06 - Dergi Bursa

Transkript

06 - Dergi Bursa
Aralık’11 - Ocak’12
Fiyat›: 7 TL
06
www.dergibursa.com.tr
K E N T
R E H B E R İ
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
KÜBA
BURSA’NIN “CUMHURİYET”TEN UMUDU - UMUT ÇOCUKLARI - SÜHA DERBENT - KARS
JEHAN BARBUR - GÜLAY ÇALLI - MİLLİ PİYANGO - PLAKLAR - STEVE JOBS -
UMUT
1
2
3
editör notu
Bir “ümit” işte
Önce kısa bir tanımlama yapmak
faydalı olabilir. Umut ki birçok kişi
ona böyle seslenir, ya da ümit,
insanların yaşamındaki olay ya da
durumlarla ilgili “olumlu” sonuçlar
çıkabileceği ihtimaline dair duygusal
bir inancı temsil eder. Başımız
sıkışınca başvurduğumuz Türk Dil
Kurumu ise ummaktan doğan güven
duygusu olarak tanımlar “ümidi”.
Bu duyguyu veren şeyler bizim için
ümittir kısaca. Ummak ise bir şeyin
olmasını istemek, beklemek, belki de
sanmak ya da tahmin etmektir. Bu
kadar tanımlama yeter dediğinizi duyar
gibiyim. Buna göre umut genellikle iyi
bir sanma eyleminin ardından gelen
bir “güven”dir aslında. İyi bir sanıya
olan inancımız bize güvenme hissiyle
birlikte bir huzur da verir bir taraftan.
Hemen hızlıca düşünelim. Oğlunuz
evlensin istiyorsanız, siz onun için
iyi bir şeyler umut ettiğiniz kadar
ona güveniyorsunuz da demektir.
Platonik aşkınızın sizi fark etmesini
ümit ediyorsanız, ona (aslında burada
durum biraz karışık, hayalinize diyerek
devam etmeli söze) güveniyorsunuz
demektir. Örnekler daha çoğaltılabilir
ama bu noktada değinilmesi
gereken başka bir husus daha var.
Umut aslında biraz da sebat etmeyi
gerektiriyor. Demek istediğim şu ki
belli kanıtlarınız dahi olsa bir durumun
muhtemel olduğuna inanabilirsiniz.
Ümit etmenin başkalaşmış şekilleri de
var. Bu sayıyı hazırlarken tüm dergi
bursa dostları ile sıkça umut üzerine
4
Kısa ve net bir şekilde, derginin bu ayki teması
“umut” diyorum ve ekliyorum. Bilen var mı
acaba, neden umut denince aklımıza hemen
“umutsuz yaşanmaz” demek geliyor? Çok
oyalamadan açıklayayım ve editor notumu
düşerek sözlerime son vereyim.
konuştuğum, üzerine okuma yaptığım
ve umut etmeyi gerçekten çok sevdiğim
için –hayalperest bile sayılabilirimumudun ne demek olduğuna epeyce
yaklaştım. Bazı dinlerde umut bir erdem
sayılıyor. Tersten düşünecek olursak
yani umutsuzluk, tanrıya veya tanrılara
karşı bir isyan olarak ifade edilebilir.
Aslında bu durum semavi dinlerde
de böyle. Bu dinlerde inanç ile umut
birlikte anılır. Her zaman ahirete dair
umut edilmesi istenir. Kişi hiçbir zaman
tanrıdan umudunu kesmemelidir. Alın
size büyük bir umut.
Mitolojilerde bulabildiğim kadarıyla –
bir yazarımızın bu konuya girdiğim için
bana kızacağını biliyorum ama- umut
kavramı farklı hikayelerle açıklanıyor.
Çoğu mitolojide umut belirli bir tanrı
veya tanrıça ile özdeşleştirilmiş
durumda. Örneğin, Yunan mitolojisinde
umut kavramı Elpis olarak vücuda
gelmiş. Mitolojideki diğer umut
tanımlaması ise Pandora’nın Kutusu ile
ilgili. Fakat bu konuya dergi içeriğindeki
bir yazıdan ötürü girmiyorum. Roma
mitolojisinde ise umut son tanrıça olan
Spestir.
Umudun diğer bir anlamı ise bence
günlük ilişkilerimizde saklı. Umut,
hayatın sillesini yemiş, dayanacak fazla
dalı kalmamış insanların tek dayanağı,
tek sığınağı olarak bilinir. En basit
ifadesi ile “umut fakirin ekmeği”dir…
Umut ettiğin sürece yaşarsın gibi
cümlelere aslında benim bir isyanım
var. Zaten bu konuyu yazma sebebim
de tam olarak bu. “Umutsuz yaşanmaz”
demek bence büyük bir çaresizliği
gösterir. Ağzımıza sakız ettiğimiz
bu söz derbeder bir ifadeden öteye
gidemeyen, hatta bence neredeyse
anlamsız ve umut kelimesinin gerçek
anlamıyla yan yana bile gelmemesi
gereken bir söz. Sanki denizde boğulan
birisi bir dal parçasına uzanıyor gibi.
Bunun yerine “çıkmadık candan umut
kesilmez” çok daha onurlu bir söz
dizesi olabilir benim için.
Umutsuz yaşanmaz öyle mi? Geleceğe
–ki bu da bir yazı konusu- karşı
umudunuz yoksa yaşam ne kadar
anlamlı? Hayır. Umut kelimesinin
yakınında “olumsuz” bir ifade
olmamalı… “Bence başaracak” demeli
mesela. Hayatı akışına bırakırken bir
yandan onunla barış çubuğu tüttürüp
diğer yandan yakındığımız onca acımızı
biraz olsun hafifletebiliriz.
Bu arada, sizce umut nedir? Yazarsanız
biraz sohbet edebiliriz.
Editör Notu: Unutmadan bu sayıda
ne mi var? Bu kez beni affedin. İpucu
vermeden size kalan sayfaları okumanız
için umut aşılamalıyım. Siz iyisi mi
“umudu diğer sayfalara taşıyın.”
ır
k
a
Ç
n
i
g
En
5
arka plan
Yıl: 1 Sayı: 6 / Aralık’11 - Ocak 2012
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
www.dergibursa.com.tr
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yazarlar
A.Kadir Kılınç, Celil Sezer, Dilek Şen,
Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral,
Hakan Akdoğan, Melih Karaer, M.Ömür Akkor,
Nazan Aşkalli, Nazlıhan Ergin Şevik,
Özlem Şenkoyuncu, Özgür Çakır
Uzman Yazıları
Psk.Ayşegül Alkış, Doç. Dr. Erdoğan Aslan,
Op.Dr. İ.Hakkı Tekkeşin, Ecz. Tunca Toker,
Özgür Akkaya Erdemol, Op.Dr. Ruhi Sayar
www.dergibursa.com.tr
Yayın ve Reklam Koordinatörü
Emine Korku
[email protected]
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Fotoğraf
Celil Sezer, Demet Argun Güngör,
Engin Çakır, Özgür Çakır
Çorbada Tuzu Olanlar
Aise Amet, Bedri Yalman,
Emre Sıcakkan, Esra Minez,
Esin Şuekinci, Saffet Yılmaz,
Sercan Berberoğlu, Sezai Evans,
Özgür Ceyhan, Zeynep Terzioğlu
Reklam İletişim / Abonelik
[email protected]
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
6
Baskı
Dağıtım
www.ozgun-ofset.com
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
D.1 Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
[email protected]
www.seckurye.com
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve
konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
7
plan
K E N T
R E H B E R İ
V E
Y A Ş A M
D E R G İ S İ
tek karede Bursa
Yola düşen umutlar - Sezai Evans
10
bursa dokusu Bursa’nın “Cumhuriyet”ten umudu
12
tema
“Umudumuz çocuklarımızdır bizim”
22
hayatın hikayesi
“Umut”a notlar - Özgür Ceyhan
26
dosya
Milli “umudumuz”
30
semboller
Pandora, kötülük, kutu ve... - A.Kadir Kılınç
34
yakın plan
Gökyüzündeki umudu
36
Türkçe sözlüğü
Dilbilgisi
38
kavram defteri
Umut mu? Nerede? - Hakan Akdoğan
40
kitabi
Erken kaybedenler / Emrah Serbest-Emine Civanoğlu
42
armoni “Şarkılarım hep umut için” Jehan Barbur - Aise Amet
46
g.zaman kipinde
Geçmişin cızırtılı sesi - Plaklar
50
film şeridi
Hollywood’ta bir Fransız - Lea Seydoux - Esra Minez
54
evrensel sanat
Tarihin dört ruhlu adamı - Michelangelo
56
bakış açısı
Dilek ağaçlarına bağlı umutlar - Gülay Çallı
58
uzaktaki yakın
Cuba Libre - Özgür Çakır
62
gezi - yorum
Kars - Celil Sezer
80
odak noktası
Süha Derbent / Bir kedi hayranı - Aise Amet
84
tekno günce
Steve Jobs ve hayatı - Erdinç Tuğcu
90
hemzemin
İçimizdeki isyankarlar - Nazlıhan Ergin Şevik
94
deli kızın defteri
ikinoktaüstüsteaçparantez - Gözde Aral
96
köşe
Şu dokuz ay geçsin hele... - Dilek Şen
98
havadan sudan
Umut her yerde - Nazan Aşkalli
100
serbest yazı
Umut ettiğimiz gelecek - Özlem Şenkoyuncu
102
eğitimin psikolojisi
Küçüklerin büyük umutları
104
ruhun gıdası
Hatha Yoga - Özgür Akkaya Erdemol
106
sağlık
Uzman yazıları ile sağlık konuları
108
bursa mutfağı
Benim için yılın en iyileri - Ömür Akkor
116
keyfi yerinde
Şeytan patlatan - Melih Karaer
120
dekorasyon
Deco Center’dan hediye önerileri
124
rehber bursa
Bursa’nın yaşam rehberi
126
mekan
Samimiyetin ayak alışkanlığı - Şey Pub
128
proje
“15300 Misia harikalar diyarı”
134
www.dergibursa.com.tr
8
plan
9
tek karede bursa
“Yola düşen
umutlar”
Her yol umuttur bize. Gidişimize bir tek rüzgar şahittir, Yola düşen gölgemiz sadece bir iz...
Umudun rengi mavi üzerimizde,
Rotamız kahverengiden
yeşile ve sarıyadır.
Gittikçe çoğalır içimizde
birikenler ve yeşerenler.
Gittiğimiz her yol umuttur bizim için.
Sarıldığımız hayalin adıdır umut.
Geride bırakamadığımız,
önümüze kattığımızdır.
En engebeli, en sarmal yolda bile,
Biteceğini umarız zorlukların.
Uzadıkça yollar
arzumuz artar içten içe.
Yürüdükçe, yol aldıkça aşılır engeller.
Kesik çizgiler birleşirken zihnimizde,
Özlediğimiz her şey yanı
başımızdadır.
Umuttur içimizdeki,
100 m. ileride kalan.
Uludağ Yolu, 29.10.2011
Hazırlayan: Sezai Evans
10
11
bursa dokusu
12
Bursa’nın
“Cumhuriyet”ten umudu
Yüzyıllardır Bursalıları alçak
gönüllüğü ile ağırlayan tarihi
çarşılar, hanlar ve hamamların
arasından geçen Cumhuriyet
Caddesi, nostaljik tramvayın
ve cadde düzenlemelerinin
ardından bambaşka bir kimliğe
büründü. Şehrin kalbinde
yeşeren bu umutla biçimlenen
“Cumhuriyet”, Bursa’nın yeni
vitrini olmaya aday.
Yazı: Engin Çakır
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör
13
bursa dokusu
14
ŞEHİRLERİN hafızaları vardır. Fakat
içerisinde yaşayanlar çok daha
hızlı unutur olup bitenleri. Bugün
yürüdüğü sokaklarda daha önce ne
olduğunu umursamaz insanoğlu…
Hamidiye’den Meşrutiyet’e,
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan
bir yolun hikayesini durup düşünmez
mesela. Ama o yol geçmişten bağlar
taşır ayaklarının altına. Üzerinde
olup bitenlere şahittir. İşte bugünün
“Cumhuriyeti”nde olup bitenler,
geçmişi geri getiriyor adeta ve esas
şaşırtıcı olan geçmişten gelen bu
bağlar gelecek için umut vadediyor
insanlara.
Herkes şehir merkezinin eski, yaşlı
ve hantal yapısını unutmak istiyor
artık. Görünen o ki yavaş yavaş
unutuyoruz zaten. Gökdere Meydancık
Köprüsü’nden Cumhuriyet Caddesi’ni
takiben Tarihi Hanlar Bölgesi’nin
ortasından geçerek Zafer Plaza’ya
kadar uzanan 1,5 kilometrelik
nostaljik tramvay zaten işin rengini
değiştirmiş durumda. Tramvayların
geçtiği güzergahlar araç trafiğine
kapatılarak, caddenin boydan boya
yaya aksına dönüştürülmesinin yanında
uygulanan cephe sağlıklaştırma
projeleri caddeyi cazibe merkezi
yaptı bile. Tüm bu çalışmaları
yürüten Bursa Büyükşehir Belediyesi
hummalı çalışmalarını sürdürüyor
ve bu caddeyi “Bursa’nın İstiklal”i
yapmaya kararlı görünüyor. Aslında
şehrin merkezindeki dönüşüm bu
cadde ile de sınırlı değil. Stadyum’dan
Heykel’e kadar uzanan hattaki cephe
sağlıklaştırmaları sürüyor. Özellikle
Atatürk Caddesi’ndeki dönüşüm en
az Cumhuriyet Caddesi’ndeki kadar
dikkat çekici. Fakat nostaljik tramvayın
etkisi ile köklü değişimi yaşayan cadde
tabi ki Cumhuriyet. Bu değişimin
Altıparmak’ın sonuna kadar uzatılması
planlar arasında. Böylece şehir trafik
istikametleri de tamamıyla değişecek,
toplu taşımaya daha çok inanan ve
bu araçları kullanan kentliler olacağız.
Şehir merkezinde toplu taşıma araçları
ve nostaljik tramvay dışında bir araç
bulunmayacak.
Altıparmak Caddesi ile Gökdere
Bulvarı’nı birleştiren Cumhuriyet
Caddesi tramvayın varlığı ile yoğun
araç trafiğine maruz kalmaktan
kurtuldu. Güzergah üzerinde 9 adet
durak bulunuyor. Tramvayın enerji
beslemesi için inşa edilen kataner
direkleri aynı zamanda aydınlatma için
de kullanılarak cadde aydınlatılması
için gerekli direk sayısı minimumda
tutulmuş. Buna ilaveten özel olarak
cadde mimarisine uygun aydınlatma
armatürleri temin edilmiş. Şu an için 3
tane tramvay bulunuyor.
15
bursa dokusu
Dönüşümlü olarak sefer yapıyorlar.
Yeni yılın ilk günlerde 2 tane daha
eklenecek.
Cadde üzerindeki 120 binaya müdahale
edilmiş durumda. Her binaya farklı
uygulamalar yapılmış. Daha doğru
bir ifade ile binanın şekline göre
müdahale edilmiş. Genel olarak
dış cephelerdeki klimalar ve reklam
tabelaları kaldırılıp, ısı yalıtımlı pencere
ve doğrama değişimleri yapılmış.
Kaldırılan klimalar 1. Kat seviyesinde
yapılan ve çelik kontrüksiyon üzeri
ireko ahşap malzemeden yapılan
klima saklama haznelerinde gizlenmiş.
Dükkanların giriş kat camekanları
ve doğramaları yenilenmiş, mal
sahiplerinin talebi doğrultusunda tam
otomatik uzaktan kumandalı kepenk
sistemi takılmış. Doğrama kenarları
herhangi bir müdahale ve kablo vs.
kirliliğin önlenmesi amacıyla birinci sınıf
emprenyeli ahşap lambri ile kaplanmış.
16
Böylece, klima saklama haznesi,
tam otomatik uzaktan kumandalı
kepenk sistemi ve ahşap lambri
kaplama elemanları bir bütünlük içinde
yerleştirilmiş.
Binaların mevcut çatıları da düzenleme
kapsamında elden geçirilmiş. Dış
cephe traverten cephelerde, traverten
kaplamaların kırık olanları yenilenerek
travertenler özel yöntemlerle silinerek
yeni hale getirilmiş. Dış cephesi mozaik
binalarda, binanın dış cephesinde 5
cm kalınlığında mantolama ile koruma
yapılarak, binanın ısı yalıtım sorunu
çözülmüş. Ayrıca, sıva grenli boya ile
uygulama tamamlanmış. Doğrama
değişimleri ve mantolama(XPS
kaplama) sonrası pencere denizlikleri
de yenilenerek binalar son halini
almış... Yenileme çalışmalarının
gerçekleşme oranı şu an yüzde 60
civarında.
Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreç
Cumhuriyet Caddesi günümüze
dek birçok değişim sürecinden
geçti. Ancak bunların tamamı tarihi
eserler ve taşınamaz mallar üzerinde
gerçekleşti. Caddenin geçmişi ve
yaşadığı değişimleri sağlıklı ve cadde
özelinde geniş bir şekilde veren bir
kaynak malesef ki bulunmuyor. Ancak
farklı kaynaklardan teyit edilerek
çıkartılabilecek bazı notlar da yok
değil. Yüzyıllardır farklı seyyahların
ya da yazarların yazdıklarında
veya tarih kitaplarında “Doğu’nun
en güzel şehirlerinden bir tanesi”
şeklinde tarif edilen Bursa, özellikle
Osmanlı döneminden sonra çok
daha hızlı süreçler yaşadı. 20. yüzyıla
gelindiğinde yoğun olarak hissedilen
“batılılaşma arzuları” şehirde kökten
değişikliklere de sebep oluyordu.
Ekonomiden sosyal yaşama bu
değişimler şehircilik alanında da
kendisini gösterdi. Şehirde, yüzyıllardır
17
bursa dokusu
18
ticaret ve konaklama hizmeti veren
hanlar yerini otellere, iş merkezlerine
bıraktı. Batılılaşma hareketine paralel
olarak yeni kamu binaları ve geniş
yollar birer birer yerini aldı. Okullar,
hastaneler, oteller, lokantalar, bankalar,
mağazalar, iş hanları, ipek fabrikaları,
belediye, posta ve telgraf idaresi,
tiyatro binası, karakollar ve saat kulesi
gibi kente damga vuran onlarca anıtsal
yapı kentin simgeleri arasına girdi.
Cumhuriyet Caddesi de bu değişimden
nasibini aldı.
“Valinin yolu kesilir mi, açın burayı”
Bu dönemde Bursa’da yaşanan büyük
değişimin öncüsü kuşkusuz Vali Ahmet
Vefik Paşa’ydı. Daha sonra gelen valiler
de bu değişimi sürdürdü ancak şehirde
iki ayrı dönemde görev yapan ve
ikincisinde halkın şikayetiyle görevden
alınan Vali Ahmet Vefik Paşa; Bursa’nın
çıkmaz sokaklarına arabasıyla girip
“Valinin yolu kesilir mi, açın burayı”
diyerek, evleri ve anıtsal yapıları yıkarak
yol açıyordu. Paşa’nın bu uygulamaları
kimine göre “taşkın kişiliğinden”
kimine göre ise içinde bulunulan
dönemin taşıdığı “Batıcı” unsurundan
kaynaklanmaktaydı.
geniş yeni yollar açılmıştı. Vali
Ahmet Vefik Paşa döneminde Saray
Caddesi genişletilerek ismi Hükümet
Caddesi olmuştu. Gemlik Caddesi
yapılmıştı. Vali Münir Paşa döneminde
ise Maksem Caddesi açılmıştı. Vali
Mahmut Mümtaz Reşit Paşa (19031906) döneminde de Mecidiye ve
Hamidiye Caddesi...
Tanzimat fermanı ile birlikte kentte,
sosyal, politik, ekonomik ve kültürel
dönüşümler yaşanıyordu. 19.
yüzyıl sonunda hem ticaret, hem
de konaklama işlevlerini barındıran
hanların yerini oteller ve işhanları
almaya başlamıştı. Bu dönemde
bölgeye yönetim ve kültür yapıları
yapılmış, Osmanlı’daki modernleşme
hareketinin bir yansıması olarak
modern kamusal mekanları birleştiren
Sultan II. Abdülhamit’in (1876-1909)
tahta çıkışının 25. şeref yılı anısına
Bursa’da birçok etkinlik de gerçekleşti.
Müze-i Hümayun’un açılması;
Temenyeri’nde Hamidiye Çeşmesi’nin
yapılması, Murat Hüdavendigar ve
Orhan Cami’nin onarılması bunlar
arasındaydı. Hamidiye Caddesi’nin
açılmasının da aynı tarihlerde
gerçekleştirilmesi ve caddenin batı
girişine tuğla işçiliği ile karakol ve
19
bursa dokusu
çeşme yaptırılması, Acem ve Arap
tarzı pencereler kullanılması, caddenin
kuzeydoğu köşesindeki Saman Pazarı
denilen bölgede benzer bir karakol ve
çeşme yapılması Vali Reşid Mümtaz
Paşa’nın eseriydi. Benzer bir çeşmeden
Mecidiye Caddesi’nin (Fevzi Çakmak)
caddesi köşesine de yapılmıştı. Bu
çeşmelerin Ulu Cami’nin güneybatı
köşesinde Sultan Abdülhamit II.
döneminde 1903’te yapılan Çinili
çeşme esas alınarak uygulandığı
görülür. Hamidiye Caddesi’nin
çeşme ve karakollarının da Sultan
II.Abdülhamid’in tahta çıkışının 25.
şeref yılını taçlandırmak için yapılan
etkinlikler arasında gerçekleştirildiği
belirgin bir şekilde ortada...
Bugünkü adı Cumhuriyet Caddesi
olan Hamidiye Caddesi, Hükümet
Caddesi’nin kuzeyinde ve bu caddeye
paralel olarak Hanlar bölgesi sınırında
Doğu-Batı doğrultusunda açılırken
caddenin batı ülkelerindeki gibi düz
ve geniş olması sebebiyle birçok
değerli taşınmaz kültür varlığı (han,
hamam, mimari eserler, çeşmeler
vb.) kısmen veya tamamen yol için
feda edildi. Örnek vermek gerekirse
caddenin batısındaki Marsilya kiremiti,
delikli tuğla, kanalizasyon ve kuyu
künkleri gibi ürünler üreten bir fabrika
ile sağ yamaçta bulunan karakol,
çeşme ve Pirinç Han’ın kuzey batı
köşesi yola gitmişti. Gökçenlerin
fabrikası da yol yapımı nedeniyle ikiye
ayrıldı ve “yolgeçen fabrikası” olarak
anıldı. Pirinç Han’ın doğusundaki
Tavuk Pazarı Hamamı’nın soğukluk
bölümleri de yol için yıktırılmıştı.
Perşembe Hamamı(Kadı Hamamı)’nın
da soğukluk kısmı ve kubbesinin bir
bölümü yıktırılarak kesilmişti. Tahıl
Hanı da bu yıkımdan nasibini alanlar
arasındaydı. 19. yüzyıl başında Bursa
çarşısında görülen fiziki değişimler,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
modernleşme süreci ile paralel
ilerliyordu. Sonraki süreç caddenin
kaderini ve ismini değiştirmeye devam
etti. Yola Sultan Abdülhamit adına
izafeten Hamidiye adı verildi. Ancak
caddenin ismi Meşrutiyet’in ilanıyla
“Meşrutiyet Caddesi” oldu. 1926'da ise
Meşrutiyet adı “Cumhuriyet Caddesi”
olarak değiştirildi.
Çarşı ve Hanlar Bölgesi’nin Unesco
Dünya Mirası Listesi’ne girmesi
yönündeki çalışmalar devam ederken,
bölgedeki ticari alışkanlıklar da
değişiyor. Toptancıların başka
bölgelere taşınmasıyla yapılacak
kafe, restoran, eğlence ve konaklama
mekanlarıyla Cumhuriyet Caddesi, gece
gündüz “yaşayan” bir cadde hüvviyeti
kazanacak. Zaten yatırımcıların
dikkatleri çoktan bu caddeye çevrilmiş
durumda. Cumhuriyet Caddesi’nin
cephe düzenleme çalışmaları caddeyi
daha bugünden Bursa’ya yakışır bir
hale getirmiş durumda. Öyle gözüküyor
ki buradaki çalışmaların çevresine
yansımaları da aynı şekilde devam
edecek ve şehir merkezi geleceğe daha
“umutlu” bakacak.
Yararlanılan Kaynaklar / Kişiler
Bursa Defteri Dergisi – Haziran 1999 / Mayıs 2008 / Mart 2009
Tarih içinde Bursa – Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayını – 1989
Tarihi Bursa Hanları ve Kapalıçarşı – Ted Bursa Koleji Kültür Yayınları – 2004
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Bursa – Raif Kaplanoğlu - 2006
Yer Adları Ansiklopedisi – Raif Kaplanoğlu
Bursa’da eski eserler, eski şöhretler - Şeref Erler – 1966
Çarşının öyküsü - Bursa Büyükşehir Belediyesi – 2011
Bursa Kaynakçası – Nezaket Özdemir – Bursa Büyükşehir Belediyesi – 2011
Nilüfer Akkılıç ve Bursa Şehir Kütüphaneleri
Saffet Yılmaz – Bursa Büyükşehir Belediyesi Basın ve Halkla İlişkiler
Yard. Doç. Dr. Bedri Yalman
20
21
tema
22
“Umudumuz çocuklarımızdır bizim”
Bu ayın teması umut. Umudun tüm sözlüklerdeki karşılığı ise çocuklar bizim için.
“Fazla söze ne hacet” demişler. Geleceğin ışıklarını görebilmek için tek ihtiyacımız
onlara güvenmek. Onlar “en yakın”, “en içten”, “en bizden”, “en umut dolu”
geleceğimiz. Biz onlara inanıyoruz.
23
tema
24
25
hayatın hikayesi
Umut’a
notlar
Yazmak, zaman
ve anlamak
üzerine...
Özgür Ceyhan
26
OĞLUMUZ soğuğun kemiklere işlediği,
güneşli bir kış günü Montreal’de
doğdu. Umut ismini doğmadan önce
düşünmüştük. Her ana baba gibi
beklentilerimiz vardı. Küçücük haliyle
ihtiyacımız olan güveni verdi bize. Onu
kucağımıza alır almaz anladık onun
Umut olduğunu. Daha uygun bir isim
olamazdı onun için.
Umut doğmadan eşimle bir deftere
yaşadıklarımızı not etmeye karar
verdik. Bir tür seyir defteri olacaktı.
Umut için, bizim için. Zamanı gelince
Umut’la paylaşmayı planladığımız için
tüm yazdıklarımızda ona hitap ettik.
Defterin tek okuyucusunu Umut olarak
düşünmüştük. Bir süre sonra okuyucu
olarak kardeşi de eklendi. Aşağıda
okuyacaklarınız bu defterden alındı.
Umut’un varlığıyla kafamı çok
karıştırdığı, kendimi yoğun bir şekilde
sorgulamama neden olduğu bir dönem
olmuştu. Aldığım kısımları seçerken bu
dönemi ve “umut” kelimesinin kendi
içinde barındırdığı çelişkiyi düşündüm.
Beklentisiz umut olmuyor, umut
kelimesinin anlamının gereği bu. Ama
ya beklenen bilinmiyorsa? Umutlarınızdan
korktuğunuz oldu mu hiç? Benim oldu.
Paris, 25 Kasım 2011
Buradan şu zamana nasıl gidebilirim
acaba? Her gecikmenin açıklaması
yapılabilir sanırım. Ama sana
yazamamamı anlaşılır kılacak herhangi
bir gerekçe bulamaz oldum oğlum.
Aylar oluyor, tek kelime yazmadım.
Makul bir özürün kabul edilebileceği
sınırı çoktan geçtik. O yüzden
gevelemeden sana olanları özetlemeye
çalışayım. Yapabileceğimden
şüpheliyim, bilesin.
Önceleri herşey normal görünüyordu.
Senin de bugün hayal meyal
hatırladığın o hiç bitmeyen
koşuşturmaca. Benim sonu gelmeyen
iş başvurularım, annenin her
dönemeçte tekrar başladığı doktorası,
önce Kanada’dan Fransa’ya, oradan da
Almanya’ya taşınmamız... Curcunanın
içinde nefes alamıyorduk ki yazalım
sana. Ya da öyle göründü bize.
Yaşanan anın içinden o anın öncesine
bakınca anlaşılır görünüyor herşey.
Gelecekten bugüne bakmaya kalkınca
anlamlar kıpır kıpır yerlerinde duramaz
oluyor. Kelimelerin anlamları yerinde
durmazken, okuman için yirmi yıl
bekleyen bu notların hayatımızdaki yeri
ne yana düşüyor bilmiyorum.
bahsettiklerimin tümü, bugün, dün ve
muhtemelen yarın, yani belirsiz bir gün,
yaşanıyor, yazılıyor, okunuyor...
...
İnsanın en büyük düşmanı kendisiyse
eğer ve düşmanının düşmanı dostuysa,
kişi kendisinin nesi oluyor?
Sözünü ettiğim bilememe hali, bizi
sorunun en önemli unsurlarından birine
getirdi. Zamanı anlatmanın yolu nedir?
Zamanı betimleyen sözcükler akla
düştükleri an ile birlikte anlamlarını
kazanıyorlar. Dün, bugün, yarın,
birazdan, şimdi... “Hiçbir zaman”ı ve
“her zaman”ı bu genellemenin dışında
tutmalıyız tabi... (Ne de olsa bir tek
onların relatif pozisyonları yok zamanın
içinde.)
Seslendirildikleri anda, o ana göre
anlam veriyor zamanı tasvir eden
kelimeler. Yazıya dökülenlerinse kaderi
biraz daha farklı. Eğer metnin kendi
içinde zamanı yoksa, bir 19 yy. romanı
değil de bir matematik makalesiyse
örneğin, “şimdi” hangi günün hangi
saatine denk düşer? Böylesi yerlerde
kelimeler zamansız var olup, her
anın içinde başka başka zamanları
tarif ediyorlar. Sana yazarken bu
zamansızlık hissi köklendi yavaşça.
Bu yazdıklarımı okurken oğlum, “dün”
artık sadece dün değil, dün senin
doğduğun gün, büyüyüp ilk adımlarını
attığın gün, kardeşinin ameliyatından
önceki ve sonraki gün, üniversiteye
başladığın, aşk acısıyla kıvrandığın,
ilk çocuğunu kucağına aldığın gün. Ve
“bugün” benim bunları yazdığım, senin
yazdıklarımı okuduğun, okuduklarına
güldüğün, ağladığın, bana kızdığın,
anneni nasıl da olmayacak şeyler için
(mesela o çirkin kızlar için) üzdüğünü
hatırlayıp içinin cız ettiği gün. “Yarın”
ise sana bunları yazmayı kafamda
kuracağım gün olacak. Sana bu
Sana yazma sıkıntımın arka planında,
basit bir fiil çekimi meselesinin çok
ötesinde, bilincimi zamansal parçalara
bölen, bu şizofrenik halin olduğunu
nereden bilebilirdim. Bunu fark
ettiğimde çoktan yazamaz olmuştum.
Bu iç sıkıntısı artık dayanılmaz olup
bir dosta yakınma vakti geldiğinde
problemimin etrafını eşelemeye
başladım. Dile getirebilmeliydim en
azından. Yuri Ivanoviç’i hatırlıyorsun,
değil mi? Olağanüstü zekası, dehşet
uyandıracak duyarlılığı olan, tüm
bunlarla birlikte dünya tatlısı olmayı
becerebilen bir adamdı.
Zaman içinde parçalanmış şuurumu
örnekleyen bir cümle oldu yine.
Yuri Ivanoviç’i daha dün gördüm.
Beni görür görmez gülümsedi, seni,
anneni sordu, kardeşinin sağlığını
uzun uzun konuştuk. Son makalem
üzerine tartıştık... Sen bunları okurken
Yuri Ivanoviç muhtemelen aramızda
olmayacak. Sakin konuşmasının tonu
hafızamızdan yavaşca silinmiş olacak,
yüzünün hatlarını hatırlamak için senin
kucağında olduğun fotoğraflara bakma
ihtiyacı duyacağız. Ama samimiyetini
akıl sağlığımız yerinde olduğu
sürece hep ferahlatıcı bir anı olarak
saklayacağız sanırım. Ama tüm bunları
kim bilebilir? Sadece sen oğlum. Şu an
okurken bunları, olacakları yani olmuş
olanları sen biliyorsun.
Yuri Ivanoviç ile buluşmaya gittiğimde
bunları ben bilmiyordum. Tren
istasyonu yakınlarında bir restoranda
buluştuk. Yine yağmurlu bir gündü.
Kaybolan, unutulan şemsiyeler ve
onların insanlardan bağımsız elden ele
dolaşarak geçirdikleri ömürlerinden
bahsettik. (Benim adım Kırmızı’daki
Para’yı hatırlıyor musun?)
27
hayatın hikayesi
Nereden başlayacağımı bilemiyordum.
Gündelik sıkıntılarımdan başladık.
Sürekli yer değiştirmekten, göçebe
hayatına neden olan işimizden. Ve işim
yüzünden annenin işine engel olma
halinden...
Sen biliyorsun tabi ama zamanla
yanımızda başkaları da olacak belki.
Yollarımızın daha önce hiç kesişmediği
başkaları. Onlar için biraz bahsedeyim.
Ben akademisyenim. Annen biz
evlenmeden önce yasadışı göçmenlerin
yasal temsilciliğini yapıyordu. Berbat
bir işti onunkisi. O göçmenlerin
yaşadıklarını değil görmeye, dinlemeye,
bir an akıldan geçirmeye bile yürek
dayanmaz. Biraz da benim zorumla
oldu sanırım, annen gerçek insanların
dertlerine deva olmayı bırakıp insan
hakları doktorasına başladı. Eski iş
arkadaşlarıyla bağını hiç kaybetmedi.
Dünyanın muhtelif problemli
bölgelerinde, Afrika’da, Güneydoğu
Asya’da, Birleşmiş Milletler, Kızıl Haç,
sınır tanımayan muhtelif örgütler için
çalışan arkadaşlarından mesajlar
geldiğinde gözlerinin önüne hep
karanlık bir bulut inerdi. Ama hiç geri
dönmekten bahsetmedi. Kaşınan
ben(d)im hep.
...
28
Bense, gayet iyi biliyorsun oğlum,
bugün olduğum gibi o günlerde
de arızalıydım. Yuri Ivanoviç’e artık
akademik kariyerime son vermeyi
düşündüğümü söyledim. Neden
eşim bunca zaman benim kariyerime
mahkum olmuştu ki? Vasatın biraz
üzerindeki akademik başarım bize
ortalama bir yaşam sağlıyordu ama
bunun için miydi sürdürdüğümüz
hayat? Ben eşimin kariyerini takip
etmeliydim aslında. Kabul etmeliyim;
genel anlamda daha rahat, huzurlu bir
hayat vadetmiyordu bu seçenek. Daha
iyi bir insan olunabilir belki ihtiyacı olan
insanlara yardım ederek ama daha iyi
birer anne baba olunamayacağı da
kesin gibi. İşte bunları Yuri Ivanoviç’e
anlatırken yavaş yavaş berraklaştı
resim gözümün önünde.
Senden korkuyordum!
...
...
Paris’e yeni vardım. Sizi geride
bıraktığım için içim buruk. Ama
geldiğime değecek: Maxim’le
konuştum gelir gelmez. Onun referans
mektubu çok önemliydi, biliyorsun.
Bana (her zamanki gibi) çok meşgul
olduğunu, mektubu onun ağzından
kendim yazarsam hemen düzeltip
imzalayıp göndereceğini söyledi. Sana
hiç bir başkasının gözünden kendini
tasvir etmenin zorluğundan bahsetmiş
miydim oğlum?
Hangi tercihi kullanırsam kullanayım
mutlak, genelgeçer bir çözüme
ulaştırmayacak beni. Öte yandan
sen, zamandan bağımsız, olacakları
biliyorsun bugün. Hatalarımızı,
seçeneklerimizi, kaçırdığımız fırsatları
görüyorsun. Yirmi yıl önceki halime
bakıyorum, insanları yargılarkenki
pervasızlığıma, acımasızlığıma. Eğer
bana benzeyen bir yanın varsa, vay
halimize. Elinde bu kayıtlar da olacak
çünkü.
Yuri Ivanoviç sabırla ve dikkatle dinledi
beni. Kibarca aradığım öngörünün
onda olmadığını söyledi. Ama insan
seksenine yaklaşırken bile hayat
tecrübesi onu yanıltabiliyor. Çünkü
hemen ardından, hayatta seçimlerin
düşünüp bulunamadığını, zamanı
gelince kararların kendilerini verecek
kişileri bulduğunu söyledi bana.
Kalktık. Şemsiyemizi bıraktığımız
yerde bulamadık. Bizi terk edip bir
başka hayata başlamış bile. Çiseleyen
yağmurun altında enstitüye yürürken iş
konuştuk yol boyunca.
Paris – Bonn – Utrecht - Bursa
2008 - 2011
Bir küçük burjuvanın sıkıntıları
biter mi hiç?
29
dosya
Milli “umudumuz”
Herkes şanslı doğmuyor ama herkes umut edebiliyor
bu hayatta. Her şeyin iyi olmasını “gönülden” ümit
edenlerin ülkesi Türkiye’de, “milli umudumuz”
denebilir Milli Piyango için. Bu sene şans kime güler
bilinmez ama “milletçe” heyecanlandığımız belki de
tek oyun Milli Piyango...
“MESUDİYELİ MESUT”u herhalde
hepiniz hatırlarsınız. Hafızlarınızı
tazelemeniz bakımından yardımcı
olalım. Kartal Tibet’in yönettiği ve Şener
Şen’in başrolünü oynadığı meşhur
“Milyarder” filminin başkahramanı…
Mesudiye İlçesi’nde tren istasyon
amirliği yapan Mesut, bir anda Milli
Piyango yılbaşı büyük ikramiyesinin
çıkmasıyla artık zengin olmuşsa da,
bu paranın mutluluk getirmeyeceği
çok kısa bir zaman içerisinde anlaşılır.
Lakin birbirlerine sıcak bir sevgi ve
güven bağıyla bağlı gibi görünen
ailedeki herkes, bu büyük paranın
yalnızca kendisinin olması hayaliyle
yanıp tutuşur ve giderek kimsenin
birbirine güveni kalmaz. Bunun
yanı sıra Mesut, yaşadığı ilçede de
birdenbire herkes tarafından ilgi odağı
haline gelir, trajikomik biçimde bugüne
kadar hiç tanımadığı akrabaları bir
bir ortaya çıkar… Giderek kendini
sahte bir itibar ve sevgi çemberinde
bulan Mesut’u en çok onca yıllık
karısının ve çocuklarının bu denli
değişmesi üzer. Bir tren vagonunda
biten filmin hafızalardan silinmeyen
son sahnesinde ise ikramiyesini teslim
almaya gittiği esnada, kazandığı bu
para karşılığında kaybettiği ailesini,
dostlarını düşünürken Mesut, bileti
bir hamlede yırtıp atar ve paranın her
zaman mutluluk getirmediğini bizlere
vurucu bir şekilde ifade eder...
30
Münir Özkul, Adile
Naşit gibi ustaların
da eşlik ettiği
ve güldürürken
hüzünlendiren,
sorgulatan,
farkındalıklarımıza
dokunan Milyarder
filmi, Türk
Sineması’nın başarılı
başyapıtlarından
biri olarak yerini
hafızalarımızda en güzel şekliyle
koruyor.
Tıpkı filmdeki gibi bizler de yeni
bir yıla giriyoruz. Her yeni yıl, yeni
umutlar demek… Yılın son günü,
saatler gece yarısını bulunca istisnasız
hepimiz, “umduklarımızı” dile getirir
ve gerçekleşmelerini dileriz. Kimimiz
yılbaşı ağacının altına dilek torbaları
koyar, kimimiz tüm yıl hayatında
olmasını istediği insanlarla yeni yılı
karşılar. Kimimiz ise uğur getireceğini
umduğundan en sevdiğine sarılır
ya da dua eder… Ancak hepimizin
umutlarını dillendirdiği andır yeni yıla
girilen “o an...” Yılbaşı geceleri, “umut”
geceleridir… Hazır “umut” demişken,
yazının bundan sonraki bölümünde bu
ülkede yediden yetmişe herkesin içinde
taşıdığı ortak bir umuttan bahsedelim.
Deyim yerinde ise, “milli umudumuz”
olan “Milli Piyango”dan…
Her ayın 9’u 19’u ve 29’unda düzenli
olarak çekiliş yapılır. 31 Aralık
günlerinde yapılan özel çekilişi
ise, adeta yılbaşı gecelerinin bir
sembolüdür. TDK’ya göre, “bastırılmış
numaralı biletlerin satılarak, adet
ve tutarları önceden belirlenmiş
ikramiyeleri kazanacak numaraların
belirli günde çekilecek kura ile
saptanması esasına dayanan şans
oyunu”dur Milli Piyango. Tüm unsurları,
hükümleri, usul ve esasları kanunlarla
ve ilgili yönetmeliklerle düzenlenmiş
olduğundan, umutlarımızı resmi kılan
bir tarafı da vardır. Bir devlet kurumu
olan Milli Piyango İdaresi, piyango
biletlerinin basılması, planlarının
hazırlanması, oyunlarının uygulanması
ve ikramiyelerinin dağıtılması
konularında her türlü görev ve yetkiye
sahiptir.
Oynayanlar açısından; hiçbir emek ve
çaba sarf etmeksizin, yalnızca şans
sonucu bir kazanç sağladığından, bu
gibi oyunlar dini inançlara göre “kumar”
sayılarak “haram” kılınmıştır. Keza
kumar oynamak ülkemizde kanunlarca
da yasaklanmıştır. Buna rağmen
oyunun devlet izninde ve gözetiminde
oynanması sonucu en inançlı insanlar
bile çekinmeksizin bilet satın alıyor,
bu durum bir umut kapısı haline gelen
Milli Piyango’yu tüm günahlarından
arındırıyor.
Elbette Milli Piyango bu saygın
yerini, çoğunluğunu Müslümanların
oluşturduğu toplumumuzda kolay
kazanmadı. Bu durum tarihsel süreçten
açıkça anlaşılıyor. Zira ilk piyango
Osmanlı Devleti'nin son yıllarında
"Donanma Cemiyeti" tarafından ilk
önce resmi olmayan bir şekilde
düzenleniyor. Savaş gemisi tedariki
amacıyla düzenlenen bu piyangonun
ikramiyelerini para değil halkın verdiği
hediyeler oluşturuyor. Bu düzenlemeye
halkın tepkisinin zamanla olumlu
olması ile Şark Şimendiferleri ve Ergani
Bakır İşletmeleri, tahvillerinin satışını
özendirmek amacıyla, kazananları
kura ile belirlenen ilk resmi piyango
uygulamasını başlatıyor. Cumhuriyet'in
ilanından sonra ise, ilk yasal
düzenleme olan 710 sayılı Kanunla,
9 Ocak 1926 tarihinden itibaren
karşılığı nakit olarak ödenmek üzere
piyango tertip ve keşide etme hakkı
"Türk Tayyare Cemiyeti"ne veriliyor.
14 yıl süreyle "Tayyare Piyangosu"
adı altında, Türk Hava Gücü’ne katkı
sağlamak amacıyla, anılan cemiyet
tarafından düzenlenen çekilişler 5
Temmuz 1939 tarih ve 3670 sayılı
Kanunla “Milli Piyango İdaresi”
kurulana kadar devam ediyor. Bundan
sonra Milli Piyango İdaresi'nin kuruluş
ve görevleri hakkında bir Kanun
Hükmünde Kararname çıkarılıyor ve
bu İdare’ye piyango dışında, hemen
kazan ve sayısal loto oyunları ile eşya
piyangoları tertip edebilme gibi yetkiler
de tanınıyor. Bugün ise karşılığı nakit
olmayan çekilişlere izin vermek ve
izlemek talih oyunları işletmelerini
denetlemek de Milli Piyango İdaresi'nin
görev ve hizmet alanına giriyor.
Her ne kadar emeksiz kazanç sağladığı
için halen çoğu kişi tarafından sempatik
bulunmasa da, insanların umudu ve
duasıyla dolu paralarla satın alınan Milli
Piyango’ya “masumiyet” kazandıran
bir diğer husus da, satışlardan
toplanan gelirin kullanıldığı mecralardır.
Neredeyse her şehirde bir okul yaptıran
Milli Piyango İdaresi’nin gelirleri çeşitli
yasalarla yapılan düzenlemelere göre;
Gayrisafi hasılatın % 10'u Tanıtma
Fonu'na, Aylık hasılatın % 1'i Sosyal
hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu’na, Karın % 5'i Olimpiyat
Oyunları Hazırlık ve Düzenleme
Kurulu'na, Karın % 95'i Savunma Sanayi
Destekleme Fonu'na aktarılıyor.
Zengin olma yönündeki umutlarımıza
yarenlik yapan Milli Piyango, bir yandan
ülkemizin savunma sanayisine katkıda
bulunup, kimsesiz çocuklara aş oluyor,
gelecek oluyor, umut oluyor. Diğer
yandan ise elde edilen gelirin yüzde
13'ünü Türkiye genelindeki 8000 küsur
31
dosya
piyango ve hemen kazan bayi, 4000
küsur de sayısal loto bayisine dağıtarak
aynı zamanda ekmek kapısı oluyor.
Milli Piyango denince unutulmaması
gereken bir de isim var elbette. Kim
olduğunu tahmin edenleriniz olabilir.
Elbette ki Eminönü’ndeki gişesiyle
Nimet Abla... Önünde her sene
oluşan uzun kuyruklar, yılın sonuna
yaklaştığımızı hatırlatır bize. Adeta
bir yılbaşı ritüelidir bu manzara.
Nimet Abla’nın asıl adı Melek Nimet
Özden… 1928 yılında henüz Tayyare
Cemiyeti döneminde iken eşi piyango
bileti satmaya başlamışsa da tanıtım
amaçlı satılan bu dönem biletlerinin
paralarından dönüş alınamadığından
ailesi iflasın eşiğine gelmiş. Sonrasında
Nimet Abla, Tayyare Cemiyeti’nden
bayilik satın alarak aileyi iflastan
kurtarmış. Ancak asıl ünü, 1931 yılında
sattığı bir bilete büyük yılbaşı ikramiyesi
olan Yüz Bin Lira’nın çıkması ve basının
bu durumu fotoğraf ve röportajlarla
kamuoyuna sunması ile olmuş.
Nimet Abla, bundan sonra ikramiye
32
çıkan biletlerini devamlı surette
gazetelerde ilan vererek duyurmaya
başlamış. Milli Piyango İdaresi üzerinde
etkin bir öneme sahip olmuş ve Türk
halkının "bilinirlikleri" sıralamasında üst
sıralarda yer almayı başarmış... Halen
de öyle… 1970 yılında yaşadığı felç ile
rahatsızlanmış ve 1978 yılında vefat
etmiş. Hala Türkiye’nin dört bir yanına
şans dağıtan Nimet Abla bayilerinin
yakınından geçen herhangi birisi, bilet
almadan geçemez.
Milli Piyango İdaresi’nin 2012 Yılbaşı
Özel Çekilişi için açıkladığı bilet
fiyatları; 10, 20 ve 40 Lira olarak
değişiyor. Büyük ikramiye bedeli ise
akıllara zarar cinsten... Tam 40 Milyon
Türk Lirası ikramiye taahhüt eden İdare,
son iki yıldır 35 Milyon olarak tayin
ettiği ikramiye bedelini bu yıl 5 milyon
arttırmış bulunuyor. Büyük ikramiyenin
1 kişiye çıkma olasılığı elbette çok
düşük. Hatta yapılan araştırmalara
dayanarak sayısal verilerle belirtmek
gerekirse; çeyrek bilete çıkma olasılığı
yüzde 85, yarım bilette çıkma olasılığı
yüzde 9, tam bilette çıkma şansı ise
yalnızca yüzde 6... Ancak “şanslı
adamı, Nil Nehri’ne atsan, ağzında
balıkla çıkar” misali neden olmasın
dedirtmiyor da değil…
Sonuç olarak öyle veya böyle adı
üstünde bir oyundur Milli Piyango ve
şanstır nihayetini belirleyen… Oyun
oynarken eğlenir, şansı “umut” ederiz
yalnızca. İkisi birleşince de umut dolu
bir eğlenceye dönüşür bizimkisi. Gerçi
çekim yasasına göre, evrene doğru
mesajlar göndererek büyük ikramiyenin
bize çıkmasını sağlamak mümkün ve
hatta dünyada birçok örnekleri de var
deniyor. Ama yine kapılar aynı yere
çıkıyor, çekim yasası da bu işin sırrının
“çok istemekten”, “kalpten istemekten”
yani dediğimiz gibi aslında “umut
etmekten” geçtiğini söylüyor. Kısacası
siz yine çıkmaz demeyin, şansınızı
deneyin. Bol şans.
33
semboller
Abdulkadir Kılınç
Pandora, kötülük, kutu ve...
YUNAN MİTOLOJİSİNİN coğrafyası,
Grek yarımadası (şimdiki Yunanistan)
ve İonia(Yunan) yani Batı Anadolu’dur.
Bu yüzden Uludağ’ın Yunan
mitolojisindeki ünlü Olimpos dağı
olduğu söylenir.
Tanrıların ateşini Olimpos’tan çalan
Prometeus, tanrıların tanrısı Zeus’u
çok öfkelendirir. Bunun cezasız
kalmamasını isteyen Zeus bir plan
yapar. İntikam alınmalıdır. Zeus’un
planı, yeryüzündeki bütün kötülükleri,
Prometeus ve arkadaşlarının
reddedemeyeceği güzellikte bir varlıkla
onlara ulaştırmaktır. Bu varlığın adı
“Kadın”dır.
Tanrı Zeus, kadını yaratmaya karar
vermiştir. İlk iş olarak oğlu, demirci
tanrı Hephaistos’a toprak ve suyu
karıştırarak bir beden yaptırır.
Hephaistos ustalığı ile kadına güzel
bir şekil verir. Bilgeliğin ve becerinin
tanrıçası Athena, kadına el işlerini,
dokumayı, sanatı öğretir. Altın simden
kuşağını da beline dolar. Kadını kadın
yapan özellikleri vermeye gelince; bu
iş Afrodit’indir. Afrodit kadının yüreğini
isteklerle doldurur, yüzüne zerafet,
bedenine endam verir. Tutku, aşk,
34
şehvet, güzellik hepsini kadına yükler.
Tanrıların habercisi olan Hermes’in
görevi kadına şeytani duyguları, yalanı,
düzenbazlığı vermektir. Bunu büyük
bir kolaylıkla yapacaktır. Son olarak
Zeus kadına can vermek için dört
rüzgar üfler. Kadın artık canlanmıştır.
Şimdi sıra onu süslemeye gelir. Bu
iş de perilere aittir. Periler onu altın
gerdanlıklarla, kemerlerle ve çiçeklerle
donatırlar. Onu akılları baştan alan bir
güzelliğe kavuştururlar. İsim koyma
vazifesi Hermes’indir. Haberci tanrı
Hermes ona “bütün tanrıların armağanı”
anlamına gelen “PANDORA” adını verir.
Zeus Pandora’ya can verdikten ve
onu bütün kötülüklerle, çirkefliklerle
ve aynı anda güzellik ve çekicilikle
donattıktan sonra Prometeus’tan ve
insanlıktan intikam almaya hazırdır.
Zeus Pandora’nın eline bir kapalı
bir kutu verir. Bazı kaynaklar bunun
bir testi olduğunu da söylerler. O’nu
Prometeus’un kardeşi Epimeteus’a
gönderir. Epimeteus aklı başına
sonradan gelen, geç uyanan anlamına
gelir.
Olacakları önceden bilen kahin
Prometeus, kardeşi Epimeteus’u
Zeus’tan gelecek hiçbir hediyeyi
almaması konusunda uyarır. Ancak
güzelliğiyle herkesi büyüleyen
Pandora’yı gören Epimeteus,
kardeşinin nasihatlerini unutur ve
Pandora ile evlenmeye karar verir.
Onun çekiciliğine karşı koyamayıp ona
sahip olur. İçinde bütün kötülüklerin
olduğu kutu ile beraber.
Zeus’un eline verdiği kutuda ne
olduğunu bilmek isteyen Pandora,
merakını yenemez ve kutuyu açmaya
karar verir. Kutu sıkıca kapanmış
olsa da, isteyen bir kadının elinden
kurtulamaz. Sonunda açılır. Açılır
açılmaz büyük bir fırtına ile beraber
içinde ne kadar kötülük, dert,
kıskançlık, hastalık, açlık, yaşlılık,
delilik, ahlaksızlık varsa yeryüzüne
saçılır. Pandora kutunun kapağını
kapatmak ister ama artık çok geçtir.
Bütün yeryüzü bu kötülüklerle
dolmuştur. Cehennem artık bu
dünyadadır. Buna rağmen Pandora,
kutunun kapağını son bir hamle ile
zar zor kapatmayı başarır. Dışarı
çıkamayan, kutunun içinde tek kalan
ise, insanları bütün bu zorluklarla,
kötülüklerle, savaşlarla, cehaletle,
karanlıkla, gericilikle ve düşüncesizlikle
mücadele gücü veren şeydir: UMUT...
35
yakın plan
Gökyüzündeki umut
Venüs, Zühre, Çoban, Tan, Sabah ya da
en bilindik ismiyle Kutup Yıldızı… Yıldızların
en parlağı, karanlıkta ilerleyenlerin kılavuzu,
kadın, sevgili ve çoğu zaman umutların
birleşim noktası…
BULUTSUZ BİR GECEDE başınızı
gökyüzüne kaldırıp en parlak yıldızı
aradınız mı hiç? En parlağı, “o”dur
mutlaka. Diğerleri birer kum tanesi
ise “o” bir çakıl tanesidir. Elif Şafak’ın
Mahrem isimli kitabına göre, göğün
üçüncü katında yaşayan bir güzeldir
“o”. Elinde bir aşk aynası tutan,
gizemli… Halen âşık olup olmadıklarını
ve eğer âşıklarsa kime âşık olduklarını
hatırlamayanlar, o’nun aşk aynasına
bakarmış. Gördükleri yüz âşık oldukları
kişinin yüzü olurmuş.
Hayatımıza farklı alanlardan farklı
isimleriyle dâhil olan, gece boyunca
yansıttığı ışığıyla her daim üzerimize
aşk iksirleri döken, türkülerimizde
sevgiliyi anlatan Venüs, Türklerle yakın
ilişkisi olan bir yıldız. Bozkır yaşamında
sıkça gördükleri Kutup Yıldızı’na
destanlarında yer vermiş Türkler. Çok
güzel bir kız olarak nitelemişler.
Yıldızları onların sevgilisi olmuş çoğu
zaman… Hayatlarındaki en önemli şeyi,
atları sevgili yıldızlarıyla korumuşlar
36
ve "Atları koruyan, Çoban Tanrısı"
demişler. Kimi kutup yıldızı olmuş,
kimi Zühre Yıldızı… Zaten türkülere de
yansımış bu sevgi:
“Soramadım bir çift sözü.
Ay mıydı gün müydü yüzü?
Sandım ki Zühre Yıldızı.
Şavkı beni yaktı geçti…”
Batı “Venüs”, Arap dünyası ise “Ez
Zühre” diye bahsetmiş o’ndan. Kadının
güzelliğinin sembolü olmuş. Hatta
Araplar Zühre yıldızının bir zamanlar
kadın olduğuna inanmış. Mitolojide
ise; şehvet, müzik, kadın(dişilik) ve
aşkı temsil eden Sabah Yıldızı, eski
astronomi bilgilerine göre üçüncü
gökte, kutlu bir yıldız... Güneş sistemi
içinde yer alan Venüs, güneşe uzaklığı
bakımından ikinci sırada olmasına
rağmen, üzerine yüklenen anlamlarla
en yakın olanı… Afrodit’in Roma
mitolojisindeki ismi olan Venüs,
tanrıça olmasının yanı sıra tabiatın da
doğurucu gücünü ve güzelliğini temsil
ediyor.
Venüs’e "Akyıldız" diyenler olduğu
gibi, Doğu Anadolu’da Sarı Yıldız,
Kanlı Yıldız, Mavi Yıldız da deniyor.
Rivayete göre bir kervan, bu yıldızın
erken doğması yüzünden gece yarısı
yola çıkmış ve bu yüzden haydutlar
tarafından talan edilmiş. Bu olay
Şarkışlalı Âşık Veysel tarafından şöyle
aksedilmiş türkünün içine:
"Kanlı yıldız, sarı yıldız.
Sunam ağlar, sarı yıldız.
Selâm götür, sen al yıldız.
Yaldız ey, yıldız, yıldız, yıldız!"
Sabahını arayan gecelerde en göze
çarpan şey yine kutup yıldızıdır.
Kaybolanlar yolunu ona bakarak
bulabilirler. Gece ile şafak arasındaki
zaman diliminde en parlak şey yine
Kutup Yıldızı’dır. Kimi zaman dünyaya
en yakın gök cismi olan ayı bile
gölgede bırakır.
37
dilbilgisi
Türkçe sözlüğü
Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları
uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere.
kullanışlı, elverişli
Fr. ergonomique
ergonomik
aşama, adım
Fr. étape
etap
çalgı, mali belge
Fr. instrument
enstrüman
yalı yar
Fr. falaise
falez
bağnazlık
Fr. fanatisme
fanatizm
indirim saatleri
İng. happy hour
happy hour
ülkü
Fr. idéal
ideal
eğik yazı
Fr. italique
italik
ön hekim
İng. intern
intern
suölçer
Fr. hydromètre
hidrometre
lağım çukuru
Fr. fosse septique
foseptik
bitki örtüsü
Lat.
flora
bitme, varış
İng. finish
finiş
para, mal, mali işler
Fr. finance
finans
biçim, boyut
İng. format
format
Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler.
38
39
kavram defteri
Aldoux
Huxley
Cesur
Yeni
Dünya
Hakan Akdoğan
Umut mu? Nerede?
ALDOUS HUXLEY’in romanı Cesur
Yeni Dünya, 26. yüzyıl Londra’sında
programlı olarak değiştirilmiş toplumu
konu edinen bir eserdir. Toplum
“Kuluçka Ve Şartlandırma Merkezi”nin
tüm hastalıklara ve yaşlanmaya karşı
bağışıklığı olan seri insan üretimiyle
fiziksel olarak mükemmel biçimde
yapılandırılmıştır. Sağlıksız ceninlerin
elendiği bu öjenik yapıda uykuda
öğretim olarak bilinen hipnopedi
ile insanlara içinde bulundukları
hiyerarşik yapıda nerede olduklarından
40
yapmaları gereken işlere kadar herşey
öğretilmektedir. Irklar eşittir, savaşlar
ve yoksulluk yok edilmiştir, sağlık
sorunları çözülmüştür. Tüketime
şartlandırılan insanlar sadece toplum
odaklı yaşamaktadır. Toplum haz
almanın esas olduğu hedonistik bir
hale bürünmüştür. Herkes mutlak
mutludur. Bu açıdan bakıldığında eser
bir ütopya olarak görülebilir. Ancak
mutlu ve istikrarlı insanlar haline
gelmeleri için önemli olan birçok
değerin yok edilmesi, aile, kültürel
çeşitlilik, sanat, felsefenin neredeyse
ortadan kaldırılmış olması eseri bir
distopya haline dönüştürür.
George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört adlı distopik romanı da İngiltere’de
totaliter bir tek parti yönetiminde sürekli
propaganda ve beyin yıkamaya maruz
kalan bir toplumu anlatır. Dünya,
sürekli olarak birbirleriyle savaşan
Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya adlı
üç büyük devlete ayrılmıştır. Okyanusya
toplumunun büyük çoğunluğu, baskıcı
düzene karşı ilgisizdir. Büyük Birader'in
acımasız diktatörlüğü altında hiç
tepki göstermeden yaşarlar. İnsanlar
doğdukları andan itibaren kontrol
altına alınır. Her yerde Büyük Birader’in
gözleri vardır. İnsanlar yaşamaya
devlet adına devam ederler. Romanın
baş kahramanı Winston Smith akıl dışı
bulduğu baskı düzenine muhalefet
etmeye, Büyük Birader'e meydan
okumaya çalışır. Direnişine Julia da
destek olur. Ne var ki, bir süre sonra
yakalanırlar. Akıl almaz işkenceler
görürler. İşkencelere dayanamazlar
ve birbirlerine ihanet ederler. Manevi
bir yıkım yaşayarak yeniden düzenle
bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına
boyun eğmek zorunda kalırlar.
Diktatörlük kazanır. Baskı düzeninin
saçmalığını düşünecek, başka türlü bir
yaşamı düşleyecek ve bu doğrultuda
harekete geçecek tek bir kişi bile
kalmaz.
Orwell eserinde tepeden inme bir
baskıdan, dayatmadan, boyun
eğdirmeden söz ediyordu. “Büyük
Birader”, “Düşünce Polisi” gibi
kavramları ortaya koyuyordu.
Huxley insanları tektipleştirmek için
Büyük Birader ve türevlerine gerek
olmadığını, baskıyı gönüllü isteyecek,
düşündürmeyen bir sisteme razı olacak
bir yapıdan bahsediyordu.
Orwell sanatın yasaklanarak
yok edileceğini, Huxley sanata
uzaklaştırılmış insanlar nedeniyle
sanatın ilgisizlikten yok olacağını
anlatıyordu.
Orwell bizi olup bitenden habersiz
bırakacak, enformasyona el koyacak
baskıcılardan, Huxley ise gerekli
gereksiz, doğru yanlış her türden
aşırı enformasyon yüklemesiyle
şaşkınlaştırarak pasif hale sokacak
olanlardan çekiniyordu.
Böyle olunca da şu yorum mümkün:
Orwell’in asıl korkusu gerçeklerin
insanlardan gizleniyor olması,
Huxley’inki ise gizlenmeyen, ortada
olan gerçeklerin umursamazlık
nedeniyle önemsenmemesi haline
geliyordu.
Orwell tutsak, dayatılmış, planlanmış,
hesaplanmış bir kültürden bahsederken
Huxley önemsiz ve değersiz her şeyin
göğe çıkarıldığı, kokuşmuş, yozlaşmış
bir kültürden söz ediyordu.
Özetle, Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört romanında acımasızca denetlenen,
bastırılan insanları anlatırken, Huxley,
Cesur Yeni Dünya’da hazza boğulan,
duyarsızlaştırılan, pasifleştirilen
insanları anlatır. Bizi nefret ettiğimiz
şeylerin mahvetmesidir Orwell’in
inandığı. Huxley’in inandığı ise
sevdiğimiz şeylerin bizi mahvetmesidir.
Medyamızın büyük kısmının durumuna
bakınca haklı olan Huxley gibi
görünmektedir. Şu an Cesur Yeni
Dünya’nın atmosferinde yaşıyor gibiyiz.
Uzun zamandır Huxley’in gönüllü
tektipliliğini dayatmak için gerekli
olan yoğun medya bombardımanının
altındayız. Göğe yükseltilen önemsiz
ve değersiz şeylerin arasına sıkışmış
“gerçek gerçek”ler görülemiyor ne
yazık ki. Gerçeğin yerini almış yeni bir
yapay gerçeklik söz konusu.
Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı
tam da Aldoux Huxley’in anlattıklarıyla
örtüşüyor. Baudrillard, simülasyonu
“Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele
geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş
sahte” olarak niteler. Bahsedilen, sinsi
bir hipergerçekliktir. Gerçek yok edilmiş
ve yerine başka bir şey konmuştur.
Buradaki sahtelik, “bir gerçek ve onun
kopyası” olarak bahsedemeyeceğimiz
bir durumdur. Gerçeğin yerine başka
bir gerçek oturtulmuştur. Karşımızdaki
şey tektir. O da yeni sahte gerçeklik
olan simülasyondur. Gerçek kendini
aşmış, hipergerçek olarak değişmiştir.
Gerçek artık “gerçekten daha gerçek”
olandır.
Yazarlar, bilim adamları, fikir adamları
haklarındaki suçlamalar bile henüz
netleşmemişken hapishanelerde yıllarını
geçirirken sessiz kalıp, ekranlardaki
bazı yarışmalarda yaptığı saçmalıklarla
gündeme gelen şöhretimsilere ulaşmak
için çırpınıyorsak, toplumun milli
duygularını istismar ederek kamplaşma
yaratanlara dirsek çevirmeyip bilmem
kaç defa evlenmiş bir şarkıcının yeni
evliliği için programlarda ahkam
kesiyorsak, düşünsel yapıyı kontrol
altında tutmak için kültür yapısını
kasıtlı olarak değiştirenleri görmezden
gelip vurulan bir türkücünün yattığı
hastanenin önünde günlerce nöbet
tutuyorsak, insanları tüketime motive
ederek dayatılan dengesiz ekonomik
yapıları meşrulaştıranları unutup
desteklediğimiz takım yenilince
hırsımızdan hüngür hüngür ağlıyorsak,
yanlış bilgi ve haberlerle toplumun belli
konulardaki düşüncelerini etkileyenleri
hazmedip her ânımızı kayıt altına
alanlara hak veriyorsak, cinsellikten,
insanların umutlarından, yoksulluktan
rant elde edenlere kanıp çöpçatanlara,
dedikoduculara, sahtekarlara alkış
tutuyorsak; hipergerçeklikteki konforlu
yerimizi bulmuşuz demektir.
Soru şu: Aldoux Huxley, 1931 yılında
yazdığı Cesur Yeni Dünya’da Jean
Baudrillard’ın simülasyon kuramını
öngörerek 2010’ların Türkiyesi’ni mi
anlatmıştır?
Cevap: Sanki öyle ama...
Cevabın devamı yine Aldoux Huxley’in
bir cümlesinde gizli: “Siz görmezden
gelseniz de gerçekler varolmayı
sürdürürler.”
Yararlanılan Eserler:
Neil Postman, Televizyon: Öldüren
Eğlence, Ayrıntı Yayınları, 1994, çev:
Osman Akınhay
Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya,
İthaki Yayınları, 2006, çev: Ümit Tosun
George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört, Can Yayınları, 2011, çev: Nuran
Akgören
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve
Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2006,
çev: Oğuz Adanır
41
kitabi
Emine Civanoğlu
42
Hiç umudu olmayan erkeklere,
umuda lüzum olmayan tavsiyeler
BABAM ANNEME, “Sen bir şey istiyor
musun hayatım?” diye sordu. Ona
açık büfe sorular, bana tercihli. Nefret
ediyorum bundan. Babamla yolun
karşısındaki büfeye gittik. Kendine bira
aldı, anneme soda, bana da çilekli Max.
Çubukta kalan son parçaları sıyırdıktan
sonra Sedef’lere baktım, şemsiyelerini
kapatmış gidiyorlardı, ufaklık yine
ağlıyordu. Babama, “Bir fırt versene
şu biradan.” dedim. Annem dehşetle
baktı. Babam gülümsedi, birayı uzattı.
Tam kafama dikecekken annem aldı
şişeyi elimden, babamla beni sanki
ikimiz de sekiz yaşındaymışız gibi bir
tavırla süzdü. Çoğu zaman babamla
beraber anneme karşı aynı cephede
savaşıyormuşuz hissine kapılıyorum.
Kalbi aşık oldukları adamların ya
da kadınların ihanetleriyle kanayan
büyüklerinin ıstırabından habersiz
kanı sadece dizdeki yara zanneden,
aşkın büyük depremlerinde henüz
enkaz altında kalmamış ve aşkı
kızarmış ekmek üstünde balla
kaymak zanneden, hayatın en zor
sınavlarını dördüncü sınıftaki coğrafya
sınavlarından ibaret zanneden ve henüz
hayatla girecekleri sınavda kopya
çekilemeyeceğinden habersiz oğlan
çocuklarının hikayeleri… Mahalledeki
cami avlusunda akşam ezanına kadar
can hıraş top oynayan, çubuk krakeri
sigara niyetine tüttüren, sevdiğini
söylemeyi bilemedikleri için okul
yolundaki tek katlı evlerin çatılarına
çıkıp sevdikleri kızın kafasına kartopu
atan oğlan çocuklarının hikayeleri…
En kederli anda bile bir balonu
gürültüyle patlatıp neşeyi hüzne ilaç
yapan, annelerini meraktan çatlatıp
bir akşamüstü incir ağacının en üst
dalında kaybolan, küstüklerinde bir şişe
gazoza tav olan, aldıkları zayıfa gelen
azarla değil verdikleri güle gelmeyen
bir buse nazarla azar azar kavrulan
oğlan çocuklarının hikayeleri…
Hayatta aynı kızı sevmekten daha
büyük ne dert olabilir ki? Tatile
giderken annenle babanın seni
kamyonla kova arasında bir seçim
yapmaya zorlamalarından, ikisini de
yanına alamayacak olmaktan daha
büyük dert ne olabilir? Kantinde
harçlığın yetmeyince Merve’ye tost
ısmarlayamamaktan, sırf senden
15 yaş büyük diye bir kıza aşık
olmanın yanlışlığından, boyun kazık
kadar uzamışken hala sakallarının
çıkmamasından, tek başına bara
girememekten, itişirken camını
kırdın diye herkesin içinde mahalle
bakkalından bir ton azar yemekten
daha büyük dert ne olabilir?
Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler
kitabı, onca yıl durup durup tam
taşınacaklarken açılan, sensorlu
lambalar kendisini yok sayıp
yanmayınca gururu kırılan ergenlerin
hikayeleriyle dolu.
İnsana o umutsuz ergenlik yıllarını
hatırlatmakla yetinmeyip zalimce o
yıllara ışınlayan bir kitap bu. Belli
belirsiz bir bakışla, nedeni belirsiz
bir gülüşle ayakları yerden kesilen
ve bu nedenle hayatı aklı beş karış
havada yaşayan ergenlerin aslında
biz olduğumuzu her satırında
yüzümüze vuran, bitiremeden uykuya
dalarsak rüyada bizi ele geçirmek için
başucumuzda pusuya yatan bir kitap.
“...ayrıca imkan olsa terör örgütlerine
veririm oyumu çünkü bu devletin
yıkılmasını istiyorum, çünkü annem
babam öldüğü zaman hiçbir şey
yapmadı bu devlet, ayrıca yasemin
düşünmek için süre istediği zaman
hiçbir devlet büyüğünün araya girip
işleri yoluna koymak için çaba sarf
ettiğini de görmedim. hep boş vaatler;
yaralar sarılmadı.”
Behzat Ç. adlı kahramanının
Erken kaybedenler
/ Emrah Serbes
peşinden çoğumuzu Ankara’nın her
köşesinde katillerin, cinayetlerin,
sokak kavgalarının, esrarengiz
sırların ortasına sürükleyip polisiye
delisi yapan Emrah Serbes, Erken
Kaybedenler’de hepimizin ergenliğini
öyle bir anlatıyor ki, kitabı annemizden
terlik yediğimiz yaşların efsane gıdası
olan koca bir salçalı ekmeği yer gibi bir
tatla okuyacaksınız.
Afili Filintalar tayfasından Emrah
Serbes’in Erken Kaybedenler’ini bir
umut okumaya yeltenenlere peşin
peşin söylemeliyim ki bu kitabın bazı
yan etkileri de var. Mesela başınız
sıkıştığında vakit hangi vakit olursa
olsun hiç düşünmeden arayabileceğiniz
ve umut dolu sesini duymakla bile
huzurla dolabileceğiniz kişi kim acaba
diye düşünmeye başlarsınız; birisini
bulamazsanız yandınız.
“…kış geldiğinde sedef'i bütünüyle
unutmuştum. daha doğrusu şöyle;
hatırlayıp hatırlayıp unutmuştum. sanki
aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi.
alelade bir yaz aşkı gibi. sanki sedef
ancak ismi geçtiği zaman hatırlanan
hayalet arkadaşlardan biriymiş gibi.
sanki deniz kenarında bütün gün
kumdan kale yapmamışız gibi, sanki
pansiyonun sahanlığında yan yana
oturup konuşmamışız, yıldızlara bakıp
nedir bu kainatın esbabı mucibesi diye
düşünmemişiz gibi. unutmanın acısı,
ayrılığın acısından farklı. ayrılık hüzne
yakın, unutmak kasvete. yani birini
er geç unutmaya mahkum olduğunu
bilmenin kasvetinden bahsediyorum.
o kişinin parça parça silinip alakasız
hatıraların arasına karışmasından
bahsediyorum.(...)”
Bu yazıyı Alper Canıgüz’ün Murat
Menteş’in kitabının arkasına yazdığı
ve çok kıskandığım bir sözle bitirmek
isterim; Ben sevdim, eller alsın.
43
44
45
armoni
Jehan Barbur kendini nasıl tanımlıyor?
Sizi en iyi ifade eden kelimeler neler?
Telaşlı, çok heyecanlı, karışık, basit,
olağan, herkes gibi, herkesten biraz…
Ne demeli başka da bilemem!
“Şarkılarım
hep umut
için”
“Hep umut! Umutla anlatmaktır
isteğim her şeyi. Umutlu
şarkıların hepsi benim için.
Umut olmazsa zaten hangi
sebeple yazarım? Kendimi
değiştirmek, hayattan
beklediklerimi inanarak, umut
ederek beklemeye devam
edebilmek için birkaç kelam
ediyorum. Yoksa devam
edemez insan yaşamaya.
Hep umut!”
“İlk albümüm hala benim için
çok yeni. Ulaşamadığımız çok
insan var. İlk albümü bilmeyen
birçok kişi belki de ikinci
albümüm “Hayat”la tanışıp
sonrasında ilk albümüm “Uyan”ı
keşfetti. 3. albümümün ise 2012
ilkbaharında raflarda olmasını
planlıyorum.”
Röportaj: Aise Amet
46
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı
mezunusunuz fakat edebiyat ile
uğraşmayı değil de müziği seçtiniz, sizi
müziğe çeken sebepler neler oldu?
Hayatın kendisidir sebep. Beni içine
aldığı, kabul ettiği ve reddettiği
her andır müziğe sarılış sebebim.
Edebiyat okumuş olmam bu alanda
bir meslek sahibi olmak istediğim
için olmadı. Hayattaki tesadüfler,
meraklar ve mecburiyetler hayallerinizi
ertelemeyi gerektirebiliyor bazen.
Müzik çocukluğumdan beri benimle
beraberdi; dilimdeydi, içimdeydi. Müzik
çocukluğumda en güzel oyunken,
büyüdükçe yaşama bağlanış sebebim
oldu ve bir tutkuya, aşka dönüştü.
Kendimi ifade edebilme isteği ağır
bastı. Çevremi, uzağımı, yakınımı
anlamak, gözlemlemek, gördüğümü
zannettiğim her şeyi yansıtma ihtiyacı
yani. Bunu bir şekilde yapmaya
çalıştığım yol ise müzik! Söylerken
veya yazarken… Ruhumun kendini
bedenimle tamamladığı nokta… Bir
organ gibi! O olmazsa, hayatta ne için
dururum neye tutunurum bilmiyorum.
Bilmediğimdendir ona kayıtsız sarılışım;
yani bir çaresizlik aslında.
Şarkı sözleriniz de sürekli kullandığınız
duygular var mı? (Belki biraz hüzün,
biraz aşk, biraz kırılmışlık…) En
çok hangi duyguyu yansıtmayı
seviyorsunuz sözlerinize?
Kendimce söyleme, anlatma ihtiyacı
duyduğum küçük hikayelerim var
aslında. Genellikle bu hikayeleri
bir şekilde, o anki kızgınlığımla,
sevincimle, kırgınlığımla ya da aşkla
yazmaya çalışıyorum. Bir iç döküm
ihtiyacı özünde. Kişisel bir dile gelme,
rahatlama, paylaşma ve ortaklık
bulma isteği. Ama hep umut! Umutla
anlatmaktır isteğim her şeyi. Umutlu
şarkıların hepsi benim için. Umut
olmazsa zaten hangi sebeple yazarım?
Kendimi değiştirmek, hayattan
beklediklerimi inanarak, umut ederek
beklemeye devam edebilmek için
birkaç kelam ediyorum. Yoksa devam
edemez insan yaşamaya. Hep umut!
Hangi müzisyenleri dinliyorsunuz,
etkileşiminiz nasıl? Etki altında kalmak
gibi çekinceleriniz var mı?
Bugüne kadar çok farklı müzikler
dinledim. Ruh hallerime, o an ki
ihtiyaçlarıma göre değişkenlik gösterdi.
Beni birbirine benzemeyen, farklı ve
samimi şeyler çok etkiliyor. Dürtüyor,
hareket ettiriyor, yola koyuluyorum
sayelerinde. Çok fazla müzisyen
dinliyorum. Araştırıyorum, yeni şeyler
bulmaya, yeni sesler duymaya ihtiyaç
duyarken bir yandan, yirmi sene önce
dinlediğim müzisyenlere de hala sahip
çıkıyorum ve ara ara onları da özledikçe
ve onlara da ihtiyaç duydukça
çıkarıyorum arşivimden. İnsan her
ne işi yapıyorsa yapsın etki altında
kalmaktan kurtulamaz. Yoksa cam bir
fanusun içinde yaşamak gerekir. Etkidir
tepkiyi doğuran sonuçta. Benim tek
korkum birini taklit etmektir. O kadar
çok şeyden etkilendim ki bugüne
kadar ve hala da etkilenmeye devam
etmekteyim. Yani beslenmekteyim.
Yaratım sürecinde, kendi süzgecimden
geçirip, kendi özgeçmişimle
sadeleştiriyorum yazdıklarımı.
Asıl önemli olan günün sonunda
kendinizden harmana kattığınız miktar.
Kendim gibi olmalıyım. Kendimde de
birçok insandan bir miras, bir alıntı
olduğunu unutmadan. Onları ne kadar
kendime dönüştürürsem o kadar
huzurlu olabilirim. Ve bir o kadar da
gerçek!
İlk albümünüz “Uyan” sizi ne kadar
yansıtıyordu, albüm içerisinde seçilen
şarkıların seçilme sebepleri nelerdi?
Albümün içeriği belirlenirken özellikle
nelere dikkat edersiniz?
“Uyan” illa ki bir çok nedenden ötürü
beni fazlasıyla yansıtıyor. Ama asla
bütünüyle değil. Dünkü insan bile
değiliz. Her gün değişiyor, gelişiyor
ya da geriliyoruz. O an, o şarkılar o
dönem ve ben. Bugün bendeki “ben”
yine başka ve yarına da yetişemeyecek.
O şarkılar albüm çıkmadan iki yıl
evvel yazmaya başladığım şarkılar.
Jehan Barbur
47
armoni
evvel yazmaya başladığım şarkılar.
Benim yüzlerce bestem olmadı hiç.
Bir yığının arasından da seçmedim
dolayısıyla şarkıları. Belki iki ya da üç
şarkıyı dışlayarak böyle bir playlist
yaptım. O albümde anlatılan hikayelerin
kimi girizgahı, kimi tekerlemesi, kimi
sonucu ya da gelişme bölümü. Ayrık
durmamalılar. Çok ayrık duran bir parça
olsa dahi bu kurguda, içindeki bir
hatırlatmayla diğerleriyle bağ kurmalı.
En azından tercihim bu yönde olur.
“Hayat’’ isimli ikinci albümünüze
tepkiler nasıl? Albümde kimlerle
çalıştınız?
Şu anda albümün artık satılmadığı bir
dönem olarak nitelenen şu günlerde
“Hayat” çok keyifli gidiyor. Güzel
tepkiler alıyoruz ve bu beni gerçekten
çok mutlu ediyor. Albümde Kemal
Evrim Aslan, Cenk Erdoğani Mert Önal,
Murat Çopur, Ozan Musluoğlu, Kürşad
Deniz, Ferit Odman, Erdal Akyol,
Sarp Maden, Uğur Akyürekle çalıştım.
Kayıtları ve mixleri Erim Arkmanla
beraber yaptık ve tabi ki Barış
Erduran’ın da katkılarıyla. Mastering ise
Çağlar Türkmen’e ait.
Yazdığınız şarkılar bir öykü ile mi
ortaya çıkıyor, sizce en ilginç bir
öyküsü olan şarkınız hangisi?
Aklımdaki bir resmin yazıya döküldüğü
bir anda çıkıyor şarkılar. Söz ve müzikle
bir arada. Çok ilginç bir öyküsü olan
şarkım yok ne yazık ki. Dediğim gibi
hepsi kişisel masallar. Bir tek “Geç
Kalmış Şermin’in Yeri” şarkısı için
küçük bir şey anlatabilirim. Bir gece
eve dönerken Taksim’in arka sokağında
bir tabelası ilişti gözüme. Kocaman
harflerle “Geç Kaldı… Şermin’in yeri”
yazıyordu. Çok etkilenmiştim bu
isimden. Günlerce kafamda hikayeyi
kurgulamaya başladım. Bu ismi,
bu isme sahip olabilecek kadını…
Sonrasında müzisyen arkadaşım
olan Cem Tuncer’le birkaç gitar
riffi kaydettik. Bir gün sonra oturup
o rifflerin üzerine böyle bir melodi
ve hikaye yazdım. Sonrasında da
Şermin’in yerine gidip hediye ettim
şarkısını.
Konu müzik olunca rekabetin çok çetin
48
yaşandığını görüyoruz, siz kendinizi
rekabetin neresinde görüyorsunuz?
Hiçbir yerinde. Böyle bir şey
konu olursa ben yokum. Ortadan
kaybolurum, yok olurum. Böylesi
totaliter bir hayattan kaçma sebebim
müzikken, kendimi neden bir yarışa
davet edeyim? Huzursuzlaşır,
korkar, küserim. Hikayelerimi neden
yarıştırayım bir başkasınınkilerle.
Herkesin bir hikayesi var anlatacağı,
hepsi de birbirinden farklıdır. Ne daha
iyi ne de daha kötü.
“Benim albüm yapmak gibi bir
hayalim yoktu, sadece şarkı söylemek
istiyordum” diyorsunuz… Albüm
yapma fikri nasıl oluştu?
Bülent Ortaçgil ile tanıştım. O bana bu
albümü şarkı yazmaya devam etmek
gerektiği için yapmam gerektiğini
anlattı. Sonrasında çok büyük keyif
aldım albümü hazırlarken. Bugün ise
tek amacım bu oldu. Yani yazmaya
devam etmek ve hayatıma güzel bir
albüm diskografisi bırakabilmek.
Sadece solist değil aynı zamanda söz
yazarı ve besteci kimliğiniz de var.
Hangisi sizde daha ön planda? Siz
hangisi daha çok seviyorsunuz?
İkisi birlikte yürüyor benim için. El ele.
Birbirinden ayıramam. Kendi şarkılarımı
söylerken tarifi imkansız bir keyif
alıyorum. Başka sanatçıların şarkılarını
yorumlarken de müthiş heyecanlanıyor
kimlik değiştiriyor kabuk yeniliyorum.
İkisine de bağlıyım, derinden.
Müzik ile uğraşmanın dışında
neleri severek yapıyorsunuz, başka
uğraşlarınız var mı?
Küçük öyküler yazıyorum
çocukluğumdan beri. Beni iyileştiren
bir şey. Balık tutmak en çok sevdiğim
şeylerden biri. Bunun dışında
yemek yapmayı çok severim. Boş
vakit buldukça da kendimce takılar
yapıyorum.
Bülent Ortaçgil ile çalışmak nasıl
bir duygu? Size ne gibi tecrübeler
kazandırdı?
Biz Bülent Bey ile bilfiil çalışmadık.
Bir nevi akıl hocasıdır benim için. Bu
aşamada başıma gelebilecek birçok
konu hakkında uyardı, bilgilendirdi
beni. İnandırdı kendime ve cesaret
verdi en önemlisi. Desteği ve sırtıma
vurup “hadi” demesidir bugünüm.
“Huzurlu, sakin ve naif’’ sizin için
yapılan yorumlarda genelde bu
kelimeler kullanılıyor. Şarkı sözlerinize
de yansıyor… Daha duygusal, hırçınlık
yapmayan, biraz hüzünlü belki, gerçek
Jehan’da böyle mi?
Olduğum söylenilen her şey aradığım,
olmaya çalıştığım şeyler aslında. Öfkem
de sağlamdır. Beni bile ürkütür. Naiflik
konusu ise biraz karışık. Naif demek
yanlış olur ama hala hayattaki bazı
değerlere inanıyorum ve onlar uğruna
savaşıyorum. Bugün naiflik sanırım
anlam değiştirdi ve artık böyle bir
tanıma evrildi. Saf, zararsız, katıksız,
korumasız, hatta bazen tecrübesiz.
Bunlar değil de inancımdaki ısrarımsa
naifliğim, kabulümdür. Hüzne gelince;
hüzünden beslenirim ama hayatımda
melankoliye bel bağlamam. Umuttur
benim için mutluluğumun başlangıcı.
Hüzünle başlasa da yazılarım, umutla
noktalarım ve mutlanırım.
Kendinize dair, kariyerinizle ilgili
yoksunluğunu duyduğunuz, eksikliğini
hissettiğiniz bir şeyler var mı?
Olmaz mı? Öyle çok şey var ki… Hoş
benim daha çok yolum var. İşin çok
başındayım henüz. Yaşadığımız yerin
saymakla bitmeyecek eksiklikleri
bizleri de vuruyor. Dilediğimizce
paylaşamıyoruz şarkıları. Popüler
kültürümüzün azıcık da olsa dışında
kalan her şey nedense hakir görülüyor
bu memlekette. Ürkütücü, korkutucu,
fazla kişisel ve umutsuz addediliyor.
Nedense?
Son sorumuz ikinci albümünüze de
ismini veren “hayat” ile ilgili. “Hayat”ın
karşısında nasıl güçlü kalıyorsunuz ve
son olarak eklemek istediğiniz bir şey
var mıdır?
Bir gün öleceğimi hatırlayarak ve
karşılığında yaşamaya devam ederek
güçlü kalıyorum. Son olarak ise ilginize
ve desteğinize çok teşekkür ederim…
49
geçmiş zaman kipinde
Geçmişin
cızırtılı sesi
Hayranlık uyandıracak bir ses
kalitesi, cızırtı ile bezeli berrak
bir ses kaydı. Her şeyi söylemek
mümkün değil plaklar hakkında.
Gramofonlar bile yeterince
sunamadı onları. Kimileri için
vakti çoktan geçti. Kimileri hiç
vazgeçemedi onlardan...
Hazırlayan: Sezai Evans
SÖZE ÇOK ÖZEL BİR HATIRA İLE
başlayalım. 1927 – 1938 yılları arasında
Çankaya Köşkü kütüphanecisi olan
Nuri Ulusu'nun oğlu Kemal Ulusu
tarafından derlenen “Atatürk'ün Yanı
Başında" isimli anı kitabı Atatürk’ün
plaklarla ilgili şu anısını dile getiriyor.
50
"(...) Atatürk Münir Nurettin Selçuk
Bey'i sever, takdir ederdi. Bir tren
seyahatimizde yanında Fahrettin Altay
Paşa da vardı. Kahvelerini içerken beni
çağırdı, 'Gramofona bir plak koy da
dinleyelim' dedi. Ben de Münir Nurettin
Selçuk'un bir plağını koydum. Daha ilk
ses çıkar çıkmaz, 'Çabuk kapat bunu,
yerine başka koy' dedi. Safiye Ayla'nın
bir plağını koydum. 'Tamam, güzel
oldu şimdi' dedi ve 'Münir Nurettin'in ne
kadar plağı varsa getir' dedi. Üç dört
plağı vardı, hepsini Atatürk'e verdim.
Camı açtı ve tüm plakları attı. Sonra
da 'Oh be' dedi. Şaşkın bakışlarımız
içinde bir şey sormadık. Ta ki Ankara'ya
gelinceye kadar... Keyifli bir anında
plakları niye attığını sorduk. Gülmeye
başladı. 'Münir Nurettin hani bir gece
Dolmabahçe'ye gelmişti, sofrada şarkı
söylerken, ben de keyifliydim söylediği
şarkılara iştirak ediyordum. Bir müddet
sonra şarkısını kesti ve yanıma gelip
kulağıma, 'Lütfen benimle beraber
söylemeyin, şarkıyı bozuyorsunuz,
ben rahat söyleyemiyorum' dedi.
Belki kimse sezmedi ama kendime
mani oldum, ters bir şey söylemedim.
Tabii şarkı bizim işimiz değil ama
keyiflenmişiz, söylemeye çalışıyoruz.
Beyefendiyi pek rahatsız etmişiz. O
gece ona çok kırıldım, gücendim. Ama
yine de plaklarını atmamalıydım, yanlış
yaptım' dedi. Münir Nurettin'i bir başka
gece yine davet etmişti ama o gece
nedense Münir Nurettin'den hiç şarkı
istemedi."
Kim unutabilir ki onları? Cızırtısından
kim uzak durabilir? Plak ve gramofonun
işbirliğinde ortaya çıkan müzik
ziyafetinden kim vazgeçebilir? Nostalji
kokan, bizi geçmişe götürüp oralarda
vakit harcatan kaç tane değerimiz kaldı ki?
Plâk, gomalaka ve mumlu maddelerle
(son yıllarda PVC ya da termoplâstik
maddelerle) yapılan bir disk. Şimdiki
müzik formatlarının bir üretiminin dahi
olmadığını düşününce plakların değeri
bir kez daha ortaya çıkıyor zaten.
Plakların çalışma pratiği ise oldukça
basit. İki yüzünde helezon şeklinde
oyuklar var. Bu oyuklar, girintili çıkıntılı
olduğundan özel olarak yapılmış olan
gramofon iğnesi bu oyuklar arasında
dolaşırken meydana gelen titreşimleri
kolaylıkla algılayabiliyor. Böylelikle
plâğa alınan sesin tekrar duyulması
sağlanıyor. Gramofon makine bölümü
de basit bir çalışma prensibi ile
çalışıyor. Plâğın devamlı olarak ve
aynı hızda dönmesini sağlayan bir
motor ile sesi yansıtan bölümden
oluşuyor denebilir. Motor, zemberek
ya da elektrikle çalıştırılabiliyor. Her
iki şekilde de dakikada ortalama
olarak 78 devir yapıyor. Elektrikle
çalışan gramofonların tek bir farkı var
ismi pikap olarak geçiyor. İğne, plâk
üzerinde dolandıkça, oyukların girinti
ve çıkıntısına göre meydana gelen
titreşimler, iğnenin bağlı bulunduğu
diyagrama yansıyor, ses titreşimleri,
diyagram ve ses kutusu yardımı ile
büyütülerek aksettirilmiş oluyor.
Peki ya o dönemin şartlarında bu
plakları nasıl dolduruyorlardı? O kadar
temiz bir ses kalitesine nasıl sahip
oluyordu bu plaklar? Balmumundan
yapılmış düz ve daire biçimli kalıplar,
gramofona benzeyen bir makineye
konuyordu o güzel müziklerin oluşması
için.
Bu makine, balmumundan kalıbı,
belli bir hızla döndürüyordu. Kalıbın
üzerine ise bir iğne konuyordu. Bu
iğne bir diyaframa bağlıydı. Makinenin
51
geçmiş zaman kipinde
karşısında yapılan bir konuşma ya da
söylenen bir şarkı, havayı titreştirdiği
için en temel kayıt tekniği ile kayıt
almak mümkün oluyordu: Hava
diyagramda titreşimler meydana
getirdiği için, diyagrama bağlı olan
iğnede de titreşmeler olur. İğne,
titreşerek, dönmekte olan balmumu
kalıbı üzerinde, titreşme durumuna
göre inişli çıkışlı çizgiler çizer. Böylece,
bir kalıp elde edilmiş olunur. Bu
kalıptan nikel kalıplar çıkarılır. Sonra da
bu nikel kalıptan, bildiğimiz gramofon
plâkları çoğaltılır.
İlk plaklar 1880'lerde ortaya çıkmaya
başlamıştı. 1890’ların sonlarına
kadar bu plaklar kullanıldı fakat
geliştirilen yeni bir plastik maddenin
kullanılmasıyla plakların kırılganlığı
önlendi. Ayrıca farklı üreticiler
52
tarafından farklı çaplarda üretilen
plakların yerine ilk standartlar da kabul
edildi. Böylelikle genel olarak 78'lik
denilen aslında dakikada 78,26 devirlik
plaklar standart hale geldi. Türkiye’de
bu yeni teknoloji ile üretilmiş plaklara
taş plak dedik. Ayrıca 16 devirlik bir
plak da ortaya çıktı fakat piyasada
kendisine yer edinemedi…
Aradan geçen yıllar boyunca plak
kaydı teknolojisinde çok sayıda yenilik
ortaya çıkmasına rağmen plakların
yapısındaki asıl değişiklikler 20. yy’da
oldu. Özellikle 78 devirlik plaklarda
sadece 4 dakika civarında kayıt
yapılabilmesi ve kırılgan olmaları çeşitli
arayışları ve araştırmaları beraberinde
getirdi. Ve en sonunda 33'lük olarak
bilinen plaklar ortaya çıktı. Bu plakların
gerçek devirleri 33 1/3 devirdi.
Türkiye’de genel olarak “uzunçalar”
olarak biliniyorlar. Bu plakların
üretiminde ise özel bir plastik reçine
kullanılıyordu. Bu sayede kolaylıkla
kırılmıyorlardı. Ayrıca gelişen kayıt
teknolojisinin de yardımıyla gürültü
oranları düşürülerek, müzik kalitesi de
büyük ölçüde artırılmıştı. 33 devirlik
plakların hemen ardından 1949 yılında
45 devirlik plakların ortaya çıkması
ile genel anlamda formatın gelişimi
tamamlanmış oldu.
Günümüzde farklı ağırlıklarda üretilen
plaklar olsa da en yaygınlıkla 33 1/3
ve 45 devirlik plaklar üretiliyor. Ama
kullanım oranları giderek düşüyor
plakların… Gelişen teknolojiye yenik
düşüyorlar birer birer… Hepsinin
kalbi kırılıyor, bizleri terk etmek
istemiyorlar…
53
film şeridi
Léa Seydoux
Paris, Fransa / 1 Temmuz 1985
Quentin Tarantino ve Woody
Allen tarafından keşfedilen genç
Fransız oyuncu ve manken Lea
Seydoux, Fransız filmlerindeki
başarılarının ardından şimdi de
Hollywood’un yüksek bütçeli
yapımlarında boy gösteriyor.
Hazırlayan: Esra Minez
Hollywood’da bir Parisli
54
DÜNYACA ÜNLÜ film ve müzik şirketi
Pathé’yi yöneten Jérôme Seydoux’nun
torunu olan Lea, sadece 25 yaşında
olmasına rağmen, göstermiş olduğu
başarılarıyla son dönemde adından
sıkça söz ettiriyor. 2009 yılında bir
Fransız filmi olan “La Belle Personne”
(Güzel İnsan) (2008)‘daki oyunculuğu
ile “En İyi Gelecek Vaad Eden Kadın
Oyuncu” olarak Fransa’nın ulusal
film ödülü olan César Ödülü’ne aday
gösterilen Seydoux, Türk izleyicilerle
de bu film sayesinde tanışmıştı. Bu
film ülkemizde de 28. Uluslararası
İstanbul Film Festivali’nde gösterime
girmişti. Sonrasında; Sydoux, hatırı
sayılır Amerikan filmlerinin castlarında
yer aldı. Bunlar; Ridley Scott’un
yönetmenliğini yaptığı “Robin Hood”
(2010), Brad Bird’in yönetmenliğini
yaptığı “Mission: Impossible - Ghost
Protocol” (Görevimiz Tehlike – Hayalet
Protokol) (2011) ve 75 yaşındaki
yönetmen Woody Allen’ın Cannes Film
Festivali’nde gösterilen, senaryosunu
yazıp, yönetmenliğini yaptığı “Midnight
in Paris” (Paris’te Geceyarısı) (2011).
Seydoux; son olarak da, yönetmenliğini
Benoît Jacquot’nun yaptığı 2012
Fransız yapımı “Les ‘Adieux à la Reine”
(Elveda Kraliçem)’de rol aldı.
Baptiste Mondino gibi en ünlü moda
fotoğrafçıları tarafından, Vogue
Paris, Numero, W, L'Officiel ve
Another Magazine gibi ünlü dergilere
fotoğrafları çekildi. Meşhur japon giyim
markası Uniqlo’nun reklamlarında çıktı.
Halen “Prada Candy” parfümünün
reklam kampanyasının yüzü ve yine
Prada’nın 2012 Resort koleksiyonunda
yer alıyor. Paris ve New York manken
ajansı, Silent Models tarafından temsil
ediliyor. Ela gözlü güzel Seydoux, yakın
dönemde adını sıkça duyacağımız
bir isim. Daha birçok başarılara imza
atacak gibi görünüyor.
Seydoux’nun, Steven Meisel, Mario
Sorrenti, Ellen von Unwerth ve Jean55
evrensel sanat
Michelangelo
Tarihin dört ruhlu adamı
Michelangelo; resim, şiir, mimari ve heykelde yarattığı dâhiyane
eserleriyle tarihin “dört ruhlu adamı”ydı. Ünlü “Davut” heykeli,
kendine has tarzıyla yorumladığı resimleri ve mimariye
kazandırdıkları, hala dünyanın en önemli sanat eserleri...
56
“MERMERE SIKIŞMIŞ BİR MELEK
gördüm ve onu özgürlüğüne
kavuşturuncaya dek mermeri oydum”
diyor Michelangelo… Hayal dünyasına
dair ipuçları veriyor. Mitolojik figürlerle
bezeli eserleri ile birbirinden çarpıcı
eserlere imza atan Buonarroti, batı
sanatının en canlı eserlerini ortaya
koyan tasvircilerdendi.
Michelangelo Di Lodovico Buonarroti
Simoni, 1475 senesinde Arezzo
yakınlarında Caprese kasabasında
doğdu. Babası Ludovici Bounnarroti
kasabanın belediye başkanıydı.
Fakat Michelangelo'nun doğduğu yıl,
babasının başkanlık görevi bitti ve
fakirleşen aile Floransa'ya taşınmak
zorunda kaldı. Floransa’da bir taş
işçisinin karısının bakıcılığına verilen
Michelangelo, yıllar sonra bunun
üzerine, “Dadımın göğsünden sütüyle
birlikte keskiyi ve tokmağı da emdim.”
diyecekti.
1488 yılında Ghirlandaio olarak
bilinen fresk ressam Domenico
Ghirlandaio'nun yanına çırak olarak
verilen Michelangelo’nun resim
yeteneği kısa sürede fark edildi.
Ustası Ghirlandaio'nun yanından bir
süre sonra ayrılan Michelangelo,
Lorenzo de Medici ya da “Muhteşem
Lorenzo” olarak bilinen bir soylunun
koruyuculuğunda kurulan okulda
heykeltıraşlığa başladı. Burada
Lorenzo'nun ölümüne(1492) dek kalan
Michelangelo, bu yıllar içerisinde
sanatını da geliştirme fırsatı buldu.
Bu dönemde yaptığı eserlerde
Lorenzo'nun aşıladığı Yunan kültürü
etkileri görülüyordu. Şiire ilgisi de bu
yıllarda başladı. İtalyan Dante'den
oldukça etkilendi. Güzel Luigia de
Medici'ye âşık olması edebiyata olan
ilgisini arttırmış ve karşılıksız kalan
aşkını güçlü bir sone dizesinde dile
getirmişti. On sekiz yaşında yalnız
yüreği coşmuş ve bir başka aşk
şiirleri dizesinde genç Tommaso
Cavalieri'ye seslenmişti. Fakat Pescara
markisinin dul karısı Vittoria Colonna
için yazdığı şiirler, bunlardan daha
güçlüydü. Michelangelo, Vittoria'ya
olan aşkını yalnız şiirlerinde değil,
Hıristiyanlıkla ilgili eserlerinde ve
platonik aşkın mutluluklarını dile getiren
ve sanatın sırlarını anlatan yazılarında
da dile getirmişti. Michelangelo'nun
şiirlerindeki anlatım, kişiliğindeki gibi
yoğun ve güçlüydü…
Çağdaşlarını gözünde Michelangelo,
çabuk kızan, sinirli, kendini beğenmiş
alaycı ve aksi biriydi. Michelangelo’nun
yaşadığı çağ, kendisiyle boy
ölçüşebilecek derecede yetkin ressam
ve heykeltıraşçılara da tanıktı aynı
zamanda. Bunların başında Rafael ve
Leonardo Da Vinci bulunuyordu. Bu
sanatçılar arasında keskin ancak hoşça
olan rekabet elbette ki bizlere faydalı
oldu. Michelangelo, 1492 yılından sonra
anatomi çalışmaya başladı. Daha sonra
üç yıl süreyle, çalışmalarına Venedik
ve Bologna'da devam etti. Vatanı
Floransa'ya döndüğünde yaşının küçük
olmasına karşın sanatında olgunluk
dönemine girmişti bile. 1595 yılında
''Uyuyan Cupid'' adlı eserini bitirdi ve
bu eser St. Giorgio Kardinali'ne antika
diye satıldı. Bir sonraki sene Roma'ya
geçen sanatçı, şarap tanrısı “Baküs”ün
ismiyle mermer bir heykel yaptı. Artık
sadece başarılı bir ressam değil, aynı
zamanda verimli bir heykeltıraştı da...
1499 yılında Hıristiyan heykelciliğinin ilk
gerçek eseri olan “Pieta”yı tamamladı.
Bu eseri hala Vatikan’dadır.
1501’de yeniden Floransa'ya dönen
sanatçı, bir yıl sonra “Bruges
Madonna” isimli eserini, üç yıl sonra da
“Davut” heykelini yani “David”i yaptı.
Michelangelo, heykeltıraştaki rüştünü
kanıtladığı ve en ünlü eseri olan çocuk
kral Davud’un heykelini yaptığında
henüz 26 yaşındaydı. Beş buçuk
metrelik bir mermer kütleden çıkaracağı
eser için, mermer bloğun yanına bir
baraka inşa etti. Kimsenin yardımını
almadan gece gündüz çalışarak
Rönesans sanatının harikalarından
biri olarak kabul edilen David’i yarattı.
On sekiz ayda tamamlanan bu heykel
dört buçuk metre boyundaydı. Aynı
dönemde “St. Mattew” heykelini ve
“Pisa Savaşı”nın taslağını yapacaktı.
1505 yılında Papa II. Julius,
Michelangelo'yu Roma'ya davet etti
ve onu kendi türbesini yapmakla
görevlendirdi. Yıllar süren çalışma ile
tamamlanan eser güzelliğiyle görenleri
kendine hayran bıraktı.
Üç yıl sonra Michelangelo'ya üç
yıl sürecek Sistine Şapeli'nin tavan
süslemesi görevi verildi. 520
metrekarelik bir alanda yaklaşık dört
yıllık bir çalışmayla süsleme bitti. Her
biri Âdem, Havva ve Nuh Tufanı ile
ilgili İncil’in Eski Ahit’inden alınma
öykülerden esinlenilen resimlerin
bulunduğu dokuz pano ile oluşturulmuş
freskin yan unsurları da mitolojik
figürlerle bezeliydi. Özellikle “Âdemin
Yaratılışı” ismindeki sahne en önemli
eserlerinden bir tanesi oldu. 1527
yılında saygınlığı iyice artmış olan
Michelangelo, “Levazım Generali”
seçildi. 1534 yılında görevinden
ayrılan sanatçı, Floransa'yı terk
ederek Roma'ya yerleşti. Roma'da,
Papa III. Paul, atmış yaşında olan
Michelangelo'yu Vatikan'ın baş
mimarı, ressamı ve heykeltıraşı olarak
görevlendirdi. Aynı yıl Sistine Kilisesi
için “Kıyamet Günü” freskine başlayan
Michelangelo bu eseri yedi yılda bitirdi.
Ayrıca Paulin Kilisesi'nde freskler,
resimler ve heykeller yaptı. 1574 yılında
St. Peter kilisesinin mimarlığını da
üstlendi.
1564 senesinde hayata gözlerini
kapayan Michelangelo hiç evlenmedi.
Tüm hayatını ve enerjisini eserlerine
verdi. Bir arkadaşı, evlenmemesine
ve çalışmalarının ürününü ve ününü
bırakacak çocukları olmamasına
çok üzüldüğünü söylediğinde,
Michelangelo, “Sanat bana fazlasıyla
eş oldu. Beni daima çalıştırdı, çabalattı.
Geride bıraktığım eserlerim ise
çocuklarımdır. Hiçbir değeri olmasa
bile ben onlarda yaşarım” dedi.
Haklıydı. Eserleriyle yüzyılları aşabilmiş,
dehasının yaratıcı enerjisiyle karanlık
çağlara karşı adeta bir savaş vermişti
Michelangelo…
Eserleri onu ölümsüz kıldı.
57
bakış açısı
Dilek ağaçlarına bağlı umutlar...
“Hala kuru yaprakları ve çakıl taşlarını topluyorum. Hala beni incitenleri seviyorum ve bütün dünyaya,
bulutların kıvrımlarına, kuru dallara, sabahın sisine, gecenin ayazına, doğanın sesine, bütün hayata
teşekkür ediyorum.”
58
Gülay Çallı
“SANATIN öğretilmez, keşfedilir
olduğunu biliyordum. Hala hayata
karşı, bilinmeyene karşı sorularım var.
İnançlarımın ve düşlerimin peşinden
gitmeye devam ediyorum. Hayat
görüşüm; kişi hayata nasıl bakıyorsa,
hayat ona aynadan akseder gibi
geri dönüyor” diyor umudun bir
diğer simgesi olan dilek ağaçlarını
resmeden Gülay Çallı. Atölyesinde
buluştuğumuzdaki inceliği ve güler
yüzü onun hayata ve sanatına ne kadar
da bağlı olduğunu kanıtlıyor. Özenli
oluşu, sanatçı naifliği ve yüreğindeki
sıcaklık resimlerine yansımış zaten.
Sohbeti de en az gülüşü kadar içten ve
sıcacık…
Söze sizi biraz daha yakından
tanıyarak başlayalım. Resme olan
ilginiz nasıl başladı, ne şekilde gelişti
ve size göre şimdi nerede?
1960 yılında Yalova'nın bir köyü olan
Gacık'ta doğdum. İlkokula orada
başladım. Çocukluğum daha sonra
İstanbul ve tekrar Yalova'da geçti.
Lise yıllarında derslere ilgisizliğim
nedeniyle okuldan ayrıldım ve Endüstri
Meslek Lisesi'nin sanat bölümlerini
3 yıl içerisinde başarıyla bitirdim. Bu
sırada desen çizmeyi, nakış, çiçek
ve ev ekonomisi gibi dallarda dersler
aldım. Yeteneğimi o yıllarda fark
ettim. Tasarlamak hep düşlerimde
59
bakış açısı
vardı. Daha sonraki yıllarda resme
olan heyecanımı fark ettim ve Burhan
Kaplan Atölyesi'nde resim yapmaya
başladım. Resim yapmayı o kadar
çok sevdim ki, benim için kısa sürede
tutku haline geldi. Geçen 10 yıl
zarfında kendimi usta çırak ilişkisiyle
geliştirmeye çalıştım. Akademik
eğitimimin eksikliğini sürekli okuyarak
ve desen-atölye çalışmaları yaparak
aşmaya çalıştım. Resim yapmak uzun
bir yolculuk, kendimi hep yolun başında
görüyor ve yapmam gereken çok şey
var diye düşünüyorum.
Resim çalışmalarınız ilk nerede başlar
sizin için? Sanata bakış açınızı nasıl
özetlersiniz?
Resimlerim benim için ilk önce
düşüncede başlar. Tuvalin karşısında
çalışarak gelişir. Bazen ilk başladığınız
noktadan çok farklı bir yöne kayabilir.
O heyecan ve araştırma safhasında
günlerce süren resminiz, düşlerinize
bile girer. Sanat görüşüm; görünenin
60
ardındakini yansıtmak, duyguyu
verebilmek ve kendi ruhumdan ruh
katmak. Bu da resmi yaparken içine
girerek başarılabiliyor. İyiyi ve kötüyü,
güzeli ve çirkini birlikte sevmek için
ruhumla çalışıyorum. Bir gün aklımın
fikrimle, ruhumun nefsimle aynı
noktada buluşacağına inanıyorum.
Hayata ve sanata ben de varım
diyorum. Yaptıklarımın özgün sanat
olduğuna inanıyorum. Hala kuru
yaprakları ve çakıl taşlarını topluyorum.
Hala beni incitenleri seviyorum ve
bütün dünyaya, bulutların kıvrımlarına,
kuru dallara, sabahın sisine, akşamın
ayazına, doğanın sesine, bütün hayata
teşekkür ediyorum.
Anlatımın çalıştığınız tuvallere olan
etkisi ne düzeydedir? İzleyiciniz ile
nasıl bir iletişim kurmak istersiniz?
Resmime bir anlamı olsun gayretiyle
asla başlamam. Çevremde
gördüklerim, doğadan belleğimde
kalan imgeler, duygular, kendi resimsel
formlarıyla tuvalde oluşur. Bütün bunlar
izleyicide kendiliğinden bir anlatım
oluşturabilir. Yaptığım resimlerde
izleyiciye görünenin aynısını değil,
ardındaki duyguyu vermeye çalışırım.
İlk kişisel serginizde ele aldığınız konu
gerçekten çarpıcı bir seçimdi. Neden
dilek ağaçlarını seçtiniz?
Dilek ağaçları izleyiciye hayatın
içinde var olan düşüşleri anlattı ve
her düşüşte tekrar umuda tutunmak
gerektiği şeklinde anlamlandırıldı.
Bursa’da olmaktan memnun musunuz?
Sizce sanat yaşamı nasıl sürüyor
Bursa’da?
Bursa yaşamak için çok sakin ve çok
güzel bir şehir. Benim heyecanla
yaptığım resimlerimin zaman içerisinde
aynı heyecanla izleyecek seyircilere
ulaşacağını düşünüyorum.
Bursa’daki resim sanatını nerede
görmek istersiniz? Nasıl bir sanat
yaşamına ihtiyacımız var?
Çocuklarımız sanatla iç içe büyümeli
ki farklı bakış açılarını, evrensel
düşünebilmeyi ve estetik bir belleği
oluşturabilsinler. Bursa'nın resim
müzelerine, özel galerilere, resme
gönül vermiş koleksiyonerlere ihtiyacı
var. Ekonomik gücü olan kişilerin bu
tarz gelişimci projeleri desteklemesi
önümüzdeki nesiller için oldukça
önemli.
Kendini çalışmalarına adamış bir
isimsiniz. Resmin hayatınızdaki önem
sırası nedir? Onunla geçirdiğiniz
zaman ne kadardır?
Resim benim yaşam tarzım,
hayatımdaki önceliği çok fazla.
Atölyemde kendime büyülü bir dünya,
oyun alanı kurduğumu düşünüyorum.
Buradaki boya kokularını soluduğumda
yaşadığımı hissediyorum. Ürettiğim
zaman var oluşum anlam kazanıyor.
Her günümün 7–8 saatini çalışarak
geçiriyorum.
Resimlerinizde farklı teknikler
kullandığınız göze çarpıyor. Bunun
özel bir nedeni var mı? Gülay Çallı’nın
renkler ve dokularla olan ilişkisi
nasıldır?
Her resim benim için yeni bir
başlangıç, yeni bir serüvendir. Resim
kişinin dünyası, kültür alt yapısı ve
duygularıyla kendini gerçekleştirme
çabasıdır ve her resimde kendisiyle
girdiği bir yarıştır. Tuvalin başına
oturduğumda her defasında bir ilkmiş
gibi çabaya ve olumlu sonuç alma
gayreti beni farklı arayışlara sürükler
bütün bunlar renkleri dokuları ve doğa
çevre soyutlamalarını doğuruyor.
Son olarak yakın tarihte herhangi
bir çalışmanız olacak mı? Eklemek
istedikleriniz var mıdır?
5 Aralık’ta Ressam Şefik Bursalı
sergi salonunda “tılsım” temalı resim
sergim açılmış olacak. Sanatsever tüm
dostları sergime bekliyorum. Herkese
hayatında, sanat olan anlar diliyorum.
Çünkü sanat insanın ayaklarını yerden
kesen yüksek bir farkındalık hali…
61
uzaktaki yakın
Cuba
Libre*
62
1
Bir tür kokteyl
2
Özgür Küba
Dergi Bursa’nın sıkı takipçileri önceki sayılarda rotayı doğrulttuğumuz
duraklardan bahsederken aslında ne kadar kolay ulaşılabileceklerinden
dem vurduğumu hatırlarlar. Bu defa durum biraz farklı, çünkü hedefimiz
okyanus ötesi bir durak.
KÜBA bir ada. Aslında Küba da değil
“Kuba” olmalı. Sanıyorum “u” ve “a”yı
birlikte söylemekte zorlanmışız ki
tüm dünyanın Kuba dediği bu ülkeye
Küba demeyi uygun görmüşüz. Ben
de geleneği bozmadan yazının kalan
kısmında kendisinden Küba olarak
bahsetmeye devam edeceğim. Kuzey
ve Güney Amerika kıtaları arasında yer
alan Karayipler bölgesindeki adalar
zincirinin en batısında yer alan ve en
büyüğü olan bu ada devleti 110 bin
m2 büyüklüğünde timsah biçimindeki
bir toprak parçası ve üzerinde yaşayan
11 milyon nüfustan ibaret. Ulaşım
hakikaten zor. Çünkü Türkiye’den
Küba’ya direk bir uçuş yok. Küba’ya
gitmek için aktarmalı olarak İspanya
ya da Fransa üzerinden toplam 16
saati bulan bir uçak yolculuğunu
göze almanız gerekiyor. Bu yüzden
daha önceleri söylediğim gibi “hadi
bavulları toplayın, bu hafta sonu basıp
gidiyorsunuz” şeklinde bir öneride
bulunmam mümkün değil.
Küba’ya gitmek için gerçekten
önceden plan ve hazırlık yapmalı,
uygun mevsimi kollamalısınız. Çünkü
tropikal iklimin hakim olduğu bölgede
mevsimler kabaca 4-5 ay süren
yağışlı ve kuru dönem ile bir iki aylık
geçiş dönemlerinden ibaret. Tropikal
yağmurlar ve kasırgalardan uzak bir
tatil için en uygun dönem Kasım ile
Nisan ayları arasındaki periyot. Bunun
en güzel tarafı da Türkiye’de kış
mevsimini yaşıyorken gideceğiniz bu
Özgür Çakır
karayip ada ülkesinde yaz mevsimini
yaşayacak olmak.
Küba’ya gitmek için ülkemizde çok
sayıda alternatif tur seçeneği mevcut.
Turizm şirketleri dışında kendi
imkanlarınızla da Küba’ya gitmek
mümkün. Bunun için biraz girişken
ve maceracı olmak yeterli. Gözünüzü
korkutmalarına izin vermeyin. Sistemin
dışa izole ve internet kullanımının
minimum düzeyde olması nedeniyle
belki gitmeden rezervasyon yaptırmanız
güç ama Küba’ya ulaştığınızda
ulaşım ve barınmayı kendi başınıza
kolaylıkla halledebilirsiniz. Küba,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına
vize uygulamakta ancak vize almak
gerçekten sorunsuz. Bir uyarım yeşil
63
uzaktaki yakın
pasaport sahiplerine olacak. Size
önerim havaalanındaki görevlilere yeşil
pasaportun ne olduğunu anlatmaya
çalışmak yerine Türkiye’den giderken
zahmetsizce vizenizi edinip yola bu
şekilde koyulmanız.
Deniz ya da karayolu ile ulaşım imkanı
olmadığına göre herkesin bu ülkeye
giriş kapısı başkent Havana’daki
Jose Marti Uluslararası Havalimanı.
Hazır lafı açılıp Jose Marti ismini
zikretmişken bundan sonrası için
ülkeyi, neler olup bittiğini, mevcut
durumu ve karşılaşacağınız farklılıkları
algılayabilmeniz için Küba tarihinden
bahsetmek gerek.
Mevzuya tarih kitaplarından tanıdık
bir isimle başlayabiliriz. Hindistan
yolculuğuna niyetlenip Amerika kıtasına
64
ulaşan Kristof Kolomb “insan gözünün
gördüğü en güzel topraklar” olarak
tanımladığı bu adayı 1492’de İspanyol
sömürge topraklarına dahil etmiş. O
yıllarda adada sömürgeci İspanyol
denizcilerin bu yanılgıyla aslında
Hintliler demeye çalışırken “Los Indios”
olarak isimlendirdikleri 100 bin kadar
yerli yaşamaktaymış. XVI. yüzyılın
başında 1512’de Diego Velasques
isimli İspanyolun 300 kişiyle adaya
çıkarak başladığı kolonizasyon sonraki
yüzyıllarda yerlilerin kıyımı, Afrikalı
kölelerin adaya getirilmesi ile başlayan
köle ticareti, büyük plantasyonlardaki
tütün ve şeker kamışı üretimi, gittikçe
büyüyen ticaret ve sanayi potansiyeli
derken Küba XIX. Yüzyılın ikinci yarısına
dek Latin Amerika’daki en güçlü ve en
zengin sömürge ülke olarak varlığını
sürdürmüş.
1865’te resmen kaldırılan köle ticareti
ile oluşan işgücü açığı, Çinli işçiler
ve Meksikalı yerlilerle kapatılmaya
çalışılsa da bu yıllarda adada İspanyol
sömürgesine karşı direnişin ilk
işaretleri de verilmeye başlamış ve ada
İspanya’ya karşı çıkan İspanyol kökenli
Kübalıların ve yerli halkın sömürge
yönetimlerine karşı direnişlerine tanık
olmuş. On yıl süren 1. Bağımsızlık
Savaşı başarısızlıkla sonuçlanmış
ancak Havana Havalimanı’na ismine
veren 1895’te savaşırken ölen Küba’nın
ruhu, şair, gazeteci, öğretmen ve
hukukçu Jose Marti’nin önderliğindeki
mücadele ile 1898’de İspanya’ya karşı
ikinci bağımsızlık savaşı kazanılmış.
Aslında bu durumu bir bağımsızlık
olarak tanımlamak güç gibi görünüyor.
Çünkü İspanya’ya karşı kazanılan zafer
ve bağımsızlık İspanya’ya savaş açan
ABD’nin adayı işgali ile gerçekleşmiş.
Bağımsızlık sonrası 1901’de yeni
Küba anayasasının hazırlanması
ABD’nin her adımını kontrol ettiği bir
süreç olarak gerçekleşmiş ve adadaki
ABD yörüngesindeki dikta dönemi
başlamış. Adanın en doğu ucunda
son yıllarda adını hapishaneleriyle ve
çok da iç açıcı olmayan haberlerle
sıkça duyduğumuz Guantanamo
Körfezi’nde yer alan askeri üs de bu
yıllarda kurulmuş. Küba’nın iç ve dış
ilişkilerinde söz sahibi olmak hakkını
da aldıktan sonra adadan 1901 yılında
çekilen ABD işgali sonrasında başlayan
diktatör Machado dönemi 1933’teki
genel greve dek sürmüş. Hemen
ardından yerini yeni ve sonrasında ünü
dünyaya yayılan bir diktatör, Batista
almış. Batista zamanında ülke adeta
ABD’nin sayfiye yerine, aynı zamanda
suç ve zevk bataklığına dönüşmüş.
Lüks oteller, casinolar, gece hayatı,
son model otomobiller, plajları
dolduran ABD’li tatilciler bir yanda,
yönetimin göz yumduğu mafya ilişkileri,
suç örgütleri öte yanda yıllar geçerken
Küba halkına yine bir başka kölelik hali
düşmüş. 1947 yılında Batista zorlama
ile yapılmasını kabul ettiği seçimleri
güçlenen muhalefetin kazanacağını
hissedip iptal edince muhalifler
dünyanın en meşhur ve karizmatik
liderlerinden biri olan ve halen –
hastalığı nedeniyle pek ortalarda
olmasa ve yönetimi kardeşine devretse
de- gücü ve etkinliği süren Küba lideri
Fidel Castro’nun önderliğinde yer altına
inmiş.
Bu sayımızın ana teması umut. Küba
tarihi de kölenin efendisine, gerillanın
diktatöre yönelik umutlu ve iyimser
isyanları ile dolu. Castro, ilk ihtilal
girişimi olan, 119 kişi ile yaptığı ve
çoğunluğun öldüğü Moncado kışlası
saldırısı sonrası yanında sağ kalan
iki kişi ile bir tepenin eteklerinde
otlarda uzanmış vaziyette, mitralyözle
kendilerini tarayan uçakların gitmesini
bekledikten sonra yerinden doğrulur
ve şu soruyu sorar: “Kaç kişiyiz? Kaç
silahımız var?”. Cevaben “Üç kişiyiz ve
iki tüfeğimiz var” yanıtını alınca Fidel’in
verdiği tepki işte tam bu umut ve
iyimserliğin karşılığı: “Tamam çocuklar,
şimdi başlıyoruz”.
Hikaye uzun tabi. Fidel ve arkadaşları
yakalanır ve ünlü vecizesi “La
Historia Me absolvera/ Tarih beni
haklı bulacaktır” sözleriyle bitirdiği
savunmasıyla biten yargılama süreci
sonucunda 15 yıl hapis cezasına
65
uzaktaki yakın
66
çarptırılır. Fakat Fidel dünya basının
çok göz önünde ve popülerdir. İçeride
daha da popüler hale gelir ve Batista
-belki de hayatının en büyük hatasını
yaparak- Fidel’i Meksika’ya sürgüne
gönderir. Meksika’da Che Guevara ile
tanışır Fidel Castro.
Hali vakti -küçük de olsa- özel uçak
sahibi olacak kadar yerinde olan
Arjantinli bir ailenin çocuğu olan tıp
doktoru Che Guevara için de ayrı bir
paragraf açmak gerek. Günümüzde
klasikleşmiş portresi ile adeta bir pop
ikonuna dönüşen, kendisi için yazılmış
olan “Comandante” şarkısının remiks
edilmesi sayesinde hakkında pek bir
şey bilmeyen milyonları diskoteklerde
dans ettiren, bazılarının kendisini bir
rock starı zannettiği, graffitilerin ve
tişörtlerin vazgeçilmezi olarak ömrünü
mücadeleye adadığı kapitalizm
tarafından öğütülerek içi boşaltılan ve
metalaşan, bu her daim genç adamı
bir paragraf içerisinde anlatmaya
çalışmak gafletinde değilim. Yine de
hayatını Güney Amerika halklarının
özgürlüğüne adamış olan ve Küba
devrimi sonrası Bolivya’da giriştiği
benzer bir mücadelede yakalanarak
hunharca öldürülen, kendi hayatını hiçe
sayarak inandığı doğrular uğruna tutarlı
bir şekilde mücadele eden, kendisinin
de hayranı olduğu Mustafa Kemal’den
sonra dünya tarihinin gördüğü en
büyük devrimcilerden biri olan bu güzel
insana bir selam vermeden geçmek
haksızlık olurdu: “Hasta La Victoria
Siempre”.
Fidel, Che ve Cienfuegos, Meksika’da
sürdürülen devrim hazırlıkları
sonrasında başarısız bir çıkarma
sonrası kalan 12 kişi ile yeni bir gerilla
mücadelesini başlatırlar ve aslında
biraz da talihin yüzlerine gülmesiyle
başarılı olurlar. 1958’i 1959’a bağlayan
yılbaşı gecesinde diktatör Batista’nın
yüklüce bir miktar para ve yakınları
ile birlikte ülkeyi terk etmesiyle de
amaçlarına ulaşırlar. İşte hep sözü
edilen Küba’da zamanın durmuş
olduğu ve herşeyin 180 derece ters
istikamete yöneldiği gün de o gün
aslında. O güne kadar dikta yönetimi
altında ABD güdümlü bir ülke iken
Ocak 1959’dan sonra Batista’nın dikta
rejiminin yerini Castro’nun komünist
sistemi alır ve doğal olarak Küba da
ABD güdümünden çıkarak akabinde
SSCB ile sıkı dost ve müttefik bir
ülke haline gelir. ABD’nin bu durumu
değiştirmeye yönelik 1961’de
gerçekleştirdiği Domuzlar Körfezi
çıkarması da başarısız olunca durum
artık geri dönüşsüz bir hal de almıştır.
İşte bu dönemde -tarihe meraklı olanlar
hatırlayacaktır- Küba ile Türkiye’nin
siyasi tarihlerinin bir kesişme noktası
yaşanır. Ekim 1962’de patlak veren
füze krizi ABD’nin Türkiye’deki,
SSCB’nin Küba’daki füzelerini kaldırma
ve bu iki ülkenin toprak bütünlüklerine
uyulacağı sözünü verilmesiyle adadaki
durum her iki süper gücün de onaylayıp
kabul ettiği bir hale dönüşmüştür.
Sonrasında, adanın en büyük gelir
kaynağı olan şeker kamışının alıcısı
da değişmiş, ABD’nin ambargosu ve
şeker kamışı alımını durdurması sonucu
sürpriz olmayacak bir şekilde SSCB
devreye girmiş. Aradan geçen yıllar
boyunca Küba Cumhuriyeti Sovyet
Rusya’nın da desteğiyle 1990’lara
kadar sınırlı bir dış ticaretle kendi
yağında kavrularak mutlu mesut bir
şekilde gelmiş. Bu dönemde ise
Gorbaçov ve Perestroyka hareketlerinin
ardından SSCB’nin dağılmasıyla
Küba’da ciddi bir ekonomik kriz
yaşanmış. On binlerce kişi bulduğu
her türlü deniz taşıtı, bulamazsa kendi
hayal gücünün elverdiği –küvetler
gibi- bir takım araç gereçle okyanusa
dökülüp Miami ve Florida kıyılarına
akın etmiş. 90’ların sonunda ise turizm
potansiyelinin farkına varan ve bacasız
sanayiyi keşfeden Küba yönetimi ve
devlet ekonomisi bir miktar nefes almış.
Bugün ülkenin en önemli gelir kaynağı
nikel gibi bazı madenler, şeker kamışı,
tütün ve meyve ihracatı yanında elbette
ki turizm.
Biraz uzun bir girizgahla başladık
farkındayım. Ancak bunlardan
bahsetmemiş olsaydım bu yazının
Küba’yı İspanyol kolonyal mimarisi
evlerle bezeli sokaklarda cirit atan eski
Amerikan arabaları, Latin müzikleri,
salsa, mojito, rom ve purodan ibaret
bir turizm destinasyonu olarak anlatan
benzerlerinden bir farkı olmayacaktı.
Affınıza sığınıyor, sabrınız için
teşekkürlerimi sunuyorum.
Gelelim Havana’ya. Aslında “La
Habana”ya. Ülkenin ismini doğru
telaffuz etmediğimiz gibi ülkenin
başkentini de meğer yanlış bilirmişiz.
İspanyolcanın iki cilvesi bir araya
gelince bizim kırk yıllık Havana aslında
“H”sini sessiz pas geçerek, “V’sini
de “B” olarak okuyarak “Abana” diye
telaffuz edilmeliymiş, iyi mi? Siz yine
Havana diye okuyabilirsiniz ama oraya
gittiğinizde “la abana” deyin ki kötü
gözle bakmasınlar.
Havana yani “La Habana” 2,5 milyon
nüfusa sahip, sahil kenarında kurulu,
tarihi ve çok büyük bir şehir. Resmi
kayıtlara göre nüfusun üçte bir kadarı
beyazlardan oluşan Küba’da çoğunluğu
melezler oluşturuyor. Aslında bu tür bir
ayrım teorik ve pratikte Küba’da mevcut
değil. Çünkü devrim öncesinde çokça
vurgulanan ve siyahilere hayatı zindan
eden siyah-beyaz, efendi-köle ayrımı
devrim ile birlikte tümüyle ortadan
kaldırılmış. Bugün Küba’nın her yerinde
bunu hissetmeniz mümkün. Küba
aslında tam bir etnik mozaik. Yerlilerin
İspanyollar tarafından büyük ölçüde
yok edilmesi ya da asimile edilmesi
sonrasında siyahiler Afrika’dan,
özellikle bugünkü Nijerya’dan kölelik
yapılmak üzere getirilmiş. Küba’ya XVI.
Yüzyıldan bu yana yerleşen İspanyollar
ise zamanla kendilerini İspanyol’dan
ziyade Kübalı gibi hissetmeye
başlamış. XX. yüzyılın ilk yarısında
ise yeni bir hayat arayışında olan çok
sayıda Ortadoğulu ve Çinli göçmen
buraya gelmiş. Zamanla ırklar birbirine
karışmış, siyahiler çoğunluk olmak
üzere Küba’nın ihraç ettiği bir terim
olan “mulatto”lar, yani siyah, beyaz,
bazen Ortadoğulu ve Çinli karışımı bir
nesil ortaya çıkmış. Çok sayıda beyaz
Kübalı da var.
67
uzaktaki yakın
Bunun yanında soğuk savaş döneminin
kalıntıları olan Rus ve Doğu Avrupa
kökenli göçmenler de ada halkının
bir bölümünü oluşturuyor. Hatta
Havana’nın merkezinde Centro
Habana’da küçük bir Çin Mahallesi
bile var. Küba devrimi ile ilgili birçok
şey tartışılabilir ve nereden baktığınıza
bağlı olarak değişebilecek şekilde
yorumlanabilirse de “bu devrim neyi
başardı?” sorusuna “en azından bunu
başardı” demek mümkün. Küba’da tüm
ırklar ve uluslar eşitlenmiş durumda ve
ayrımcılık sıfır noktasında. Bir kimsenin
diğerine, yani başka renge, başka bir
mesleğe, başka bir dine ayrımcılık
uygulaması da söz konusu değil.
Tabi Fidel Castro’ya da haksızlık
etmemek gerek. Devrimin başarısını
ispat eden daha net rakamlar da
mevcut. Dünyanın en düşük bebek
ölüm hızı ve neredeyse en yüksek
ortalama yaşam süreleri Küba’da.
Okuma-yazma oranı %100’e yakın,
cinayet ve hırsızlık yok denecek kadar
az, tecavüz ise hiç bildirilmiyor. Açlık
yok. Evet, çok derin bir fukaralık hali
var ama açlık yok. Elbette uzunca bir
listeye dönüştürülebilecek bir dolu
eksisi de olsa bunlar sistemin büyük
artıları. Fakat en büyük artısı da
dünyanın insanları eşit olan belki de
tek ülkesi olması. “Herkes fakirlikte de
eşit” diyenleriniz var, duyar gibiyim.
Eh tabi size de “haksızsınız” demek
namümkün.
Küba’da para birimi “peso”. Ancak
bir turist olarak siz bu para birimi
ile tanışmayacak ve belki de hiç
karşılaşmayacaksınız bile. Çünkü
turistler için icat edilmiş olan bir başka
para birimi var. “Convertable Peso”
(CUC) olarak tanımlanan bu para birimi
bir Amerikan dolarına eşit. Yani turistler
ve yerli halk için sunulan hizmetler
ayrı fiyatlandırıldıkları gibi, ayrı para
birimleri ile de ifade ediliyor. Ortalama
bir Kübalının aylık geliri 15-20 CUC
karşılığı iken bir turist olarak sizin
herhangi bir restoranda ödeyeceğiniz
hesap da buna eşit bir miktar olabiliyor.
Dolayısıyla aslında Küba’da fiyatlar
Kübalılar için çok ucuz olsa da bir turist
68
için herhangi bir Avrupa kentinden
daha ucuz olduğunu söylemek yanlış
olur. Giderken yanınızda para birimi
olarak Euro götürmenizi öneririm.
Çünkü Amerikan Doları’na para
değişimi esnasında %10’a varan bir
vergi uygulanıyor.
Eğer bir tur şirketi aracılığı ile
gitmişseniz büyük ihtimalle
Havana’daki büyük otellerden birinde
konaklayacaksınız. Kendi imkanları ile
Küba’ya gidecek olanlara önerim ise
“casa particular” olarak isimlendirilen
pansiyonlar olacak. Küba’daki tüm
şehirlerde her sokakta rastlayacağınız
ve kapılarındaki ters dönmüş bir
çapayı andıran bir tür çatal işaretinden
tanıyacağınız bu pansiyonlar Kübalıların
devlet gözetiminde vergilerini ödeyerek
evlerinin bir ya da birkaç odasını
turistlere kiraladıkları küçük işletmeler.
Bazılarında standartlar oldukça düşük
ve yetersiz olsa da uzun sürmeyecek
bir araştırma ile hem otellere kıyasla
daha ekonomik (geceliği 15-20 CUC)
bir konaklama imkanı, hem de yerel
halk ile bir araya gelme ve iletişim
kurma şansı yakalayacaksınız.
Şehri tanımaya başlamanın zamanıdır.
Havana başlıca üç 3 bölgeye ayrılmış.
Eski Havana, Vedado ve daha yeni,
modern yapıların olduğu yerleşim
bölgesi olan Miramar. Peki şehri
gezmeye nereden başlamalı? Havana
Körfezi’nin tıpkı İstanbul Boğazı’nı
çağrıştıran dar geçiş noktasında
kurulu Moro Kalesi’ni öneririm.
Kolonyal mimarinin en yoğun olduğu
eski Havana (La Habana Vieja)’nın
karşısında yer alan, 19.yy’da yapılmış
görkemli bir deniz feneri de barındıran
bu kaleden şehrin muazzam panoramik
manzarasını izleyip genel bir fikir
edinebilirsiniz.
Şehirde kökeni XVI. yüzyıla
dek uzanan ve vaktinizin büyük
kısmını geçireceğiniz eski Havana
bölgesi dışında bahsettiğim gibi
büyükelçiliklerin, bakanlıkların, devlet
kuruluşlarının, bazı otellerin, okulların,
hastanelerin, Sovyet Rusya’daki
çok katlı sosyal konutları çağrıştıran
dev blokların da bulunduğu geniş
bulvarlar ve parklar barındıran görece
yeni alanları da mevcut. Görece yeni
diyorum çünkü aslına bakarsanız
Havana’da hiçbir şey gıcır gıcır değil.
Klasik olarak tüm gezi yazılarında
bahsedildiği ve rehberlerin diline
dolandığı üzere zamanın 1959’da
durduğu ve asılı kaldığı iddiası biraz
abartılı olsa da özellikle eski Havana’da
bazı anlarda bu hisse kapılmanız olası.
Gerçekten de uzun yıllar süren
ambargo, fakirlik ve bakımsızlık
nedeniyle yavaş yavaş solan ve sönen
bir ihtişamı olan bu kentte hayat bizim
normlarımızdan biraz farklı işliyor.
Bildiğiniz büyük kentlerde görmeye
alışkın olduğumuz reklam tabelaları,
billboardlar, afişler vs. olmadığı gibi,
ortalıkta bir yerlere yetişmeye çalışan
ve koşturmakta olan büyük bir kalabalık
görüntüsü de yok.
Zaman sanki Habana’da gerçekten bol
kepçe. Ve Habenerolar yani Havanalılar
“zaman öldürmek” kavramının hakkını
gerçekten çok iyi veriyor gibiler.
Aslına bakarsanız diğer tüm ülkelerde
elini ayağını trafikten çoktan çekmiş
olan eski Amerikan arabaları, dış
mekan ve iç mekan dekorları, eski
televizyonlar, günlük hayattaki teknoloji
kullanımı, aile ilişkileri ve sosyal
hayat, algılamanızı kolaylaştırmak
için benzetmek gerekirse sanki biraz
Türkiye’nin büyük şehirlerinin 30-40
yıl öncesini andırıyor gibi. Günümüz
Türkiye’sinde ve özellikle batı
toplumlarında ekonomik gelişme ile
insanların hayatları ve yaşayış biçimleri
birçok yönden etkilendi ve değişti
elbette. Havana’da ise sanki hala eski
düzenin bir küçük “mikrocosmos”u
yaşamaya devam ediyor gibi. Ülkedeki
yumuşama sinyallerine rağmen
(örneğin artık Kübalılar cep telefonu
için özel hat alabiliyorlar) teknoloji
Küba’yı henüz fethedememiş durumda.
Sokaklarda misket oynayan çocuklar,
satranç oynayan ergenler, bir tahta
parçasından dönüştürülmüş raketleri
ile Küba’nın -ABD’li yıllardan kalan
69
uzaktaki yakın
sporu olan- beyzbol oynayan gençler,
evlerinde haftanın belli günlerini
birkaç TV kanalından birinde sinema
keyfi yapmak için iple çekenler, aynı
mahallede telefonu paylaşan evler ve
aynı evde yaşayan büyük kalabalıklar.
İşte tüm bunlar aslında zamanı
yavaşlamış hisettiren şey.
Hazır beyzboldan söz açılmışken Ernest
Hemingway’den –yani Hemingway
Baba’dan- da bahsetmeden geçersem
yazı eksik kalmış olur. Nobel ödüllü
yazar -ki bu ödülü de Küba halkına
hediye etmiş- Havana’da bir efsane.
Anlaşılan o ki Küba, özelinde Havana
Hemingway’in hayatında nefes almak,
kendini bulmak istediğinde kaçıp
geldiği bir sığınak olmuş önceleri.
Sonra da Havana’ya yerleşivermiş.
Vasiyetinde bugün müze olarak
kullanılan evi Finca Vigia ve içindeki
8 bin kitaplık kütüphanesi ile kişisel
eşyalarını Küba halkına miras bırakan
yazar bugün hala “Papa Hemingway”
(Hemingway Baba) diye anılıyor. Yazar
bu lakaba Havana yakınlarındaki evinin
bahçesinde 1943 yazında kurduğu
küçükler beyzbol takımı sayesinde
kavuşmuş. O yıl Hemingway’in oğulları
da yazı Havana’da geçiriyorlarmış.
Ellerinde kendilerinin yaptığı tahta
sopalarla beyzbol oynayan Kübalı
çocukları evlerinin bahçesinde oğulları
ile beyzbol oynamaya davet eden
yazar bir süre sonra onlara eski
şeker çuvallarından formalar diktirip
yaz boyu bahçesinde keyifli beyzbol
maçları organize etmiş. Kübalı çocuklar
başta yazarı “Mister” diye çağırsa da
sonraları hepsi için Papa Hemingway
oluvermiş. Bugün Habana’yı ziyaret
eden turistlerin gözde mekanlarını
oluşturan listenin en başında da
Hemingway’in Havana’da “takıldığı”
mekanlar yer alıyor. Deneyimlerime
dayanarak El Floridita isimli barda (ki
bu barın bir köşesinde Hemingway’in
gerçek boyutlarda bara dayalı olan
ve insana her an canlanacakmış
hissi veren karizmatik bir heykeli de
mevcut) onun “her zamanki”ndeni olan
Daiquiri’yi tatmanızı öneririm.
70
Her yabancı gibi eski şehri tanımaya
başlayacağımız yer büyük ihtimalle
Katedral Meydanı olacak. Bu meydan
ile çevresindeki cadde ve sokaklarda
Havana turizminin en tanıdık simalarını
bir arada bulmanız mümkün. Kimlerden
mi bahsediyorum? Tabi ki Havana
gezi yazılarını süsleyen fotoğrafların
vazgeçilmezi, rengarenk süslü
kıyafetler içerisinde, ağızlarında devasa
purolarıyla turistlere modellik yapan
Havanalılardan. Eski Havana’nın
merkez noktası da sayılabilecek olan
bu turistik alanda çok sayıda, görevleri
ve amaçları turistlere klasik Kübalı
pozu vermek ve birlikte hatıra fotoğrafı
çektirmek olan yarı profesyonel model
ile karşılaşacaksınız. Ülkede yapılan
her türlü etkinlikte olduğu gibi bu kişiler
de mesleklerini devlet kontrolü altında
gerçekleştirmekteler ve kimilerinin
görünür yerlerde olan yaka kartları
mevcut.
Katedral Meydanı’nda etrafını saran
küçük ama başarılı müzik gruplarından
biriyle, örneğin “Besame Mucho”yu
söyleyip, hatıra fotoğraflarınızı
çektirip, bahşişlerinizi de verdiyseniz
“La Habana Vieja” turunuza
başlayabilirsiniz. Ara sokaklara
dalmadan öne katedralin yanında
Capitolio’ya doğru ilerleyen caddeyi
kat etmenizi öneririm. Buradaki
restoranlarda damak tadınıza uygun
bir şeyler bulmanız da mümkün. Böyle
diyorum çünkü Küba’nın genelinde
çok lezzetli şeyler yiyebileceğinizi
söylersem gerçeği biraz deforme
etmiş olurum. Genel olarak Küba
mutfağının çok başarılı bir mutfak
olduğunu söylemek yanlış olur. İnsan
bir adaya giderken deniz mahsulleri
konusunda çok daha fazla çeşitlilik ve
lezzet beklentisi içerisine giriyor elbette
ama Küba maalesef bu beklentiyi
karşılamakta biraz zayıf. Bunu ülkenin
dışa kapalı olması politikası gereği
halkın tekne sahibi olamaması ve
dolayısıyla balıkçılık yapma işini
devletin üstlenmiş olması ile açıklamak
mümkün sanırım. Yine de oldukça
uygun fiyatlara ıstakoz yemeden ve
kızartılarak servis edilen bir tür yavru
hamsi görünümündeki “manjuas”tan
tatmadan dönmeyin. Rom ve kokteyler
başrolde olsa da -hazır çerezlik
manjuas’tan bahsetmişken büyük
ihtimalle yemeğinize eşlik edecek
olan- Küba’nın yerel bira markası
“Bucanero”nun da adını anıp hakkını
teslim etmeli.
Yine bu ana cadde üzerindeki
restoranlarda gün boyu canlı müzik
eşliğinde salsa şovların gerçekleştiğini
ve türlü canlı performansların
sergilendiğini de belirtmeli. Aslında
genel olarak soluklanmak üzere
mola vereceğiniz tüm kafe, bar ve
restoranlarda canlı müzik ve çoğunda
da dans gösterileri mevcut ve hatta
biraz meraklıysanız tüm bu grupların
-resmi gelirlerine ek olarak- kazanç
kapısı olan amatörce doldurdukları
müzik CD’lerinden de 10 CUC karşılığı
edinebilirsiniz. Sevdiklerinize lokal
müzisyenlerin imzalamış olduğu
bu albümleri hediyelik eşya olarak
götürmek de fena fikir değil.
Bu bölgede dolaşırken sık
karşılaşacağınız bir başka hadise de
yanınıza birilerinin yaklaşıp size ısrarla
puro satmaya çalışması. Meraklısı
iseniz çok önermem ama hediyelik
olarak düşünüyorsanız neden olmasın.
Devlet kontrolünde sertifikalı olarak
purolara kıyasla çok daha uygun
fiyatlarda anlaşmanız mümkün. Burada
alacağınız risk şu olacak: Puroların
düşük kalitede ya da sahte üretilmiş
olma ihtimalleri. Sokakta yanınıza
yaklaşan kişilerin bir kısmı kendileri ya
da bir yakınlarının puro fabrikalarından
kaçırdığı puroları satmakta, bir kısmı
da bazı merdiven altı küçük atölyelerde
üretilen düşük kalitede puroları... Hatta
bazılarında tütün yerine muz kabuğu
kullanıldığı da rivayet edilmekte,
aman dikkat. Ülkeden çıkışta 50 adet
puroya kadar bir şey söylenmiyor.
Daha fazlası için puroların resmi bir
dükkandan alındığını gösteren fatura
soruyorlar. El altından satılan puro
kutularına puronun menşeini gösteren
çıkartma bandrol yapıştırıyorlar. Bilin ki
o bandrolların hiçbir önemi yok. Zaten
50 adede kadar bandrole gerek yok,
50 adedin üstü için ise fatura şart.
Faturası varsa isterseniz 1000 tane alın
(Türkiye’ye girerken gümrük vergisi
ödersiniz o ayrı konu tabi).
Puro demişken -bazılarınızın hayal
kırıklığını uğrayacağını biliyorum amaKüba purolarının esmer tenli latin
dilberlerin çıplak bacaklarında sarılarak
üretildiğine dair hikayelerin de bir şehir
efsanesinden öteye gitmediğinin altını
çizmek gerek. Diyorlar ki Küba’da
puro endüstrisinin başladığı yıllarda bu
puroları saran roller’lar (puro sarıcılar)
özgürlüğünü kazanmış Afrikalılar
arasından seçilirmiş ve fabrikalar
tropikal iklimin etkisinden dolayı çok
ama çok sıcak olurmuş. Hem hırsızlığı
önlemek, hem de serinlemek için
işçiler buralarda çıplak çalışılırmış.
Günümüzde ise puro fabrikalarında -en
azından ziyarete açık olanlarda- çıplak
latin güzeller filan yok. Havana’daki
onlarca puro fabrikasından sadece ikisi
ziyaretçi kabul ediyor. Bunlardan biri
ve en populer olanı 1827’de kurulmuş
olan Partagas fabrikası. Binadaki tütün
kokusu daha kapının önünde sizi esir
alacak inanın ve bu koku sayesinde
satış mağazasından birkaç puro
almadan çıkmayacaksınız. Günümüzde
bu fabrikalarda hem erkek, hem de
kadın roller’lar çalışıyor ve tavanlarda
büyük vantilatörler dönüyor. Puro
hazırlanan salonda roller’lar sıkılmasın
diye ya hoporlörden radyo çalınıyor ya
da yüksek bir yere oturan birisi yüksek
sesle kitap okuyor. Ziyaret etmek
herkes için ilginç bir deneyim olabilir.
Puro faslını kapadıktan sonra
Havana’nın, dolayısıyla Küba’nın
bir diğer ünlüsü “rom”un peşine
düşmenin zamanıdır. Atlantik
kıyısındaki büyük çiftliklerde çalıştırılan
kölelerin arasında doğan, Karayip
korsanlarının pek sevdiği sert bir
içki olan rom bugün hem tek başına
tatlı, karamelli, yumuşak içimli; hem
de hafif kokteyllerin vazgeçilmezi bir
içki. Romun ana maddesi sürprize yer
bırakmayacak şekilde şeker kamışı.
Üretimin detaylarını merak edenler
için şehir merkezindeki eski bir rom
fabrikası emirlerine amade. Burada
hem rom üretiminin her safhasını
görmek, hem de tarihçesi hakkında
bilgi sahibi olmak mümkün. Bu mekanı
mutlaka görmelisiniz ama müzeye
dönüştürülmüş olan fabrika kısmı için
değil. Hemen girişinde yer alan ve adını
Küba’nın uluslararası üne sahip olan
rom markası Havana Club’dan alan bar
için. Fazlaca turistik bir mekan olsa da
gün boyu barda sahne alan kadife sesli
–söylememe gerek var mı bilmiyorum
ama- çikolata renkli müzisyen Anthia
ve grubu size çok iyi vakit geçirtecek,
bunun garantisini veriyorum. Kulübün
barında ise taze sıkılmış olan şeker
kamışı suyu ve romdan oluşan kokteylin
yanında üç büyükler olan Cuba Libre,
Daiquiri, Pina Colada ve Mojitoyu
da tatmanız mümkün. Mojito yüksek
ihtimal malumunuz olduğuna göre
Cuba Libre’nin kola; Pina colada’nın
ananas suyu ve hindistan cevizi kremi;
Daiquiri’nin ise öğütücüden geçirilmiş
buz, şeker şurubu ve “Lyme”nin beyaz
rom ile karışımından yapıldığından
kısaca bahsetmeli. Benim kişisel
tercihim hangisi diye soracak olanlara
Hemingway ile aynı fikirde olduğumu
söyleyerek rahatlıkla “favorim daiquiri”
cevabını verebilirim.
Plaza Armas’tan Parque Central’e
doğru uzanan Obispo Caddesi size tam
da El Capitolio’nun önüne çıkaracak.
Yol üzerinde Hemingway’in favori
barı El Floridita’da dinlenip Daiquiri
takviyesi yaptıktan sonra El Capitolio’yu
gezebilirsiniz. Burası devrim öncesi
Batista’nın başkanlık konutu olarak
kullandığı, 1929 senesinde inşa edilmiş
tarihi parlamento ve senato binası.
90 metre yüksekliğindeki kubbesi,
sütunları ve rengi ile Beyaz Saray’ın
bir replikasıymış izlenimi veren bu
binayı eski Havana’da dolaşırken çoğu
kez yolunuzu kaybettiğinizde bir yön
bulma aracı olarak da kullanacaksınız.
Olağanüstü ihtişamlı merdivenlerle
ulaşılan binanın girişinden hemen sonra
Cumhuriyeti simgeleyen pirinç bir kadın
heykeli var. 18 metre yüksekliğinde 50
ton ağırlığındaki bu heykel dünyanın
üçüncü en büyük iç mekan heykeli.
Bu heykel de -babasının başından
doğduğu için aklı simgeleyen- tanrıça
Atina’nın yerli bir projeksiyonu.
Küba’daki ismi ise “Lili Valty”.
Batista’nın koltuğuna oturup hatıra
fotoğrafı da çektirdiğinize göre
Capitolio’da fazla vakit kaybetmeden
kendinizi artık eski Havana sokaklarına
atmanın zamanıdır. Çünkü gerçek hayat
sizi burada bekliyor.
Derinlere, özellikle Central Habana’ya
doğru ilerledikçe ve turistler seyreldikçe
gerçek La Habana’da olduğunuzu
hissedeceksiniz. Çoğu devrimden önce
ve kolonyal dönemde inşa edilmiş olan
bu binaların her biri ve barındırdıkları
detaylar gerçekten görmeye değer.
Büyük çoğunluğu geçen sürede son
derece bakımsız kalmalarından ötürü
bitap halde olsa da hiç şüphesiz
neredeyse hepsi için “minare yıkılsa
da mihrap yerinde” demek mümkün.
Malumunuz, kolonyal mimari ikinci sınıf
mimari demek. Çünkü, o yıllarda ancak
kendi ülkelerinde dikiş tutturamamış
ikinci sınıf mimarlar, çok genç ve
tecrübesiz olanlar ya da gözden
düşmüşler ülkelerini bırakıp binlerce
kilometre uzaklıktaki kolonilerde
çalışırlarmış. Dolayısıyla kolonilerde
mimari bir parça “kitsch”. Kaba olmasa
da gelişmiş bir estetik duygusundan
yoksun olduğu da söylenebilir.
Havana’da da bu durum belirgin tabi.
Ama tek tek binalara baktığınızda
hakim olan bu ikinci sınıf estetik
hissi binalar bir bütün olarak içindeki
insanlarla beraber değerlendirilince bir
harmoni duygusu ortaya çıkıyor.
Turistik alan dışına çıktığınız için bu
bölgede –kalem ve sabun isteyenler
dışında- sizden fotoğraf çektirmek, yol
tarif etmek gibi hizmetleri karşılığında
sürekli para talep eden insan sayısı da
azalmış olacak ve yaptığınız sohbetlerle
Habenerolarla kaynaşma şansınız
olacak. Batıya doğru Eski Liman
yönünde ilerlerseniz küçük ama çokça
dünya şampiyonu çıkarmış bir boks
okuluna denk geleceksiniz. Buradaki
atmosfer, her yaş grubundan öğrenci
71
uzaktaki yakın
ve hocalarının diyalogları, fiziki koşullar
ve duvarlardaki eski şampiyonların
fotoğrafları kendinizi belgesel bir film
stüdyosunda hissettirecek ve “iyi ki
gelmişim” diyeceksiniz.
Hediyelik eşya almayı düşünenler için
bir diğer önemli alışveriş noktası ise
Eski Liman’da bulunan el sanatları
çarşısı. Burada her türlü, endüstriyel
olmayan, el yapımı hediyelik eşyayı
bulmak mümkün. Özellikle eski Havana
sokakları ve Amerikan arabalarının
resmedildiği büyük tablolar ve
dekorasyon ürünleri ilginizi çekebilir.
Devrimi ile meşhur bir ülkenin
başkentinde elbette bir Devrim Müzesi
de var. 1920’de başkan Mario Garcia
Menocal tarafından başkanlık sarayı
olarak inşa ettirilen bu yapı Batista
döneminde çalışma ofisi olarak
72
kullanılmış. Bugün ise bu binada
devrim öncesini, iki yıllık devrim
sürecini ve devrim sonrasını tüm
dokümanları ile birlikte takip etmek
mümkün. Binanın hemen yanında Fidel
ve seksen arkadaşını Meksika’dan
getiren efsanevi tekne Granma’yı,
başkanlık sarayına saldırıda kullanılan
kamyonu ve Domuzlar Körfezi
savunmasında kullanılan hepi topu iki
uçaktan oluşan zamanın Küba Hava
Kuvvetleri envanterini de görebilirsiniz.
Havana’ya gidip görmeden geri
dönülmemesi gereken bir yer de
Devrim Meydanı, namı değer “Plaza
De La Revolucion”. Bu bölgeye
gitmek için bir taşıt edinmeniz
gerekecek. Üç seçeneğiniz var; çoğu
eski Amerikan arabası olan taksiler,
hindistan cevizi kabuğunu çağrıştıran
kaportası nedeniyle “coco taxi” denilen
motosikletli taksiler ve adı üstünde
bisikletten ibaret olan üç tekerlekli “bici
taxi”ler. Plaza De La Revolucion devrim
öncesi Cumhuriyet Meydanı olarak
anılırmış ve tüm önemli siyasal olaylar
ve kutlamalar burada gerçekleşirmiş.
Halen de bu özelliğini sürdüren
alanda Küba Bağımsızlığı, Küba
Cumhuriyeti, Küba Devrimi’nin ilanları
da vuku bulmuş. Örneğin okumayazma seferberliği de bu meydanda
başlatılmış. Görkemli 1 Mayıs’lar da
hep burada kutlanıyor. Meydandaki
bakanlık binasının bir yüzünde
Korda’nın çektiği ünlü Che fotoğrafının
dev bir metal rölyef çalışması var.
Bir diğer binada ise diğerleri kadar
popüler olmasa da devrimin bir başka
önemli ismi Camilio Cienfuegos’a ait
benzer boyutlarda dev bir metal rölyefi
görmek mümkün. Che’ye ait metal
rölyefin karşısında ise Jose Marti’nin
anısına dikilen dev bir anıt var. Che
buradan “Hasta La Victoria Siempre”
yani “sonsuza kadar zafer” diyerek
meydanı ve meydanın ortasındaki
kendisinin de fikir babası ünlü yazar
ve Küba’nın kahramanı Jose Marti’nin
anıtına selama duruyor. Jose Marti
anıtının altında ona ait küçük bir müze
mevcut. 140 metre yüksekliğindeki
dikilitaş şeklindeki bu anıtın tepesine
bir asansörle çıkılıyor ve şansınız
yaver gider de hava puslu değilse
sizi muhteşem bir Havana manzarası
bekliyor.
Yazının başında da bahsettiğim gibi
Havana çok büyük bir şehir ve bu şehri
gezmeye en az üç-dört gününüzü
ayırmış olmanız gerekiyor. Zira
Malecon olarak tanımlanan sahil yolunu
katederek şehri gezmeye kalkışsanız
bile bir gününüzü geçirmeniz olası.
Malecon, tuzlu okyanus suyunun harap
ettiği, zamanında çok güzel oldukları
aşikar yalılarla dolu geniş ve uzun
bir sahil yolu. Evler gerçekten hala
ihtişamlı ama bakımsızlıktan neredeyse
acınacak haldeler. Sanıyorum bakımının
da zor olması nedeniyle bu bölgedeki
evlerin birçoğu terkedilmiş durumda.
Bu bölgeyi gezme kısmını aslında
akşama bırakmak daha doğru, çünkü
yerel halkın sosyal mekanlarından biri
olarak eğlenmek ve vakit geçirmek
amacıyla özellikle akşam saatlerinde bu
bölgeye akın ettiğini belirtmek gerek.
Daha eğlenceli olabilir.
Havana’daki klasik kolonyal tarzdaki
tek otel “Hotel Nacional”. Şehrin
aslında en dikkate değer oteli de
bu. 1930’da inşa edilmiş olan bu
yapı devrim öncesi birçok Hollywood
yıldızını ve devrin sonrasında da
Küba tarihinin birçok önemli ismini
ağırlamış bir yapı. Lobideki fotoğrafları
incelerseniz çok uzun bir liste olan ünlü
misafir kadrosu ile tanışabilirsiniz.
Balkonlarının muhteşem La Habana
ve Atlantik manzarasına hakim olduğu
bu otel halen yetmiş yıl öncesini
atmosferini yaşıyor demek mümkün. Ve
tabi bu otele gelmişken Havana’daki
en lezzetli mojitoları içebileceğiniz
birkaç duraktan birinde olduğunuzu
belirtmeliyim. Yorgunluğunuzu atmak
için bir şans olarak değerlendirin ve
muhteşem okyanus manzarasına
karşı palmiyeler altında mojitolarınızı
yudumlamayı ihmal etmeyin.
73
uzaktaki yakın
74
Özellikle mimariye meraklı olanlar
için Küba’nın geneli ve özellikle de
Havana’da görülecek yerlerin sayısı
gerçekten fazla. Diğer şehirlerde
belli bir mimari tarzın hakimiyetinden
bahsedilebilir belki ama Habana
üzerinden Küba’nın mimari tarihini
okumak mümkün. Son beş yüzyılda
adaya gelmiş her mimari tarzın örneği
Habana sokaklarında görülebilir.
Barok, neoklasik, neogotik, art deko
ve diğerleri gibi sıralayabileceğiniz
pek çok mimari tarzda yapı arzı
endam ediyor(muş) Küba’nın bu yaşlı
ama havalı başkentinde. Özellikle La
Habana Vieja’da dokuz yüz adet binayı
içine alan bir bölgenin 1982 yılında
Unesco Dünya Kültür Mirası Listesine
dahil edilmiş olduğunu da belirtmek
gerek.
Bütün bu mimari çeşitliliğin süsü ise
elbette sokaklarda tüm zerafetleriyle
süzülmekte olan eski Amerikan
arabaları. 1959 Devrimine kadar ABD’li
zenginler Küba’ya renkli kumarhaneleri
için akıyorlarmış ve beraberlerinde
de en lüks otomobillerini yanlarında
taşımayı ihmal etmemişler. Onların
Sosyalist rejimden “kaçarken”
geride bıraktığı otomobilleri ise Küba
halkı altmış yıldır tamir edip edip
kullanmakta. Bu otomobillerin hala
yürüyebilmesini sağlayan ise babadan
oğula geçen en değerli miras olan
eski otomobil tamir bilgisi. Tabi böyle
diyerek otomobillerin tamamının
eski Amerikan arabaları olduğunu
düşünmenizi de istemem. Bu araçların
yanında şehirde çok sayıda Sovyet
Rusya yapımı Lada ve son dönemde
ülkeye giriş yapabilmiş olan başta
Fransız arabaları olmak üzere daha
az sayıda da olsa -Amerikan menşeili
olmayan- tüm otomobil markalarına
ait modelleri görmek mümkün. Ama
neredeyse hiçbiri çok genç olmamak
kaydıyla.
İşte bu atmosfer içerisinde zengin
görseli tamamlayan en önemli unsur
ise elbette ki müzik. Eğer latin müziğine
biraz ilgiliyseniz sokaklarda çalınan
herhangi bir parçaya aşina olmama
ihtimaliniz yok gibi. Hatta birkaç günün
sonunda tüm mekanlardaki “playlist”in
aynı olduğu hissine bile kapılabilirsiniz.
Yine de bu atmosfer içerisinde gittiğiniz
her mekanda kendini bir “Bueno Vista
Social Club” klibi içerisinde figüran
hissetmek de güzel doğrusu. Turistik
alanların dışına çıkıp yerel halkın
eğlencesine katılmak isteyenlerin
adresi ise “casa de la musica”lar.
“Müzik evi” olmalarının yanında
birçoğu fuhuş sektörüne de hizmet
ediyor olan bu mekanlar arasından
sıkı bir araştırma sonunda yerel halkın
eğlenmek amacı ile gittiği bir mekan
bulmanız ve dolayısıyla müzik ve dansa
doymanız mümkün. Bu noktada bir
ipucu vermek gerekirse içeride barda
sıralı görünümde “mojito” içen –ki
Havanalılar nadiren mojito içerlermiş,
75
uzaktaki yakın
tercihleri sek romdan yana - küçük
çantalı genç kızların olduğu bir bar
görüyorsanız bu müzik evininin fuhuş
amaçlı olduğunu, kimsenin mojito
içmediği bir bara denk geldiyseniz de
gerçek bir müzikholde olduğunuzu
anlayabilirsiniz.
Havana’da geçireceğiniz 3-4 günlük
süre içerisinde günübirlik kaçıp
palmiyeler, yeşil deniz ve beyaz kumun
tadını çıkarmak için yarım saat uzaklıkta
olan “plaja del este”ler yani doğu
plajları görülmeye değer. Bir takım
nokta atışlar yapmak da mümkün.
Örneğin İsa Heykeli’ne gidilip Havana
manzarası karşıdan izlenebilir, Museo
De Bellas Artes yani Güzel Sanatlar
Müzesi gezilebilir, Obispo Caddesi’nde
yer alan Ambos Mundos Otelinin
terasında güzel bir akşam yemeği
yenilebilir, La Rampa Caddesi’ndeki
“La Zorra y El Cuervo” caz barına
uğranabilir, Park Central’deki
kafelerden birinde oturup Down Town
trafiği seyredilebilir, meşhur Coppelia
dondurmaları tadılabilir, Melia Cohiba
Oteli’ndeki pizza restoranında İtalyan
mutfağı ile hasret giderilip Plaza
Vieja’daki Avusturya birahanesinde
demlenilebilir, bir başka akşam yemeği
de “Strawberries & Chocolate” filmine
mekan olmuş Centro Habana’daki La
Guarida restoranında yenilebilir ve eğer
ziyaretinizin tarihi denk gelmişse her
ayın son pazarı Almandares nehrindeki
amfi tiyatroda tüm öğleden sonra süren
caz konseri de izlenebilir.
Aslında çok da büyük olmayan bir
ülke olmasına karşın gezilip görülmesi
gereken çok fazla şehir ve mekan
olduğundan bahsetmek mümkün.
Bunun için ya toplu taşım araçlarını
kullanmanız, ya araç kiralamanız ya
da bir taksi ile anlaşmanız gerekecek.
Toplu taşım hem ulaşım konforu
olmaması, hem de saatlerinin yeterli
sıklıkta gerçekleşmemesi nedeniyle
pek de önerilecek bir seçim değil.
Şehirlerarası yollarda tabelalandırma
çok başarılı olmadığı için araç
kiralamak da yine aslında çok iyi bir
fikir gibi görünmüyor. Sıkı bir pazarlıkla
76
bir taksici ile anlaşmak sanırım en
doğru seçim olmalı. Böylece kaybolma
riskini bertaraf edip bir de kendinize
yerel bir rehber edinmiş olma şansınız
olacaktır.
Adanın batı ucunda yer alan Pınar del
Rio bölgesi kırsal yaşamı ve adanın
doğal güzelliklerini merak edenler
için iyi bir tercih. Bu bölge dünyanın
en iyi tütünün yetiştirildiği yer olarak
biliniyor. Pinar del Rio yollarına
düşüp bu zahmete girdikten sonra
ise Vinales vadisinde sizi dünyanın
en büyük tablosu karşılayacak. Çok
büyük bir kireç taşı kayasının sarp
yamacına yapışmış olan 180 metre
genişliğinde, 120 metre yüksekliğinde,
evrim teorisini konu edinen “El Mural
De La Prehistoria” isimli 1961 tarihli bu
fantastik resmin yaratıcısının adı ise
Gonzales.
Ters istikamette adanın batısına doğru
yönelirseniz ise mutlaka görülmesi
gereken üç durak sırasıyla Cienfuegos,
Santa Clara ve Trinidad şehirleri.
Cienfuegos 125 bin nüfusa sahip
bir şehir. Küba’nın en açık tenli
insanlarının yaşadığı bu kent hem
halkı, hem coğrafi konumu, hem de
sakinlerinin denizle ilişkisini belirleyen
kordon boyu nedeniyle bizim İzmir’e
benziyor biraz. Kordonda çok şık ve
estetik evler mevcut. Kolonatların
en zarif örneklerini yine burada
görmek mümkün. Şehirde mutlaka
görülmesi gereken yerlerden biri de
mezarlarının üstü sıradışı heykellerle
donatılmış olan Reina mezarlığı.
Tomas Terry adlı tiyatro binası ve
kordon boyunda yer alan Valle
Sarayı ise gerçekten çok etkileyici.
Gotik ve Barok izler taşıyan bu saray
biraz şaşırtıcı olacak ama Endülüs
mimarisinin etkisi altında yapılmış
ve ahşap malzeme haricinde herşey
eski kıtadan taşınmış. Cienfuegos’un
devrim tarihindeki önemli olay ise
kısmen devrimcilerin etki alanına
giren orduda Batista’ya karşı ilk
ayaklanmanın buradaki donanma
subayları tarafından gerçekleştirilmiş
olması. 200 bin nüfuslu bir başka Küba
şehri olan Santa Clara ise zamanında
yaşadıkları Remeidos denize yakın
olduğu için sıklıkla gerçekleşen korsan
saldırılarından bıkan kent sakinleri
tarafından yeni güvenli bir yerleşim
yeri olarak denizden içeride bir alanda
konumlanmış bir şehir.
Bu şehrin devrim tarihindeki önemi
büyük. 1958 Aralık’ının sonunda şehri
kuşatan Che’nin gerillalarını durdurmak
için gelen Batista’nın silah, asker
ve mühimmatı ile dolu tren şehrin
girişinde durdurulmuş. Askerler esir
edilirken silah ve mühimmat gerillanın
eline geçmiş ve hemen akabinde de
şehir düşmüş. Böylece Küba ikiye
bölünmüş olunca merkezi hükümetin
ülkeyi kontrol etmesi de imkansız hale
gelmiş. Santa Clara düşünce Batista
her şeyin bittiğini anlamış ve o akşam
özel uçağı ile Dominik Cumhuriyeti’ne
kaçmış. Santa Clara, Batista
yönetimine konulan son noktanın
simgesi olduğu için “Devrimin Kenti”
ismini de hakediyor. Yine aynı sebepten
Bolivya dağlarında öldürülen Che’nin
cenazesi yıllar sonra ortaya çıkarılınca
silah arkadaşları ile birlikte bu kentte
adına yapılan mozoleye getirilmiş. Bu
mozolede Che’ye askıdaki kırık kolu
ve tüfeği ile dağda birliğinin başında
yürürken gösteren bir anıt heykeli var.
Mozole oldukça sade ve alçakgönüllü
ama bir o kadar da etkileyici. Önünde
yer alan eternal (sonsuz) ateş hem
Che’nin, hem de devrim ve bağımsızlık
için hayatını kaybetmiş tüm meçhul
askerlerin ölümsüzlüğünü simgeliyor.
Heykelin altındaki bölmede ise Che
Guevara’nın ve silah arkadaşlarının
kemikleri küçük kutular içinde duvarlara
gömülü halde. Mezarlığın karşı
kısmında ise Che’nin özel eşyaları,
fotoğrafları, silahları ve mektuplarının
olduğu koleksiyonu barındıran oldukça
zengin bir müze de mevcut. Küçük bir
dipnot: içeride fotoğraf çekmek yasak.
Sadece bu değil her türlü elektronik
cihaz ve çanta ile giriş izni de yok.
Doğuya olan yolculuğunuzda
önereceğim son durak ise Unesco
Dünya Kültür Mirası Listesi’nde koruma
77
uzaktaki yakın
altına alınan, zaten renkli bir ülke olan
Küba’nın en renkli şehri, Trinidad.
Küba’nın en iyi korunmuş sömürge
dönemi şehri olan eskilerin zengin
ve aristokrat kenti Trinidad Arnavut
kaldırımı döşeli sokakları, pencereleri
boyalı parmaklıkları, evlerin at arabaları
için açılıp kapanacak büyüklükte ahşap
kapıları olan garajları ve bu büyük
kapıların üzerinde menteşelenmiş,
yalnız insan geçişi için kullanılan küçük
ahşap kapıları, artistik balkonları,
ferforje ızgaraları, evlerin rengarenk
duvarları ve meşhur kulesine çıkınca bir
çatı denizi manzarası veren parabolik iç
bükey çatıları ve diğer şehirlere kıyasla
daha bir sıcak ve sempatik insanlarıyla
tam bir cümbüş ve adeta açık hava
fotoğraf çekim platosu.
Zenginlik ve aristokrasinin izlerini kent
içinde attığınız her adımda hissetmek
mümkün. Peki bu zenginliğin kaynağı
ne diye soracak olanlara cevabım şeker
kamışı plantasyonları. Aristokratlar da
aslında dönemin toprak ağaları doğal
olarak. İşte bu Kübalı ağalar için ne
kadar çok toprak o kadar çok köle;
e haliyle bunca insan kalabalığı da
güvenlik, kontrol ve denetim meselesi
demekmiş. Toprak ağaları da bu
amaçla şeker kamışı tarlaları ortasına
gözetleme amaçlı kuleler inşa etmişler.
Kölelerin çalışma düzeni, kaçıp
kaçmadıkları ve asayişin berkemalliği
bu kuleler aracılığıyla denetlenmiş.
Bunların en ünlüsü ise şehrin çıkışında
olan “Torre De Manaca Iznaga”. 44
metre yüksekliğinde ve yedi katlı olan
kule ise turistler için kentin alamet-i
farikası.
Trinidad’a yolunuz düştüyse mutlaka
konaklamanızı önereceğim. Çünkü
şehir merkezindeki büyük kilisenin
yanındaki meydanda geceleri verilen
salsa partilerini kaçırmanızı istemem
doğrusu. Bir bakıma bizim köy
meydanlarındaki büyük kahveleri
çağrıştıran alanda sanki her gece
bir köy düğünü kalabalığı var ve
horonlar tepilirmiş gibi düşünün.
Sonra Küba’daki folklorik müzik ve
dansların aslında salsa, rumba ve
78
bachata olduğunu hatırlayın hemen.
Bu resime çay yerine de daiquiri
servisi yapılan bir meydan kafesini de
ekleyin. Şimdi hayal etmek mümkün
sanırım. Yerel halk ile turistlerin Latin
danslarıyla kaynaştığı bu mekanda
bulunmak size bir kez daha “iyi ki
gelmişim” dedirtecek şey olacak.
Madem bu cümbüşte yerinizi aldınız,
“dans etmeden dönmek olmaz” diyerek
Trinidad’a son noktayı koyalım.
Eğer Küba’ya bir tur şirketi vasıtası
ile gitmişseniz büyük ihtimalle
uğrayacağınız duraklardan biri de
Varadero olacak. Ama eğer kendi
imkanlarınızla Küba’yı gezmek için
yola çıktıysanız size bu durağı tavsiye
etme niyetinde değilim. Çünkü
Varadero’da belki de dünya üzerinde
eşine az rastlanabilecek bir coğrafi
güzellik olsa da Küba’nın ruhuna ait
bir şey bulma ihtimaliniz çok zayıf.
Gerçekten de Küba’nın geneline
baktığında bu toprak parçasının
Küba’ya en fazla omurgası kırılan
bir adama yerleştirilen bir titanyum
protez kadar ait olduğunu söylemek
mümkün. Kübalılar için Varadero’nun
anlamına gelirsek eğer, bu “otel
şehir” aslında yerli halk için sadece
büyük ve modern bir ofisten ibaret.
Kübalılar oraya kafileler halinde servis
otobüsü ile sabah gelip gece otelde
nöbetçi değillerse eğer akşam yine
kafileler halinde servis otobüsleri ile ait
oldukları gerçek Küba’ya dönmekteler.
Çalışanlar dışında Küba halkının
girişine izin verilmeyen bu bölge
için bir kısım Kübalı; nimetlerinden
faydalanamadıkları için biraz heves,
biraz da küskünlükle bahsedecek
konusu açılınca, bir kısmı da bu otel
şehri yüzlerini buruşturarak bir tür
kirletilmiş duygusunu size geçirerek
söz konusu edecek, şaşıracak pek bir
şey yok. Varadero gerçekten Küba’da
biraz iğreti duran bir bölge. Belki de
tam tersi bilemiyorum.
Burası bir tatil şehri. 20 kilometre
uzunluğunda, ortalama 500 metre
genişliğinde, kuzey cephesinde en az
30-40 metre genişliğinde bembeyaz
kumsallar, masmavi, tertemiz, berrak
bir deniz barındıran ince uzun bir
burun şeklinde -coğrafi tanımı kıstakolan bir anakara çıkıntısı. Her daim
sıcak bir hava, şansınız yaver giderse
yunuslarla yüzme ve dalma dahil her
türlü su sporunu yapma fırsatı, golf
sevenler için harika bir saha, sabahlara
kadar salsa ve rumba yapma imkanı
veren gece kulüpleri, her şey dahil tatil
köylerinde su gibi içilen pinacolado’lar,
Cuba libre’ler, daiquiri’ler ve mojito’lar
ile gerçek bir tatil cennetinden
bahsediyoruz aslında. Zaten buranın
asıl müşterileri de Doğu Avrupa
ülkeleri, Rusya, Kanada ve Türkiye’den
gelen turistler. Belki diğerlerini anlamak
mümkün ama Türkiye gibi Belek
benzeri çok sayıda benzer tatil mekanı
barındıran bir ülkeden yola çıkıp bunca
zahmete girdikten sonra Küba’ya gelip
burada vakit kaybetmek eğer gezgin
ruhlu ve keşfetmeye meraklı iseniz
çok akıl karı değilmiş gibi duruyor.
İşte bu yüzden benim size önerim
bunca vakit geçirdiğiniz bir ülke ile
ilgili kafanızda oturan imajın daha
“gerçek” kalabilmesi için Varadero’yu
pas geçerek ülkenin diğer şehirlerinde
daha çok vakit geçirmek, tercih sizin.
Yine de bunca yol ve yorgunluğu atmak
üzere Habana’ya da oldukça yakın
sayılabilecek bir noktadaki Varadero’da
bir iki gün dinlenip palmiyeler
altında romlu kokteyllerle rahatlamak
isteyenleri de anlayabilirim elbette. Adı
üstünde tatildesiniz.
Hasta el siguiente articulo.
Nos Vemos! ;) *
* Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
79
gezi-yorum
“Bu şehirde üşümek tensel değil, ruhsal...”
Bir şehir bıkıp usanmadan
konuşup durdu benimle, yalan
değil vallahi; ben de duydum
sözünü.
Celil Sezer
80
Çağrılmadan gidilmeyen yerler
bilirim, davet edilmeden oturulmayan
sofralar; yüzler bilirim izin alınmadan
bakılmayan ve insanlar, anahtarı
olmadan sızılmayan. Önce rüyanızda
göreceksiniz Kars’ı, yorgun başınızı
üşümüş yastığınıza koyarken aklınızda
hiç mi hiç dolanmayacak üstelik,
gecenin ortasında ıslak boynunuzun
yaldızlı parıltılarıyla uyanacaksınız
aniden, bir düş müydü o gördüğünüz,
bir uyku arası rüya sızısı mıydı;
isimleştirmek zor olacak önce onu,
siz isimsiz bırakacaksınız. Kalkıp bir
bardak suya sığınacaksınız, kendinize
geleceğinizi sanıp, ama evet işte siz
aldanacaksınız; o gece gördüğünüze
gitmeden kendinize bir daha
varamayacaksınız.
Karlı bir dağın omuzlarına serilmiş
yoğun gri bulutlarsa gördüğünüz,
toprak kokulu yolları kahverengiyse
uzun uzadıysa hani ince bir kıl gibi
uzak köylerine uzayan, kasketli
adamlar geziniyorlarsa dondurucu
Kars
havada sokaklarda, üstlerindeki incecik
cekete ve ayaklarını taşıyan köselelere
aldırmadan ve tütün kokusu varsa
yüzlerinde, parmaklarının yarıklarını
sakızla yapıştırmışlarsa ve hüzünlüyse
gördüğünüz şehir, hüznünün nedenini
asla bilemeyecekmiş gibi duran,
vaktiniz gelmiş sizin; rüyanız Kars
biletinizdir.
Resmi tarihinden bahsetmeye gerek
duymuyorum Kars’ın, ona her an
ulaşabilirsiniz, her yerde var. Ben
daha çok bir şehri bilmeye de yatkın
değilimdir zaten, ama derdim o şehre
bir kez dokunabilmektir. Öyle beni içine
alıp en gizli sırlarını paylaşmasını da
istemem, yalnız bir hikayesini anlatsın
bana, yeter.
Bir şehir konuşur mu dersiniz? Sizi
karşısına alır mı, muhatap tutar mı
kendisine? Bir şehir size bakıp uzun
uzun susar mı?
Kar isimli o harikulade romanda
burayı tarif eden o güzelim cümleyle
ilk karşılaşmam yıllar önceydi benim;
“çok güzel, çok fakir, çok kederli” bir
şehrin kapısını bu satırlarla açtığımda,
Kars’ın merkezindeki Yeşilyurt
Kıraathanesi’nde kıtlama çay içmeye
çalışıyordum. Sağımda solumda çok
kederli ve çok fakir, bir o kadar güzel,
yüzlerinin taşıyamadığı hikayelerin bir
kısmını ellerindeki nasırlara devretmiş,
kasketli ve kara adamlar vardı. Şehir
adamların yüzlerinde yaşıyordu
sanki; adamlar şehri yaşatıyordu. Gür
seslerle attıkları kahkahalar bir tavla
galibiyeti ya da 51’deki kısa sevincin
adıydı sadece, birazdan hep beraber
susup, hep beraber derin bir kedere
gömülüyorlardı.
Buğulu camlarından içerisi görünmeyen
onlarca kıraathanede, yüzlerce yüz
boğuk bir hüznü büyütüyor, sanki
şehrin yüzyıllardan beri taşınan bir
sırrını saklıyorlardı. Kime dokunsanız
dertliydi; unutulmuş olduklarını
81
gezi-yorum
82
düşünüyorlardı o köşede, belki de
haklıydılar, biz unutmuştuk onları.
Sokağa çıkarsanız üşürsünüz.
Üşürseniz ne ala; çünkü bu şehirde
üşümek tensel değil, ruhsal bir
durumdur. Teninizin hissettiği soğuk,
size orada, o sokakta, o karlı yolun
üzerinde, belki bir sokak lambasının
altında uçuşan onlarca kar tanesinin
altında, belki Ruslardan kalma taş
bir binanın köşesini devirip o geniş
caddeye çıktığınız anda, karşılaştığınız
bir ihtiyara verdiğiniz selamın hemen
sonrasında, bilemedim belki bir
kıraathanede oturduğunuz sandalyeden
acemice hareketlerle doğrulup çay
istemek için elinizi yabancı ve titrek
kaldırdığınızda, nereden ve neden
geldiğinizi belki yüzüncü kez ama
aynı heyecan ve içtenlikle bir esnafa
anlatırken, kim bilir güzel bir Kars
kızına bakarken hem garip bir kıpırtıyı
hissedip hem de bundan dolayı
utandığınız o huzursuz anda, teninizi de
aşıp bir masal anlatacak.Kars güzel ve
soğuk bir uzak masal şehridir çünkü.
Sokaklarındaki sonsuz beyaz,
pencerelerinden sokağa sızan
Behbudov tınıları, yüzünüzün önünde
uçuşan binlerce kahraman kar taneleri
ve o soğukta kollarınızı iki yana açıp
şehri kucaklama isteğindeki kalbiniz,
sizi adını daha önce hiç duymadığınız,
hiç gitmediğiniz, dokunmadığınız hiç ve
şarkısını başka yerde dinlemediğiniz bir
dünyaya götürecek.
Kars kalesinin hemen altında Ebul
Hasan El Harakani’nin türbesinden içeri
adımınızı atarken bir yazı karşılayacak
sizi, o kocaman kalpli güzel adamın
yazısı: “Her kim bu kapıya gelirse
ekmeğini verin inancını sormayın; zira
Ulu Allah'ın katında ruh taşımaya layık
olan herkes, elbette Ebü'l Hasan'ın
sofrasında ekmek yemeğe de layıktır."
İrkileceksiniz, Kars size sofrasında bir
yer gösterecek, usul adımlarla oraya
gidip sessizce oturun, siz ruh taşımaya
layıksınız, elbette bu şehirde bir
yeriniz vardır. Çünkü bu şehir kötülük
tutmaz, kin bilmez, bela musallat olmaz
buraya, olsa da çok durmaz; silker onu
yakasından Kars; size yer açar, size
yani kalbi olana.
83
odak noktası
Bir “kedi hayranı” Süha Derbent
Röportaj: Aise Amet
“Her şeyin en mükemmel örneğini doğa ve hayvan davranışlarında görebilmek mümkün.
Hız, hız ve performansın doğru zamanlama ile kullanılması, güç, gücün kontrolü, estetik, liderlik,
strateji geliştirme, işbirliği, gerekirse etik kurallar çerçevesinde rakip ile işbirliği, denge, ritim, doğaya
ve diğer canlılara saygı, tolerans gösterme, eğitim, sevgi ve bizim beceremediğimiz her şey...”
84
Süha Derbent kimdir, kendinizi nasıl
tanımlarsınız?
Beni gerçekten en iyi anlatan cümle,
“Kedi hayranı” olmam. 1963 İstanbul
doğumluyum, fotoğrafa olan ilgim
yaklaşık 19-20 yaşlarımda başladı ve
kısa süre sonra da basında çalışmaya
başladım. Cumhuriyet gazetesi, Atlas
ve Marie Claire dergilerinde fotomuhabir olarak çalıştıktan sonra Gezi
National Geographic dergisinde görsel
yönetmenlik yaptım. 1998 yılından
bu yana serbest çalışıyor ve yine o
tarihten bu yana vahşi doğa çekimleri
yapıyorum.
Büyük vahşi kedi fotoğrafçılığını
seçme sebebiniz nedir?
Vahşi yaşam fotoğrafçılığı çok zor
ve sabır gerektiren bir uğraş. Kendi
içerisinde de birçok uzmanlık alanına
ayrılıyor. Kedi hayranı olmam sanırım
en büyük etken oldu ve bende büyük
kedileri seçtim. Yeryüzünde 38 tür kedi
yaşıyor ve bunlardan 7 tanesi büyük
kedi olarak adlandırılıyor. Sıralayacak
olursak; Aslan, Leopar, Çita, Kaplan,
Puma, Kar Leoparı ve Jaguar.
Çekimler sırasında ne tür zorluklar
yaşıyorsunuz? Çekimler öncesinde
nasıl bir hazırlık yapıyorsunuz?
Çekimler bu canlıların yaşadığı
doğal hayat koşullarında yapılıyor ve
genellikle ya çok sıcak ve nemli veya
çok soğuk ortamda çalışıyoruz. İklime
ve doğaya uyum sağlamak gerekiyor.
Çekim öncesi bazen bir yılı aşan süre
araştırma yapıyorum ve yazışıyorum.
Çekime gittiğimde karşılaşacağım
sürprizleri minimize ederek gitmek
zorundayım. Doğa koşulları, uygun
iklim ve zamanlama temel konuları
oluşturuyor. Bunlar uyum için gerekli
önlemler, bölgedeki hayvanların sayısı,
davranış özellikleri, daha önce görülme
sıklıkları, izlenme süreleri, yaklaşılabilen
mesafe ve canlıların o bölgeye has
davranışları hakkında bilgi ediniyor
ve bunlardan hareketle çalışma
planı yapıyoruz. Ayrıca çekim öncesi
sponsor bulma süreci de ciddiye
alarak uğraştığım ve uzun zamana
yayılan bir süreç. Firmaların kurumsal
kimliklerine, marka değerlerine, hedef
ve vizyonlarına uygun projeler geliştirip
bunları doğada yaşam ve hayvan
davranışı üzerinden anlatan sunumlar
oluşturuyorum.
85
odak noktası
86
Çekimler sırasında çok zor durumda
kaldığınız, ilginç olaylar yaşanıyordur
muhakkak…
Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uzun
süredir çalıştığımız bir arazide ışığın
sertleştiği bir zamana denk gelen
bir anda büyük bir fil sürüsünün
nehirde yıkanmalarını izliyorduk.
Yıkanmayı çok seven fillerin nehirdeki
gösteri haline dönüşen bu hallerini
keyifle izlemeye dalmıştık. Deneyimli
rehberimizin uyarısı ile ona kulak
verdik ve bize “sessiz olun” dedikten
sonra doğayı dinlemeye başladık. Az
sonra rehberimizin söylediği cümle
ile irkildik. “leopar babunun kafatasını
kırıyor” demişti. Ardından hemen
harekete geçerek aracı çalıştırdı ve
bulunduğumuz yerden ayrılıp yola
koyulduk. Bu olayın en ilginç tarafı
ise bir süre sonra ortaya çıktı. Çünkü
haklıydı ve bir babunu yiyen leoparı
bulmuştuk ama en az iki km yol
aldıktan sonra... Doğa ile böylesine
bütünleşmiş bir rehber ile çalışmanın
bana kattığı birçok şey oldu. Ve birçok
fotoğrafımı bu ve bunun gibi deneyimli
doğa adamları yardımı ile çekebildim.
Büyük kedi fotoğrafçılığı dışında yaban
hayatla ilgili fotoğraf çalışmalarınız
oldu mu?
Kedilere duyduğum hayranlığımın
dışında genel olarak tüm canlıları
seven biriyim. Büyük kedileri ararken
karşılaştığım uygun ışık koşullarında
canlıları fotoğraflarken bazı türlere
karşı ilgim oluştu ve onlara ilişkin
çalışmalar da yaptım. Bunlar arasında
özellikle kutup ayılarını fotoğrafladığım
proje ve en son da 2007 yılında
Kongo’da dağ gorilleri üzerine
Virunga Ulusal Park’ında yaptığım
çalışmalar sayılabilir. Bir fırsat ve bütçe
yaratabilirsem tekrar dağ gorillerine
ilişkin çalışma yapmak istiyorum.
Fotoğrafta olmazsa olmazlarınız
nelerdir? Sizin için fotoğrafı “biricik”
yapan unsurlar nelerdir?
Fotoğrafa başladığım ilk yıllarda
daha çok kentleri, kültürleri, yaşam
biçimlerini anlatan foto-röportajlar
hazırlıyordum. Bu nedenle “fotoğraf
çekmek için seyahat etmek
zorundaydım.” Ardından geçen zaman
içerisinde vahşi yaşam fotoğrafçılığına
geçiş yaptığım andan itibaren durum
değişti. Bu çok sevdiğim ve hayranlık
duyduğum canlılara bu kadar yakın
olabilmenin bana verdiği ayrıcalık
duygusu daha belirleyici oldu ve ben
artık “orada olabilmek için fotoğraf
çekmeye” başladım. Fotoğraflarım
beni onlara ulaştıran birer araç oldular.
Çektiğim fotoğraflar sayesinde kedilere
yakın olabildim ve böyle de devam
ediyor. Vahşi kedi fotoğrafları çekerken
hiçbir sanatsal kaygı taşımıyorum.
Belgesel tadında çalışmalar üretmek
87
odak noktası
gibi bir amacım var ve daha ötesi
benim için fazla büyük bir hedef.
Diğer yandan pek yayınlamamakla
birlikte son yıllarda nü model çekimleri
yapıyorum sadece hobi olarak.
Seyahatte olmadığım dönemlerde
İstanbul’da bu çalışmalarımı da
sürdürüyorum ve şimdilik bu
çalışmalarıma ilişkin bir hedefim de
yok. Sadece hobi...
İyi bir fotoğrafçı olmak için nelere
dikkat etmeli, ne gibi özverilerde
bulunmak gerekir, birikim ve altyapı ne
kadar önemli?
Öncelikle uzmanlık alanının ve tarzın
oluşmasının çok önemli olduğuna
inanıyorum. Ne kadar çok şeyi bir
arada yapmaya kalkarsak o kadar az
ilerleyebiliriz diye düşünenlerdenim.
Bu nedenle önce alanın belirlenmesi
88
benim açımdan önemlidir. Sonrasında
bu alanda başarılı olmuş kişilerin
izlenmesi ve onların izlediği yolun
keşfedilmesi gereklidir. Ardından kendi
tarzının belirlenmesi ile başlayan ve
ömür boyu süren bir öğrenme süreci
başlayacaktır...
Şu ana kadar hangi hayvanları
fotoğrafladınız? Çekmekten en keyif
aldığınız tür hangisi?
Tüm büyük kedileri (aslan, leopar, çita,
kaplan, kar leoparı, puma ve jaguar)
fotoğrafladım. Bazı alt türleri de... Şimdi
yine bazı alt türler ile devam etmek
niyetindeyim. Melanistik leopar çekmek
için hazırlanıyorum.
Bir aslan, kaplan ya da çita ile göz
göze gelmek nasıl bir duygu?
Gerçekten çok özel canlılar. Biz
insanların kendimize katmak için
ömrümüzü harcadığımız ve her
zamanda başarılı olamadığımız birçok
yetiye doğuştan ve mükemmel olarak
sahipler. Onlar bizim gelişmiş hallerimiz
diyebilirim. Hatta olamayacağımız
kadar üstünler. İşte bu nedenle, herkes
için aynı olmayabilir elbette ama benim
için dünyada hissedilebilecek en
ayrıcalıklı duygu bu.
Hayvanların davranışlarından yola
çıkarak şirketlere eğitim veriyorsunuz.
Nedir hayvan davranışlarından örnek
alınması gerekenler?
Her şeyin en mükemmel örneğini doğa
ve hayvan davranışlarında görebilmek
mümkün. Hız, hız ve performansın
doğru zamanlama ile kullanılması, güç,
gücün kontrolü, estetik, liderlik, strateji
geliştirme, işbirliği, gerekirse etik
kurallar çerçevesinde rakip ile işbirliği,
denge, ritim, doğaya ve diğer canlılara
saygı, tolerans gösterme, eğitim, sevgi
ve bizim beceremediğimiz her şey...
Sizce fotoğrafa dijital müdahale
fotoğrafın değerini düşürür mü?
Doğru ve yerinde yapılması koşulu ile
arttırır.
Fotoğraflarından veya tarzından
etkilendiğiniz fotoğrafçı var mı?
Frans Lantig fotoğraflarının her birinin
birer reklam sloganı gibi olmasını,
Jim Brandenburg ışık kullanımını,
Michael Nichols’un canlıların temel
davranışlarının en doğal halleri ile
yansıtmasını, Steve Bloom’un ise
doğa fotoğraflarına yaptığı yerinde ve
dozunda dijital müdahaleleri etkileyici
buluyorum.
Yakın çevrenizin sizin bu tutkunuza
yaklaşımı nasıl?
Benim alanım yani belgesel birçok
insanın ilgisini çekiyor ve giderek de
ilgilenenlerin sayısı artıyor.
Fotoğraflarınızın başkaları tarafından
değerlendirilmesi sizin için ne anlam
ifade ediyor? Eleştirileri ne kadar
dikkate alıyorsunuz, kimin eleştirisi
sizin için çok önemlidir?
Objektif olan ve benim göremediğimi
bana gösteren her eleştiri benim için
değerlidir ve dikkate alırım. Özellikle
eksik ve hatalarımı görebilmem
açısından değerlendiririm ve geri kalanı
ile ilgilenmem.
Keşke makinam yanımda olsaydı
dediğiniz anlar oldu mu?
İstanbul’da zaten yanımda taşımıyorum
ve benim alanım dışı konular aslında
pek ilgimi de çekmiyor. Doğada ise
yanımdan ayırmadığım için pek böyle
bir şey hissetmiyorum diyebilirim.
Fotoğrafın üzerinizdeki pozitif/ negatif
etkileri neler?
Bana yaşama enerjisi katıyor, hayata ve
doğaya yakın olmamı sağlıyor. Negatif
etkisi varsa da ben henüz bilmiyorum.
Son olarak fotoğraf denince aklınıza
gelen üç kelime?
Ulaşım aracı, ifade ve estetik.
89
tekno günce
Steve
Jobs
ve
hayatı
Erdinç Tuğcu
Bilgisayar aleminin yenilik ve zerafet tanrısı Steve Jobs, 5 Ekim 2011’de 8 senedir savaş verdiği
pankreas kanserine yenilerek hayata gözlerini yumdu. Çoğumuz farkında olmasak da günlük
hayatımızı derinden etkileyip değiştiren, dünyanın en etkili insanlarından biriydi. Bu sebeple bu yazının
konusu da “onun” hayatı…
Terk edilme: Jobs soyadını almasını
sağlayan olaylar zinciri, belki de ona
sadece bir soyadı değil aynı zamanda
yıllar boyunca kişiliğini de dokuyarak, o
her zaman önde gidebilen ayrık adamın
oluşmasına da temel oldu. Steve Jobs
24 Şubat 1955 yılında yılında Alman
kökenli Amerikalı Joanne Schieble ve
Suriye uyruklu Abdülfettah Jandali’nin
oğlu olarak dünyaya geldi. Doğduğu
yer San Fransisco’da bekar annelere
yardım eden bir doktorun yanında
gerçekleşmişti çünkü evlenmek
isteyen Joanne ve Abdülfettah çiftinin
karşısında Joanne’nin onu bu adamla
evlenirse evlatlıktan reddetmek ile
tehdit eden babası vardı. Joanne,
Abdülfettah’la evlenemediği gibi
çocuğunu evlatlık vermek zorunda
kalacaktı. Joanne’nin evlatlık vermekle
ilgili tek şartı, çocuğu alacak anne ve
babanın üniversite mezunu olmasıydı.
Uygun bir çift bulundu ancak onlar
son dakikada bir kız çocuğu isteyince;
Steve, Paul ve Clara Jobs’a verildi.
90
Üniversite muzunu olmayan bu çift
askeri geçmişi olan Paul ve onun
memur eşi Clara, Joanne’den derhal
veto yediler ancak haftalar süren ikna
çalışmalarının sonucunda Joanne,
çiftin Steve’ye bir üniversite hayatı
sağlayacaklarını taahhüt eden bir
anlaşmayı imzalaması ile ikna edildi.
Silikon Vadisi: 1950’lerin sonlarına
doğru, Paul, Palo Alto’daki şubeye
atanınca Mountain View’e yerleşen
Jobs ailesi bölgenin ileride
garajlarında milyar dolarlık şirketler
çıkaracak Silikon Vadisi olacağından
habersizdiler. Taşındıkları bölge
Amerika’nın yeni yüzü olmaya aday bir
projenin parçasıydı. Öyle bir mahalle
düşünün ki en beceriksiz komşunuz
bile milyar dolarlık bir firmada önemli
bir projenin sorumlu mühendisi olsun.
Mountain View’deki ev Steve’nin
başarılarının temellerini oluşturmak
için çok iyi fırsatlar yaratacaktı hatta
kendi evlerinde bile. O hobi olarak eski
arabaları alıp onarıp satmaktaydı. Paul
oğluna da garajda bir tezgah ayırmıştı.
Mekanik tamirat işleri Steve’nin ilgisini
çekmese de babasının detaylara
verdiği önem ve hastalıklı bir titizlikle
çalışması ona da bulaştı.
Okul Hayatı: Evlatlık olduğunu küçük
yaşlardan itibaren bilen Steve’nin
hem bu terk edilmişlik duygusu ile
hem de Jobs’ların yıllar süren çocuk
özlemi sebebiyle kendisini özel
hissettirmesi Steve’de otorite karşıtlığı
ile sonuçlandı. Okulun ilk yıllarında bu
sebeple oldukça zorlanan Steve’nin
şifresinin rüşvet olduğunu çözen 4.
sınıf matematik öğretmeni Imogene
Hill, birkaç ay içerisinde rüşvete ihtiyaç
duymadan öğrenmeye ve bilgiye
hevesli bir çocuk yarattı. 1960’ların
sonu ile beraber Steve de kendini
o aykırı kültürün içerisinde buldu. O
dönemki arkadaşları için; “Arkadaşlarım
cidden zeki gençlerdi, ben matematiğe
bilime ve elektroniğe düşkündüm, onlar
da bunlara ve ayrıca Lsd’ye ve bütün
o karşı kültür tribine düşkündüler.”
demişti. Elektronik kulüpleri, dijital eşek
şakaları ve yazları yapılan boyundan
büyük stajlarla lise hayatı devam etti.
Woz: Lisenin sonuna geldiğinde ortak
arkadaşları Bill Fernandez, Steve ile
üniversiteyi bitirmiş olmasına rağmen
duygusal gelişimi bir lise talebesi
seviyesinde olan bir başka Steve
ile tanıştırdı. Cal Tech mezunu bu
elektronik dehası adam, Steve Wozniak
yani bilgisayar camiasında yaygınca
bilinen adı ile Woz’du. Bob Dylan
hastası bu iki genç birbirlerine ilaç gibi
geldi. O dönemde tarihin ilk bilgisayar
korsanlığı yapılmıştı. Bir mısır gevreği
kutusundan çıkan bir düdükten çıkan
ses ile uluslararası mesafe aramaları
bedavaya getirmeye yarayan sinyalin
frekansı yakalabileceğini fark eden
mühendis John Drapper, bu şekilde
tarihe geçti ve Steve ve Woz’a ilham
verdi. Woz’un elektronik dehası sıkı
bir araştırma ile o sinyali düzenli ve
düzgün bir şekilde çıkarabilecek bir
devre tasarladı. Steve’nin de ticari
zekası ile “Mavi Kutu” adını verdikleri
bu cihazı tanesi 150$’dan satmaya
başladılar. Steve olmadan Woz
dahiyane icatlarını bedavaya dağıtan
çılgın bir bilim adamı olarak tarihe
geçebilirdi.
Üniversite: Liseden sonra, pahalı
olmasına rağmen daha önce verdikleri
sözü tutmak isteyen Jobs ailesi, Steve’i
Reed Üniversitesi’ne gönderdiler. Reed
1000 öğrencili tam bir hippi kalesi
olan bir okuldu. Steve’ye Zen Budizmi
ve takıntılı denebilecek kadar sert bir
vejetaryen diyeti kazandırdı. Ancak
okulda geçen 18 ayın sonunda okuldan
sıkılan Steve, daha fazla ailesinin
parasını çar çur etmemek için okuldan
kaydını sildirdi ve kafasına esen
derslere kaydı olmamasına rağmen
devam etti. Kendi deyimi ile yetişkinliğe
Lsd ve Zen aydınlanması ile bilincin
yükseldiği büyülü bir dönemde adım
attı.
Hindistan: Okuldan sonra 1972-74
yılları arasında Atari’de çalışmaya
başlayan Steve’nin aklında sadece
çıktığı aydınlanma yolculuğunun bir
aşaması olarak Hindistan’a gitmek
için para biriktirmek vardı. İşten ayrılıp
yaptığı ufak bir Avrupa turundan sonra
soluğu Yeni Delhi’de aldı ve gelir
gelmez dizanteri kaparak, 73 kilodan
55 kiloya düştü. Kendine biraz gelince
de Neem Karoli Baba’nın yaşadığı köye
giden Steve yarı aç yarı tok, 7 aylık bir
maceradan sonra, evine geri döndü.
Üstelik kafası bir Hindu din adamı
tarafından bitlenmesin diye traş edilmiş
halde.
Apple: Dönüşte kısa bir Atari
macerasından sonra, Woz’un iki
aylık çalışmasının sonucunda ortaya
çıkarttığı tarihin ilk kişisel bilgisayarı
Steve’i büyüledi. İlk defa bir klavyede
basılan tuşlar ekrana çıkıyordu ve
tarihler 29 Haziran 1975’i gösteriyordu.
Bu buluşunu bedava dağıtıp hava
atmak isteyen Woz’u Steve durdurdu.
Beraber şirket kurma hayali ile onu
kandırarak, pazarlama ve satışa ikna
etmeyi başardı. Beraber kurdukları
şirketin ismi de, Steve’nin o dönemki
diyetinden ilham alınarak, Apple
(elma) oldu. O esnada HP’de çalışan
Woz, böyle bir işe HP’nin haberi
olmadan kalkışmanın ahlaki olmadığını
düşünüyordu. Bu yüzden tasarımlarını
önce onlara gösterdi. Tarihi bir fırsatın
masalarında olduğunu anlayamayan
HP yöneticileri Woz’un teklifini geri
çevirdiler. Artık önlerinde bir engel
kalmayan ikili, 1976 ortasında
şirketlerini kurdular. İşlevsel olarak
üstün olsa da görsel olarak diğerlerinin
yanında kötü duran Apple-I piyasaya
sürüldü. Bundan sonra entegre bir yapı
ile daha güzel bir bilgisayar olan AppleII piyasaya sürülecekti. Ancak yaşanan
finansal sıkıntılar, iki kafadara hocalık
edilecek Mike Markkula isimli 3. bir
ortakla çözülebilecekti. 2. bilgisayarın
ağrılı ve sancılı çalışma sistemi Steve’i
çekilmez ve kaba bir insan haline
getirmişti. Bu sebeple şirketin başına
Mike Scott getirildi.
Macintosh: Steve’nin huysuzlukları
artınca, Macintosh isimli yeni bir
bilgisayar projesi için uzaktaki bir
binaya gönderildi. Steve burada
kendi vizyonuna uygun insanları bir
araya getirerek hastalıklı bir titizlikle
yeni bilgisayar üzerinde çalıştı. Mac,
Xerox’tan esinlenerek yapılmış ilk
grafik ara birimi içeriyordu. Donanım ve
yazılımın, tek bir vücut olması gerektiği
inanan Steve, kullanıcının yapabileceği
değişiklikleri minimumda tutmak istedi.
Son kullanıcının değişiklik yapma
isteğini her zaman Rembrant’ın bir
tablosuna bir fırça atma isteği ile eş
tuttu. 1984 yılında efsanevi bir reklam
kampanyası ile Mac piyasaya sürüldü.
91
tekno günce
Bill Gates: Steve ve Bill’in sonradan
çok şekil değiştirecek olan dostlukları,
1984 yılında Macintosh ile başladı.
Gerek zerafet gerekse iş anlayışı
taban tabana zıt olan bu iki adam,
yeni bilgisayar için Basic, Excel
ve Word programları için güçlerini
birleştirdiler. İkisi de bir taşla iki
kuş vurmuştu. Apple, Microsoft’tan
rakipleri Ibm’ye 2 sene boyunca ofis
yazılımı yapmama karşılığında kendi
Basic ekibini dağıtarak Microsoft’un
yazılımına geçecekti. Ancak Apple
anlaşmaya sadık kalmayınca buna
karşılık Microsoft da Ibm için grafik
arayüzlü bir işletim sistemi tasarladı.
Dünyanın gelmiş geçmiş en çok satılan
ve bilinen işletim sistemi olan Microsoft
Windows böylece doğmuş oldu. Steve
bu hareketi hiçbir zaman affetmedi ve
ihanet olarak gördü. Bill’in buna cevabı
basitti “Ben zengin komşum Xerox’un
evine televizyonunu çalmak için
girdiğimde sadece Steve’nin benden
önce davrandığını gördüm.”
Ayrılık: Mac’in başarısı ne yazık ki kalıcı
olamadı. Buna Steve’nin takıntıları ve
kaba tavrı da eklenince, ekip yavaş
yavaş dağılmaya başladı, üstelik
buna Woz bile dahildi. Bunun üzerine
yönetim Steve’ye Mac projesini bırakıp
yeni kurulacak bir Arge bölümünün
başına geçmesini önerdi. Dönemin
Apple Ceo’su Sculley Girer, yönetim
kurulunun kalanını da ikna ederek
Steve’i görevinden aldı. Darbe
yapmaya çalışsa da yönetim kurulunun
kararı kesindi. Steve’den geriye sadece
boşalttığı ofiste duvara çarparak
kırılmış Sculley ile çekilmiş bir fotoğraf
kaldı.
Next: Steve Apple ile arasında sadece
satmayıp kenarda tuttuğu 1 hisse
bırakarak. Oradan kendisini takip
ederek ayrılan 6 kişi ile birlikte yeni
bir şirket kurdu, 1986 senesinde yeni
bir bilgisayar için çalışmalara başladı.
Steve’nin titizliği ve takıntıları paralarını
bitirdi, bir prototip üretmeyi başarsalar
da ikinci darbeyi Bill Gates vurdu. Mac
gerginliğinin ardından yine yardımına
başvurmaya kalkan Steve’yi geri
92
çevirmekle kalmadı, yeni bilgisayarın
iyi olmadığı ile ilgili çeşitli röportajar
vermişti. Kapana kısılan Steve, eski
bir rakibe gitti. Onları Microsoft
tekelinden kurtarma vaadiyle IBM ile bir
anlaşmaya vardı. Ancak işler Steve’nin
umduğu gibi gitmeyecekti.
Pixar: Lucas Film, Star Wars
üçlemesini yayınladıktan sonra
zorlu bir boşanma süreci yaşayan
George Lucas, şirketteki özel efekt ve
animasyonlardan sorumlu kısmı elden
çıkartmak istiyordu. Steve sanatın ve
teknolojinin kesişmesi fikrine her zaman
sevgi ile baktığı için hemen bu işin
üzerine gitti ve 10 milyon $ ve 2 senelik
bir çalışmanın sonucunda bu bölümü
alarak Pixar şirketini kurdu. Bilgisayar
animasyonları olduğu kadar animasyon
donanımları ile uğraşan Pixar aynı Next
gibi ilerleyen dönemlerde donanım
işini tamamen bıraktı. İlk yayınladıkları
anımasyonla Oscar adayı olsalar da
bunu ancak ikinci filmleri olan Tin
Toy ile alacaklardı ve bundan sonraki
süre boyunca her yaptıkları film yüz
milyonlarca dolar gişe hasılatı getirdi.
Yaptıkları 8 filmin 6’sı Oscar kazandı.
Asıl şaşırtıcı olan ise 2006 yılında
hisselerinin yarısı 7.4 milyar dolara
Disney tarafından alınacaktı.
Diriliş: Next’te işler iyi gitmiyordu,
Steve beklediği başarıyı bir türlü
yakalayamamıştı. Apple da Steve’den
sonra gerilemiş piyasa payını
%4’lere kadar düşürmüştü. Sahne
Microsoft’undu ve Microsoft gelmiş
geçmiş en çok satılan işletim sistemi
Windows 95’i çıkartmıştı. İşler kötüydü
ve Apple durumu değiştirmek için
dramatik bir kararla Next’i satın almaya
karar verdi, ayrıldığı günden beri Apple
için fırsat kollayan Steve anlaşmayı
hemen imzaladı. Üstelik sadece
yönetim kurulu başkanı danışmanı olma
karşılığında... Ama rahat durmayan
Steve değişiklik yapmaya başlamıştı
bile. 1997 yılında yönetim kurulunu
kendini yönetim kurulu başkanı
yapmakla beraber istifa etmeye de ikna
etmişti. İlk iş Apple üzerindeki ağırlıkları
atıp sadece belli işlere odaklanmak
oldu. Sonra da eski bir arkadaştan
yardım istedi. Microsoft, yeni bilgisayar
için 150 milyon dolar gibi bir yatırımla
ofis programlarını yazacaktı. Milyar
dolarlık zarardaki şirket 1998 yılında
305 milyon $ kâra geçti. Steve de Apple
da geri dönmüştü. Bundan sonra Imac,
Ipod , Iphone ve Ipad gibi çıkardığı
ürünlerle piyasa standardı oluşturmaya
devam edecekti.
Son Savaş: 2003 yılında doktorlar
Steve’ye başka bir mücadele alanı
sundu. Steve ne yazık ki pankreas
kanseriydi. Teşhis ile sarsılan Jobs ilk
9 ay boyunca alternatif tıp çözümlerini
deneyecek ama eninde sonunda
modern tıp yöntemlerine dönmek
zorunda kalacaktı. Bu 9 aylık sürecin
bedeli ağır oldu. Daha yavaş ilerleyen
nadir bir tür olmasına rağmen bu
tutum hastalığın ilerlemesine yol açtı.
Sağlığı inişli çıkışlı bir şekilde 2010
yılına kadar hayatını devam ettirdi.
2010 yılında karaciğer nakli yaptırması
gerekti. 2011 yılı başında sağlık
sorunları sebebi ile geçici olarak yerini
halefi Tim Cook’a bıraktı. 24 Ağustos
2011’de de aynı sıkıntılar yüzünden
Apple yönetim kurulu başkanlığından
istifa etti. İstifa etmesine rağmen
ölmeden bir gün öncesine kadar Tim
Cook ile çalışmaya devam etti. 5
Kasım 2011’de hastalığına bağlı olarak
solunum yetmezliği sebebi ile hayata
gözlerini yumdu. Geride onu seven bir
aile ve hayatına bir şekilde dokunduğu
milyonlarca insan bıraktı.
93
hemzemin
İçimizdeki isyankârlar
Nazlıhan Ergin Şevik
Sabahları uykuyu alamadan, işe geç kalma korkusuyla, yorgun, mutsuz ve hatta kas ağrılarıyla
kalkmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Günümüz çalışma koşullarında ve aslında yaşam ortamında
sıkça görülen bu sorunun tıpta da yeri var, belki duymuşsunuzdur; “kronik yorgunluk sendromu.”
Ah ne hoş; özellikle (%70 oranında) kadınları etkiliyormuş. En yaygın belirtileri de işte tüm bunlar...
94
UZMANLAR kronik yorgunluğun
Amerika’da çok yaygın bir hastalık
olduğunu, ülkemizde ise yeni yeni
yaygınlaştığını düşünüyorlar. Fakat
ben aynı fikirde değilim, zira kiminle
konuşsam aynı şeyleri işitir oldum.
Hani bazı şeyler üst üste gelir ya...
İş, stres, acı kayıplar ve hormonal
değişikliklerimiz işte genellikle bu
zamanlarda ortaya çıkıyormuş. Bundan
yaklaşık altı ay öncesine kadar ben
de aynı sorundan muzdariptim.
Radikal bir kararla evden çalışmaya
başladıktan sonra bu durumun yavaşça
ve kendiliğinden ortadan kalktığını
gördüm. Ama üzülmeyin illa ki böyle
bir karar vermek zorunda değilsiniz.
Zaten bu rahatsızlık uzun süreli
değilmiş, yaklaşık beş altı ay sonra her
şey normale dönüyormuş. Kim inanır?
Ve bununla baş etmenin yolu da iş
stresimizi azaltmaktan, sorumlulukları
paylaşmaktan, daha sakin olup, kötü
alışkanlıkları bırakmaktan geçiyormuş.
Aman ne kolay değil mi?
Biliyorum, her gün kalkıp kahvaltı
hazırlamak, etrafı toparlamak,
kendimizi ve eşimizi işe ve belki
çocuğumuzu da okula hazırlamamız
gerekiyor. Sonra trafikle baş etmek,
daha işyerine varmadan yorulmak…
O soğuk plazaların, iş merkezlerinin,
binaların penceresiz odalarında belki
de metrekareye bir insan düşen
bölmelerinde, o sinir bozucu telefonları,
eski model bilgisayarlarımızı açmak
zorundayız.
Biliyorum, faks - fotokopi çekmek,
yemekhanede yemek almak, tuvalet
ihtiyacımız için bile kuyruğa girmek
zorundayız. Her zaman özenli olmalı,
kibarlığımızı elden bırakmamalı,
saygılı, uyumlu bir tavır sergilemeli, en
sinirli anlarımızda bile çözüm odaklı
olmalı, sakın ha pozitif, güleryüzlü
maskelerimizi yere düşürmemeliyiz.
Öğle arasında kadınlar yeni gelen kızı
çekiştirip, şirket dedikoduları yaparken,
erkekler boyunlarındaki zincirlerini
gevşetip, futbol geyikleri yapabilirler.
Ama mesai saatlerine dönünce beyli
hanımlı konuşmaya devam etmeli,
ciddiyetimizi bozmamalıyız. Günaydın,
iyi akşamlar klişeleri dışında konuşmak,
fazla gülmek, ağlamak, dokunmak,
şakalaşmak, yakınlaşmak yasak.
Verilen işleri zamanında teslim etmek,
en mutsuz günümüzde bile o çekilmez
toplantıları yapmak zorundayız. 6’yı
bir geçe kafamızı izole edip artık evin
eksiklerini, ne yemek yapacağımızı
düşünmek, çocuğu okuldan almak
zorundayız.
Kronik yorgun olmayacağız da
ne olacağız sanki? Sonra tabi
Pazartesi’den Cuma’ya geri sayım
yaparız, Cuma’dan itibaren Pazartesi’yi
hatırlatacak her şeyden kaçarız. Tatil
için yaşıyoruz itiraf edin, tatil için
çalışıyoruz. Bayramları, yıllık izinleri
nasıl da iple çekiyoruz. Resmen
masamızda duran o ucube reklamlı
takvimlere çentik atmak için günlerle
yarışıyoruz. Tatillerde de aranmasak,
sorulmasak bile çoğu zaman kafamız
yeni proje sunumunda, patronun son
tavrında, iş arkadaşımızın bize karşı
olan tutumunda, hep orada oluyoruz.
Bavula çoğu zaman işimizi de koyup
gidiyoruz, belki de hiç gidemiyoruz.
Biraz şikâyet edince de “en azından
işin var”, “olsun iş iştir”, kalıplarına
mazur kalıyoruz.
Lise yıllarında gittiğim bir türkü kafe
vardı. Gündüz saatlerinde iki kişinin
çıkıp birinin bağlamayla birininse gitarla
müzik yaptıkları vasat bir mekândı.
Orada o adamlar, anlamını yıllar sonra
çözdüğüm fakat ilk dinleyişimden
itibaren her duyduğumda içimde
isyankâr bir tavır yaratan bir şarkı
söylerlerdi. Sanırsınız yıllarca 9-6
yollarında çalışmış memurduk hepimiz.
Öyle içli, öyle derinden söylerlerdi
ki, her gittiğimde peçeteye yazıp
illa ki istek yapardım "9-6 yolları"nı.
Eşlik ettiğim o Efkan Şeşen şarkısının
anlamını sabah 9 akşam 6 çalıştığım
yıllar içinde tecrübeyle öğrendim.
"Umutlar bir kasada, sıkışmış bir
masada / Dokuz altı yollarında oy,
bir ömür geçer buralarda" "Dokuz
altı yollarında, bir zincir boğazımda /
Sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam"
diye devam eden şarkıda nasıl da
anlatmış bizi Efkan Şeşen. Sonu
olmayan çalışma tempomuzun
gelecek umutlarımızı nasıl körelttiğini,
duygularımızın, yaşamak istediğimiz
güzelliklerin erişilmezliğini, sahip olmak
istediklerimizin bu sistem içerisinde
nasıl imkânsızlaştığını vurgulayarak…
“Ayda yılda bir kaçamak, kaçsak bile
yaşamamak / Dokuz altı yollarında
gülmek yasak” derken az önce
bahsettiğim tatil meselesi konusunda
da haksız olmadığıma sevindim. Bunları
işten soğuyun diye anlatmıyorum,
kalkıp girişimcilik planları yapın diye
de değil. Zaten hepimiz biliyoruz ki bu
bir çark, dişlileri de biziz. Biz olmazsak
dönmez o çark. Nasıl bir çarksa
milyonlarca kişiyi hapseden!
Diyeceğim o ki dostlar, başta
kendimize olmak üzere milyon
tane sorumluluğumuz, yaşamak
için zorunluluklarımız var. Bunları
karşılamak için ise önce bireysel
güce ve işe ihtiyacımız… Hani o hep
hayalini kurduğumuz sahil kasabasına
gidip, organik tarım yapmaya daha
çok zaman varsa yani bu diyardan
şimdilik gidemiyorsak, bu deveyi
güdeceğiz, başka çaresi yok, o işe
kalkıp gideceğiz! Tabi bunu yaparken
yıpranma payımızı en aza indirgemek,
halet-i ruhiyemizi sağlıklı kılmak
ve kronik yorgunluk sendromuna
kapılmamak için mümkün olduğunca
kendi kendimizin telkincisi, psikologu
olmamız gerek. Ve belki de bu
düzenin bize güvende olduğumuzu
hissettirdiğini, bunu herkesin yaptığını,
daha kötü durumda olanları, çarkı kabul
eden taraf olup “eh en azından işimiz
var” diye düşünmek… Ama siz yine de
dokuz altı yollarında yürürken, içinizde
şarkı çığıran isyankârı tamamen
susturmayın, çünkü o da sizsiniz.
Hemzemin’de buluşmak üzere,
sevgiler.
95
deli kızın defteri
:)
:)
:
:) )
:(
İkinoktaüstüsteaçparantez
Yükseklik, böcek, karanlık, kedi, köpek, iğne, örümcek, kapalı yerde kalmak...
Korkunun bahaneleridir bunlar. Kimisine garip gelen, kiminin de haklı bulacağı
daha onlarcası da bulunabilir. Tamam, her şeyden korkulur da, insanın kendinden
korkmasıdır belki de en korkunç olanı... Bu nasıl mı olur?
Gözde Aral
ÖYLE BİR AN GELİR Kİ, günlük
telaşeler, hayata, yaşamaya, inanmaya
dair her şey sabun köpüğü gibi
görünür. “Ne anlamı var ki!” dersin
dudaklarını bile oynatmadan... Sabah
gözünü açtığında gün ağırmamaya
başlar. Karanlık değilse de, aydınlık
da değildir artık. Kurşuni bir griye
bulanır baktığın her yer. Yaşamaya
üşenirsin. Çalışmak zor gelir,
eğlenmek sıkıcı, konuşmak gereksiz,
susmak ağır… Uyumak -yarı ölüm
olduğundan belki- tek çıkış halini alır.
Kabuslarla bölünmüyorsa eğer, uyku
sığınabileceğin tek güvenli liman olur.
Ha bir de ağlamak vardır ki, önünde
durmak mümkün değildir. İçeride kazan
kaldıran gözyaşları, yanağından gönül
çukuruna kaymak için isyandadır.
Üzülmen, sevinmen, öfkelenmen
sadece bahanedir artık. Üstelik eskisi
gibi sevinememektesindir. Telefon ya
da bilgisayar ekranında karşına çıkan
“:)” komik değildir, sevimli hiç değildir,
sadece “ikinoktaüstüstekapaparantez”
dir. Bardağın yarısı boştur. Hem o suyu
96
birisi içecek, ve bardağın diğer yarısı
da boş kalacaktır zaten.
Ve bir gün, bir kaşı havada, gözlerini
sana dikmiş olan aynadaki aksini,
aslında iyi olduğuna ikna etmeye
çalışırken bulursun kendini: “Satürn
ters açı yaptı, bir de Merkür geri
gidiyor, bu halim ondan.”
Ne zaman başladığını, ne kadar
sürdüğünü kestiremesen de, bir terslik
olduğunun farkındasındır. Ruhunun
pırıltısı, suya düşen bir kor gibi
karaya dönmüştür. Emanet bir hayat
yaşıyormuşçasına eğreti durur üzerinde
yaptığın her şey… Üstelik bunun
vahameti giderek artmaktadır.
İçinde bulunduğun halden, verdiğin
tepkilerden, düşündüklerinden,
düşünemediklerinden, söylediklerinden,
yaptıklarından, yapabileceklerinden
korkmaya başlarsın sonunda.
Hayatına şekil veren onca etkeni
kontrol edemeyeceğini kabullenmene
rağmen, kendi kontrolünü kaybettiğini
farkettiğinde oldukça uzun zamandır
oturduğun yerden kalkıp, çevrene
bakarsın: İşte o an, ardında bıraktığın
“HOŞGELDİN!” pankartı gözüne çarpar.
"(...)Türkçe'de depresyon bir 'fiil'den
ziyade, bir 'mekan' gibi algılanır. Bu
sebeptendir ki, 'bunalım-da' ya da
'bunalım-dayım' denir. Sanki 'bunalım'
bir mekanmış gibi. İçine girilen karanlık
bir oda... İçinde kaybolunan bir koca
kıta…”*
Parti bitmiş, herkes gitmiştir. Daha
önce hiç görmediğin, bilmediğin bu
garip diyarda kulağına birçok insan
sesi gelmesine karşın, kimseler yoktur
yakınlarında, yalnızsındır. Birileri
konuşur, birileri güler, birileri bağırır,
sen karşılık ver(e)mezsin. Loş, grimavi koridorlarda dolandıkça gerçeğin
nerede başlayıp, nerede bittiğini
karıştırırsın. Kuytuda kalan küçük uyarı
levhasını okumak için ihtiyacın olan şey
küçük bir umut ışığıdır:
“Kapı açık, arkanı dön ve çık!”
*Elif Şafak, Siyah Süt
97
köşe
Şu 9 ay
geçsin
hele...
Dilek Şen
İnsan olmanın en büyük handikabı bu yanılgıyla başlar. Kendi hayatı içinde kavrulup giden iki insan,
hayatlarını birleştirmeye karar verip yetmiyormuş gibi üstüne bir de çocuk eklemek istediği anda,
sarpa sarma hali vuku bulmaya çoktan başlamıştır bile...
Yanılgıyla başlarken kişi hayatına,
kendi yaşadıklarını unutmuşçasına,
çocuğuna benzer bir insanlık
kaderi yaşatacağından habersiz
davranır. İçinde yaşanan zamanı
içselleştirebildikçe artan aidiyet
duygusunun neticesidir bu.
Dünyaya gözlerini açmadan ilk sualleri
ile anne karnında karşılaşır insanoğlu;
cinsiyeti nedir, adı ne olacak, boyu
posu pek önemlidir. Sağlıkla doğsa
da bir rahat yüzü görse kendisi. Adı
konması halinde bunun anlamı nedir,
nereden gelmektedir soruları devam
ederken, kendi dünyasında kendi
sorguları başlar bu kez.
Yürümek için uğraşır, adım atar, yere
düşer, etrafındaki gürültülü insanları
anlayamaz, onlara derdini bir türlü
anlatamaz. Bir konuşsa rahatlayacaktır,
konuşmaya başlar, sonra soru
sormaya; insan olmanın dayanılmaz
sorgulama mantığı işte daha o yaşlarda
peydah olur. “O ne, bu ne, neden,
niye, ama neden… vb.” Ardı ardına
yüzlerce soru sormak sıradandır, bir
öğrense rahat edecektir her şeyi. Büyür
okul vakti gelir, herkes gibi o da okula
gitse, renk renk kalemleri, defterleri
olsa diye umut eder. Umut bu hep bir
98
yerden beklemek, hep hayalini kurmak
gerek. Okula başlar, okumayı sökse
rahat edecektir. Lisede idealindeki
(sadece kendi ideali olması değil,
toplumsal statüsü ideal olan) bir okulu
kazanma umuduyla ders çalışmaktadır.
Kendinden çok umutludur, lisede her
şey çok güzel olacak derken, sınav
gelip geçer ve kendini üniversiteye
hazırlanırken bulur. Bu sahneyi daha
birkaç yıl önce yaşamış olmasına
rağmen yine testmatik kıvamında ders
çalışmakta ve hayallerindeki mesleğe
ulaşmak için üniversiteyi kazanmak
istemektedir.
İşte tam bu aşamada sorular, sorgular
yine başlar; hangi üniversite, hangi
bölüm, çok bilinen bir alan dışı tercihse
“tüh”tür haline, bari bir öğretmen olsa...
Sanki herkes öğretmen olabilir, ya da
öğretmenlik kolay bir iş gibi. Ya da
benzeri benzetmeler avukat, doktor,
temel mühendislik alanlarından biri...
Kız öğrenci için eczacılık en idealidir.
Gencimiz bir umut çalışır üniversiteyi
kazanmak için bu sefer olacak, bu son
adımdır, artık kendi ayakları üzerinde
duracağı zaman gelmiştir.
Hiçbir şey hayal edildiği gibi değildir ne
yazık ki; okul biter iş aranır, er kişi için
asker yolu görünür, askerden dönülse,
iş bulunsa bir rahata erilecektir. Yeni
mezun genç bunun için çok umutludur,
işi olacak daha ne olsun derken iş
bulunur, konu komşu doğduğu günkü
merakla sorarlar: “Düğün ne zaman?”
Kimsenin umru değildir gencin fikri,
seçenekleri, bu devirde üç kuruşla nasıl
geçinecekleri. Olmalıdır. Her sorun
çözülmüş ve tam zamanı gelmiştir. Dış
çevrenin içselleştirdiği bu karmaşa
hali ile nikah masasına oturan gencin
yüzündeki ifade “burası neresi,
neler oluyor burada” şeklinde olsa
da soruların sonu geldiği umuduyla
gülümseyerek imzalar kendine uzatılan
defteri. Bir de sesinin var gücüyle
“evet” der, malum tüm soruları
cevaplamıştır bu hayatta.
Bir iki yıla kalmadan yeni bir soru çıkar
ki karşısına işte bütün soruların temel
taşı; bebek ne zaman geliyor? Neden
gelsin, nereye gelsin, bunca sorunun
orta yerine neye cevap vermek için
gelsin? diye düşünen sorgulanmış
nesil, kendileri aşağıdaki cümleyi
kurarken bulur;
“Şu 9 ay geçsin, bebeğimiz sağlıkla
doğsun, hayat ne güzel olacak!”
99
havadan sudan
Nazan Aşkalli
“Umut” her yerde
En karanlık anda gecenin tam kalbine ışığın
doğması ile gözlerdeki endişe ve bilinmezlik
korkusunun silinmesidir umut.
SOĞUK HAVA ürpertir beni hep,
hoşlanmam fazla ama öylece
çıkıverdim bahçeme hırkamı almadan.
İçime çektim serin havayı. Sanki
tüm evrenin oksijenini doldursam
yetmeyecekti ciğerlerime. Her şeyi
toplayıp kuytuya çekilmiştim. Tüm
dünyayı suçladım ve baktım ki
kimsenin umurunda değil. Yüce bir
güç bekledim, gelsin her şeyi yoluna
soksun diye. Sadece sıkıntı geldi içime
ilk başta. Ne yüce bir güç ne bir mucize
yoktu.
İçimden bir sürü ses birbirine karıştı.
Her zaman öyle olmaz mı? En
daraldığın ya da en heyecanlandığın
dönemlerde bir sürü ses çınlar
beyninde. Mantığım gerçekleri
kabullen, bunun başka yolu yok diyor.
Aklım hayır bir yol olmalı, hatta bir çok
yol olmalı denemelisin diyor. Kalbim
ise sessizce senden bahsediyordu; ne
olursa olsun “umut” var diyordu.
Üşümüyorum artık. Belki de alıştım
ayazına bahçemin. Bilinmezlikten
korkarken anlıyorum senin ne kadar
güçlü bir dost olduğunu. Sadece
hatırlamaya ihtiyacım var seni.
Biliyorum aslında her yerdesin. Bir
100
kitabın sayfasında buldum seni çoğu
zaman. Bir melodide, bir yudum
huzur bulduğum anlarımda, bazen
karşımdakinin dudaklarından çıkacak
iki kelimede. Sevgilimin yanında ya
da bebeğimin ilk çığlığında akan
damladasın.
İçimden gelen o sihirli sese kulak
verdim yeniden, gürültü azalmış gibiydi.
En güçlü hissettiğim zamanda da en
çaresiz durumlarımda da tek gerçek
duygum, anladım ki umudumdu. Ona
olan inancımla hayallerime ulaşmak
için bıkmadan usanmadan çalıştım. Ne
bekledim ne buldum dediğimde aslında
tam da umut ettiğimi bulduğumu fark
ettim. Bazen gelecek ne kadar belirsiz
görünse de, çevremdekiler ne kadar
karamsar olsa da umudumun ışığı ile o
kara bulutları dağıtacak gücü bulurum
kendimde.
Herkes güzellikleri hayal eder.
Hayallerine ulaşmak için emek ve
güçlü bir inanç gereklidir. Hiçbir duygu
sonsuza dek sürmez biçim değiştirir.
Son ana kadar bitmiş değildir hiçbir
şey. Yaptığım en büyük hata yarı
yolda vazgeçmek oldu. Şimdi içimdeki
ses senden bahsediyor yine “umut”
her zaman her yerde diyor. Şarkılar
söylemeli git gide yükselen bir sesle,
bazen dans etmeli hiç durmadan
hayallerinle. Baksana şimdiye kadar
imkansız görünen onca hayalinin
birçoğuna ulaştın bile. Düşünüyorum
neden dünyadayız diye? Karışık
uzun yanıtlara ihtiyacım yok. Sadece
yaşamak için. Aşık olmak, gülmek,
keşfetmek için. Hayatın her dakikasının
kıymetini bilerek öylesine olduğu gibi
hissetmek için.
Unutsam da varlığını, sen yanımdan
ayrılma. Hatırlat kendini yaşama sıkıca
tutunanlara. Dünyanın herhangi bir
yerinde üşüyen minicik yürekleri ısıt.
Hızlı ol, zamandan daha hızlı yetiş
tüm inancını kaybedenlere. En güzel
mutluluk hayallerine sahip çıkmak,
bıkmadan usanmadan uğraşmak,
sana sahip olmak en güzel mutluluk
umudum... Sen; insanın vazgeçemediği
bir ilizyon, aynı zamanda en büyük güç
kaynağımızsın.
“Umutsuzluk nedeniyle korkup kaçma.
Umut umutsuzluğun ötesindedir.
Aş, yürü, geç onu. Karanlık geçidin
ötesinde ışığı bulacaksın.” Andre Bide
101
serbest yazı
Umut ettiğimiz “gelecek”
Umut deyince aklımıza gelen kelimelerden biri de hiç şüphesiz
“gelecek”tir. Çünkü “geçmiş” zaten iyi ya da kötü geride kalmıştır,
gelecek için ise devamlı umutlar besleriz...
Türkiye’de bu yıl ikincisi düzenlenen
ve gelecek hakkında önemli
öngörülerin ve bilgilerin paylaşıldığı
Fütüristler Zirvesi’nde aldığım notları
paylaşıyorum. Gelecekte dünyada
yaşayacağımız gelişmeler üzerine
çalışmalar yapan, gelecek trendlerini
takip eden ve alanında isim yapmış
değerli fütürist konuşmacıların
bulunduğu zirvede çok çarpıcı bilgiler
aktarıldı. İşte onlardan bazıları...
* Gelecekte şirketlerden ziyade bireyler
önem kazanıyor. Bireyin nerede
çalıştığı önemli değilken; ne yaptığı,
nasıl yaptığı ne kadar bilindiği önemli.
Bu yüzden “Home office” olarak bilinen
çalışma düzeni çok daha yaygın
olacak.
* ABD’de maymunlar üzerinde yapılan
deneyde; insan beyniyle bilgisayar
üzerinden bağlantı kurulmaya
çalışılıyor. Belki ileride beyindeki tüm
bilgiler bilgisayara yükletilebilecek.
Şu an beyin elektriksel bir sistemle
bilgisayar mikroçipiyle yer değiştirebilir
mi diye araştırılıyor.
* Son 30 yılda IQ’de % 10 gelişme
oldu. Bu önümüzdeki yıllarda daha da
artacak. Çok daha zeki bir nesil geliyor.
Bu yüzden akıllı nesil akıllı ürünlerin
üretimini hızla artıracak.
* İnsan bilinci ve zihni de kodlarına
ayrıştırılmaya başladı. İleride hafıza
da onarılabilecek. Hayvanlar üzerinde
deneyler başlatıldı. Başarılı sonuçlar
geliyor.
* Dijitalleşme hızla artacak. Şu an
dünya nüfusunun 1/3’ü internette online
durumda. Çok kısa bir süre sonra bu
oran %100’e yaklaşacak. Sanal dünya
çok daha önemli olacak.
* İnsanların duygusal varlığını anlamaya
yönelik de çalışmalar yapılıyor.
Bağımlılık, travma, stres gibi duygusal
durumların kodları çözüldü. Tedavilerde
kullanılmaya başlandı. Bu uygulama
daha da yaygınlaşacak.
* 2020 yılında 250 milyon gen haritası
çıkarılmış olacak. Belki genlerle
oynanarak bebek tasarımı bile
yapılabilecek. Birçok hastalığın geni
bulunup tedavi ediliyor olacak. Genetik
körlük ve kalp rahatsızlığı bu haritanın
netleşmesiyle tedavi edilmeye başlandı
bile.
* Beynimiz en ince kodlarına kadar
incelenmeye alınmış durumda.
Beynin taranmasının çözünürlülüğü
102
artırılabilirse beynin program yapısı
da çözülebilecek ve yeni bir program
yazılıp yüklenebilecek. Beynimizin
kopyası alınabilecek, çoğaltılabilecek.
45-50 yıl sonra beynin bilgisayara
aktarılabileceğini söylüyorlar. Yani
kendimizin bir yedeğini alabileceğiz,
programı değiştirip kendimizi
yenileyebileceğiz.
* Duyma görme ile ilgili kayıplar
elektrotlar sayesinde tekrar
kazanılabiliyor. Bununla ilgili birçok
örnek günümüzde de var. İleride bu
çok daha fazla gelişecek.
* Daha uzun yaşanacak. Yüzlerce
yıllık ömür üzerine çalışmalar devam
ediyor. Ağaçlar, hayvanlar gibi uzun
yaşayabilen canlıların genlerinin nasıl
olduğu tespit edilmeye çalışılıyor. Eğer
Özlem Şenkoyuncu
bu gen tespit edilirse insan ömrü çok
daha fazla uzayabilecek.
* Gelecekte en büyük hastalık obezite
ve diyabet olacak.
* Teknoloji iyice küçülüp bedenimizin
bir parçası haline gelecek. 10 yıl sonra
tansiyonumuzu çorabımız ölçebilecek.
Küpe gibi telefonlar; cebe sığan
gelişmiş, çok akıllı, hatta duygulu
bilgisayarlar olacak...
* Gözünüze takabileceğiniz bir
kontakt lensle bütün hayat cebinize
sığabilecek, okuduğunuz kitap anında
istediğiniz dile çevrilecek, bir kitabı
okurken dil ayarı yapabileceksiniz.
* Masaüstü bilgisayarlar ortadan
kalkacak. Tabletler dizüstü
bilgisayarların yerini alacak.
* Beslenme konusunda doğal afetler
gibi durumlarda tek hap alıp sizi tüm
gün tok tutacak bir sistem geliştirilecek.
Hayvan yetiştirmek pahalı olduğu için
artık kendi etimizi hayvanları kesmeden
genetik deneylerle üreteceğiz.
Duyduklarımız bizleri hem sevindirdi ve
umutlandırdı, hem de endişelendirdi.
Çünkü bu kadar bilgi ve insanlığa
bu kadar hakimiyet art niyetli bencil
kişiler tarafından sömürülebilir,
kötüye kullanabilir. Gelecekte kötü
senaryoların gerçekleşmemesi için
sosyal ve etik değerler, iyi ahlak,
doğruluk, dürüstlük, adalet, insan
sevgisi, doğa sevgisi ve hayvan sevgisi
insanlığın mutlu olabilmesi için bence
daha da önem kazanacak.
Güzel bir gelecek umuduyla...
103
eğitimin psikolojisi
Psk. Ayşegül Alkış
Küçüklerin
büyük umutları
Çocuklarımızın hayatlarına baktığımızda hep umut
dolu olduklarını, yetişkinlerden daha çabuk sorunların
üstesinden gelebildiklerini görebiliyoruz. Fakat biz
yetişkinler olarak onların bu umutlarını da hemen
söndürüveriyoruz!
“SEN YAPAMAZSIN, bak kardeşin nasıl
yaptı, ben artık senin annen-baban
değilim, bu kadar çalışmayla ancak
bu olur, ben sana dememiş miydim...”
Ne kadar tanıdık geliyor değil mi bu
cümleler?
Öncelikle düşünmemiz gereken şu: “Bu
hayatta ben çocuğuma güvenmezsem,
ben de desteğimi kesersem kim
güvenir? Ben ona umut bağlamazsam
kim bağlar?” Bu düşünceden yola
çıktığımızda çocuğumuzun hayatında
ne kadar önemli olduğumuzu
görebiliyoruz. Bir sözümüzle onları
cesaretlendiriyor, diğer bir sözümüzle
küstürüyoruz.
Bir çocuk psikoloğu olarak çocuklardan
öğrendiğim, kendilerine söylendiğinde
en mutlu oldukları cümleler şunlar:
İyi ki varsın.
İyi ki benim kızım-oğlumsun.
Sana güveniyorum.
104
Sonuç ne olursa olsun yanındayım.
Yapabileceğim bir şey olursa hemen
söyle, ben buradayım.
Aslında, baktığımızda bu cümleler
hepimiz için değerli olduğumuzu
hissettirici cümleler. Bir de çocuklarımız
bunları bizden duyduğunda kendilerini
çok daha değerli, istenir ve sevilir
hissediyorlar. Bu sayede yeniden
hayal kurup yeniden hayalleri için
çabalıyorlar.
Çocuklarımızın hayalleri de çok
küçük yaşlarda yeşermeye başlıyor.
“Polis olacağım, doktor olacağım,
öğretmen olacağım, bilim adamı,
astronot, şarkıcı vb.” diye listemiz
uzayıp gidiyor. Mesleğinde başarılı
birçok kişiye bakıldığında daha küçük
yaşlarda hayallerinin ilk ipuçlarını
verdiklerini görebiliyoruz. Bu nedenleri
hayallerini küçümsemek yerine, yaşına
uygun o hayaliyle ilgili destek olmak
gerekiyor. Mesela doktor olmak isteyen
çocuğunuza bir iskelet oyuncağı ya da
organlar oyuncağı almak, öğretmen
olmak isteyen çocuğunuza yazı
tahtası almak, astronot olmak isteyen
çocuğunuza uzay haritası almak, bilim
adamı olmak isteyen çocuğunuza
deney setleri almak küçük birer adım
olabilir.
En destekleyici olan yol ise aile
sohbetleri içinde umutlara yer
verilmesidir. Sohbet içinde “doktor
olsan ne yapardın, avukat olsan kimi
savunmak isterdin, nasıl bir bilim adamı
olurdun, ne incelemek isterdin” gibi
daha ayrıntılı ama merak uyandırıcı
sorular gerçekten bu durumla da
ilgilendiğinizi gösterecektir. Yetişkinlere
bile “büyük ikramiye çıksa ne
yapardın” diye sorulduğunda sıcak bir
gülümseme yayılır yüzlerine. Bu ifadeyi
güzel küçük yüzlerde görmek istemez
miydiniz?
105
ruhun gıdası
Özgür Akkaya Erdemol
Yoga Eğitmeni
Hatha Yoga
Geçen yazımızda Ashtanga Yoga’dan
bahsetmiştik. Bu yazımızda da
bir başka Yoga türü olan Hatha
Yoga’dan bahsedelim. Hatha Yoga
geleneği ilk olarak M.S. 6. yy’da Bilge
Matsyendranath ve öğrencisi Bilge
Goraknath tarafından Hindistan’da
kurulmuş. Yüzyıllar içerisinde
gelişimini sürdürerek 15. yy’da Swami
Swatmaram tarafından yazılan Hatha
Yoga Pradipika ile bugünkü bildiğimiz
şeklini almış. Buddha’yla aynı dönemde
yaşamış olan Patanjali’nin Ashtanga
Yoga’sında Buddha’nın öğretilerinin
etkileri görülür. Ashtanga Yoga’da ilk
olarak ahlaki yönlere vurgu yapılır.
Aydınlanmaya giden sekiz basamakta
kişinin takip etmesi gereken sosyal
ve içsel kurallar bütünü vardır.
Tantralardan etkilenen Hatha Yoga
ise farklı bir yol izler. Hatha Yoga
Ashtanga Yoga’da bahsedilen sosyal
ve içsel disiplinin insanın kendiliğinden
sahip olması gereken, sahip değilse
de zaman içinde içsel bir dönüşümle
ortaya çıkaracağı bir değerler bütünü
olduğunu ileri sürer. Kişi zorla bu
değerleri takip edecek olursa kendisini
daha ileri bir bilinç seviyesinde değil
içsel bir çatışma içerisinde bulacaktır.
Bu değerleri körü körüne inanmadan,
hissetmeden uygulamaya çalışmak
kişilik üzerinde dengesizlik ve zihinde
huzursuzluk yaratacaktır. Bu nedenle
kişinin bu sosyal ve içsel disiplini
106
takip edebilmesi için önce kendini
hazırlaması gerekir. Zaman içerisinde
Hatha Yoga yolunda ilerleyen birey
geçirdiği dönüşümle bu değerleri
kendiliğinden takip etmeye başlayacak
ve Ashtanga Yoga’nın da son adımı
olan Samadhi’ye, yani aydınlanmaya
ulaşacaktır. Bu anlayış üzerine kurulan
Hatha Yoga basit ve mantıklı bir
yaklaşım geliştirmiştir.
Hatha Yoga’da atılacak ilk adım bedeni
arındırmaktır. Hindistan kökenli ve
yaklaşık 5000 yıllık bir yaşam bilimi
olan Ayurveda’ya göre bedende üç
ayrı madde vardır ve bunlar mukus,
gaz ve asittir. Bedende bu üçü
dengenlendiğinde kişi ideal sağlık
haline kavuşur. Hatha Yoga geliştirdiği
altı farklı temizlik yöntemiyle bu üç
maddeyi dengelemeyi hedefler.
Neti (burun temizliği), Dhauti (dahili
temizlik), Basti (yogik lavman), Nouli
(karın masajı), Kapalbhati ve Trataka
(göz temizliği) uygulanarak solunum,
sindirim, boşaltım ve sinir sistemi başta
olmak üzere bütün bedensel sistemler
dengelenir. Bu yöntemler aynı zamanda
yaşam enerjisi Prana’nın bedenimizde
dolaştığı kanallardaki mevcut
tıkanıklıkları da temizleyerek fiziksel ve
zihinsel rahatsızlıklardan kurtulmamıza
yardım eder.
Temizlik teknikleriyle arındırılmış
beden için bir sonraki adım Asanalar
yani Yoga duruşlarıdır. Asanalar
meditasyon ve ileri teknikler için gerekli
olan rahat ve sabit duruşlardır. Bir
Yoga duruşunda bedeni önce farklı
şekillerde esnetir ve gerdiririz. Daha
sonra o duruşun içinde sakinleşerek,
rahat bir şekilde kalırız. Bu da bedeni
kuvvetlendirir ve dayanıklılığını artırır.
Özellikle kas sistemi kuvvetlenerek
diğer sistemleri destekler. İç organların
işleyişi ve etkinliği artar. Bu da
bedenin diğer kısımlarını olumlu bir
şekilde etkiler. Yoga duruşlarında
aynı zamanda zihinle bedeni birbirine
bağlamaya çalışırız. Nefesimize de
dikkat ederek gerdirdiğimiz eklemlere
ve kaslara odaklanarak beden
farkındalığımızı yükseltmeye çalışırız.
Asana çalışması esnasında bedenin
farklı bölgeleri esnerken ve gerilirken
rahatlamak, sakin kalabilmek öğrenilen
bir hünerdir. Bu çalışmalar beden,
zihin ilişkisini kuvvetlendirir. İleri düzey
farkındalık çalışmaları için başlama
noktası sağlıklı bir bedendir. Yoga
duruşlarına çalışmamızın nedeni de
budur.
Hatha Yoga’nın üçüncü aşaması
Pranayama; yaşam enerjisini kontrol
etmemizi sağlayan nefes çalışmalarıdır.
Evrendeki yaşam enerjisine Prana
denir ve bütün olaylar bu enerjinin
hareket etmesinin sonucu olarak
ortaya çıkarlar. Bedende de hareket
eden bu enerji kontrol edilebildiğinde
bütün bedensel ve zihinsel etkinlikler
de kontrol edilebilecektir. Pranayama
teknikleriyle psişik enerji merkezleri
olan “çakralar” arındırılır ve bedendeki
Kundalini enerjisi uyandırılarak üst
çakralara yönlendirilir. Kundalini
enerjisi yükselip tepe çakraya
ulaştığında farklı bir bilinç düzeyine
geçilir ve aydınlanma gerçekleşir.
Hatha Yoga’da bahsedilen son aşama
ise Mudralar ve Bandhalardır. Mudra
belirli bir bilinç, duygu ya da tutum
halini gösteren el kol hareketleridir.
Bandhalar ise bedendeki Prana akışını
kontrol etmeye yarayan enerji kilitleridir.
Tarih boyunca Yogiler Mudraları ve
Bandhaları düşünce süreçlerini, zihin
ve duygu hallerini değiştirmek için
kullanmışlardır. Zihni odaklamaya
yarayan, farkındalığı yükselten,
Kundalini enerjisini uyandıran ve hatta
psişik yetenekleri harekete geçirebilen
Mudralar vardır. Bunların aynı zamanda
beden üzerinde önemli etkileri vardır.
Sinir sistemini ve endokrin sistemini
dengelerler. Sempatik ve parasempatik
sinir sistemi uyarımlarını düzenlerler.
Asana ve Pranayama pratiği iyice
oturtulduktan sonra uygulanması
tavsiye edilen Mudra ve Bandhalar
hiçbir bilinçli çaba sarfetmeden doğal,
derin bir meditasyon hali uyandırırlar.
Kısaca Hatha Yoga beden arındırılması,
beden zihin ilişkisinin kuvvetlendirilmesi
ve pranik tekniklerin öğrenilmesi
üzerine odaklanan bir Yoga türüdür.
Beden ve zihin dengeye geldiğinde
kişi yüksek bilinç hallerine geçmeye
hazır olacaktır. Bugün dünyadaki Yoga
merkezlerinin çoğunda Hatha Yoga
temelli Yoga dersleri uygulanmaktadır.
Zaman içerisinde bazı yoga eğitmenleri
Yoga duruşlarında bazı değişiklikler
yaparak, sürelerini, sıralamalarını,
hızlarını değiştirerek kendi isimleriyle
anılan Yoga türleri oluşturmuşlardır.
Ashtanga ve Hatha Yoga, Yoga
felsefesinin temelindeki öğretilerdir.
107
genel sağlık
Tiroid ve hastalıkları
Gırtlağın ön tarafında bulunan tiroid bezi salgıladığı
hormonlarla, vücuttaki tüm organların işleyişini
ve metabolizmasını etkilemektedir. Ancak; bazı
mikroplar, ısı değişiklikleri, iyot eksikliği ya da fazlalığı,
radyasyon, kullanılan ilaçlar, yaşlanma ve kanser gibi
faktörler tiroid bezinin çalışmasını bozar.
Belirtileri
Tiroid bezinin çalışmasıyla ilgili
sorunlarda hastaların boyun ön
kısmında bir şişlik ve nadir olarak ağrı,
boğazda baskı hissi, ses kısıklığıyla
hekime başvurduğu söylenmektedir. Bazen şişlik hasta yakınları tarafından
farkedilir ve kendisinin bir şikâyeti
olmaz. Bu durum çoğunlukla tiroid bezi
büyümesine, yani guatra bağlıdır. Ağrı
ise tiroid iltihabına veya tiroid içine
kanamaya bağlı olabilir. Hipotiroidi ve hipertiroidi
Tiroid bezinin çok farklı hastalıkları
olabilir. Ülkemizde en sık görülen
biçimi guatrın büyümesi ya da
tomurcuklanmasıdır. Bu hastaların
tiroid tümörleri açısından araştırılması
gerekmektedir. Hipotiroid hastalar;
ciltte kuruluk, saçlarda kabalaşma,
yüzde ve vücutta şişlikler, üşüme,
uykuya eğilim, kabızlık, kadınlarda
adet düzensizlikleri, seste kalınlaşma
ile başvurabilirler. Hipertiroidi ise aşırı
tiroid hormonu salgılanması sonucu
görülür. Hastalar, iştah artmasına
rağmen kilo kaybı, çarpıntı, terleme,
sıcağa tahammülsüzlük, titreme,
bağırsak hareketlerinde süratlenme,
adet düzensizlikleri, uyku bozukluğu ve
sinirlilik yakınmaları ile gelebilirler.
Tanıda kullanılan testler
Tiroid hastalığından şüphelenildiği
durumlarda öncelikle hastanın hastalık
öyküsü alınır ve ayrıntılı muayene edilir.
108
Kanda tiroid hormonlarının düzeylerinin
tayininin yanısıra ultrasonografi,
sintigrafi olarak adlandırılan
görüntüleme yöntemi, tiroid bezinden
ince iğne ile örnek alınması başlıca tanı
yöntemleri olarak kabul edilmektedir.
“Kanser olur muyum?” sorusu
tiroid hastalığı olan birçok hastanın
kafasını kurcalayan bir sorudur.
Mevcut bir guatrda kanser saptanmaz
ise genelde bu bezde sonradan
kansere dönüşme gözlenmez. Tiroid
kanserleri çoğunlukla tedaviye çok
iyi yanıt verirler ve hastanın yaşam
süresini etkilemezler. Vücudun diğer
organlarında görülen kanserlere göre
oldukça iyi bir seyir gösterir. Boyun
bölgesinin dıştan ışın alması tiroid
kanseri riskini artırır. Tiroid bezinin
hızlı büyümesi kanser açısından
şüphelenilmesi gereken bir durum
olarak değerlendirilir.
Geç dönem bulgusu, sert guatr, bazen
boyunda hissedilen lenf bezleri, yemek
borusuna kadar kanser yayılmışsa
yutma güçlüğü, nefes alma güçlüğü,
ses kısıklığı gibi belirtiler görülebilir.
Tiroid kanserinin erken tanısında
ultrasonografi ile belirlenen nodüller
değerlendirilir. Tiroid sintigrafisinde
tespit edilen soğuk nodül varlığında
nodüllere uygulanan iğne biyopsisinde
alınan örneklerin laboratuvarda
değerlendirilmesinden sonra tanı
konulabilir. Erken tiroid kanserlerinin
çoğunluğu şüpheli nodüllerin varlığı
Op. Dr. Ruhi Sayar
Anadolu Hastanesi
sonucu verilen ameliyat kararlarından
sonra tespit edilebilir.
Tedavisi
Tiroid kanserinin tedavisi cerrahidir.
Tiroid bezinin uygun şekilde doku
bırakmaksızın temizlenmesi gerekir.
Tiroid kanserleri dışında ise, kozmetik
nedenler, yutma güçlüğü ve nefes
alma problemlerinin ortaya çıktığı,
ses kısıklığının geliştiği durumlarda
ameliyat tercih edilebilir. İlaç tedavisine
yanıt vermeyen hipertiroid durumunda,
şüpheli tiroid bezi nodüllerinde ve
hastanın görüntü olarak rahatsızlık
duyduğu durumlarda hastaya ameliyat
önerilebilir. Tiroid bezi yapısal olarak
iki adet lobdan oluşur. Bu nedenle
her iki lop ayrı ayrı değerlendirilerek
ameliyatı planlanır. Hastanın durumuna
göre her iki lobun tamamen alınmadan
her iki loptan biraz doku bırakılarak
ameliyat yapılabilir. Bazen de bir
taraf tamamen çıkarılır diğer tarafta
biraz doku bırakılır. Tümör söz
konusu olduğunda ise her iki lobun
da çıkarılması gereklidir. Ameliyatta
hastanede kalış süresi maksimum iki
gündür. Genellikle hastalar ameliyattan
bir gün sonra taburcu edilir. Bir hafta
içinde normal hayata dönebilirler. Tiroid
hastalarının ameliyattan sonra iyi takip
edilmesi gerekir. Kontrollere gelmeyen
hastalarda operasyon sonrasında
tekrarlama ya da hormon eksikliğine
bağlı problemler gelişebilir.
109
kadın sağlığı
En çok öldüren kadın kanseri
Dölyolunun (vajina) bitip rahimin başladığı bölge olan rahim ağzı,
kadın cinsel organlarının dış etkenlerle teması olabilecek en son
anatomik bölgesidir. Rahim ağzı kanserleri ise bu bölgeyi kaplayan
epitel denilen örtücü tabakanın kanserleşmesi olarak tanımlanabilir.
Rahim ağzı kanseri kadınlarda meme
kanserinden sonra en sık görülen
kanser tipi olmasına karşın, halen
en çok öldüren kadın kanseri olması
yönü ile de önemlidir. Dünya Sağlık
Örgütü'nden alınan istatistiklere göre,
ortalama her 2 dakikada bir kadın bu
kanser nedeniyle ölmektedir. Şu an
dünyada yaklaşık olarak 2 milyondan
fazla rahim ağzı kanseri tanısı
konulmuş kadın mevcuttur. Bu rakama
her yıl 490.000 yenisi eklenmektedir.
Hesaplarsak, günde yaklaşık 1.300
kadın bu amansız hastalığın pençesine
düşmektedir. Ülkemizde sağlıklı veriler
olmamasına karşın 4-5/100.000 gibi
dünya ortalamasının biraz altında bir
oranda bu kansere rastlamaktayız.
Bu kadar karamsarlıktan sonra, gelelim
birazcık olsun ışık taşıyan, umut veren
bilgilere: Servikal smear, ya da PAP
Smear olarak bilinen, aktif tarama
yöntemlerinin uygulandığı ülkelerde
bu kanserin görülme sıklığı yaklaşık
yarı yarıya azalmış durumda olup bu
oranın gittikçe azalacağı da tahmin
edilmektedir. Bir başka umut verici
konu ise, aslında bilim dünyası için
bir ilk olarak kabul edilebilir. Evet,
tarihte ilk kez kanserin aşısı yapıldı ve
şu an eczanelerde bulunuyor. Kanser
konusunda insanlığın çabalarının çok
uzun yıllar boyu acınacak boyutta
kalmış olmasına rağmen, son 25 yıl
içerisindeki gelişmeler bizim ileriye
daha güvenle bakabilmemize yetecek
kadar umut vaad edicidir.
Aşı mucizesinin altında yatan gerçek bu
kanserin neredeyse tamamının (%99,7)
HPV (Human Papilloma Virus) olarak
adlandırılan insan siğil vüruslarının
uzun süreli enfeksiyonu sonucu ortaya
çıkmış olduğunun fark edilmesine
dayanır. Aslında çok uzun zamandır
110
cinsel yolla bulaşan bir etkenin rahim
ağzı kanseri yapıcı yönde bir etkisi
olduğu düşünülmekteydi ama bu etkeni
net olarak ortaya koymak zaman aldı.
HPV oldukça yaygın olarak bulunur ve
yüksek oranda bulaşıcıdır. Bulaşması
için ana yol cinsel ilişki olsa da tam
olmayan cinsel ilişki veya cilt temasının
olduğu durumlarda da bulaşma olabilir.
Tıbben tam olarak kanıtlanmış olmasa
da ortak kullanılan havlu, çamaşır,
tuvalet veya ağda malzemelerinden
de geçebileceği düşünülmektedir.
HPV'nin 200’den fazla tipinin olmasına
rağmen yaklaşık 30 kadarı cinsel
bölgede yerleşebilir. Bu virus ile
enfeksiyon sonrası çoğu kez özellikle
erkeklerde (ancak kadınlarda da
oldukça yüksek oranda) herhangi bir
lezyon ortaya çıkmaz. Enfeksiyonun
fark edilmemesine ve böylece daha
fazla bulaşmasına veya ilerlemesine
neden olacak ilk sinsi adım budur.
Ama bazen de cinsel bölgede çıkan
siğiller bu enfeksiyonun belirtileridir.
Virusla bulaşan her kadının kanser
olmayacağını hemen şimdi belirtmek
gerekir. Kansere giden değişiklikler
birçok faktörün etkisi ile ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle virüsün tipi
önemlidir. Yüksek riskli tipler olarak
adlandırılan virüsler, enfekte ettikleri
hücrenin içindeki genetik materyal
ile kendisinin genetik materyalini
birleştirebilme marifetini göstererek
uzun süreli enfeksiyon yaparlar.
Bu sayede konakladıkları hücrenin
genetiğinde değişiklere yol açarak
uygun alt yapı ve diğer faktörlerin de
bulunduğu kişilerde kansere giden
basamakları hızlandırırlar.
Rahim ağzı kanseri virus ile
enfeksiyondan hemen sonra ortaya
çıkmaz. Bazı basamaklardan geçerek
kendini ele verecek birtakım öncü
Doç. Dr. Erdoğan Aslan
Jimer Hastanesi
lezyonlar oluşturur. Bu lezyonların
gelişmesi 5-15 yıl alabilir. Çok istisnai
durumlarda birkaç yıl gibi kısa
sürede ilerler. İşte bu aşamada rahim
ağzı kanser sıklığının taramaların
düzenli olarak yapıldığı ülkelerde
azalmasına sebep olan yöntem, yani
PAP Smear devreye giriyor. Kanser
öncüsü lezyonların tanınmasına ve
tedavi edilerek ortadan kaldırılmasına
yardımcı olan bu yöntem aslında yine
tıp dünyası için devrim niteliği taşır.
Dünyaca saygınlığı kabul edilmiş
sağlık kuruluşları smear taramalarının
genellikle cinsel ilişkiye başlama
yaşının ilk 3 yılından sonra ve her
yıl tekrarlanacak şekilde yapılmasını
önerirler. Eğer 3 yıl arka arkaya
olumsuz bir sonuç alınmamışsa
tarama sıklığını 3 yılda 1 keze
indirebilmek mümkün olup 65-70 yaş
sonrasında tarama yapmak gerekli
görülmemiştir. İstatistikler rahim
ağzı kanserine yakalanan kadınların
yarısının hayatlarında hiç smear testi
yaptırmadığını ortaya koymaktadır.
Bu verilerden de anlaşıldığı gibi PAP
smear rahim ağzı kanserini önlemede
oldukça etkili bir yöntemdir.
Öncü lezyonların anlaşılamadığı
ve rahim ağzı kanserinin başladığı
durumlarda hastalık ileri safhalara
gelmeden belirti vermeyebilir. İleri
safhalarda vajinal kanama, anormal
bazen kötü kokulu akıntı, ağrı gibi
bulgular görülebilir. Hastalık ne kadar
erken teşhis edilirse o kadar çok tedavi
şansı mevcuttur. Klasik söylem olan
"Kanserden korkma; geç kalmaktan
kork!" sloganının rahim ağzı kanseri için
ne kadar geçerli olduğunu bir kez daha
vurgulamak isterim.
111
kadın sağlığı
Op. Dr. İ.Hakkı Tekkeşin
Burtom Sağlık Grubu
Gebelikte
spor
Gebelik ve doğum fizyolojik bir olaydır. Bu fizyolojiyi bozan nedenler olduğu gibi gebelik dönemini
rahatlatan doğumu kolaylaştıran doğum sonu iyileştirmeyi hızlandıran etkenler de vardır. Bu etkenlerin
önemlilerinden biri de gebelik egzersizleridir. Gebelikte bilinçli ve kontrollü yapılan hareketler
(egzersiz) fiziksel ve ruhsal sağlığı olumlu yönde etkiler.
Egzersiz yapmak isteyen gebe
mutlaka dogum hekiminin kontrolünde
olmalıdır. Gebelikte düzenli olarak
yapılacak egzersizlerin yararları şöyle
sıralanabilir:
- Fiziksel aktivitenin korunmasını
sağlar.
- Duruş bozukluklarını önler.
- Doğum için gerekli kas kuvvetini
arttırır.
- Dolaşım ve sindirim sisteminin
çalışmasını düzeltir.
- Gebenin dengeli kilo alımını sağlar.
- Kan şekeri metabolizmasına olumlu
etki eder.
- Doğum sonu iyileşme dönemini
kısaltır.
112
- Ruhsal dengeyi olumlu yönde etkiler.
Gebelikte oluşan değişiklikler göz
önüne alınarak düzenlenecek egzersiz
programı ve doğuma hazırlık eğitiminin
kapsamı genel olarak şöyle olmalıdır:
- Düzgün Duruş Eğitimi
- Uygun Vücut Hareketlerinin Eğitimi
- Artan Vücut Ağırlığı İçin Bel ve Bacak
Kaslarının Kuvvetlendirilmesi Eğitimi
- Ödem Varis ve Krampları Önleyici ,
Azaltıcı ve İlerlemelerine Engel Olucu
Egzersizlerin Eğitimi
- Doğuma Çok Etki Eden Karın
Kaslarını Kuvvetlendirici Egzersizlerin
Eğitimi
- Kalp ve Dolaşım Sisteminin İşlevini
Koruması İçin Aerobik Eğitimi
- Solunum Teknikleri Eğitimi
- Doğum Yolu ve Tabanı Kaslarının
Kontrol Egzersizleri
- Doğuma Yaralama Kasların
Kuvvetlenmesi Egzersizleri
- Gevşeme Tekniklerinin Eğitimi
- Doğum Sonu Bebeği Kuvvetli
Tutabilmesi İçin Kolları Kuvvetlendirme
Egzersizleri
- Doğum Sonu Egzersizleri
Tüm bu uygulamalar doktor
kontrolünde ve bilinçli fizyoterapistler
tarafından yapılırsa fayda sağlar.
113
sağlıklı düşünce
Radyasyondan uzak bir yaşam
Günümüzde oldukça yaygın bir şekilde kullanılan ve hayatımızı
kolaylaştıran teknolojik ürünler bir taraftan elektromanyetik
radyasyon yaymaya devam ediyor.
Bilgisayarlar, cep telefonları,
mikrodalga fırınlar, televizyonlar,
klimalar, ütüler, baz istasyonları,
yüksek gerilim hatları ve daha
sayamadığımız pek çok elektronik
alet etrafımızda sağlığımızı tehdit
ediyor. Stres, uykusuzluk, migren,
hafıza sorunları, cilt problemleri bu
cihazların hayatımıza etkileri... Ayrıca
beyin tümörleri, kalp rahatsızlıkları,
Parkinson, Alzheimer ve kanser...
Hamilelerde düşük riskinin artmasına,
erkeklerde sperm sayısının azalmasına
sebep olabileceği de bilimsel
araştırmalarla destekleniyor. Sigaranın
zararlarının da yıllar sonra anlaşıldığını
düşünecek olursak, şimdiden tedbir
almak en doğrusu olacaktır.
Elektromanyetik alanların etkilerinden
korunmak için, teknolojiden vazgeçmek
mümkün olmayacağından, çeşitli
önlemler almak gerekiyor. Uzmanların
114
tavsiyelerine göre yapılması gerekenleri
şöyle sıralayabiliriz:
- Yatak odalarında cep telefonu,
bilgisayar, televizyon bulundurmamak.
Çünkü saatlerce havalandırsanız bile
elektrik yüklü parçacıklar havada asılı
kaldığı için, nefes aldığımızda bu
parçacıkları ciğerlerimize çekiyoruz.
- Dizüstü bilgisayarları kucakta, diz
üstünde kullanmamak.
- Günde birkaç saatten fazla oyun,
keyif, vb. gibi zorunlu olmayan
aktiviteler için bilgisayarın karşısına
geçmemek,
- Yarı değerli taşlardan olan Ametist
kristallerinin elektromanyetik alanı
yakalama becerisinden faydalanmak.
Bilgisayarınızın yanına koyabilirsiniz.
- Daha pratik ve kolay ulaşılabilir bir
yöntem olarak radyasyon koruyucu
çiplerden faydalanabilirsiniz. Bu
çipler özel bir teknoloji ile üretilen
Tunca Toker
Toker Sağlık Grubu
polimer sayesinde elektromanyetik
radyasyonun şiddetini azaltmaz, şeklini
değiştirir. Dağılan, şekli değişen bu
enerjinin beyine ve vücudun biyolojik
yapısına olan zararları azalır, hücresel
yapıyı destekleyerek vücudun direncinin
artmasına sebep olur. Bunları cep
telefonlarında, bilgisayarlarda, çocuk
odalarında kullanabilirsiniz.
Sizin de gördüğünüz gibi, hayatımız
kolaylaşıp hızlanırken bir taraftan
da sağlığımız ve çevremiz manyetik
kirlilik yüzünden büyük zararlar
görüyor. Çevremizi tükettiğimiz gibi,
yavaş yavaş kendimizi de tüketiyoruz.
Çocuklarımıza, torunlarımıza yaşanabilir
bir dünya bırakabilmek için daha bilinçli
davranmaya ihtiyacımız var.
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam dilerim.
115
bursa mutfağı
“Benim için yılın en iyileri”
M. Ömür Akkor
Mutfak Araştırmacısı
Tüm yıl boyunca tatma şansı
bulduğum yemekleri ufak notlar
halinde bir kenara yazarım. Yıl
sonu geldiğinde ise o notları
tekrar bakar ve damağımda
hala yerini koruyan tatları
o yıl yediğim en iyiler diye
nitelendiririm. Yılın son yazısının
konusu notlarım.
116
Bu yıl hem Türkiye’de hem de Bursa’da
birbirinden lezzetli yemekler tattım,
listeye yazarken herhangi bir sıralama
yapmadım. Tamamen gelişigüzel bir
sıralama ile aktarıyorum.
ATADAN PEYNİRCİ
Gerçekten bambaşka bir dükkan orası.
Girdiğinizde bir daha hiçbir şeyin eskisi
gibi olmayacağını anlıyorsunuz. Her
tattığınız peynir bir diğerinden daha
lezzetli. Özellikle labnesini, biberli
lor peynirini, çerkes peynirini ve isli
peynirini çok seviyorum. Tadım için
yanınızda bir parça simitle gidin derim.
Onlar size çayınızı ikram edecektir.
Bursa’da olduğundan hoşnut olduğum
en önemli dükkanlar arasında benim
için. İyi ki varlar…
Sarıbey Mah. Kemalpaşa Cad.
No :12 Bursa - (0224) 613 13 50
GÖKHAN APARATİF
Küçük bir kahvaltı dükkanı gibi
görünse de aslında büyük bir lezzet
durağı. Özellikle benim gibi sakatatla
kahvaltıya başlamak isteyenler için,
ciğer ya da böbrek kavurması var
ki enfes… Bunun yanı sıra tostları,
yumurtaları, kuru domatesi, zeytinyağı,
turşuları her şeyi birbirinden lezeetli.
Tüm malzemelerin özenle seçildiğini
tadınca anlıyorsunuz. Dilerseniz bir
kahvaltı için dilerseniz öğle yemeği için
hemen gitmelisiniz.
Karlıdağ Caddesi No:35 Bursa
(0224) 362 96 21
PASTO
Aslında pasto’yu ve sahipleri Ayhan
ve Hakan Doğan kardeşleri yakınen
tanıyorum. Tanıdığım insanları da
listemde pek yazmak istemiyorum ama
bu yıl yediğim en iyi ekmekler ve tatlılar
onlara ait. Ne demek istediğimi 1050
Konutlar’daki Pasto’ya gidince ve içeri
girince anlayacaksınız. Tezgahtaki
çeşitlilik Bursa‘da gerçekten başka
yerde yok. Gerçek meyvelerden yapılan
kekler, katkısız ürünler, tatlılar ve
Dilek Hanım’ın güler yüzü gerçekten
bambaşka… Bir de dondurma var ki
yazsam anlatamam.
Hancı Cadde No:6 1050
Konutlar / Bursa - (0224) 241 45 21
REFİK USTANIN LOKANTASI
Sanırım refik ustanın sac
kavurmasından sonra damak hafızam
yenilendi. Gerçekten de öyle Karacabey
soğan halindeki bu lokantayı yıllardır
duyuyor ama gidemiyordum. Ne
kadar yazık etmişim anlatamam,
kaybettiğim yıllara hayıflandım.
Gerçekten bir an önce gidilmesi gerek
diye hiç düşünmeden not edebilirsiniz.
Gidin ve kendinizi Refik Usta’nın
lezzetlerine teslim edin. Hiç pişman
olmayacaksınız!
Karacabey Soğan Hali Bursa
RUMELİ KARDEŞLER LOKANTASI
Bu sene de her sene gibi birçok kez
yemeğe gittim, yılın her mevsiminde
oradaydım. Hepsi de birbirinden
başarılıydı. Fiyat - kalite endeksi çok
yüksek. Bursa’da bu fiyatlarda bu
kadar kaliteli bir yemeği bulabileceğiniz
sanırım başka bir adres yok. Pastırmalı
kuru fasulye, patlıcan çığırtma ve
erişteli etinin hayranıyım. Aslında diğer
yediklerimi de çok sevdim ama her
gittiğimde ne yersem yiyeyim illa bu
üçünden birini de masama istiyorum.
Gülbahçe Mahallesi Vardar Caddesi
No:36 Bursa – (0224) 252 05 27
SAKİ
Son yıllarda Türkiye genelinde gittiğim
en iyi restoranlardan biri, ismi Saki
Rum Meyhanesi olarak geçse de bence
iyi bir alacart restoranı. Yediğim en iyi
kokoreç ve ahtapotu Saki yapıyor. Bu
sene yediğim güve pirzolasını yıllarca
unutamam. Füme etleri, peynirleri,
mezeleri hepsi en iyisinden. Sahibi
ve Şefi Semih Ağabey Türkiye’de
konusunda en iyilerden. Hiçbir mazaret
bulmadan hemen gitmenizi öneririm. Eski Mudanya Yolu
Bademli girişi Bursa – (0224) 549 02 89 117
sağlıklı gıda
Kimisine göre sağlığın
diğer adı, kimisine
göre şeytanı cennetten
kaçıracak kadar keskin bir
koku! Toplum neredeyse
ikiye ayrılmıştır; sarımsak
sevenler ve hiç haz
etmeyenler… Vampirlerin
düşmanı olarak bilinen
sarımsak, neredeyse her
derde deva…
Bu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak,
sarımsaklamasak da mı saklasak?
Bir baş sarımsağın gücü nelere kadir!
Tatlılar dışında her şeyin içerisine
katılabilen bir şifa sarımsak. Hatta
inanması güç ama sarımsaklı çikolata
tarifi bile var. Adına şiir dahi yazılmış
günün birinde.
Kapı komşumuz Yunanlılar çok fazla
sarımsak yemenin insanı delirttiğini
söyler. Onlara göre sarımsak insanın
burnunun direğini kırmanın yanında
şeytanı cennetten kaçıracak kadar
keskin bir kokuya sahiptir. Bu yüzden
sarımsak yiyenlerden de hoşlanmazlar.
Kuzey ırkları; İskandinavlar, İngilizler,
İrlandalılar, Hollandalılar ve Almanlara
göre ise sarımsak yiyenlerden her türlü
kötülük beklenir ya da tersine, hiçbir
şey beklenmez. Sarımsak sevenler
şaraba, kadına, uyuklamaya ve kan
davasına düşkündür hatta takıntılıdır.
Shakespeare ise “Bir Yaz Gecesi
Rüyası”nda İngilizleri “sakın ola ki
sarımsak yemeyesiniz!” diye uyarır. Bu
söz İngilizleri çok etkilemiş olacak ki,
o dönemde savaştıkları İspanyollara
“Sarımsak Ziftleniciler” diye hitap eder.
118
Adını her gün başka bir nedenle
duyduğumuz Çinliler ise, koyun
etinin ne şekilde hazırlanacağını
bundan binlerce yıl önce keşfetmişler.
Etlerin içini sarımsakla doldurmuşlar.
Hatta şarkılarında tanrının sarımsak
kokusuyla keyfinin yerine geldiğinden
bahsedip, sarımsağa ihtiram etmişler.
Askerlerinin miğferleri sarımsak
biçiminde olan Cengiz Han ve meşhur
ordusu bu muhteşem kokuyu, Kırgız
bozkırlarından Avrupa’ya taşımışlardır.
Yanlarında getirdikleri sarımsakla Gulaş
ve Cevapçiçi gibi etkileyici sentezlerin
doğmasını sağlamışlardır. Sarımsağın
Akdeniz bölgesine yayılması ise Persler
sayesinde olmuştur.
Hazreti Muhammet Müslümanlara
doğru yolu gösterirken sarımsağın
yılan ısırmasına ve akrep sokmalarına
iyi geldiğini anlatmıştır. Yahudi kutsal
kitabı Talmud’ta sarımsak, “Yemesi
zevkli, sindirimi kolaydır. İnsanın cildine
renk verir, âşık eder” diye geçer.
Mısırlılar da sarımsağı sıkça tüketenler
arasında. Piramitleri yapan işçilere
güç kazanmaları ve hastalıklara
karşı dirençli olmaları için sarımsak
verilirmiş. Hatta Keops piramidi
yapılırken, sarımsak verilmemesi tarihin
ilk grevi olarak kayıtlara geçmiştir.
Sarımsak enfes tadının yanı sıra sağlık
açısından vazgeçilmez kılan içerisinde
bol miktarda bulunan Kükürt. Çabuk
buharlaşan Sarımsak dezenfekte
özelliğiyle doğal bir antibiyotik görevi
de görüyor. Sarımsağın vampirleri
kaçırıp vebaya karşı koruması
da işin cabası… Ateşe, nezleye
özellikle de yüksek tansiyona iyi
geldiği de bilinenler arasında. Göz
rahatsızlıklarına, migrene ve damar
tıkanıklığına çare oluyor. Çevre zehirleri
sarımsak sayesinde vücuttan daha
rahat atılabiliyor. Hatta çoğu kişinin
inancına göre ömrü dahi uzatıyor. İşin
sağlıksız olan tek yönü ise kokusu.
Sarımsak ilaç olarak satılmıyor ama
kokusundan ötürü çiftleri birbirinden
uzaklaştırması ona en ilginç özelliğini
katıyor. Neredeyse doğum kontrolü
hapı yerine geçiyor!
119
keyfi yerinde
“Şeytan patlatan”
M. Melih Karaer
Kralların içeceği veya içeceklerin kralı… Yılbaşlarının ve kutlamaların vazgeçilmezi… Bir tesadüf
sonucu bulunmuş bu enfes içki, rahat içimi ve ağzınızda bıraktığı tat sayesinde herkesin gönlünde
farklı bir yere sahiptir. Şampanya sadece şişenin içinde sakindir.
CHAMPAGNE; Paris’in kuzeyinde,
soğuk iklimi nedeniyle bağcılığın zor
yapıldığı bir bölge… Burada asırlardır
beyaz şarap üretimi yapılırmış. Ancak
yoğun kireçli bu topraklar ve soğuk
havada yetişen üzümler, çok asitli
beyaz şaraplar verir, bu şaraplar da
sonbahardaki ilk fermantasyonlarının
ardından ilkbaharda havaların ısınıp
fermantasyonun gerçekleşebileceği
seviyeye ulaştığında ikinci bir
mayalanma geçirirmiş… Böylece
şişenin içinde karbondioksit gazı
oluşur, bu gazın basıncı da o çağlarda
şişelerin ağızlarını kapatan yağlı
keçeleri attırırmış. Bu yüzden bu şaraba
“Şeytan Patlatan” denirmiş. Derken,
1600’lerin sonlarında, Hautvillers
manastırında baş keşiş olan papaz
Dom Pierre Perignon, İspanya’dan
gelip giden tüccarlardan oralarda
şarapların “mantar” denilen bir meşe
ağacı kabuğu ile kapatıldığını öğrenmiş
ve bu mantarlardan getirtmiş, zamansız
patlamaların önüne geçmek için de
şişelerin ağızlarını tellerle bağlatmış.
Birçok kişiye göre şampanyayı
bulan adam olarak bilinen bu keşiş,
şampanyayı bulan değil, onu disipline
120
sokan ve güzelleştiren kişi olmuştur.
Yani aslında şampanya, şarap üretim
hatası olarak doğan bir ürün…
Fransızların ince zekâları sayesinde bir
avantaja dönüştürülmüş ve dünyanın
en lüks içkisi haline gelmiş… Dom
Perignon da o tarihlerde becerisiyle,
üç üzümden yapılan şampanyanın
bugünkü ideal harmanını o yıllarda
bulmuş ve yaptığı şampanyalar, yüksek
fiyatlarla kraliyet sarayları tarafından
talep edilmiş. Bugün Fransa’nın
en büyük şampanya evi olan Moet
Chandon da bu keşişin adını “prestij
küvü” koymuş ve “Don Perignon”
şampanyasının bilinen en şöhretli
şampanya olmasını sağlamıştır.
Dünyada sadece bu bölgede
yapılan ve uydularla denetlenen
bağların üç üzümünün kupajı yani
harmanıyla üretilen köpüklü şaraplara
Champagne - Şampanya deniliyor.
Öte yandan üretim tekniğinin adı da
Championese olarak biliniyor. Benzeri
köpüren şarapları üretildikleri İtalya’da
“Prosecco”, Almanyada “Brut” adıyla
bulmak mümkün…
Champagne bölgesindeki şampanya
üretiminde üç üzüm kullanılıyor. Bunlar,
beyaz Chardonnay ve kırmızı Pinot
Noir ile Pinot Meunier üzümleridir.
Dikkat ederseniz, beyaz bir şarapta,
kırmızı üzümler de kullanılıyor. Çok
soğuk iklimde ve bol kireçli topraklarda
yetiştirilen bu üzümden çok ince ve
zarif, asidi yüksek bir beyaz şarap
çıkıyor. Şampanya harmanında bu
üzüm çiçeksilik ve zerafet, Pinot Noir
gövde ve dolgunluk, Pinot Meunier ise
denge ve meyvemsilik katıyor. Sonuç
olarak ortaya çok dengeli ve hoş içimli
bir şarap çıkıyor. Üretiminde, üzümler
önce salkımlar halinde dev tahta
preslerde hafif bir prese alınıyor ve
sıkılıyor. Bu sıkımdan alınan ilk şıraya
“cuvee” deniliyor ve en iyi şampanyalar
bu şıradan yapılıyor. Diğer sıkımlardan
elde edilen şıralarla ise daha sıradan
şampanyalar üretiliyor. Meşe fıçılarda
gerçekleşen ilk mayalanmanın ardından
şişeleniyor ve içlerine “dosage” denilen
ve ikinci fermantasyonunu yaptıracak
maya ve şeker ekleniyor. Gazoz
kapakları şeklindeki geçici kapaklarla
kapatılan ve baş aşağı tutulan şişeler
günler boyu saat yönünde azar azar
çevrilerek maya ve tortuların şişenin
ağız kısmında toplanması sağlanıyor.
Daha sonra içinde fermantasyon
geçirerek karbonik gaz oluşmuş ham
şampanyanın ağız kısmı donduruluyor
ve ardından patlatılarak açılıp, tortular
alınıyor ve azalan şampanya takviye
edilerek, bu kez mantarla kapatılıyor.
En sonunda da Epernay ilçesinin on
binlerce metrekarelik mahzenlerinde
dinlenmeye alınıyor.
En iyileri hangileri sorusunun cevabı
ise şöyle olabilir. Başta Krug, Bollinger,
Dom Perignon, Moet & Chandon,
Louis Roederer, Charles Heidsieck…
Ülkemizde de pek çok üretici tarafından
köpüklü şarap üretiliyor. Bunlardan
Kavaklıdere firması Altın Köpük isimli
köpüren şarabını, Champinese usulü
ile üretiyor. Mahzenimde sakladığım
özel bir Bollinger Grande Annee 1999‘u
yılbaşında kızımın şerefine siyah havyar
ile yapacağım kanepeler eşliğinde
içeceğimi düşündükçe şimdiden
heyecanlanıyorum.
Peki, kaliteli bir Şampanyayı nasıl
anlayabiliriz? Dünyada köpüren
şaraplar birkaç türlüdür. Fazla patlayan,
aşırı gazlı olanlar çoğu “Turistik”
şampanyalardır. Oysa değerli ve özenle
yapılmış bir “cuvee” şampanya çok
gazlı olmayabilir, fazla patlamayabilir,
rastlarsanız yadırgamayınız. Ancak
gerçek ve güzel bir şampanya,
kadehinize konulup yıldızlar saçmaya
başladıktan sonra köpüğü dağılsa
da, kabarcıklarını saçmayı sürdürür.
Siz keyifle yudumladıkça devam eden
bu kabarcıklar kadehin alt kısmından
yukarı doğru zarifçe süzülür ve size
doyumsuz keyifler ve mutluluklar sunar.
Özellikle doğru yapılmış özenli bir
şampanya kadehinin alt ortasındaki
keskin köşeye sıkışmış sonsuz kabarcık
kaynağından yukarı doğru durmaksızın
yüzmeyi sürdürürler. Oysa özensiz
ve gaz ilavesiyle yapılmış “turistik
köpüren şaraplar”, fazlaca patlarlar ve
en önemlisi konuldukları kadehte bir
kez köpürür ve hava kabarcıkları kısa
bir süre sonra yok olurlar. Bunların
değersiz köpüren şaraplar olduğu da
böylece kolaylıkla anlaşılmış olur.
Birkaç tüyo vermek icap ederse,
şampanyalar diğer şaraplar gibi yatık
saklanmazlar, mantarları tipi gereği
dik durmalıdırlar. Şampanyaların
servis kadehleri ince uzun ve uzun
ayaklı olmalı, servis ısıları 6 derece
olmalıdır. Çok yaşlı bir şampanya
8-10 derecelerde servis edilebilir.
Kadehinize azar azar servis
etmeli ve minik yudumlarla keyfini
çıkarmalısınız. Son olarak servis ve
yemek eşleşmesinden söz edeceğim.
İçkilerin en soylusu olan şampanya
aynı zamanda kahvaltıda bile içilebilen
tek içki. Sek olan
şampanyaları,
aperatif olarak,
dömisekleri
kaz ciğeri gibi
gastronomik
yiyeceklerle,
tatlı olanları
ise yemeklerin
finalinde tatlılarla
önerebilirim.
Sizlere ve
sevdiklerinize, çok
keyifli bir yılbaşı
dilerim. Yeni yılın afiyet
ve sağlık getirmesi
temennisiyle...
121
detay
Yaşam için “küçük” ışıklar
Umudu kaybedenlere umudun varlığını hissettiren
bir ayrıntıdır mumlar yaşamın içinde. Özel günlerinde
romantizmi tercih edenlerin vazgeçemediğidir onlar.
Bize ışık saçan öğretmenlerimizi simgelerler. Lüks
dekorasyonlarla süslenen kutlama salonları bile, mum ışığı
olmadan çok da anlamlı değildir. Işıkların en melankoliği
mumlarsız aslında hiçbir şey tam değildir.
122
KUTLAMA ANLARINI bir düşünün.
Başrolde hep onlar vardır. Bir
köşede tek başına bile dursa odanın
anlamını baştan sona değiştirebilir bir
mum… Parlaklığı, fitili, ışığın içinde
bulunan koyu gölgesi ve çevresine
verdiği haleyle; romantik bir dokunun
vazgeçilmezidir. Eğer ki daha da
ötesini görmek isterseniz onunla; içinde
saklı umutları, hayalleri, sıcaklığı ve
enerjiyi hissedebilirsiniz.
köşelerinde artık… Dokunduğu her yeri
farklı bir kimliğe büründüren mumlarla
binbir çeşit dekorasyon mümkün.
* Kristal ya da boncuklu mumluklar
* Vitraydan yapılmış rengârenk
* Küçük mumları cam fanuslar içinde
Mumun dekorasyondaki varlığı,
hayatımız içindeki işlevini de değiştirdi.
Eskiden sadece elektrikler kesildiğinde
başvurduğumuz mumlar bugün
evlerdeki çiçekler kadar ev halkından…
Hayal gücünüz kadar geniş çeşit, renk,
form ve kokuya sahip olan mumlar,
salonların, sofraların, yatak odalarının,
banyoların ve bahçelerin en süslü
* Mumları farklı renklerdeki
mozaiklerden tasarlanmış mumlukları
kullanarak evinize loş bir aydınlatma
sağlayabilirsiniz.
* Mumları, mumlukların içine koyarak
perde kornişine asabilirsiniz.
cam bardaklar içinde merdiven
basamaklarına dizerek evinizin
içerisinde gökkuşağını andıran bir
görünüm yaratabilirsiniz.
* Duvarınızı mumlarla süsleyip
duvarınızı ışık ağacı yapabilirsiniz.
içinde yakarak tıpkı bir yıldız gibi
parlamalarını izleyebilirsiniz.
suda yüzdürebilirsiniz.
* Fenerlerin ve kandillerin içine
koyarak onların oryantal etkisinden
faydalanabilirsiniz.
* Aynanın önüne dizerek gölge ve ışık
oyunları oluşturabilir; etkisinin ikiye
katlanmasını seyredebilirsiniz.
* Cam sürahilerin ağzına kâğıttan
kâseler yaparak içlerine koyabilir ve
farklı bir dekorasyon sağlayabilirsiniz. 123
dekorasyon
Deco Center’dan hediye önerileri
Yeni yıl için birbirinden farklı hediye seçenekleri sunan Deco Center’dan, karar
vermekte zorlananlar için farklı fiyatlarda ve özelliklerde hediye önerileri çıkarttık.
Rose Mix Wreath
(Kapı süsü)
175,00 TL
Mürdüm Cam Dilimli Vazo
52,50 TL
124
Mor Kelebek
Mum
küçük - 16,00 TL
orta - 27,00 TL
büyük - 40,00 TL
yuvarlak - 19,50 TL
uzun - 24,50 TL
Pinecone Witrim Pearl
(Çam Kozalağı)
Open Pomegranate Wilea
(Nar)
24,50 TL
19,50 TL
İncili Taşlı Çerçeve
Oval İncili Tepsi
Kristal Şamdan
79,50 TL
124,00 TL
26,50 TL / 35,50 / 44,50
Golal Mum - 12,50 TL
Kek Metal Stand + Fanus
T.Kahvesi Fincanı
Neskafe Fincanı
125,00 TL
Takımı - 185,00 TL
Takımı - 135,00 TL
Art Model Su Bardağı
Art Model Fincan (Gümüş)
1 adet - 39,50 TL
1 adet - 59,50 TL
* Bu bir reklam haber çalışmasıdır.
125
guidebursa
RESTORAN / RESTAURANT
Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse
Çekirge Meydanı T. 234 38 88
Beceren Botanik Parkı T. 211 52 60
CP Steak House
Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79
T. 233 38 00
“Life guide of Bursa”
Çağrışan Et Mangal
Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00
Çiçek Izgara
Belediye Cad. No:15 T. 221 65 26
Korupark AVM T. 241 29 88
İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00
Park Izgara
Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01
HAZIR YEMEK / FAST FOOD
Big Mammas
FSM Bulvarı T. 247 44 55
Kükürtlü T. 236 89 91
Korupark AVM T. 241 27 50
Ertuğrulkent T. 413 38 93
Burger King T. 444 54 64
Büfemtrak FSM Bulvarı T. 245 87 25
Dababa
Esentepe Mah. Gürler Cad.
No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00
Gurme / Bademiçi
Bademli Mah.No.79 Mudanya T. 549 01 09
İona Cafe Restoran
FSM Bulvarı No.48 T.249 90 02
Kadife A la Carte
Almira Hotel U.Hasan Bul. No:5 T. 250 20 20
Kahve Beyaz
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi
T. 566 34 47
Kaju Eat & Drink
FSM Bulvarı No.46 / A T.249 80 09
Kaşıkara
Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi
T. 566 35 66
Kavis
Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47
T. 444 40 00
Keyf-i Ala Restoran
FSM Bulvarı Tuna Cad.No.112 T.249 04 02
Placia Restaurant
Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40
Otantik Gemi
Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00
Panaroma
Çelik Palas Hotel T. 233 38 00
Tike
Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75
Hayat Lokantası
Merinos Parkı T. 272 27 77
DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE
/ SEA FOOD & BAR
Arap Şükrü Çetin
Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53
Cafeman Balıkçısı
Agora İş Merk. Kulealtı Bademli T. 549 10 14
Deniz Tabağı
Arap Şükrü Sk. T. 222 19 19
Saki Rum Meyhanesi
E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89
KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA
Atmosfer Pide / Metin Durmaz
FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00
Dürümcü Bekir Usta
Setbaşı T. 220 11 01
Çekirge T. 233 88 18
FSM Bulvarı T. 243 75 75
Bademli T. 549 28 28
Kebapçı Yavuz İskender
Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20
As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30
Köy Tesisleri Mudanya Yolu T. 244 99 01
İ.Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90
Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15
Zafer Plaza AVM T. 221 15 33
Tavacı Recep Usta
Odunluk Mah.Erdoğan Biyücel Cad.No.5 / 1
T.452 40 04
IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS
Anadolu Lezzet Dünyası
E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03
Bademli Et Mangal
Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu
No: 307 T. 244 84 60
126
Hobi Paket Büfe
Altıparmak T. 221 11 63
Beşevler T. 451 11 00
İhsaniye T. 246 00 55
Özlüce T. 413 73 13
Kentucky Fried Chicken 444 35 55
La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni
FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA
T. 444 21 58
Mariza
Altıparmak T. 225 12 25
FSM Bulvarı T. 451 44 44
Mc Donald’s T. 444 62 62
PASTANE / PATISSERIE
İskender Kebap
Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76
Carrefour AVM T. 452 10 62
Korupark AVM T. 241 21 10
Şampiyon Kokoreç Altıparmak T. 223 23 20
Yazı
E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı
T. 548 00 28
Dominos Pizza
Altıparmak T. 222 90 40
Bademli T. 241 58 00
Beşevler T. 453 46 04
FSM Bulvarı T. 453 00 76
Özlüce T. 413 15 00
Çekirge T. 234 99 22
Yıldırım T. 362 60 60
Uludağ Kebapçısı
Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51
Kent Meydanı AVM T. 255 55 56
Zeugma Restoran
Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27
Aslı Börek
Carrefour T. 452 66 86
Kent Meydanı AVM T. 251 40 02
Metro Market T. 441 37 20
Geçit Evke Plaza T. 241 80 88
Osmangazi Metro T. 272 03 03
Zafer Plaza T. 223 79 79
Uludağ Ünv.T. 442 88 26
Bread House
Anatolium AVM T. 261 30 27
Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07
FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27
Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05
Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87
Çınar Pastanesi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49
FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98
Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76
Durak Muhallebicisi
Çekirge Meydanı T. 235 08 08
İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09
Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19
Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80
“Bursa’nın yaşam rehberi”
rehberbursa
Kafkas
Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99
Carrefour AVM T. 452 49 99
Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10
FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00
İzmir Yolu T. 413 22 20
Kent Meydanı AVM T. 255 67 00
Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51
As Merkez Karşısı T. 261 52 61
Davutdede- Conk Sok. Yıldırım T. 360 03 30
Korupark AVM T. 241 49 29
Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25
Terminal T. 261 58 02
Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70
Kahve Dünyası
Korupark AVM T. 241 23 45
Zafer Plaza AVM T. 225 29 29
Hayal Kahvesi FSM Bul. No:59 T. 451 50 80
Kahve Mania FSM Bul. No:116 T. 245 02 22
Ivory Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90
Lusso FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30
Jazz Bar Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54
Neşve FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63
K Bar Çekirge Cad. T. 233 44 22
Pascal Nilpark AVM T. 240 02 04
Kat 3
Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Kent Meydanı AVM T. 255 55 22
Rıhtım
FSM Bulvarı Kamuran Sitesi T. 451 24 77
Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77
Konak Mah. Beşevler Cad. T. 452 66 28
Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00
Çekirge Meydanı T. 236 83 58
Siesta
Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05
Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01
Saklıbahçe
1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59
Highout Oulu Cad.Oylum Carşısı T. 233 00 60
Keyifli Bar FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86
Un-Pa
Çekirge Meydanı T. 236 73 65
Bilginler Cad. Mehtap Sitesi T. 452 26 72
Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17
Starbucks
Carrefour AVM T. 453 20 76
Kent Meydanı T. 255 37 39
Korupark AVM T. 241 27 60
Kükürtlü T. 233 39 55
Zafer Plaza AVM T. 220 00 46
Şale Karagöz Cad. Kükürtlü T. 233 18 27
Waffle Evi
Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90
Waffle Abbas
FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi T. 245 77 78
Uzay Pastanesi
Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55
Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04
Saygınkent AVM T. 413 43 06
FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44
Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97
KAFETERYA / CAFE
Cafe Crown
Carrefour AVM T. 451 21 45
Kent Meydanı T. 255 30 00
Korupark AVM T. 242 06 24
Cafe Çizmeli Kedi
Gazi Cad.Sadıkoğlu Sit. T.451 53 34
Kırmızı
Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53
T. 452 97 07
Kios Bar Holiday Inn Görükle T. 442 85 40
Klan FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23
Konak 18 Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07
Krema Jazz Club
Bademli Kavşağı Tike Restoran T. 549 20 75
Tesadüf FSM Bulvarı T. 241 58 58
Time FSM Bulvarı No:151 T. 242 41 40
Kulüp
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78
BAR – BİSTRO / BAR BISTRO
La Luz Korupark AVM T. 243 93 98
Address Nilpark AVM T. 247 01 50
Locco Gedik Plaza Bademli T. 549 07 77
Angaje Lounge & Brasserie
Nilpark AVM T. 246 77 44
Mox Lounge FSM Bulvarı T. 240 22 42
Bigo FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04
Boo Live Geçit No:639 T. 244 88 78
Mualla FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16
Leman Kültür FSM Bulvarı T. 240 20 00
Malt Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72
Bongo Bar
Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34
People Agora İş Merk. Bademli T. 549 04 43
Benzin FSM Bulvarı No:147 / A T. 243 47 43
Picante Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34
Cadde Üstü FSM Bulvarı T. 246 66 74
Pronto Sport Cafe & Bistro
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T.413 70 80
Coffe and Beyond
FSM Bulvarı T. 247 22 37
Cadde Üstü Üni. Görükle T.483 67 77
Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99
Cha Cha
Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50
Şey Pub Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25
Caka Teras
Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09
Shakespeare Bistro
Korupark AVM T. 241 29 59
Demo
FSM Bulvarı No:59 T. 452 26 96
Suare Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01
Gönül Kahvesi
As Merkez Outlet T. 261 58 78
Nostaljik Tren İst.Beşevler T. 452 82 16
FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06
Gren
Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64
Gloria Jean’s Coffee’s
Korupark AVM T. 241 37 26
İncir Cafe
Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05
Duetto FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16
Exit Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70
Festina FSM Bulvarı T. 249 19 49
Resimli Holiday Inn Görükle T. 442 88 15
Veni Vidi
Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99
Wamtes
Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22
The Winston Brasserie
Dr.Rüştü Burlu Cad.No.11 T.233 13 48
127
mekan
Samimiyete “ayak alışkanlığı”
Şey Pub gibi bir mekanı anlatırken
söze ilk olarak orayı var eden
kişiden bahsederek başlanmalı. Şey
Pub’ın sahibi ve aynı zamanda tüm
müşterilerinin yakın arkadaşı Engin
Yürük tam yirmi beş yıldır sektörünün
öncüsü olmayı başaran bir isim.
Bursa’daki içkili ve yemekli eğlence
kültürünün bu anlamdaki belki de en
zirvede ve en bilinen simalarından bir
tanesi.
Şey
Pub
Engin Yürük
1987 yılında açılan ve Bursa’da
dilden dile anlatılan bir mekan olan
Krokodil, Engin Yürük tarafından
açıldığı günlerde kimse o denli popüler
olacağını bilemezdi. Fakat aradan
geçen yıllar gösterdi ki Bursa’nın en
nitelikli mekanlarının başında, sıcak
sohbetlere ev sahipliği yapması ile
meşhur Krokodil yer aldı. Popülerliğini
hiç yetirmemiş bir mekan olan Krokodil,
yıllarca sürecek arkadaşlıklara
vesile oldu. Dünya mutfağıyla da
adından sıkça bahsettirdi. Ardından
1990’da Shang Hai ile Bursalılara Çin
Mutfağı’nın kapıları açıldı. Her zaman
eğlence dünyasındaki yenilikleri en
doğru biçimde hayata geçiren Engin
Yürük, “Le Tire Bouchon” ile bunu bir
kez daha kanıtladı. Krokodil Bar ve Şey
Pub’un işletmeciliğini yaparken, üçüncü
mekanı olan Le Tire Bouchon, “modern
meyhane” tarzıyla yine Bursalıların
beğenisini kazandı. 2005’te The Kebap
ile Antep Mutfağı, 2007’de Pizza
Kasrı Krokodil İtalyan Mutfağı ile yine
karşımızdaydı.
Şey Pub Oulu Caddesi’ndeki yeri
ile (Pembe Çarşı yanı - Kükürtlü)
dünya mutfağı, daimi personeli ve
sıcak ortamı ile aynı popülerliğini
koruyor. Krokodil zamanlarında
mekanın sıcaklığında kurulan dostluk
ve arkadaşlıklar şimdilerde Şey Pub
masalarında devam ediyor… Engin
Yürük’ün eskimeyen tarzı ve eskimeyen
dostları ile…
* Bu bir reklam haber çalışmasıdır.
128
Et Fajita’s
Tortilla ekmeği
3 çeşit dip sos
Renkli biberler
Dana eti
Hellim Peynirli Yeşil Salata
Karışık Akdeniz yeşillikleri
Kızarmış Hellim peyniri
Cheri domates
Pekmezli balsamic sos
Ocean Blue
Malibu
Rom
Blue Curacao
Sufle
Eritilmiş bitter çikolata
Vanilyalı dondurma
Tereyağ
Un - Şeker - Yumurta
Şef İsmet Çobanoğlu
129
guidebursa
“Life guide of Bursa”
OTEL / HOTEL
ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER
Adapalas ***
1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90
Artıç ***
Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05
Almira *****
Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20
Anatolia ****
Çekirge Meydanı T. 233 94 00
Baia ****
Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı
T. 275 45 00
Beceren (Butik)
Botanik Parkı T. 211 52 60
Boyugüzel (Butik)
Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99
Büyükyıldız ****
Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90
Anatolium Y. Yalova Yolu No.487 T. 261 12 22
As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu T. 261 51 51
Carrefour İzmir Yolu T. 219 73 00
Kent Meydanı S.Garaj Mah. T. 255 43 63
Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35
Özdilek Y. Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00
Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. T.225 39 00
SAĞLIK / HEALTH
Acıbadem
FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44
Beyge Club
Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4
Nilüfer T.453 55 00
B-Fit Spor Kulübü
Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer
T.244 64 68
Hat Cad. No.10 Osmangazi
T.235 35 15
Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer
T.452 60 52
Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım
T.369 08 31
Çok Yaşa Clup Nilpark 5.Kat T.245 68 00
Biyofiz Tıp Merkezi
Karaman Mah.Kültür Cad.Biçen Sok.No.10
Nilüfer T.246 66 66
Bursa Anadolu
İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09
Bursa Göz Merkezi
Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69
Central **** U.Hasan Bul. No:55 T. 273 55 00
Bursa Vatan
Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40
Çelik Palas *****
Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00
Çekirge Kalp ve Aritmi
Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00
Divan ****
Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07
Dentatürk Diş
FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00
Gönlüferah ****
1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10
Doruk Tıp
Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53
Holiday Inn ****
Uludağ Üni. Görükle Kampüsü T. 442 85 40
Esentepe Tıp Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46
İbis Hotel ***
Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00
Jimer
Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67
Kervansaray ***
Fomara Meydanı T. 220 00 00
Konur
Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40
Kervansaray Termal *****
Çekirge Meydanı T. 233 93 00
Medical Park Bursa
Fomara Meydanı T. 444 44 84
Kırcı **** Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00
Kitapevi (Butik)
Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60
Medicabil
Mudanya Yolu Küre Sok. Fethiye T. 444 81 12
Osmangazi Tıp Merkezi
Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05
Kent **** Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20
Rentıp FSM Bulvarı T. 249 77 00
Marigold *****
1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00
Retina Göz Merkezi
Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01
Montania ****
İstasyon Cad. Mudanya T. 211 32 80
Turkuaz Diş
Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22
Otantik Club (Butik)
Botanik Parkı T. 211 32 80
SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS
Gym Sport
Agora İş Merk. Bademli T.549 25 00
Maya Spor Salonu
Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza
No.12 Nilüfer T.453 02 50
Score Fitness Spa
Korupark AVM İçi T.242 68 00
Studio Pilates
Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler
Sit. C / Blok K.4 Nilüfer T.451 32 41
Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi
Konak Mah.Yaz Sok. T.451 44 15
KUAFÖR / COIFFEUR
Otantik Gemi (Butik)
Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34
130
Asya Spor Merkezi
İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer
T.249 64 55
Ahmet Albayrak Korupark AVM T.241 31 12
Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35
Bademli T. 548 00 80
Emma Nilüfer Hatun Cad. T. 452 67 50
Enis Aslan Kükürtlü Cad. T. 233 00 51
Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90
Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60
Sacha
Kükürtlü Mah. Manolya Sk. No.67 T.233 59 79
Kent Meydanı AVM T. 255 63 64
FSM Bulvarı T. 453 38 55
Bademli T.549 11 42 - 43
Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98
TAKSİ / TAXI
Altıparmak T. 222 16 44
Almira T. 252 86 38
Ataevler T. 441 88 00
Bademli T. 549 24 90
Beşevler T. 451 28 28
Çekirge T. 236 71 04
Çelik Palas T. 233 27 79
Dallas T. 233 81 22
Doğumevi T. 236 67 06
İhsaniye T. 247 47 33
Kükürtlü T. 235 12 96
Nilüfer T. 245 05 98
Setbaşı T. 328 90 91
Uludağ T. 222 35 14
“Bursa’nın yaşam rehberi”
MÜZE / MUSEUM
Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün
mesai saatleri arasında hizmet veriyor.
Arkeoloji Müzesi
Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18
Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş
M.Ö. 3000’den Bizans Devri sonlarına
kadar olan devirlere ait eserler sergileniyor.
Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı
sergide.
Atatürk Evi Müzesi
Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16
19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk,
Bursa Belediyesi tarafından sahibinden satın
alınarak Atatürk’e hediye edildi. 1968’de
Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29
Ekim 1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında
müzeye dönüştürülerek ziyarete açıldı.
Bursa Kent Müzesi
Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26
Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı
padişahının balmumu heykelleri, geleneksel
ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin
topografik maketi gibi objelerle bilgiler
sunuluyor.
Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi
Umurbey / Gemlik T. 525 00 98
3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma
yıllarına ait fotoğraflar, anı eşyalar ve
hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler, nişanlar,
madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor.
Hünkâr Köşkü
Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90
Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında
av köşkü olarak yaptırılmış olan köşk, Sultan
Abdülmecid dışında, Sultan Abdülaziz
ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından
da kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış
olan köşke günümüzde Atatürk Köşkü ve
Cumhuriyet Köşkü de deniliyor.
Hüsnü Züber Evi
Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42
1836 yılında devlet misafirhanesi olarak
yapılmış, daha sonra Rus konsolosluğu
olarak kullanılmış olan ev, tipik bir Osmanlı
evi.
Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı
Çekirge Cad. T. 232 25 90
Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu
hakkında bilinen tüm kültürel motifleri
barındıran müzede Ramazan aylarında
günümüz hayalileri tarafından Karagöz
gösterimleri yapılıyor.
Ormancılık Müzesi
Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18
Türkiye’nin ilk ve tek ormancılık müzesidir.
Bursa’da, Çekirge caddesi üzerinde Saatçi
Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır.
rehberbursa
Türk İslam Eserleri Müzesi
Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79
Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414
– 1424 yılları arasında Mimar Hacı İvaz
Paşa’ya yaptırılmış ilk Osmanlı medreseleri
arasındadır. “Sultaniye Medresesi” adıyla da
bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık
avlulu medreselerin en iyi örneklerindendir.
Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu
Atatürk Cad. No:93 / Görükle T. 483 21 83
Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi
Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41
Tekerleğin at arabasından otomobile
gelişimini sergileyen müzede Tofaş’ın 0001
seri nolu araçlarından örnekler izlemek de
mümkün.
Şehir Kütüphanesi
Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49
Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve
Takıları
II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye
T. 222 75 75
Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu
üyelerinden Esat Uluumay’ın 45 yılda
topladığı 18 değişik koleksiyon sergileniyor.
Mudanya Mütareke Evi Müzesi
Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68
Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran
Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi
evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu
evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de
sergileniyor.
Merinos Tekstil ve Sanayi Müzesi
Atatürk Kongre Kültür Merkezi T. 272 16 00
Bursa´nın tekstil kenti kimliğinin yaşatılması
ve Cumhuriyet döneminin ilk sanayi
yapılarından Merinos Fabrikası’nın tarihinin
gelecek nesillere aktarılması amacıyla
kurulan Türkiye’nin ilk tekstil sanayi müzesi.
KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER
Açık Hava Tiyatrosu
Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12
Adile Naşit Kültür Merkezi
Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20
Akpınar Kültür Merkezi
Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk.
T. 243 73 43
Atatürk Kongre Kültür Merkezi
Merinos Parkı T. 272 16 00
A.V.P.Devlet Tiyatrosu
Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10
Barış Manço Kültür Merkezi
Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım
T. 366 02 02
Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği
Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi
Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı /
Osmangazi T. 225 51 50
Fethiye Kültür Merkezi
Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok.
T. 243 36 63
Konak Kültür Merkezi
Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00
Tayyare Kültür Merkezi
Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48
Uğur Mumcu Kültür Merkezi
Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42
Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon
Görükle Kampüsü T. 294 00 00
16 mm Sinema Atölyesi
F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat
T. 222 11 12
ÇİÇEKÇİ / FLORIST
Aşşk Çiçek Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00
Bursa Çiçekçilik FSM Bulvarı T. 452 47 32
Lis Çiçek Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96
Koru Çiçek Korupark AVM T.241 54 74
Pelit Çiçekçilik & Peyzaj
Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62
TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM &
TRANSPORTATION
Kamil Koç T. 444 05 62
Nilüfer Turizm T. 444 00 99
U. Teleferik İşletmesi T. 327 74 00
Burkon Turizm Çekirge Cad. T. 233 40 00
Plaza Turizm Oulu Cad. No.33 T. 234 58 58
Şentürkler Turizm
Çekirge Cad. No.51 T. 235 66 66
İDO Bursa Satış Noktaları
Kent Meydanı AVM T. 255 44 60
Korupark AVM T. 242 19 49
Mamis Restaurant T. 211 23 81
Park Plaza T. 244 94 01
Plaza Tur T. 234 58 58
Görükle Kampüsü T. 442 91 25
Zafer Plaza AVM T. 225 39 08
SİNEMA / CINEMA
Korupark Cinetech T. 242 93 83
Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88
Setbaşı Prestige T. 221 48 06
Kent Meydanı T. 255 30 84
As Merkez Avşar T. 261 57 67
Akpınar K. M. T. 243 73 43
Altıparmak Burç T. 221 23 50
AFM Carrefour T. 452 83 00
B. Manço K.M. T. 366 08 36
Bursa Senfoni Orkestrası
A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70
131
guidebursa
Baia Bursa
Y.Yalova Yolu 9. Km
As Merkez Otutlet Yanı
T. 224 275 45 00
Öne çıkanlar / Highlights
www.baiahotels.com
Burtom Sağlık Grubu
Çekirge Caddesi
Hamzabey Girişi No:108-1
T. 444 42 24
www.burtom.com.tr
132
“Life guide of Bursa”
rehberbursa
Hayal Kahvesi
FSM Bulvarı No:59
T. 451 50 80
www.hayalkahvesibursa.com
Bakus İtalyan
Restraunt & Winehouse
Çekirge Meydanı
T. 234 38 88
Öne çıkanlar / Highlights
“Bursa’nın yaşam rehberi”
www.bakusrestaurant.com
133
proje
15300 Misia “harikalar diyarı”
Fideltus, Kalyoncu ve Göler inşaat şirketlerinin ortaklık çatısı altındaki proje 15300 Misia’da yaşam için
geri sayım başladı. Uludağ’a ovadan bakan Bursa manzarası, proje içerisinde kullanılan malzemelerin
kalitesi ve sosyal alanlarının zenginliğiyle dikkat çeken proje, Haziran 2012’de “yaşıyor” olacak.
“Bursa’ya kaliteli bir rezidans” fikriyle
yola çıkan Fideltus - Kalyoncu - Göler
şirketleri; 15300 Misia’nın Bursa’da
yapmak istedikleri için iyi bir “vitrin”
projesi olduğunu belirtiyor. Kısaca
15300 Misia onlar için bir başlangıç…
“Herkes için” seçenekler
Mimari tasarım ise Emre Arolat’a
ait.1+1, 2+1, 3+1 ve 4+1’lik
konutların yanı sıra, dubleks ve bahçeli
dublekslerden oluşan 90 m2 ile 330m2
arasında değişiklik gösteren, toplam
160 konuttan oluşuyor. Konsept olarak
da tamamıyla bir akıllı ev ve beş yıldızlı
otel konforu sunuyor.
Bursalılara sunulan “ilk”ler
Dış cephe kaplamasının tamamı doğal
taş. İç duvarlar - rezidans koridorları
da dâhil- sadece İngiliz ve Amerikan
duvar kâğıdı kullanılmış. (boya yok)
Teras bahçeleri Türkiye’deki sayılı
projelerden. Kat holleri 45–50,
resepsiyonlar ise 200 metrekare.
134
Projenin tamamında kalitesi
kanıtlanmış, dünyaca ünlü üstün
malzemeler ve markalar kullanılmış.
Bu özellikleriyle “gerçek” bir rezidans
kalitesi sunuyor. Otopark tavan
yüksekliği 5 metre. Mutfaklarda dahi
klima alt yapısı var.
Sosyal tesis baş döndürücü nitelikte
15300 m2’nin 8000 m2’si yeşil alan ve
sosyal alanlardan oluşuyor. Projede
birleşik olarak 190 m2 açık yüzme
havuzu ve çocuk havuzu ile 120 m2
kapalı yüzme havuzu bulunuyor.
Isıtmalı kapalı havuzun yanındaki jakuzi
keyfi de sunulanlar arasında. Lounge
alanına bağlantılı, içecek ve hafif
yiyeceklerin sunulacağı Snack Bar ve
son teknoloji Technogym marka aletler,
pilates aletlerinin konduğu ve aerobik
odasının yer aldığı fitness salonu,
squash ve kapalı basketbol sahası
da sosyal alanda öne çıkıyor. Türk
hamamları, saunalar, buhar odaları,
kar çeşmesi, şok duşlar, dinlenme ve
masaj odalarının yer aldığı SPA projeyi
farklı kılan bir diğer detay. Büyük ekran
TV, oturma grupları ve şöminenin yer
aldığı özel tasarımlı Lounge da projenin
ihtişamını gözler önüne seriyor. Oyun
istasyonları, boyama odaları, lego
odalarının bulunduğu çocuk oyun
alanları ile bilardo, masa tenisi, langırt
ve dart oyun salonları aileler için ideal
bir şekilde hazırlanmış. Çocuk oyun
alanları, mini futbol-basketbol sahası,
çim zeminli açık hava sineması, koşu
parkuru ve davet alanları ile açık alanlar
da yaşamın ne kadar renkli geçeceğini
daha şimdiden hissettiriyor.
Dikkat çeken diğer hususlar ise şöyle;
projenin açık alanı araç trafiğine
kapalı, sadece itfaiye ve ambulans
için kullanılabilir durumda. Kapalı
ve açık kafesi oldukça kullanışlı.
Kapalı otopark, kapalı ve açık cep
sineması, küçük amfi tiyatro, çocuk
oyun parkı ve mini futbol sahası...
15300 Misia’daki evlerin tamamı birer
akıllı ev. Bir kumanda ile evinizin
hemen hemen bütün anahtar prizlerini
kontrol edebiliyorsunuz. Prize bağlı
olan elektronik cihazlar, TV, klima,
müzik sistemi, ısıtma ve aydınlatma
ve perdeler de dâhil… Bu özellikler
projede anahtar teslim olarak
sunuluyor. Evinizi cep telefonunuzdan
bile kontrol edebiliyorsunuz. Bu da
Bursa’da bir ilk olarak öne çıkıyor.
Rezidans keyfi ile lüks bir yaşam
Yüksek bloklar tamamıyla bir rezidans
şeklinde tasarlanmış. Beş yıldızlı otel
lüksü sunuyor. Blokların her birinin
altında lobi ve resepsiyon hizmetleri
var. Resepsiyonun dışında rezidans
sakinlerinin yararlanabilecekleri temizlik
ve bakım hizmetleri de sunulacak.
Rezidans sistemi, güvenlik dâhil bir
elektronik ortamda çözülecek.
Kat hollerinden tutun sosyal
alanlara kadar tüm alanlar, bir evin
metrekaresinden daha fazla yer
tutuyor. Yani bir eve düşen metrekare
birebirden daha fazla. Her daireye
kapalı otopark ve otoparkına en yakın
yerde bir depo sunuluyor. Bunların
hiçbiri dairelerin metrekarelerine dâhil
değil. Isınma doğalgaz ile yerden
ısıtmalı, kurulan sistem ise pay ölçerli
merkezi sistem... Her evin ayrı bir
kontrol paneli var. 45–50 metrekareye
varan kat holleri bulunuyor. Her kata
ulaşmak için 2 tanesi panoramik olmak
üzere 3 Otis marka asansör var. Bunun
dışında kullanılan malzemeler %100
ithal ve birinci sınıf malzemelerden
oluşuyor. Mutfak ve kapılar İtalya’dan
gelmiş. Seramikler İtalya ve
ispanya’dan. Armatürler Hansgrohe ve
PVC doğramalar Alman Thyssen marka.
ile elde dilen doğal bir taş. Bu taşın
altına da taş yünle yalıtım yapılıyor.
Yani sıcaktan ve soğuktan koruyan bir
yöntem uygulanıyor. Bu ne sağlıyor
derseniz? Ömür boyu bu binaları aynı
renkte göreceğiz. Binaların içi iklim
değişimlerinden (sıcak- soğuk-nem
gibi) en az düzeyde etkilenecek. Bu
uygulama Bursa’da bir ilk. İstanbul’da
ise sadece birkaç projede bulunuyor.
Projenin peyzaj mimarisini Prof. Dr
Selami Sözer üstlenmiş. Peyzaj için
çok özel palmiyeler ithal edilmiş. Bahçe
teras evleri Bursa’da olmayan bir
şekilde, şehrin merkezinde bahçeli ev
lüksü sunuyor.
Dış cephe ve peyzaj farkı…
15300 Misia’nın en büyük artılarından
biri de tüm binaların dış cephe
kaplaması... Balkonlar dahil, tüm
dış yapı doğal taş kaplı Sinterflex
ile döşeniyor. 50–60 yıllık ömrü olan
bu taş Çanakkale’de 2000 santigrat
derecede doğal bir taşın preslenmesi
15300 Misia’da olmak isteyenler…
“Projenin sadece % 30’u satış
bekliyor. Şu andaki liste satış fiyatları
da tamamıyla projenin maliyetlerine
çıkmış fiyatlar. İstanbul’da metrekaresi
8.000–20.000 dolar arasında satılan
rezidanslar, 1800 dolara satılıyor.”
* Bu bir reklam haber çalışmasıdır.
135
136