmektedir. 2000 yılında 54,5
257
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
milyar dolar olan ithalat hacmi, 2005 yılında 100 milyar doları, 2008 yılında
da 200 milyar doları aĢmıĢtır. 2013 yılında 252 milyar dolarlık ithalat ile rekor
kırılmıĢ, 2014 yılında da ithalat hacmi 242,2 milyar dolar olarak
gerçekleĢmiĢtir. Türkiye’nin kronik hale gelmiĢ olan dıĢ ticaret açığı sorunu
2000 yılından beri de devam etmekte ve giderek artmaktadır. Nitekim 2009
yılı haricinde 2001-2011 yılları arasında dıĢ ticaret açığı sürekli artmıĢ ve
2011 yılında 105 milyar dolar dıĢ ticaret açığı ortaya çıkmıĢtır.
Şekil 7. İhracat, İthalat ve Dış Ticaret Dengesi
300
200
100
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
-100
2000
0
-200
DIġ TĠCARET DENGESĠ
ĠHRACAT
ĠTHALAT
Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
Ġhracattaki artıĢa rağmen ithalatın da devamlı olarak artıyor olması,
ihracatın ithalatı karĢılama oranını da bozmaktadır. 2001 yılında ihracatın
ithalatı karĢılama oranı (ĠĠKO) %75,7 iken, 2002-2006 yılları arasında bu
oran sürekli olarak gerilemiĢ ve 2006 yılında ĠĠKO %61,3’e düĢmüĢtür. 2009
yılında %72,5 olan ĠĠKO, 2010-2011 yıllarında da düĢüĢ göstermiĢ ve %56’ya
kadar gerilemiĢtir. Son 3 yıllık döneme bakıldığında; ihracatın arttığı ancak
ithalatın gerilediği görülmektedir. 2012 yılında ihracat hacmi, bir önceki yıla
göre artarken ithalat ise %1,8 oranında gerilemiĢtir. Benzer Ģekilde 2014
yılında da ihracatta %3,8 artıĢ yaĢanmasına rağmen ithalatta da %3,8
gerileme yaĢanmıĢtır. Bunun bir sonucu olarak; ihracattaki artıĢla birlikte
ithalattaki gerileme sayesinde ĠĠKO %65’e kadar yükselmiĢtir.
258
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Şekil 8. İhracatın İthalatı Karşılama Oranı
61,4
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
51,0
56,0
64,5
60,3
65,1
2014
72,5
2013
64,8 62,9 61,3 63,1 65,4
2012
69,9 68,1
2011
75,7
Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
2000 yılından sonra turizm gelirleri, net doğrudan yabancı yatırım ve
portföy yatırımında da çok önemli artıĢlar yaĢanmıĢtır. Türkiye’nin son 15
yıllık dönemde turizm gelirleri 320 milyar doları aĢmıĢtır. 2000 yılında
yalnızca 1 milyar dolar net doğrudan yabancı yatırım olmasına rağmen,
özellikle 2005 yılı sonrasında doğrudan yatırımda çok ciddi bir artıĢ
yaĢanmıĢtır. Doğrudan yabancı yatırım hacmi 2005 yılında 10 milyar doları,
2006 yılında da 20 milyar doları aĢmıĢtır. 1950-2002 yılları arasındaki
dönemde Türkiye’ye gelen toplam doğrudan yabancı yatırım miktarının 20
milyar doların altında olduğu (Karagöl, 2013: 16) düĢünüldüğünde, yabancı
yatırımdaki bu artıĢın önemi daha da iyi anlaĢılmaktadır. 2002-2014 yılları
arasında doğrudan yabancı yatırım miktarı 154 milyar dolar olarak
gerçekleĢmiĢtir. Portföy yatırımlarında ise 2001 ve 2008 yıllarına negatif
yatırım (sermaye çıkıĢı) görülürken, 2010 yılından sonra portföy
yatırımlarında da artıĢ yaĢandığı, 2012 yılında portföy yatırımlarının 38 milyar
doları aĢtığı görülmektedir.
259
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Tablo 7. Turizm, Yabancı Yatırım ve Portföy Geliri (Milyar Dolar)
Turizm
Doğrudan
Portföy
Gelirleri
Yabancı Yatırım
Yatırımı
2000
7,6
0,98
1,6
2001
10,5
3,35
-3,7
2002
12,4
1,08
1,5
2003
13,9
1,70
3,9
2004
17,1
2,79
9,4
2005
20,3
10,03
14,7
2006
18,6
20,19
11,4
2007
20,9
22,05
2,8
2008
25,4
19,85
-3,8
2009
25,1
8,59
2,9
2010
24,9
9,10
19,6
2011
28,1
16,18
19,5
2012
29,0
13,28
38,4
2013
32,3
12,46
21,4
2014
34,3
12,55
20,7
Kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Turizm Ġstatistikleri;
TCMB, Ödemeler Dengesi Ġstatistikleri
İç Borç – Dış Borç
Kamu iç borç ve dıĢ borç stokundaki geliĢmeler aĢağıdaki tabloda
sunulmaktadır. 2000 yılı itibarıyla Türkiye’nin kamu brüt iç borç stoku 54,5
milyar TL, kamu brüt dıĢ borç stoku 31,3 milyar TL, kamu brüt toplam borç
stoku ise 85,8 milyar TL seviyesindedir. Özellikle 2001 yılında yaĢanan kriz
nedeniyle birlikte kamu borç stokunda ciddi bir artıĢ görülmektedir. Sadece
bir yıl içerisinde kamu brüt iç borcu 2000 yılına göre 2,5 katına, kamu brüt
dıĢ borcu 2 katına ve kamu brüt toplam borç stoku ise 2,2 katına çıkmıĢtır.
2001 sonrası dönemde de kamu iç borcunun artmaya devam ettiği, ancak
kamu brüt dıĢ borcunun özellikle 2002-2007 yılları arasında düĢtüğü
görülmektedir. 2014 yılı itibarıyla kamu iç borç stoku 443,6 milyar TL, kamu
brüt dıĢ borç stoku 206,9 milyar TL, kamu brüt toplam borç stoku ise 650,5
milyar TL seviyesine ulaĢmıĢ durumdadır.
260
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Tablo 8. Kamu Borç Stoku (Milyar TL)
Kamu Brüt
Borç Stoku
Varlıklar
Kamu Net
Toplam Borç Stoku
Yıl
2000
Ġç
54,5
DıĢ
31,3
Toplam
85,8
14,1
Miktar
71,8
GSYĠH Oranı
43,1
2001
125,6
63,9
189,6
30,2
159,4
66,4
2002
155,2
102,0
257,2
41,7
215,6
61,5
2003
202,1
95,6
297,7
46,7
251,0
55,2
2004
235,1
97,9
333,0
58,4
274,6
49,1
2005
259,8
91,5
351,3
81
270,3
41,7
2006
268,3
97,6
365,9
107,7
258,2
34,0
2007
273,3
82,3
355,5
107,1
248,4
29,5
2008
295,8
112,5
408,3
140,3
268,0
28,2
2009
347,4
118,4
465,7
155,8
309,9
32,5
2010
368,9
128,2
497,1
179,3
317,8
28,9
2011
387,6
159,0
546,5
256,5
290,1
22,4
2012
408,4
154,5
562,9
322,3
240,6
17,0
2013
430,3
193,1
623,4
425,7
197,7
12,6
2014
443,6
206,9
650,5
463,2
187,3
10,7
TCMB Net Varlıkları + Kamu Varlıkları + ĠĢsizlik Sigortası Fonu
Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri
Kamu toplam borç stoku 2000 yılında 85,8 milyar TL iken, 2001
yılında 189,6 milyar TL, 2002 yılında 257,2 milyar TL, 2003 yılında 297,7
milyar TL olarak gerçekleĢmiĢtir. 2000-2003 yılları arasında kamu brüt
toplam borç stokunda %247 artıĢ yaĢanmıĢtır. 2004 yılından itibaren kamu
brüt toplam borç stoku 2006 yılına kadar artmaya devam etmiĢ, 2007 yılında
ise dıĢ borç stokundaki 15 milyar TL’lik düĢüĢün sonucunda 365,9 milyar
TL’den 355,5 milyar TL’ye gerilemiĢtir. 2004-2007 yılları arasında kamu brüt
toplam borç stoku sadece %6,7 artıĢ göstermiĢtir. Ancak 2008-2009-2010
yıllarında kamu toplam borç stoku hızla artarak 2011 yılında 546 milyar TL’ye
ulaĢmıĢtır. 2008-2011 yılları arasında kamu brüt toplam borç stokunda
%53,7 artıĢ yaĢanmıĢtır. Kamu brüt toplam borç stoku 2011 yılında 546,5
milyar TL seviyesinden 2012 yılında 562,9 milyar TL’ye, 2013 yılında 623,4
milyar TL’ye, 2014 yılında da 650,5 milyar TL’ye ulaĢmıĢtır.
261
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Şekil 9. Kamu Brüt Borç Stoku (Milyar TL)
KAMU BRÜT ĠÇ BORÇ STOKU
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
700,0
600,0
500,0
400,0
300,0
200,0
100,0
0,0
KAMU BRÜT DIġ BORÇ STOKU
Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
Kamu brüt borç stokundaki artıĢla birlikte, kamu varlıklarında da
önemli artıĢlar yaĢanmıĢtır. Örneğin; 2000 yılında TCMB net varlıkları sadece
11 milyar TL seviyesinde iken, 2003 yılında 25 milyar TL’ye ulaĢmıĢ, 2005
yılında 30 milyar TL’yi, 2008 yılında 60 milyar TL’yi aĢmıĢtır. TCMB net
varlıklarında en önemli artıĢ ise 2011 yılı sonrasında yaĢanmıĢ ve 2011
yılında TCMB varlıkları 143,2 milyar TL, 1012 yılında 189,5 milyar TL, 2013
yılında 271,1 milyar TL ve 2014 yılında da 304,4 milyar TL olarak
gerçekleĢmiĢtir. Bunun bir sonucu olarak; 2000-2010 yılları arasındaki
dönemde kamu net toplam borç stoku artmasına rağmen, özellikle 2010
yılından itibaren kamu net toplam borç stokunun düĢtüğü görülmektedir.
262
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Şekil 10. Kamu Brüt ve Net Borç Stoku (Milyar TL)
800,0
600,0
400,0
200,0
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
0,0
KAMU BRÜT TOPLAM BORÇ STOKU
KAMU NET TOPLAM BORÇ STOKU
Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
Kamu net borç stokunun GSYĠH’ya oranına iliĢkin geliĢmeler de
aĢağıdaki Ģekilde sunulmaktadır. ġekilden de görülebileceği üzere, kamu net
borç stokunun GSYĠH’daki payı 2001 sonrası dönemden beri -sadece 2009 yılı
hariç- sürekli düĢmektedir. 2000 yılında kamu net borç stokunun GSYĠH’ya
oranı %43,1 seviyesinde iken, 2001 yılında bu oranı hızlı bir Ģekilde
yükselerek %66,4’e çıkmıĢtır. Ancak 2001 sonrasında kamu net borç
stokunun GSYĠH’ya oranı istikrarlı bir Ģekilde düĢüĢ göstermiĢ ve 2014 yılı
itibarıyla %10,7’ye kadar gerilemiĢtir.
Şekil 11. Kamu Net Borç Stokunun GSYİH'ya Oranı (%)
70,0
60,0
50,0
40,0
30,0
20,0
10,0
2014
2013
2012
2011
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
0,0
Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından
oluĢturulmuĢtur.
263
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Sonuç ve Değerlendirme
Türkiye Ekonomisi, son 15 yıl içerisinde temel makroekonomik
göstergeler ve temel ekonomik sorunlar konusunda önemli geliĢmeler
yaĢamıĢtır. Belli alanlardaki kayda değer önemli ve olumlu geliĢmelere
ilaveten, belli konularda birtakım sorunlar halen devam etmektedir. Özet
olarak belirtmek gerekirse;
264

Büyüme performansı, dalgalı bir seyir izlemektedir. Bununla birlikte,
konjonktürel dalgalanmaların süresinin kısaldığı (sıklaĢtığı) ve
dalgalanma aralığının arttığı (% -5,7 ile %9,4 arasında bir
dalgalanma) görülmektedir.

Son 3 yıla iliĢkin ekonomik büyüme performansı, 2009 küresel krizi
öncesindeki değerleri yakalayamamaktadır.

Türkiye’nin 90 yıllık uzun dönem trend büyümesi yıllık ortalama %4,6
seviyesindedir. Son üç yıllık büyüme oranları, potansiyel büyümenin
altında seyretmektedir. Bununla birlikte, 2003-2014 yılları arasındaki
ortalama büyüme hızı %4,7 ile trend değerini yakalamaktadır.

Büyümenin dıĢ talebe bağlı olması nedeniyle, dıĢ talepteki bir daralma
ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir.

Büyümenin kaynağı olan yurtiçi tasarruflar oldukça düĢük seviyededir
ve giderek gerilemektedir. 2001 yılında özel tasarrufların cari
fiyatlarla GSYĠH’ya oranı %25,5 seviyesinde iken bu oran 2003 yılında
%19,6’ya, 2008 yılında %15,07’ye, 2012 yılında da %13,06’ya kadar
gerilemiĢtir (Özlale & Karakurt, 2012: 3). Dünya Bankası verilerine
göre; Türkiye’de 2013 yılında tasarrufların GSYĠH’ya oranı %13
seviyesinde iken, Çin’de %50, Singapur’da %47, Norveç’te %39,
Ġsviçre’de %38, Güney Kore’de %34, Hindistan’da %32, Almanya’da
%26, Japonya’da %22 ve Kanada’da %21 düzeyindedir (Worldbank,
2015). Yurtiçi tasarrufların düĢük seviyede olması da, yatırımların dıĢ
kaynak ile finanse edilmesini gerekli kılmakta ve bu da cari açığa yol
açmaktadır. Türkiye’nin “Orta Gelir Tuzağı” (Karahan, 2012; Koçak &
Bulut, 2014; Ener & Karanfil, 2015) olarak adlandırılan duruma
düĢmemesi için yurtiçi tasarruflarını arttırması, üretimde katma
değeri ve rekabet gücü yüksek olan sektörlere yönelmesi, imalat
sanayinde çeĢitleme ve yüksek teknolojili ürünlerin üretimini
arttırması gerekmektedir.

Ekonomik büyüme sağlanmasına ve son 15 yıllık dönemde yıllık
ortalama %4,3 büyüme kaydedilmesine rağmen, iĢsizlik oranlarındaki
artıĢ devam etmektedir. Bu açıdan, Türkiye ekonomisinin, istihdam
yaratamayan bir büyüme sergilediği görülmektedir (Bakınız: Taban,
2011; TÜSĠAD, 2012). Ġstihdam oranı artmasına rağmen, iĢsiz sayısı
ve iĢsizlik oranı da artmaya devam etmektedir.
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”

Ġhracat ile ithalat arasında açık her geçen gün daha da artmaktadır.
DıĢ ticaret açığı 100 milyar doları (2011 yılında) aĢmıĢtır. Bununla
birlikte; Türkiye Ekonomisi 1947 yılından beri sürekli olarak dıĢ ticaret
açığı vermektedir. DıĢ ticaret açığı artık kronik bir hal almıĢ ve
giderilemez duruma gelmiĢtir. DıĢ ticaret açığının önlenememesinde,
ihracatın ithal girdiye dayalı olarak yapılması Ģeklinde temel bir
yapısal sorun bulunmaktadır. Türkiye’nin 2013 yılı ihracatının yaklaĢık
%60’ının ithal girdiye dayalı olarak yapılması(Uras, 2013) bu sorunu
gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin daha çok ihracat
yapabilmesi, ancak daha çok ithalat yapabilmesi ile mümkün
olmaktadır ve bu da dıĢ ticaret açığını arttırmaktadır.
Son 15 yıllık dönemde yaĢanan olumlu geliĢmeler olarak;
2000’li yılların en önemli özelliklerinden birisi, 1990’lı yıllar ile
karĢılaĢtırıldığında makroekonomik performansın büyük ölçüde sağlanmıĢ
olmasıdır (TÜSĠAD, 2011: 24). Pek çok makroekonomik gösterge, 1990’lı
yıllara göre oldukça önemli ve olumlu geliĢme göstermiĢtir. Enflasyon oranı,
bütçe açığı/GSYĠH oranı, kamu kesimi borçlanma gereği, kamu borcu/GSYĠH
oranı gibi temel göstergelerde iyileĢme sağlanmıĢtır.
Enflasyon oranları ciddi biçimde düĢmüĢtür. Uzun yıllar boyunca iki ve
hatta üç haneli enflasyon rakamlarının yaĢandığı Türkiye’de, enflasyonun tek
haneli rakamlara düĢtüğü görülmüĢtür. Öyle ki, 2012 yılında gerçekleĢen
%6,2’lik enflasyon oranı 1968 yılından bu yana en düĢük enflasyon oranı
olmuĢtur (Karagöl, 2013: 14).
Kamu açığının ve kamu borcunun milli gelire oranı ciddi bir Ģekilde
düĢmüĢtür. Bu kapsamda, kamu açığının GSYĠH’ya oranının %3’ü geçmemesi
yönündeki Maastricht Kriterleri yakalanmıĢ durumdadır. 2014 yılında kamu
açığının GSYĠH’ya oranı, AB üyesi 29 ülke için ortalama %3,0, EURO kullanan
19 ülke için ise ortalama %2,6 olarak gerçekleĢmiĢtir. Ancak 2009-2013
yılları arasında AB ülkelerinin %3’lük sınırı oldukça aĢmıĢ, kamu açığı/GSYĠH
oranı 2009 yılında %-6,7, 2010 yılında %-6,4, 2011 yılında %-4,5, 2012
yılında %-4,3 ve 2013 yılında da %-3,3 olarak gerçekleĢmiĢtir (EUROSTAT,
2015a). Türkiye’de merkezi yönetim bütçe açığı/GSYĠH oranı ise 2000 yılında
%-7,9 iken, 2002 yılında %-11,5’e kadar yükselmiĢ, 2007 yılında %-1,6,
2011 yılında %-1,4 ve 2014 yılında %-1,3olmuĢtur (Maliye Bakanlığı, 2015).
Benzer Ģekilde, AB tanımlı borç stoku göstergeleri açısından
Maastricht Kriterleri çerçevesinde öngörülen kamu borcunun GSYĠH’ya
oranının %60’ı geçmemesi yönündeki YakınlaĢma Kriteri de gerçekleĢtirilmiĢ
durumdadır. 2014 yılı itibariyle kamu borcu/GSYĠH oranının AB üyesi 28 ülke
için %86,8, EURO kullanan 19 ülke için %92,1 (EUROSTAT, 2014) düzeyinde
olduğu düĢünüldüğünde, Türkiye Ekonomisinin brüt kamu borç stoku
açısından pek çok ülkeye kıyasla oldukça iyi durumda olduğu görülmektedir.
Türkiye’nin kamu borcu/GSYĠH oranın 2002 yılında %74 iken, 2007 yılında
%39,9, 2011 yılında %39,1 ve 2014 yılında %37,2’ye kadar gerilemiĢtir
(Hazine MüsteĢarlığı, 2015b).
265
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Daha önceki kısımlarda da belirtildiği üzere, Türkiye’nin brüt kamu
borcu artmaktadır. Bununla birlikte, baĢta TCMB rezervleri olmakla birlikte
kamusal varlıkların artmasıyla birlikte, Türkiye’nin kamu net borç stoku
azalmaktadır. Bir diğer olumlu geliĢme olarak, Kamu Kesimi Borçlanma
Gereği (KKBG) de giderek düĢmektedir. 2000’li yılların baĢında
KKBG’ninGSYĠH’ya oranı %8,88 - %12,06 aralığında iken, bu oran 2003
yılında %7,32’ye, 2007 yılında %0,08’e kadar gerilemiĢ, 2011 yılında da
%0,14 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2012 yılında KKBG oranı %0,98, 2013 yılında
ise %0,46, 2014 yılında ise %0,98 olarak gerçekleĢmiĢtir (Kalkınma
Bakanlığı, 2015). Bu açıdan bakıldığında, kamu kesiminin borçlanma
gereğinin önceki yıllara göre ciddi bir Ģekilde düĢtüğü görülmektedir.
Uzun yıllar boyunca bütçe giderleri içerisinde önemli bir yük oluĢturan
faiz giderlerinde de olumlu geliĢmeler gözlenmektedir. 2000 yılı bütçesinde
faiz giderlerinin toplam bütçe giderleri içerisindeki payı %39,8 iken, bu oran
2001 yılında %47,2’ye kadar yükselmiĢtir. Bir diğer ifadeyle, 2001 yılında,
merkezi yönetim bütçe giderlerinin yarıya yakını faiz giderlerinden oluĢmakta
iken, 2003 yılında faiz giderlerinin bütçe içindeki payı %41,4’e, 2007 yılında
%23,9’a, 2011 yılında %13,4’e, 2014 yılı itibarıyla da %11,1’e kadar
düĢmüĢtür. Faiz giderlerinin GSYĠH içerisindeki payı da yıllar içerisinde
kademeli bir Ģekilde düĢüĢ göstererek, 2000 yılında %12,3 seviyesinden,
2014 yılında %2,8’e düĢmüĢtür (Maliye Bakanlığı, 2015).
Tablo 9. Türkiye’nin Kredi Notları
NOT
GÖRÜNÜM
AÇIKLAMA
SON
GÜNCELLEME
MOODY’S
BAA3
NEGATĠF
YATIRIM YAPILABĠLĠR
11 NĠSAN 2015
FITCH
BBB-
DURAĞAN
YATIRIM YAPILABĠLĠR
20 MART 2015
S&P
BB+
NEGATĠF
YATIRIM YAPILABĠLĠR
7 ġUBAT 2014
JCR
BB-
DURAĞAN
YATIRIM YAPILABĠLĠR
2 KASIM 2015
KURULUŞ
Kaynak: Fitch, Moody’s, StandardandPoor’s, JCR.
Son olarak; bahsedilen bu olumlu geliĢmelerin bir neticesi olarak,
kredi derecelendirme kuruluĢları tarafından uzun yıllar boyunca “yatırım
yapılabilir seviyesinin altında” olarak belirlenen Türkiye’nin kredi notu
tarihinde ilk defa pek çok kredi derecelendirme kuruluĢu tarafından “yatırım
yapılabilir seviye” olarak yükseltilmiĢtir.
266
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Kaynaklar
Alkınoğlu, L. (1999), “Türkiye’de Uygulanan Ġstikrar Politikaları ve Sonuçları”, Erciyes
Üniversitesi İİBF Dergisi, 15, 307-319.
Apaydın, F. & Açıkalın, S. (2015), “Türkiye’de 1980 DönüĢümü Sonrası Ġstikrarsız
Büyümenin Ekonomi Politiği”, Dumlupınar Üniversitesi SBE Dergisi, 43, 200210.
Dünya Bankası 2013, “New Country Classifications”, URL:
http://data.worldbank.org/news/new-country-classifications, EriĢim Tarihi:
10.11.2015.
Eğilmez. M. & Kumcu, E. (2001), Ekonomi Politikası: Teori ve Türkiye Uygulaması, 6.
Baskı, Remzi Kitabevi, Ġstanbul.
Ener, M. & Karanfil, M. (2015), “Türkiye Ekonomisinde Tasarruf Açığının Orta Gelir
Tuzağına Etkisi,” Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 10(2), 31-46.
EUROSTAT (2015a), General Government Deficit and Surplus Statistics, Annual Data.
EUROSTAT (2015b), General Gross Debt Statistics, Annual Data.
Hazine MüsteĢarlığı (2015), Dış Borç İstatistikleri, Kamu Finansmanı Genel Müdürlüğü
Kahraman Akdoğu, S. (2012), “Türkiye’de Mali SerbestleĢme Süreci ve Krizlerin Kısa
Bir Özeti”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, 14(2), 189-208.
Kalkınma Bakanlığı (2015), Kamu Kesimi Borçlanma Gereği Özet Göstergeleri, 19902014.
Kanca, O.C. (2012), “1950-60 Arası Türkiye’de Uygulanan Sosyo-Ekonomik Politikalar”,
Mustafa Kemal Üniversitesi SBE Dergisi, 9(19), 47-63.
Karabıyık, Ġ. & Uçar, M. (2010), “Türkiye’de 1980 Sonrası Uygulanan IMF Destekli
Ġstikrar Programlarının Ekonomik Açıdan Değerlendirilmesi”, Akademik
İncelemeler Dergisi, 5(2), 37-58.
Karabulut, G. & DanıĢoğlu, G. (2006), “Türkiye’de Cari ĠĢlemler Açığının Büyümesini
Etkileyen Faktörler”, Gazi Üniversitesi ĠĠBF Dergisi, 8(1), 47-63.
Karacan, R. (2014), “GeliĢmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Ekonomik Krizler, Sermaye
Hareketleri ve ABD Doları Arasındaki ĠliĢki”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 7(33), 763-773.
Karaçor, Z. (2007), “Öğrenen Ekonomi Türkiye: Kasım 2000-ġubat 2001 Krizinin
Öğrettikleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, 379391.
Karagöl, E.T. & Bingöl, A.S. (2013), Türkiye-IMF İlişkilerinde Yeni Dönem, SETA Analiz,
67, 1-34.
Karagöl, E.T. (2013), AK Parti Dönemi Türkiye Ekonomisi, SETA Rapor, SETA Yayınları
23, Ankara.
267
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
Karahan, H. (2012), Kalkınma Yolunda Yeni Eşik: Orta Gelir Tuzağı, MÜSĠAD AraĢtırma
Raporları: 79, Ġstanbul.
Kaya, A. (2013), Mali Sürdürülebilirlik: Teori ve Türkiye Uygulaması, Türkiye Bankalar
Birliği Yayın No: 292, Ġstanbul.
Koçak, E. & Bulut, Ü. (2014), “Orta Gelir Tuzağı: Teorik Çerçeve, Ampirik YaklaĢımlar
ve Türkiye Üzerine Ekonometrik Bir Uygulama”, Maliye Dergisi, 167, 1-21.
Kol, E.N. & Karaçor, Z. (2012), “2001 Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı ve Ġstihdam
Üzerine Etkileri”, Maliye Dergisi, 162, 379-395.
Köse, S. (2002), “24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 Ġstikrar Programlarının
KarĢılaĢtırılması”, Planlama Dergisi, DPT’nin KuruluĢunun 42.Yılı Özel Sayısı,
119-128.
KuĢat, N. (2015), “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı Sonrası Cari Açıklar ve Hizmet
Sektörünün Kullanılabilirliği”, Akademik Bakış Dergisi, 51, 32-48.
Kültür ve Turizm Bakanlığı (2015), Turizm İstatistikleri
Maliye Bakanlığı (2013), Orta Vadeli Program (2014-2016)
Maliye Bakanlığı (2014), Orta Vadeli Program (2015-2017)
Maliye Bakanlığı (2015), Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Borç İstatistikleri
Maliye Bakanlığı (2015), Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim
Bütçe İstatistikleri
Oktay, E. (1994), “5 Nisan Kararlarının Değerlendirilmesi: Merkez Bankası, Para-Banka
ve Döviz Sorunu”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, 4(12), 35-40.
Özlale, Ü. & Karakurt, A. (2012), “Türkiye’de Tasarruf Açığının Nedenleri ve Kapatılması
Ġçin Politika Önerileri”, Bankacılar Dergisi, 83, 1-33.
Öztürk, ġ., Nas, F. & Ġçöz, E. (2008), “24 Ocak Kararları, Neo-Liberal Politikalar ve
Türkiye Tarımı”, Pamukkale Üniversitesi SBE Dergisi, 2008(1/2), 15-32.
Siverekli Demircan, E. & Ener, M. (2004), “IMF’nin GeliĢmekte Olan Ülkeler ve
Türkiye’de Uygulanan Ġstikrar Programları Üzerine Etkileri”, Yönetim Bilimleri
Dergisi, 1(1-2), 83-102.
ġimĢek, H.A. (2007), “Türkiye’de 2000 Sonrasında Uygulanan Ġstikrar Programlarının
Kamu Maliyesine Etkileri”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, 44(512), 5268.
Taban, S. (2011), Küresel Finans Krizi Öncesi ve Sonrası Dönemde Türkiye’de
Ekonomik Büyümenin Dinamikleri, SETA Analiz, 37, 1-33.
TaĢar, M.O. (2010), “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı ve Makro Ekonomik
Etkilerinin Analizi”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 3(1), 76-97.
TCMB (2015), Ödemeler Dengesi İstatistikleri
Turan, Z. (2005), “Türkiye Ekonomisinde Kasım 2000 – ġubat 2001 Krizleri”, TÜHİS
Dergisi, 19(5), 1-18
268
Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi”
Turan, Z. (2011), “Dünyadaki ve Türkiye’deki Krizlerin Ortaya ÇıkıĢ Nedenleri ve
Ekonomik Kalkınmaya Etkisi”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 4(1), 56-80.
TÜĠK (2015), Dış Ticaret Göstergeleri
TÜĠK (2015), Enflasyon Göstergeleri
TÜĠK (2015), İşgücü İstatistikleri
TÜĠK (2015), Ulusal Hesaplar
TÜSĠAD (2011), Türkiye’de Büyümenin Kısıtları: Bir Önceliklendirme Çalışması, TÜSĠAD
Yayın No: TÜSĠAD-T/2011/11/519, Ġstanbul.
Uras, G. (2013), “100 Dolarlık Ġhracatta 58,5 Dolar Ġthal Girdi Var”, Milliyet, 18 ġubat.
Uygur, E. (2001), Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri, Türkiye
Ekonomi Kurumu TartıĢma Metni No: 2001/1, Ankara.
World Bank (2015), Gross savings (% of GDP) Statistics
Züngün, D. (2008), “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı Sonrası Türkiye-IMF ĠliĢkilerinin
Geleceği”, Öneri Dergisi, 8(30), 229-242.
269
Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269
270

Benzer belgeler