İndirmek İçin lütfen tıklayınız.

Transkript

İndirmek İçin lütfen tıklayınız.
İstanbul
Tarih ve Kültür
İstanbul / 2013
T.C. Marmara Belediyeler Birliği Yayını: 2013
Yayın No: 71
Kitabın Adı: İstanbul; Tarih ve Kültür
Editörler:
Recep Bozlağan
Nail Yılmaz
Müslüm Yılmaz
Tüm yayın hakları Marmara Belediyeler Birliği’ne aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir;
izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz.
ISBN: 978-605-63650-0-3
Baskı Yeri ve Tarihi
Kapak Tasarımı
Baskı ve Cilt
Kapak Gravür
Basım
: İstanbul, 2013
: Özhan Yurtseven
: 1. Baskı - 1000 Adet
: www.azizistanbul.com
:
MARMARA BELEDİYELER BİRLİĞİ
Ragıp Gümüşpala Cad. No.10 Eminönü 34134 Fatih - İstanbul
Tel: +90 212 514 10 00 (PBX) Faks: +90 212 520 85 58
http://www.marmara.gov.tr
İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR \ 3
SUNUŞ
Sekiz bin yılı aşan tarihi ile üç devlete ve medeniyete başkentlik yapmış olan İstanbul, yalnızca kıtaların değil medeniyetlerin
de buluşma noktasıdır. Tarih ve kültürün iç içe yaşadığı bu şehir
üzerine, birçok yerli ve yabancı yazar hayranlıklarını dile getiren
eserler kaleme almıştır.
Ne yazık ki 50’lerle beraber köy ve kırsal bölgelerden yapılan
göç ve çarpık yapılaşma, şehirlerimizin tarihi ve kültürel dokusunu
zedelemiştir. Bu sorunlar tarihi yapıların tahrip olmasına ve çarpık bir kentleşmeye neden olmuştur. Özellikle son yıllardaki yerel
yönetim çalışmalarıyla bu tahribatın önüne geçilmiş, birçok tarihi
eser yok olmaktan kurtulmuştur.
Marmara Belediyeler Birliği olarak, bir yandan üye belediyelerimizin performansını artırıcı faaliyetleri yoğun bir şekilde sürdürürken, bir yandan da bölgemizde, şehir kültürünün gelişmesine
yönelik çalışmalarda bulunuyoruz. Bu amaçla uzun süredir kararlılıkla sürdürdüğümüz ‘İstanbul Dersleri’, alanında yapılmış olan en
uzun soluklu kültürel çalışmaların başında gelmektedir.
Birliğimizin bünyesinde gerçekleştirilen ‘İstanbul Dersleri’ adlı
konferansların dördüncü bölümü olan Tarih ve Kültür, İstanbul’un
sahip olduğu tarihi ve kültürel yapının farklı yönlerinin ortaya konulduğu bir çalışma olmuştur. Eserin, İstanbul’un engin ve derin
birikimine mütevazı bir katkı sağlayacağı inancındayız.
Bu eserin belediyelerimize yararlı olmasını temenni ediyor ve
emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum.
Recep ALTEPE
Birlik Başkanı
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
4 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR \ 5
İçindekiler
Sunuş / 3
Giriş / 7
Recep Bozlağan, Nail Yılmaz, Müslüm Yılmaz
Bir Dünya Kenti Olarak İstanbul ve Mimar Sinan / 19
Suphi Saatçi
İstanbul’un Oluş ve Bozuluş Tarihi / 29
Beşir Ayvazoğlu
Bir Liman Kenti Olarak İstanbul / 45
İdris Bostan
İstanbul ve Küresel Şehirler / 59
Recep Bozlağan
Modern Türk Şiirinde Üç İstanbul Algısı / 75
M. Fatih Andı
Bir Antikacı Dükkânı Olarak İstanbul: Gündelik Hayatın İkonografisi/ 113
Ekrem Işın
Yanlış Bilinen Osmanlı / 133
Mehmet Maksudoğlu
İstanbul Türkçesi / 163
Mustafa Kaçalin, Musa Duman, Uğur Derman, Hayati Develi
6 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
GİRİŞ \ 7
GİRİŞ
Recep BOZLAĞAN *
Nail YILMAZ****
Müslüm YILMAZ******
*
Bilindiği gibi İstanbul, dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden birisidir. Zira Yenikapı kazıları İstanbul’un şehir tarihini,
8500 yılı aşan bir geçmişe götürmemize imkân tanımaktadır.
Bu özelliği dolayısıyladır ki İstanbul, tarihsel süreç içerisinde
birbirini izleyen çok sayıda değişik kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Günümüz İstanbul’u ise geçmişte olduğundan
çok da farklı değildir. Zira coğrafi, tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik bakımlardan önemini hâlâ muhafaza eden şehir, dünyanın farklı bölge ve kültürlerinden kişileri kendine çekmekte;
birçok açıdan cazibe merkezi olmayı sürdürmektedir.
İnsanlık tarihi ve geleceği bakımından son derece önem
taşıyan bu yapı, farklı disiplinlerden araştırmacıların ilgisine mazhar olmakta; İstanbul üzerine yapılan çalışmalar hızla artmaktadır. Ancak yapılan araştırma ve incelemelerin
yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu yüzdendir
ki araştırmacıların, İstanbul üzerine daha yoğun bir şekilde
eğilmesi; şehri farklı açılardan nitelikli ve kapsamlı bir şekilde inceleyerek, tartışmaya açmaları son derece önem arz
etmektedir.
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
** Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
*** İstanbul Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Araştırma Görevlisi
8 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Marmara Belediyeler Birliği’nin 2007 yılından itibaren istikrarlı bir şekilde devam ettirdiği “İstanbul Dersleri” isimli seminerler, böyle bir çabanın ürünü olarak değerlendirilebilir.
İstanbul; Tarih ve Kültür adıyla elinizde bulunan eser, bu
seminerlere bağlı olarak ortaya çıkan kitaplardan dördüncüsüdür. Alanında uzmanlaşmış akademisyen ve yazarların konuşmacı olarak katıldığı seminerler, kayıt altına alınmakta;
arkasından titizlikle çözümlenip yazılı hale getirilmektedir.
Gerekli düzeltmelerden sonra tekrar konuşmacıların onayına
sunulan metinler, akademik disipline uygun bir biçimde yayına hazırlanmaktadır.
İstanbul; Tarih ve Kültür adıyla yayınlanan bu eserde
yer alan metinlerden ilki Suphi Saatçi’ye aittir. İstanbul’un
bir dünya kenti olduğu iddiasını dillendiren Saatçi, seminerini bu iddiasını hangi gerekçelere dayandırdığı üzerine
kurgulamıştır. Ona göre İstanbul coğrafi, tarihi ve kültürel
özelliklerine bağlı olarak nadir ve önemli bir şehirdir. Ancak
İstanbul, esas belirleyici ve özgün niteliklerine fetihle birlikte kavuşmuştur. Zira uzun yıllar ayakta kalma mücadelesi veren şehir, eskimiş, yıpranmış, ihmal edilmiştir. Fakat
Osmanlı’ya başkentlik yapmaya başlamasıyla birlikte yeni
bir heyecan yakalanmış, ilmi, siyasi, mimari, kültürel, ticari
vb. bakımlardan önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Öyle
ki dünya hâkimiyeti iddiasında olan Osmanlı, başta imar
hareketleri olmak üzere şehirciliğe önem vermiş; yelkenli
gemilerin sayısını arttırarak deniz ticaretindeki payını büyütmüştür. Öte yandan güçlü bir donanma ile dünya deniz
hâkimiyetini ele geçiren Osmanlı, konumunu sağlamlaştırarak, İstanbul’u dünyanın cazibe merkezlerinden biri yapmıştır. Ancak İstanbul’un dünya kentine yaraşır bir görünüme
GİRİŞ \ 9
kavuşması Mimar Sinan’la birlikte olmuştur. Zira Sinan,
İstanbul’un kimliğiyle bütünleşen; onun simgesi konumunda olan; dahası İstanbul’un siluetini ortaya çıkaran, birçok şaheser inşa etmiştir. Sözgelimi Süleymaniye olmadan
İstanbul’u düşünmek imkânsızdır. Paris için Notre Dame;
Roma için Sen Pietro ne ise İstanbul için de Süleymaniye
odur. Bu sebepledir ki Saatçi’ye göre, başta Süleymaniye olmak üzere, Sinan’ın eserleri İstanbul’un dünya kenti olmasında oldukça önemli yere sahiptir.
Metinlerden ikincisi Beşir Ayvazoğlu’na ait olup,
“İstanbul’un Oluş ve Bozuluş Tarihi” ismini taşımaktadır.
İstanbul’da yaşıyor olmanın bir şans ve imtiyaz olduğunu ifade ederek sözlerine başlayan Ayvazoğlu, İstanbul’un üst üste
yığılmış kültürlere beşiklik eden kadim bir şehir olduğuna; bu
kültürler içerisinde, kendisinden öncekilere en saygılı davranan kültürün ise Osmanlı’ya ait olduğuna vurgu yapmıştır.
Söz konusu saygının altında, İç-Asya’dan kopup gelen dinamik toplulukların hoşgörüsü ile referansını İslâm dininden
alan seçkin bir üst kültürün olduğuna işaret eden Ayvazoğlu,
bu üst kültürün İnalcık’ın söyleyişi ile “prestij kültür” olduğunun altını çizmiştir.
Seminerinde, İstanbul’un fetihten itibaren, yaklaşık olarak
dört yüz elli yıl boyunca, sadece İmparatorluğun değil, bütün
Türk ve İslâm dünyasının ilim, sanat ve kültür merkezi olduğuna işaret eden Ayvazoğlu, durumun batılılaşma döneminde
dahi değişmediğine vurgu yapmıştır. Bunun İstanbul’un bir
kültür merkezi olarak konumunu muhafaza etmesiyle yakından alakası vardır. Nitekim o dönemin bütün yeni fikir ve
sanat akımları, imparatorluğun Avrupa’ya en yakın bölge ve
şehirlerinden değil de İstanbul üzerinden yayılmıştır.
10 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Ayvazoğlu’na göre büyüklüğü, azameti ve gücü sayesinde
İstanbul’u yeniden inşa eden Osmanlı, dünyaya İstanbul’un
yeni bir inancın, medeniyetin ve estetiğin hâkim olduğu düşüncesini ilan etmiştir. Ancak bu medeniyet anlayışı, yenisini
inşa ederken geçmişi inkâr etmeyen, sürekliliği esas alan bir
anlayıştır. Söz gelimi Osmanlı, kuruluşundan beri şehrin ana
arteri olan Mese Caddesi, Divanyolu adıyla aynı güzergâhı
takip etmiştir. Hipodrom, bu kelimenin Türkçesi olan
Atmeydanı adıyla asırlar boyunca aynı şekilde kullanılmıştır.
Doğu’yu ve Batı’yı birleştirmeye çalışan bu anlayış, sadece
siyasî ve iktisadî değil, aynı zamanda kültürel bir içerik de
taşımaktadır. Bu hedefe şuurlu bir şekilde yönelen Osmanlı,
Bizans’ın abidevî eserlerini muhafaza ederek birçok kilisenin
dış yüzünü Osmanlı üslûbunda koruyucu bir tabakayla kaplayıp günümüze kadar ulaştırmıştır.
Söz konusu anlayış, devletin zenginliği ve halkın refah seviyesi arttıkça devam ettirilmiş; tahrif olan yapılar kısa sürede aynı güzellikle yeniden inşa edilmiştir. Ancak devlet ve
halk fakirleştikçe, İstanbul’u İstanbul yapan ölçüt ve değerler de aşınmaya başlamıştır. Böylece bozulma sürecine giren
Devlet-i Aliyye’nin başkenti, Cumhuriyet’in kurulmasıyla
birlikte başkentin Ankara’ya taşınması sonucu gözden iyice
düşmüş, dramatik bir şekilde uzun yıllar kaderine terk edilerek, bilinçsiz müdahalelere maruz kalmıştır. Ancak ne kadar müdahale edilirse edilsin, ne kadar kirletilirse kirletilsin
İstanbul, hep İstanbul’dur. Zira İstanbul tarihi ve tabiatıyla
öylesine zengin bir şehirdir ki, bu güzelliği bütünüyle yok etmek imkânsız gözükmektedir.
Eserde “Bir Liman Kenti Olarak İstanbul” adıyla yer alan
seminer ise denizcilik tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan
GİRİŞ \ 11
İdris Bostan tarafından sunulmuştur. Bostan, seminerinde
İstanbul’un Akdeniz ile Karadeniz’i birbirine bağlayan suyolu
üzerinde bulunması ve Avrupa’yı Asya’ya bağlayan karayolunun kesişme noktası üzerinde olması dolayısıyla, tarihin en
eski dönemlerinden beri önemli bir liman ve yük aktarma yeri
olduğuna vurgu yapmıştır. Ancak İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesi, devletin sahip olduğu güç oranında bir
liman kenti olarak İstanbul’un önemini daha da arttırmıştır.
Bu dönemde, donanmaya ait gemilerin yanında, İstanbul’un
ihtiyacı olan buğdayı taşıyan devletle sözleşmeli kapan tüccarlarına ait gemiler ile birlikte serbest çalışan müteşebbis
tüccarlar gemilerinin hareketlendirdiği İstanbul limanları,
uzun bir dönem önemini muhafaza etmiştir.
Kitapta yer alan metinlerden bir diğeri de Recep Bozlağan’a
aittir. Seminerinde küresel bir şehir konumunda olan İstanbul’un
durumunu değerlendiren Bozlağan, sistematik bir yaklaşımla
önce, küreselleşme olgusu üzerinde durmuştur. Genel manada
küreselleşmenin sermaye, emek, bilgi, kültürel öğeler ile mal ve
hizmetlerin dünya üzerinde serbestçe dolaşması anlamına geldiğine vurgu yapan Bozlağan, küreselleşmenin aynı zamanda yerelleşme ve yerel olanı da önemli hale getirdiğine işaret etmiştir.
Zira küreselleşme, insan yaşamında bir taraftan benzeşmeye neden olurken; bir taraftan da bölgesel/yerel farklılıkları ön plana
çıkaran bir süreç olarak dikkat çekmektedir.
Bozlağan’a göre küreselleşme olgusu, şehirlerin önemini
arttırmıştır. Zira şehirler, küreselleşmenin ihtiyaç duyduğu
sermaye, emek, bilgi, mal ve kültürel öğelerin büyük ölçüde
üretildiği ve dağıtıldığı alanlar konumundadır. Ancak şehirlerin eşit veya benzer görevler üstlendiğini ya da önem arz
ettiğini söylemek doğru olmaz. Öyle ki bu süreçte, şehirler-
12 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
den kimisi küresel sistemin ana yönetim üssü olurken; kimisi
de sınırlı roller üstlenmek zorunda kalmıştır. Bozlağan’a göre
sistemin en tepesinde oturan küresel şehirler uzmanlaştıkları alan çerçevesinde süreci kontrol etmekte; yönlendirip,
yönetmektedirler. Söz gelimi Londra ve New York finans ve
sigortacılıkta; Los Angeles ve Tokyo iletişim ve bilişim teknolojilerinde, Paris ve Milano kültür, sanat ve moda endüstrilerinde uzmanlaşan küresel şehirlerdendir. Ancak bu şehirlerin
küresel konumunu sürdürebilmesi, sahip oldukları özellikleri
koruyup, geliştirebildikleri ya da sahip oldukları potansiyelleri
kullanabildikleri oranda mümkün olacaktır. Zira küreselleşme olgusu, konjonktürel gelişmelere bağlı olarak şehirlerin
konumunda hızlı değişmelere neden olabilmektedir.
Küresel şehirlerin alfa, beta ve gamma olarak kabaca üç
ana grupta ele alındığını ifade eden Bozlağan, İstanbul’un alfa
grubunda yer aldığını belirtmiştir. Ancak İstanbul, bu grup
içinde yapılan sınıflandırmada kendine en alttaki dördüncü
grupta yer bulabilmiştir. Oysa İstanbul, sahip olduğu özellikler bakımından küresel şehirler liginde daha yüksek bir konuma erişecek potansiyele sahiptir. Bu nedenle İstanbul’un üstün olduğu taraflar öne çıkarılmalı, o doğrultuda bir politika
geliştirilmelidir. Bozlağan’a göre İstanbul’un sahip olduğu tarihi, coğrafi, sosyal ve kültürel üstünlükler şehre ciddi avantajlar sağlamaktadır. Bu yaklaşıma göre İstanbul dünyanın en
önemli kültür, sanat, kongre, fuar ve finans merkezi olabileceği gibi ulaşım ve lojistikte önemli bir noktaya gelebilir.
İstanbul’un sahip olduğu zenginlikler ve güzellikler, daha
ziyade edebiyatçıların dikkatini çekmiştir. Dolayısıyla da
edebiyatçılar, eserlerinde İstanbul’a sıklıkla yer vermişlerdir.
Herkesin kendi İstanbul’unu anlattığı bu eserler, İstanbul’u
GİRİŞ \ 13
anlamlandırmada önemli görevler üstlenmiştir. Bu bağlamda kitapta, “Modern Türk Şiirinde Üç İstanbul Algısı: Sezai
Karakoç, Cemal Süreya, Yahya Kemal” isminde bir metne
yer verilmiştir. Farklı bakış açılarına sahip şairlerin İstanbul’a
yükledikleri anlamı ortaya koyan bu seminer, M. Fatih Andı
tarafından sunulmuştur.
Seminerine şehirlerin kendine ait bir ruhu olduğuna vurgu
yaparak başlayan Andı, İstanbul’un da kendine has bir ruhu
olduğunu ve bu ruhun İstanbul’da yaşayan her insana sirayet
ettiğini belirtmiştir. Bu çerçevede ilk olarak Sezai Karakoç’un
İstanbul algısı üzerinde duran Andı, Karakoç’un eserlerinde
kent ve şehir ayrımı yaptığını belirterek; şairin İstanbul algısını bu ayrım üzerinden izah etmeye çalışmıştır. Andı’ya göre
Karakoç kente olumsuz, kötü, reddedilmesi gereken bir anlam
yüklerken; şehir kelimesine olumlu ve yüceltilmesi gereken
bir anlam yüklemiştir. Bu bağlamda şehirleri medeniyetlerin
inşa edildiği ve geleneksel yaşam formlarının somutlaştırıldığı
mekânlar olarak gören Karakoç, kentleri modernizmin sembolleri olarak nitelendirmiştir. Andı’ya göre Karakoç’un bu
yaklaşımı onu kentin düşmanı; şehrin ise dostu haline getirmiştir. İstanbul’u, İslam medeniyetinin önemli bir şehri olarak algılayan Karakoç, İstanbul’a kutsiyet atfetmektedir. Zira
İstanbul’un büyük karayla birleştiği bölümü Üsküdar’dan itibaren başlamaktadır. Bu da eskilerin yaklaşımıyla Kâbe topraklarının Üsküdar’dan başladığı anlamını gelir. Yani Karakoç’un
algısında İstanbul, Mescid-i Aksa’dır, Mescid-i Haram’dır.
Andı’nın İstanbul algısı üzerinde durduğu ikinci şair ise
Yahya Kemal olmuştur. Yahya Kemal’in İstanbul’a büyük bir
misyon yüklediğine işaret eden Andı’ya göre onun için İstanbul,
Türk milletinin tarihi süreç içerisinde inşa ettiği medeniyetin
14 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
en büyük ve en görkemli kristalize şehridir. Yahya Kemal’in
İstanbul’a “millet, tarih ve medeniyet” kavramları perspektifinden yaklaştığını belirten Andı’ya göre İstanbul, Türk kimliği
etrafında beliren; milletin tarih içerisinde biriktirdiği hatıralar
ve somut başarılarıyla, mimari eserleri ve sanatsal güzellikleriyle ortaya koyduğu büyük bir birikim mekânıdır. Yahya Kemal’e
göre İstanbul, Türk medeniyetinin baş şehridir.
M. Fatih Andı’nın şiirlerinden hareketle İstanbul algısını anlattığı son edebiyatçı ise Cemal Süreya olmuştur.
Şiirlerinde ısrarla bir kent olarak nitelendirdiği İstanbul’un
ağır başlı bir yer olmadığını ifade eden Süreya, çoğu kez sevgilisi ile yaşadığı aşkların mekânı olarak gördüğü İstanbul, değerli ve yaşanılması gereken bir yerdir. Andı’ya göre Cemal
Süreya’nın İstanbul’a olan bağımlılığı biraz derbeder, biraz
bohem, biraz da gecelerin İstanbul’u bağlamında öne çıkmaktadır. Yollusuyla yolsuzuyla; hırlısıyla hırsızıyla; iplisiyle ipsiziyle İstanbul’u tensel aşkların İstanbul’u olarak gören Süreya
için İstanbul, Agop’un ülkesi dediği Galata meyhanelerinin
bulunduğu Pera’dır.
Yahya Kemal’in Türk medeniyetinin birikimi olarak yücelttiği; Sezai Karakoç’un İslam Medeniyetinin mirası olarak
kutsiyet atfettiği İstanbul, Cemal Süreya tarafından yer yer
alaya alınmakta; İstanbul’un bu yönleri feodalite artığı olarak
değerlendirilmektedir. İstanbul, Cemal Süreya için yalnız sevgilisi ile anlam bulan şehvetin İstanbul’udur.
Kitapta, “Bir Antikacı Dükkânı Olarak İstanbul - Gündelik
Hayatın İkonografisi” adıyla yer alan metin ise İstanbul üzerine yazdıklarıyla tanınan kültür tarihçisi Ekrem Işın’a aittir.
“İstanbul’da Gündelik Hayat” isminde bir de kitabı bulunan
Işın, seminerinde İstanbul’u bir antikacı dükkânına benzet-
GİRİŞ \ 15
mekte; şehrin tarihi, kültürel ve demografik zenginliklerine
vurgu yapmaktadır. İstanbul’un birbirinden farklı medeniyetlere ev sahipliği yapması dolayısıyla diğer şehirlerden ayrıştığını belirten Işın’a göre bu farklılık, İstanbul’a özgün bir kimlik
kazandırmıştır. Avrupa’da bulunan bir şehir, sadece Hristiyan
medeniyetinin bileşenleriyle vücut bulurken; İstanbul,
Hristiyanlık öncesi dönem dâhil olmak üzere, Hristiyanlık,
Müslümanlık ve karışık halde bulunan unsurların tamamını
bir arada barındıran özgün bir yaşam alanı olarak öne çıkmaktadır. Kültürel yığılma, üst üste gelme ve iç içe geçmenin
mekânı konumunda olan İstanbul, bütün bu unsurları birlikte
yoğurarak kendine has bir üslup ortaya koymuştur. Bu yüzdendir ki İstanbul, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği,
kendini ait hissedebileceği, birçok kültür ve medeniyetin yoğrulduğu, kuşatıcı özgün bir şehirdir.
Kuşku yok ki İstanbul, bugün olduğu gibi geçmişte de dünyanın en önemli şehirlerinden birisi olmuştur. Bu önemin
temel nedeni İstanbul’un medeniyetlere başkentlik yapması
ile doğrudan alakası vardır. Ancak İstanbul’u asıl önemli kılan, dönemin en güçlü devleti konumunda olan Osmanlı’ya,
dolayısıyla da İslâm Medeniyetine dört buçuk asır boyunca
başkentlik yapmış olmasıdır. Zira İstanbul, gelişmesinin doruğuna İslam medeniyetinin hamisi konumunda olan Osmanlı
Devleti ile ulaşmıştır. “Yanlış Bilinen Osmanlı” isimli seminerinde daha ziyade İstanbul’un bu yönünü öne çıkaran
Mehmet Maksudoğlu’na göre dünyanın son şeklini almasında
İstanbul önemli bir rol üstlenmiştir.
Seminerinde Osmanlı hakkında yanlış bilinen hususlar
üzerinde duran Maksudoğlu, başta Osmanlı’nın imparatorluk
olarak anılmasının korkunç ve vahim bir hata olduğunu be-
16 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
lirttikten sonra bu nitelendirmenin kim ve kimler tarafından
ortaya çıkarıldığına değinmiştir. Arkasından ise Osmanlıyı
Osmanlı yapan temel yaklaşım, kavram ve kurumlar hakkında bilgiler aktaran Maksudoğlu için İstanbul, bir yönetim
merkezi olarak önem arz etmektedir.
İstanbul; Tarih ve Kültür adlı eserin son metni ise İstanbul
Türkçesi isimli panelden elde edilmiştir. Panel, İstanbul
Türkçesi üzerine çalışmış akademisyenlerin katılımıyla gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı, İstanbul’u fethettikten
hemen sonra şehirde bir kültür ve medeniyet inşa etmeye
koyulmuştur. Bu nedenle de İstanbul’a, Balkanlar’dan ve
Anadolu’nun farklı yerlerinden kalifiye nüfus transfer edilmiştir. Yeni gelen bu kalifiye nüfus, şehre rengini vermiş, şehri imar etmenin yanında bir de kültür dili inşa etmiştir.
Nitekim panelistlerden ilki olan Mustafa Kaçalin, konuşmasında özellikle bu hususa temas ederek, İstanbul’un payitaht
olması dolayısıyla imparatorluğun farklı yerlerinden üst seviyede kaliteli insanın İstanbul’a geldiğine vurgu yapmıştır. Bu
bağlamda imparatorluğun başkentinde konuşulan Türkçenin,
Osmanlı’nın standart Türkçesi olarak geliştiğine işaret etmiştir.
İstanbul Türkçesinin ikinci panelisti ise Musa Duman
olmuştur. Duman’a göre İstanbul, coğrafi bir mekândır. Bu
coğrafi mekân, 1453’te Türklerin olmuştur. Ancak Türkçe
ondan evvel de var olan bir dildir. İstanbul ve çevresinde konuşulan dil, Türkçenin sadece ağızlarından biri olarak kabul
edilebilir. Nitekim bugün Anadolu’nun değişik bölgelerinde
ve şehirlerinde kullanılan Türkçe, hem ses hem de kelime bakımından birbirinden ayrılmaktadır.
Konu hakkında görüşlerini ifade eden Hayati Develi ise
İstanbul Türkçesinden ne kastedildiğinin önemine vurgu ya-
GİRİŞ \ 17
parak; aslında bu hususta bir kavram kargaşası olduğunun altını çizmiştir. Develi’ye göre birkaç kuşaktır İstanbul’da yaşayan
insanların “Biz eskiden böyle konuşmuyorduk!” demelerindeki
kasıt farklı konuşma tarzı, söz varlığı ve adab-ı muaşeret kuralları iken; Türk dili alanında çalışan araştırmacı ve akademisyenlerin kastettikleri şey, Türkçenin standart formu olmuştur.
Panelin son konuşmacısı ise “Eski İstanbul Beyefendisi”
denildiğinde akla gelebilecek kişilerin başında sayılan isimlerden Uğur Derman olmuştur. İstanbul Türkçesinin dilde sadeleşme akımlarıyla tahrip edilmeden evvelki halini bizatihi yaşayan Derman, sunumunu kendine has İstanbul Türkçesinin
güzelliğiyle yapmıştır. Başta akademisyenler ve yazarlar olmak
üzere Türkçenin yanlış kullanılmasından son derece rahatsız
olduğunu dile getiren Derman’a göre İstanbul Türkçesini korumanın yolu, okullarda eski edebiyatçılarımızın eserlerinin
iyi bir şekilde okutulması ile Türkçenin doğru bir biçimde öğretilmesinden geçmektedir.
“İstanbul Dersleri” adı altında gerçekleştirilen seminerler
dizisi devam etmekte olup, ortaya çıkacak olan metinler serinin devamı olarak yayınlanacaktır.
BİR DÜNYA KENTİ OLARAK İSTANBUL VE MİMAR SİNAN \ 19
BİR DÜNYA KENTİ
OLARAK İSTANBUL VE
MİMAR SİNAN
Suphi SAATÇİ*
Giriş
Bugün çok eskiden çalıştığım bir kurumdayım. 1980’li yıllarda
bu kurumda danışmanlık yapmıştım. Üye belediyelerin çevre envanterinin çıkarması üzere çalışan komisyonda görev almıştım.
Fakat bugün görüyorum ki Birlik, çok gelişmiş, hoş bir hal almış.
Gerçekten Marmara Bölgesi’nin hatta Türkiye’nin en çok üyeye
sahip büyük bölgesel birliği haline gelmiş. Gayretlerinden dolayı
kurum çalışanlarını tebrik ediyorum. Burada bulunduğumdan
dolayı mutluluğumu ifade etmek istiyorum.
Bir Dünya Kenti Olarak İstanbul
Bugün sizlere İstanbul’u anlatacağız. Bir dünya kenti olan
İstanbul, önemli ve nadir bir konuma sahiptir. İstanbul stratejik derinliği olan bir dünya kentidir. Bu dünya kenti deyimi
çok abartılı bir deyim değildir. Gerçekten eski dünyanın yani
* Prof. Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Öğretim Üyesi
20 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Amerika’nın keşfinden önceki haritaya bakılırsa İstanbul, konum itibariyle dünyanın ortasına denk gelmektedir. Portekiz
ile Japonya ve Güney Kutbu ile Kuzey Kutbu arasında İstanbul
orta yerde bulunmaktadır. Üç kıtanın kavşak noktasında bulunan önemli bir şehirdir. Ayrıca batının doğusunda, doğunun
da en batısında yer almaktadır. Farklı ve zengin medeniyete
sahip iki deniz olan Karadeniz ve Akdeniz’in kavşak noktasında ortak bir Marmara havzası üzerinde bulunmaktadır. İçinden
deniz geçen başka şehir var mıdır dünyada? Bilemem ama bu
da İstanbul’a özgü bir kimlik kazandırmıştır.
İstanbul’un çok eski tarihi hakkında fazla bilgimiz yoktur.
Özellikle fiziksel konum itibariyle şehircilik ve mimarlık yönünden kentin çok eskiden nasıl bir gelişim çizgisi izlediğini
bilmiyoruz. Bize intikal eden en güçlü tez, İstanbul’un fetihten
önce, özellikle Bizans döneminde çok yoğun bir yerleşime sahip
olmadığıdır. Bunun başlıca sebebi İstanbul’un uzun yıllar saldırılara, akınlara ve değişik yönlerden işgal hareketlerine maruz
kalmasıdır. İstanbul’u vuran en büyük işgal dalgası, Haçlı ordusudur. İstanbul tarihinin en büyük en yıpratıcı yağmalanma
dönemini, Haçlı ordusunun İstanbul’a girdiği zaman yaşamıştır. Bizans döneminden kalan ve İstanbul’da yer alan önemli
yapılar vardır. Günümüzde de bunlar İstanbul’un kimliğinde
bulunan nirengi noktaları sayılır.
Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden önce Müslümanların
İstanbul’a yönelik saldırılarını ve büyük çabalarını hepimiz
biliyoruz. Ancak dünya tarihinin önemli dönüm noktası olan
fetih, Fatih Sultan Mehmet’e müyesser olmuştur. Hatta peygamber efendimizin bir hadisinden de söz edilir: “İstanbul
mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur”. Fatih Sultan
BİR DÜNYA KENTİ OLARAK İSTANBUL VE MİMAR SİNAN \ 21
Mehmet’in İstanbul’un fethi projesi çok önceden başlamıştır.
Hatta derler ki Akşemsettin ona fethin müjdesini vermiş. Ben
bu iddiayı ciddiye almıyordum. Fakat sonra rahmetli tarihçi
Osman Turan’ın bir yazısını okudum. Diyor ki: Akşemsettin
İstanbul’un o tarihte fethini bilmiş çünkü Kuran-ı Kerim’de
beldetün tayyibe ibaresi var. Ebcet hesabıyla İstanbul fetih tarihini veriyor. Demek ki Akşemsettin Hoca buna dayanarak
fetih müjdesini verebilmiştir. Daha önceden de İstanbul’un
fethi için Osmanlılar çok çaba harcamışlardır. Yıldırım
Beyazıt’ın Anadolu Hisarı’nı yaptırması, ancak Timur problemiyle karşılaşınca bu fethin çok geciktiğini biliyoruz. Matrakçı
Nasuh’un minyatürlerinde 16. yüzyılda Galata’nın yapılanmasını görüyoruz. Fethin üzerinden henüz 70 yıl geçmiş, ıssız
Galata, Osmanlı tipi yapılarıyla süslenmiştir. Osmanlı yapıları
hep kırmızı kiremit örtülü çatılarla diğer yapılardan ayrılıyor.
Bizanslar daha değişik teknikte çatılar yapıyorlar. Fatih’in
İstanbul’u almasıyla Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul bir
dünya kenti olarak çok önemli ve hızlı imar hareketlerine
sahne olmuştur. Dünya hâkimiyeti iddiasında olan bir gücün
ona yakışan bir biçimde imar hareketlerini başlatması lazımdır. Bu düşünce ile ilk önemli külliye Fatih’in de adını aldığı
Fatih İlçesi’ndedir.
Geleneksel Türk kentinin fiziksel dokusunda meydan anlayışı yoktur. Avrupa kentlerinde görülen büyük meydanlara karşılık, geleneksel Türk şehirlerinde meydanların işlevini
cami avluları görürdü. Çünkü camiler herkesin buluştuğu, sosyal konuların görüşüldüğü, müspet ilimlerin ve dini ilimlerin
tahsil edildiği mekânlardı. Dolayısıyla çok büyük meydanlara
ihtiyaç duyulmamıştır. Camilerin olduğu yerler ve avlusu da
meydan kabul edilmiştir.
22 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
İstanbul’un büyük yelkenli gemilerle önemli bir deniz ticaretine kavuştuğunu ve büyük bir donanmayla da dünya deniz
hâkimiyetini elde ettiğini görüyoruz. Çünkü ancak donanmayla bir dünya kenti elde edilebilir. Deniz zenginlik, ticaret ve
gelişme demektir. Denizler, medeniyetlerin temas etmesine,
kültürlerin buluşmasına, geleneklerin tanışmasına imkân sağlayan önemli havzalardır. Birbiri ile örtüşen, birbirine kavuşan kültürlerden, yeni birleşimler, daha zengin sentezler doğar, yeni uygarlık ürünlerinin gelişmesine yol açar. Bunu da
Osmanlılar çok iyi kullanmışlar. Her türlü zenginliği kapmışlar. Kendi kimliğini de inşa ederek. Yani hiçbir zaman etkilendiği akımların altında ezilmeden kendi yorumunu, bileşeni ortaya koyarak bir kültür oluşturmuşlar. Birçok otoritenin
söylediği gibi İstanbul’un, Mimar Sinan’dan önce 15. yüzyılda
tamamen Türk olan fiziki bir görünüşü yoktur. Anadolu’nun
mevcut Kastamonu, Tokat, Ankara, Erzurum ve Sivas gibi şehirleri kalenin içinde mahsur kalan yerlerdi. Selçukluların ve
Osmanlıların gelişiyle kaleler önemini yitirmiştir. Türkler tarih
boyunca kale inşa etmemişlerdir. Çünkü bizim ulusumuz kale
içine tıkılıp kalan bir mizaca bir meşrebe sahip değil. İçindekini
görmek için kale fethetmişlerdir. Rumeli Hisarı’nda fetih amacı
vardır. Çünkü bizim bütün atılım gücümüz fetihten kaynaklanıyor. İstanbul’un fethi bile Osmanlıları yeni fetih ruhundan alıkoymamıştır. Bu nedenle akınlar devamlı batıya doğru
devam etmiştir. Sarayburnu dünyanın yönetildiği merkezdi.
Bizans da Osmanlı da buradan yönetmiştir.
Sultanahmet’te Osmanlı döneminde de eserler yapılmış.
Bence bunlar günümüzdeki eserlerden çok daha kimlik sahibidir. Modern mimariye tutulduktan sonra doğru düzgün bir
bina tipi ortaya koyamamışız. Sinan’ın gündeme gelmesiy-
BİR DÜNYA KENTİ OLARAK İSTANBUL VE MİMAR SİNAN \ 23
le İstanbul’da müthiş bir imar hareketi başlamıştır. Özellikle
Sinan dönemi daha şanslı da bir dönemdi. Çünkü İstanbul
fethedilmiş. Kent size teslim edilmiş. Devlet bütçesi tam takır hazır. Arkanızda destekçi Kanuni Sultan Süleyman var.
Neredeyse dünya hâkimiyetini sağlamış. Sinan da Kayseri’nin
Ağırnas köyünde doğan ve Yavuz Selim döneminde devşirilerek İstanbul’a getirilen Acemioğlan henüz. Orduda yetiştiriliyor. Aslında biz ordu millet biçimindeyiz. Eğitim, askerlik, birtakım meslekler dahi ordunun içinde. Hatta dikkat ederseniz
en modern akımlar da bizim orduda başlamış. Mesela Avrupaî
resim tarzı, Şeker Ahmet Paşa gibi ordu içindeki ressamlarla
başlamış. En yeni devrimleri sürdürmüşlerdir.
Sinan’ın İstanbul’u
Sinan İstanbul’a getirilmiş. Kendisinin de çocuk yaşlarında meraklı olduğu dülgerlik, marangozluk sanatında daha da
ileri giderek, hatta erken yaşlarda seferlere katılmıştır. Van
Gölü’nde düşmandan haber almak için üç gemi inşa etmiş.
Gemilerin kaptanlığını da kendisi yapmıştır. Bu, Sinan’ın birçok yönde maharet sahibi olduğunu göstermektedir.
Sinan’ın önemli eserlerinden biri Eminönü’nde olan Rüstem
Paşa Camisi’dir. Bu cami aslında ticari rantın çok yüksek olduğu bir yerde inşa edilmiştir. Rüstem Paşa da sadrazam olduğu
için Sinan, onu burada cami yapmaktan vazgeçirememiştir anlaşılan. Yahut da onu kıramamıştır. Çünkü ticaret merkezinin
tam ortasında, çarşının içinde cami yapmak ticari hayatın işlevi
açısıdan yanlıştır. Sinan da en doğru çözümü bulmuş ve camiyi fevkani yapmıştır. Yani camiyi üste almış, altta yani zemin
katta da hanlarla dükkânları yerleştirmiştir. Böylece hem ca-
24 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
miyi yapmış, hem de aşağıda ticaretin zengin biçimde sürdürebilmesine olanak sağlamıştır. Böylece çok başarılı bir tasarım
ile Sinan, bir çözüm bulmuştur. Burada usta mimarın akılcı ve
rasyonel yaklaşımı ilgi çekmektedir.
Sinan, Mihrimah Sultan için Edirnekapı’da önemli bir tasarıma sahip camiyi yapmıştır. Mihrimah için yaptığı ikinci önemli
eser de Üsküdar’daki İskele Camisi’dir. Padişah dışında kimse bir
minareden fazla yapamazdı. Fakat padişahın kızı için yapıldığından bir tek ona izin verilmiş. Bu camiye iki minare inşa edilmiştir.
Sinan için çok büyük bir atılım merkezi kubbenin daha
da büyümesi sonucu çıraklık eseri dediği Şehzade Camii’nde
kendisini göstermiştir. Bu cami Kanuni’nin çok sevdiği oğlu
Şehzade Mehmet’in ölümü üzerine yapılmıştır. Kanuni bu camiyi görünce “oğlum için istedim, Sinan bunu yaptı. Ben kendim
için istesem ne yapar” der. Bunun üzerine Sinan, Kanuni için
Süleymaniye Külliyesi’ni yapmıştır. Türk mimarlık tarihinin en
büyük yapılar topluluğunu içine alan Süleymaniye muazzam bir
şehircilik çalışmasının ürünüdür. Gerçekten bu dünya kentine
yakışan en muhteşem külliyedir. İstanbul’un kimliği ile bütünleşmiştir. İstanbul’un simgesi olan bir külliyedir.
Özellikle dört minarenin ikisini alçak ikisini yüksek tutmuş.
Nereden bakarsanız bakın piramidal bir görüntü sağlamış. Yani
perspektif açısından çok başarılı bir uygulama. Adeta kimine göre Erciyes’i buraya yerleştirmiş, kimine göre muhteşem
Süleyman’ı burada bağdaş kurup oturtmuş. Çok önemli bir
tasarım… Mimari nedir? Boşluğu biçimlendirmek. Rahmetli
Mimar Turgut Cansever’in güzel bir sözü var: “Mimarın görevi
dünyayı güzelleştirmektir”. İşte en güzel örneği Mimar Sinan’dır.
Paris için Notre Dame ne ise yahut Roma için Sen Pietro ne
ise İstanbul için de Süleymaniye odur. Mimarlıkta okuyanlar
BİR DÜNYA KENTİ OLARAK İSTANBUL VE MİMAR SİNAN \ 25
bilirler. Cephe etüdü ne kadar zordur. Bu kadar büyük taş yapıyı sanki çöp üzerinde taşıyorlar. Havada bize sunuyor ki. Bunlar
plastik oyunlarla çözülen çok büyük ustalık isteyen eserlerdir.
Süleymaniye Camii,
Kaynak http://www.3dmekanlar.com/tr/suleymaniye-camii.html
Ama Osmanlılar maddi ve çok zengin bir uygarlık mirası bırakmışlardır. Bunun da en büyük merkezi İstanbul’dur.
Sinan İstanbul’un su projesini de başarıyla çözmüştür. Mağlova
Kemeri’nden viyadükle İstanbul’a su akıtmıştır. Yani bu bir
viyadük, dereleri aşmak için köprü yapılmış. Belli bir yerde su
alçağa düşünce onu dolaplarla yukarı havuzlara taşıttırmalı,
bundan dolayı suyun çok hızlı akmaması lazımdır. Hızlı akarsa
daha İstanbul’a varmadan yerin dibine geçer. Bazı otoritelerin
söylediğine göre “Mimar Sinan’ın mühendisliği mimarlığından
daha üstündür”. Bunu söylemek doğru değildir. Çünkü Sinan’ın
mimarlığı da, mühendisliği de mükemmeldir. Sinan’ın Mağlova
Kemeri dışında sekiz kemeri daha vardır. Hepsine 40 çeşme isale hattı diyoruz. 16. yüzyılda gerçekten İstanbul’un su sorununa
26 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
çözüm bulmuş. Aşağı yukarı 120 dolayında çeşmeye su verilmiştir. Kanuni’nin emriyle çeşmelerden uzak olan evlere sakalar
kanalıyla yani su taşıyıcılarla sular ulaştırılmış. İTÜ’de su mühendisi hocası rahmetli Kazım Çeçen vardı. Dünya çapında otoriteydi. “Portekiz’den Japonya’ya kadar görmediğim su kemeri yok;
ama Mağlova Kemeri hem estetik açıdan hem inşaat açısından en
iyisi” derdi. Sinan hiçbir şey yapmamış olsa bile bir tek Mağlova
Kemeri ile dünya çapında bir isim olduğunu ispat etmektedir.
Sinan’da Ayasofya kompleksi yoktu. Zaten Sinan olmasaydı,
Ayasofya günümüze gelemezdi. Padişah’ın Ayasofya’yı yıkılmaktan kurtarılsın diye Mimarbaşı’na fermanı vardır. Dolayısıyla
Ayasofya Sinan’ın restorasyonu sonucu günümüze gelebilmiştir.
Tabiî ki insan bir sanat eserinden etkilenebilir. Sinan da “Ben
dünyayı dolaştım. Gördüğüm eserlerden etkilendim. Bu eser neden
yıkılmış, neden ayakta kalmış. Anlamaya çalıştım” diyor. Sadece
okumakla da olmuyor. Mimarlık sanatı görgüye de dayanır.
Sinan’ın yaptığı kubbe formu daireseldir. Kırık değildir.
Kırık kubbe statiği kolaydır. Ama dairesel olan zordur. Sinan’ın
bütün kubbeleri daireseldir. Ayasofya’da daireseldir. Ayrıca
Sinan’a gelene kadar kubbenin nerden geldiği ve nasıl geliştiğini biliyoruz. Sinan’dan sonra da nasıl devam ettiğini biliyoruz.
Ama Ayasofya kubbesi nerden gelmiş nereye gidiyor, Bizans
kubbesinin varyantlarını bilmiyoruz.
Ben Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeden önce
“Yabancılara Göre Eski Türkler” diye bir kitap okumuştum.
O kitapta yabancı gezginler İstanbul’u anlatıyor. Bir gezginin
ifadesi dikkatimi çekmişti: “Türkler o kadar iyi insanlar ki bütün
leylekler sadece Türklerin çatısı üzerine yuva yapıyor. Leylekler,
Müslüman olmayan azınlıkların evlerinin üzerine konmuyorlar”.
İçimden “bu adam amma da abartmış” dedim. Biraz abartılı gel-
BİR DÜNYA KENTİ OLARAK İSTANBUL VE MİMAR SİNAN \ 27
di bana. Mimarlık eğitimine başladım. İmar hukuku hocamız
bize IV. Murat döneminden bir örnek verdi. Padişah diyor ki
“kendini bilmez birtakım gayrimüslimler evlerini Müslüman evlerinden daha yüksek yapmışlar”. Bir kanun varmış yani. Müslüman
evi yüksek olur, onlar bir kat aşağıda olur. Leylek de en yüksek yere konar. Onlarında da evleri alçak olduğu için oraya
konmaz. Ben adamın yalan söylediğini düşünürken doğru çıktı.
Yani bir imar disiplini var.
Edmondo de Amicis 1874’te İstanbul’a gelmiş. Sabah 6’ya
doğru gemiyle gelirken kaptan herkesi güvertede toplamış.
Kaptan “Gelin şimdi bir manzara göreceksiniz, hayatınızda böyle
manzara görmemişsinizdir” diyor. Edmondo de Amicis de güverteden İstanbul’u görünce böyle diyor: “Krallar, prensler, o anda
hepinize acıdım. Gemide bulunduğum yer sizin bütün hazinenize
bedeldi ve İstanbul’a bir bakışımı bile imparatorluğunuzun hazinesine değişmezdim. İşte İstanbul muhteşem, muazzam, ulu İstanbul,
yaratana hamdolsun, yaratılmışa şan. Böyle bir güzelliği rüyamda
bile görsem inanmazdım.” Biz içinde yaşadığımız İstanbul’u bunun kadar görmüyoruz galiba.
Sonuç Yerine
Peki, İstanbul’a yeni bina yapılmayacak mı? Elbette ki yapılacaktır. İstinye Park olmasın mı? Olsun. Ama yabancılar İstinye
Park’ı görmeye gelmiyor. Tarihi yarımadayı görmeye geliyor.
İstanbul için belediyelerimiz çok şeyler yapıyor. 2011 yılında
Fatih Belediyesi 850 sokağı yayalaştırdı. Bu güzel bir yaklaşımdır. O dönemleri yaşatacak tarzda güzergâhların oluşturulması gerekir. Kaçak inşaatların artık önlenmesi lazımdır. Mesela
Sultanahmet’in aşağı taraflarına inerseniz güzel çalışmaların
28 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
da olduğunu görürsünüz. Biraz bilime de kulak asmak gerekir. Eskinin yerine yeni yapmak yanlıştır. Modern bir havaalanımız tabi ki olsun. Tarihi yarımadaya biraz uzakta olsa ölür
müsün yani. Şehirlerimizi otomotiv sanayine kurban etmişiz.
İtalyanlar küçük sokaklar için küçük araba yaptılar. Biz geniş
arabalar için büyük sokak açıyoruz.
Bir ihtilal sonrası İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne asker
bir paşa gelmişti. “Ben surları yıkacağım” dedi. “Paşam bunlar
ordumuzun zaferini dile getiren abidelerdir” dedik. “O zaman hepsini tamlayacağım” dedi. O da ordu lafı üzerine bunu sahiplendi.
Bu tavır doğru değil. Restorasyonda işlevini yitiren bir şeyi tamamen tamamlamak doğru değil. Bizimkiler surları tamamladılar. Buna gerek yok. Ama yıkılmasını önleyerek o dönemin
hatıraları olarak durmalı. Batı da bizim bu yanlış adımlarımızı
izliyor. Daha az müdahale ile aslına uygun bir şekilde yapılmalı.
İstanbul’da kendimi bildim bileli surlarla ilgili çalışmalar var.
Aslında bir dünya şehri olarak İstanbul’da yaşamak başlı
başına bir büyük nimettir. Necip Fazıl Kısakürek İstanbul’da
yaşayanlar için ne güzel söylemiş:
“Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar.”
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 29
İSTANBUL’UN OLUŞ VE
BOZULUŞ TARİHİ
Beşir AYVAZOĞLU*
Giriş
Efendim, hepinizi saygıyla selamlıyor ve bu şehirde,
İstanbul’da yaşıyor olmanın bir şans ve imtiyaz olduğunu
ifade ederek söze başlamak istiyorum. Çirkin çirkin yapılar,
şehrin tarihî siluetini hızla değiştiren gökdelenler, önünüzde yere tüküren, çöplerini arabalarından dışarı atan görgüsüzler vb. canımı sıkıyor, moralimi bozuyor olsa da her şeye
rağmen İstanbul’da yaşadığımı düşünerek teselli buluyorum.
Şurası bir gerçek: Ne kadar müdahale edilirse edilsin, ne kadar kirletilirse kirletilsin, İstanbul, hep İstanbul... İstanbul
tarihi ve tabiatıyla öylesine zengin bir şehir ki, bütünüyle
yok etmek imkânsız. Boğaz’ı yok edebilirler mi? Ayasofya’yı,
Süleymaniye’yi, Sultanahmet’i yıkmaya güçleri yeter mi?
Osmanlı’nın bastığı damga olduğu gibi duruyor. Gökdelenler
bir gün yıkılabilir, ama Süleymaniye ebediyete kadar ayakta
kalacak, buna inanıyorum.
İstanbul, Mevlânâ’nın Mesnevi’de anlattığı hikâyedeki file,
bizler de onu tarife çalışan körlere benziyor, anlayabildiğimiz
* Edebiyatçı, Yazar
30 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
kadarını yaşıyor ve anlatıyoruz. İstanbul bugün, dün anladığımız manada İstanbul değildir. Nüfusuyla, yüzölçümüyle devâsâ
bir şehir, birçok Avrupa ülkesinden daha büyük ve idare edilmesi daha zor bir megapol. Bu büyüklükte bir şehri anlamak
ve anlatmak, tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, siyaset bilimi, edebiyat, mimari, şehircilik gibi disiplinleri yardıma çağırmadan mümkün değil. Ben bu konuşmamda izninizle sadece
Tarihî Yarımada’dan, eskilerin “Nefs-i İstanbul” dedikleri asıl
İstanbul’dan, tarihî İstanbul’dan ve onun kevn ü fesadından,
yani oluşma ve bozulma tarihinden söz edeceğim.
Nefs-i İstanbul: İlim, Sanat ve Kültür Merkezi
Tarihî Yarımada çok eski bir yerleşim bölgesidir ve üst üste
yığılmış, birbirini besleyen ve birbirinde devam eden kültürlere
beşiklik etmiştir. Bu kültürler içinde, kendisinden öncekilere
en saygılı davranan kültürün Osmanlı kültürü olduğu söylenebilir. İstanbul’un fethinden kırk yıl sonra batıda Endülüs’ün,
yüz yıl sonra da kuzeyde Kazan’ın başına gelenler bilinirse,
Fatih’in ve askerlerinin ne kadar hoşgörülü davrandıkları daha
iyi anlaşılacaktır. Atalarımız, dinamik, pragmatist ve son derece rahat insanlardı; fethettikleri coğrafyalardaki kültürleri
hiç komplekse kapılmadan temellük ederlerdi. Anadolu’ya
geldikten sonra da kendilerini Roma’nın varisi olarak görmeye
başladıkları, bu coğrafyaya “Diyâr-ı Rûm”, yani Roma demeye devam etmelerinden anlaşılmaktadır. O halde İstanbul’un,
dolayısıyla İmparatorluğun çok kültürlülüğü kaçınılamayan fiilî
bir durum değil, şuurlu bir tercihti. Bu tercihin tabii bir sonucu olan ‘Millet Sistemi’, bütün azınlıklara kendi dillerini ve
kültürlerini serbestçe yaşayıp koruma imkânı sağlamıştı. XVI.
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 31
yüzyılda bir Alman sefaret heyetiyle birlikte İstanbul’a gelen
Protestan teolog Stephan Gearlach’ın Kanunî’ye atfettiği sözler bu gerçeği ifade etmektedir:
“Çiçekler ne kadar çok renkli olursa o kadar güzeldir, İstanbul
tabiattaki renk renk çiçekler gibidir, işte beyaz ve yeşil renkli sarıklarıyla Türkler ve Müslümanlar, beyaz, kırmızı, mavi karışımı
serpuşlarıyla Ermeniler, mavi renkleriyle Rumlar, sarı serpuşlarıyla Yahudiler... Hepsi tabiattaki çiçekler gibi bin bir renk!”
Anadolu ve Rumeli’de zaman içinde bütün bu renkleri dışlamadan ve boğmadan kuşatan, bütünüyle kendine has bir
üst kültürün oluştuğu unutulmamalıdır. İç-Asya’dan kopup
gelen dinamik toplulukların yanlarında getirdiklerini burada bulduklarıyla harmanlayarak yarattıkları, Prof. Dr. Halil
İnalcık’ın “prestij kültür” dediği, ayrı ayrı kompartımanlar
halinde yaşayan kültürleri zamanla birbirine benzeten ve referansı İslâm olan bir üst kültür... Halife unvanını da taşıyan
bir hükümdarın, III. Selim’in, Yahudi bir musikişinastan ders
almakta sakınca görmediğini düşününüz. İstanbul’un, dolayısıyla imparatorluğun asıl kimliğini belirleyen, yani III. Selim’le
Tanburî İsak Efendi’yi bir arada, aynı nağmeleri terennüm
ederken düşünmemizi sağlayan bu kültürdü. Türk musikisi
kültürüne sahip biri, bir çırpıda onlarca Yahudi, Ermeni ve
Rum bestekâr sayabilir. Bu bestekârların duygu dünyaları o
kadar Osmanlıdır ki, isimleri zikredilmezse, eserlerinden azınlık bestekârları olduklarını anlamak imkânsızdır.
Başta Fatih olmak üzere bütün Osmanlı hükümdarları
ve çevreleri sanata özel bir ilgi gösterir, çıktıkları her seferden birçok sanatkârla birlikte döner, daha da önemlisi, bu
sanatkârların din, mezhep ve etnik menşelerine bakmaz, hepsini himaye ederlerdi. Âşıkpaşazâde’ye göre, Çelebi Mehmed
32 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
devrinde, Hacı İvaz Paşa çeşitli ülkelerden birçok sanatkârı
Bursa’ya getirtmişti. Şiire ve başta resim olmak üzere plastik
sanatlara çok özel bir ilgi duyan Fatih de fetihten hemen sonra Anadolu ve Rumeli taraflarına fermanlar gönderip “ashâb-ı
sanâyi” ve “ehl-i hıref”in İstanbul’a gönderilmesini emretti.
Büyük bir rekabet içinde olduğu Timurî kültür çevresinden de
Ali Şir Nevaî ve Molla Abdurrahman Câmî gibi çok beğendiği ve mutlaka yanında görmek istediği şairler vardı. Onun
seleflerinden de, haleflerinden de farkı aynı zamanda Batı resim ve heykeline ilgi göstermesiydi. II. Bayezid, resim ve heykeli babası kadar ciddiye almıyordu; fakat Amasya’dan beraberinde getirdiği hocası Şeyh Hamdullah, hat sanatını Yakut
el-Mustasimî’nin etkisinden kurtararak bir İstanbul sanatı
haline getirdi. Yavuz Sultan Selim’e gelince, Tebriz’i aldığında Safevîler’in nakkaşhanesindeki bütün değerli sanatkârlar
İstanbul’un yolunu tuttular. Fethedilen ülkelerden sanatçılarla
birlikte taşınabilir sanat eserlerinin de İstanbul’a getirildiğini
unutmamak gerekir. Topkapı Sarayı’nda bu yolla muazzam koleksiyonlar oluşmuştu. Hiç şüphesiz, Osmanlı sanat yorumunu
ve İstanbul estetiğini besleyen kaynaklardan biri de bu göz kamaştırıcı koleksiyonlardı.
Türk-İslâm dünyasının dört bir tarafından bu şekilde akan
zengin bilgi ve kültür birikimi İstanbul’da adeta imbikten geçirilip damıtıldıktan sonra tekrar Türk ve İslâm dünyasına
yayılırdı. Osmanlı’nın büyüklüğü, azameti ve gücü böyle bir
ameliyeyi mümkün kılıyordu. Batılılaşma döneminde de durum pek değişmedi; bütün yeni modalar, fikir ve sanat akımları, imparatorluğun Avrupa’ya en yakın bölgelerinden değil,
İstanbul’dan takip edilirdi. Barok’tan Ampir’e, Rokoko’dan
Art Nouveau’ya kadar bütün sanat üslûplarının Osmanlı dün-
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 33
yasındaki en seçkin örnekleri İstanbul’dadır. Kısacası, İstanbul,
fetihten itibaren, yaklaşık olarak dört yüz elli yıl boyunca, sadece İmparatorluğun değil, bütün Türk ve İslâm dünyasının ilim,
sanat ve kültür merkezi olmuştu.
Fetih’ten Sonra İstanbul ve Yeniden İhyası
Dördüncü Haçlı Seferi sırasında akıl almaz derecede tahribata uğrayıp yağmalanan İstanbul, fetih öncesinde bütün
kaynakları kurumuş ve nüfusu elli binlere kadar düşmüş bir
şehirdi. Esasen Bizans, büyük yapıcılığını VII. yüzyıldan itibaren kaybetmeye başlamıştır. Büyük bir depremde hasar
gören Ayasofya’yı tamir edebilecek çapta mimar bulunmadığı için Edirne’den Osmanlı mimarlarının davet edildiğine
dair bir rivayet vardır. Genç Fatih, fethin ilk günlerinde şehri
Ayasofya’nın kubbesinden de incelemişti. Gördüğü devasa bir
harabeden ibaretti; evet kendi askerleri de etrafa bir hayli zarar
vermişlerdi, fakat bu tahribat öyle üç günlük yağma sırasında
yapılacak cinsten değildi; her taraftan asırların köhnemişliği akıyordu. Açık sarnıçlar bostan olmuş, kilise harabelerine
baykuşlar tünemişti. Çok uzun bir zamandan beri kullanılmayan Hipodrom’un deprem artığı manzarasını, devrik sütunları
ve iki yüz elli yıl önce Latinlerin yakıp yıktığı Büyük Saray’ın
duvar kalıntılarında taşları birbirinden ayırarak fışkırmış incir
ağaçlarını görünce hüzünlenen genç hükümdarın dudakları
arasından gayrı ihtiyari dökülen, “Kisra’nın köşkünde örümcek
kapıcılık etmede, Afrâsiyâb’ın kalesinde ise baykuş davul çalmadadır” anlamındaki Farsça mısralar, fetih öncesi İstanbul’u
veciz bir biçimde özetliyordu:
34 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Perdedâri mî-koned der tâk-ı Kisrâ ankebûd
Bûm nevbet mîzened der kal’a-i Efrâsiyab
Fetih, doğrusu, çürüyen, insansızlaşan İstanbul için bir kurtuluştu. Nitekim şehir kısa sürede surların dışına taştı ve aşağı yukarı bir asır sonra 550 bin nüfuslu büyük bir şehir haline
geldi. Ancak daha fazla kalabalıklaşmasına izin verilmeyecek;
nüfus, gerekli tedbirler alınarak sabit tutulacaktı. Anadolu ve
Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden insanlar getirilip imparatorluğun yeni başkentine yerleştirilmekle beraber beşerî dokusuna
pek fazla müdahale edilmedi. Şehrin yerlileri dillerini konuşabilecek, inançlarını yaşayabileceklerdi.
Fatih’in Ayasofya’ya gösterdiği özel itina, hem farklı inançlara
gösterdiği saygıyı, hem de sanat eserlerine verdiği değeri ifade
ediyordu. Muazzam bir zafer alayı ile Ayasofya’ya geldiği gün,
mozaikleri ganimet malıdır diye koparmakla meşgul bir yeniçeriyi “Binalar benim malımdır, ne hakla onu bozuyorsun?” diyerek
asâsıyla vurup engellediği biliniyor. Bu iki yönlü itinanın başka
bir anlamı daha vardı: İstanbul’a, bir zamanlar taşıdığı Doğu’yla
Batı’yı birleştirme fonksiyonunu yeniden kazandırmak. Bu birleşme sadece siyasî ve iktisadî değil, aynı zamanda kültürel bir
anlam taşıyordu. Osmanlıların bu hedefe şuurlu olarak yöneldiklerini söylemek, abartmak değildir. Bizans’ın abidevî eserleri bunun için korunmuş, birçok kilise, dış yüzleri Osmanlı üslûbunda
koruyucu bir tabakayla kaplanarak bugünlere ulaştırılmıştır.
İstanbul’un benzersiz silueti, Fatih’in Bizans’ın en önemli kiliselerinden biri olan Havariyyun Kilisesi’nin bulunduğu dördüncü tepenin üzerine yaptığı camiyle şekillenmeye başladı. Fatih
Camii, İstanbul’a artık yeni bir inancın, medeniyetin ve estetiğin
hâkim olduğunu dünyaya ilan etmekle beraber, aynı zamanda
bir sürekliliğe işaret ediyordu. Bu sürekliliği Tarihî Yarımada’nın
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 35
başka bölgelerinde de görmek mümkündür. Mesela kuruluşundan beri şehrin ana arteri olan Mese Caddesi, Divanyolu adıyla
aynı güzergâhı takip etmiştir. Hipodrom, bu kelimenin Türkçesi
olan Atmeydanı adıyla asırlar boyunca aynı şekilde kullanılmıştır. Fetihten sonra, İstanbul’un yeniden oluşumunda kültürel
geçmişinin inkâr edilmediği söylenebilir. Ancak yeniden inşa
sürecinde, dedelerimizin İslâmî anlayışa uygun olarak insan ölçeğini esas aldıkları ve Roma devri İstanbul’una göre çok daha
insanî bir şehir meydana getirdikleri muhakkaktır.
Başta İstanbul olmak üzere, bütün Osmanlı şehirleri oluşurken,
mesken mimarisinde daha çok ahşap ve kireç gibi dayanıksız malzemelerin niçin tercih edildiği yeterince tartışılmamıştır. “Küçük
Kıyamet” denilen 1509 depreminde kârgir binaların çökmesi yüzünden ahşabın tercih edildiği söylenir. Elbette coğrafyanın sunduğu imkânları ve iklimi de hesaba katmak gerekir. Ancak bu
tercihin arkasında İslamî ve tasavvufî bir duyarlığın varlığı da rahatlıkla iddia edilebilir. Kur’an’da Ad kavmine ve “kazıklar sahibi
Firavun”a neler edildiğine dair anlatılanlar ve “Siz her yüksek yere
bir alâmet bina edip boş şeyle mi uğraşırsınız” âyeti, Osmanlı şehirciliğinin estetik ilkelerinden birini verir. “Şeddadî” binalar yapmaktan bu sebeple kaçınılmış, özellikle mesken mimarisinde son
derece mütevazı ölçüler tercih edilmiştir. Asırlarca dünyanın en
güçlü imparatorlarını barındıran Topkapı Sarayı bile, Batılı kral
ve derebeylerin saray ve şatoları yanında çok mütevazı durmaktadır. Devâsâ köşkler ve saraylar, hem dünyaya kazık kakma arzusu,
hem de tabiattaki ilahî düzenin kudsiyetine müdahale olarak görülürdü. Taşlıcalı Yahya Bey’in:
Avn-i Fir’avn ile Şeddadî binalar yapmazız
mısraında, sözünü ettiğim âyetlere ve Osmanlı şehircilik anlayışına atıf vardır.
36 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Taş gibi sağlam bir malzemeyle ancak kalıcı değerler temsil edilebilir, cami ve medrese, imaret, hamam gibi hayra
yönelik binalar yapılabilirdi. “Allah’ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evler”, yani mabetler
bütün güzellikleri bünyesinde toplamalıydı. Camiler âdeta
bir “güzellik deposu”ydu; mimari, musiki, şiir, hitabet, hüsnühat, tezyinat, taş oymacılığı, çinicilik, sedef kakmacılık,
kündekârî, kalemişi, renkli cam sanatı, halıcılık vb. camide
bir araya gelir ve birbirini tamamlardı. Merkezî noktalarda
camii, medresesi, sıbyan mektebi, imareti vb. ile bir mimari kompleks olarak tasarlanan külliyeler, İstanbul’un ayırıcı
özelliğini teşkil ediyor, oluşma yönünü ve siluetini belirlediği
şehri fizikî olarak da tanımlıyordu. Özellikle selâtin camilerinin iç ve dış avluları, aynı zamanda büyük meydanlar olarak
kullanılmaya müsaitti. Herbiri bir odak noktası haline gelen
bu camilerin çevrelerinde günlük hayatın şartlarına göre kısa
aralıklarla yenilenen sokaklar ve mahalleler şekillenirdi. Her
neslin kendi şehrini bir bakıma yeniden inşa ettiği de söylenebilir. Hiçbir nesil, kendisinden önceki neslin zevklerine ve
ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir şehirde yaşamak zorunda
değildi. Sahnenin Dışındakiler adlı romanındaki şu cümleler,
bu gerçeğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dikkatinden kaçmadığını göstermektedir:
“İstanbul mahalleleri yirmi otuz senede bir çehre değiştire
değiştire yaşarlar ve günün birinde park, bulvar, yol, sadece
yangın yeri, hâli arsa, geleceğe ait çok zengin ve iç açıcı bir proje olmak üzere birdenbire kaybolurlar. Dedelerimiz ahşap ev
denen şeyi icat ettikleri gün bir imkânı bize hazırlamışlardır.”
XX. yüzyılın en büyük şehirci ve mimarlarından sayılan Le
Corbusier’nin bu gerçeği fark ettiği şu notlarından anlaşılmaktadır:
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 37
“İstanbul’da her ev ahşaptır ve çatıları aynı eğimde olup
aynı cins kiremitle örtülmüştür. Bütün büyük binalar, camiler,
mabetler, kervansaraylar ise taştandır. Bütün bunların temeli
bir standardın varlığıdır (...) İstanbul’da veciz bir doku görülür;
bütün fânilerin evleri ahşap ve Allah’ın evleri ise taştandır.”
Osmanlı’nın İstanbul’u
Asıl ilgi çekici olan, Le Corbusier’nin İstanbul’un imarına
talip olması ve Ankara’ya yazdığı mektupta, büyük bir ileri görüşlülükle, bu güzel şehri olduğu gibi korumayı tavsiye etmesidir. Bu tavsiyenin ilerlemeyi ve çağdaşlığı yüksek apartmanlar
dikmek ve şehirlerin göbeklerinde fabrika bacaları yükseltmek
olarak anlayan yöneticileri, bürokratları, hatta aydınları nasıl
dehşete düşürdüğünü tahmin etmek zor değildir.
İstanbul’u Avrupa şehirlerine benzetmek isteyen imarcılar,
buna karşı çıkan yabancılara ilerlememizi istemediklerini zannederek düşman olurlardı. Pierre Loti bu yüzden Batıcı aydınlarca hiç sevilmezdi, çünkü “Türkiye’de Şark’ı sevmişti”. Yahya
Kemal’e göre de, “Alafranga edebiyatın pudra ve lavantasından mütehassis olan yeni nesil, küflerimizi sevdiği için Pierre
Loti’nin bizimle alay ettiğini zannediyor, kızıyordu.” Geçen asrın başlarında, Loti’nin Can Çekişen Türkiye adlı eserindeki şu
feryadını anlayabilecek aydın yok denecek kadar azdı:
“Yangın özellikle İstanbul’un can evine saldırarak geçmişin
harika eserlerini mahvetmekten sanki zevk duyuyor. Ettikleri
kötülüğü düşünemeyen yenilikçiler yangınların boş bıraktığı bu
yerlerde bugün Amerikanvari geniş, dümdüz caddeler açmayı
ve aynı biçimde evler yapmayı tasarlıyorlar. Fakat fazla olarak
iki yıldan beridir Türk belediyesi, şark özelliklerini aksettiren
ne varsa, tamamını yok etmek istemektedir. Burada da bizde
38 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
olduğu gibi, ataların değer verdikleri şeyler hakkında saygı hisleri kalmadı. Artık ne camiler, ne mezarlıklar kutsal sayılıyor.
Son zamanlarda gelir sağlayan çirkin binaları yapmak için az
kalsın tarihî bir kabristan olan Rumelihisarı Mezarlığı’nı kaldıracaklardı. Burası, Boğaziçi’nin Rumeli yakasında en değerli bir
güzellik incisi gibidir [...] Birtakım cahil belediye memurlarının
zaten yeter genişlikte olan caddeyi daha da genişletmek bahanesiyle Şehzadebaşı’nın o güzelim sütun ve kemerlerini pervasızca yıktıklarını, Türklüğe has güzelliklerden birini daha dümdüz ettiklerini öğrendim. Bu kadar aptalca cinayetlere nasıl göz
yumuluyor? Öyle sanıyorum ki, Türkiye yöneticileri arasında
çok zeki kimseler, sanat duygusuyla dolu insanlar ve büyük bir
mazinin bu şahitlerini millî şeref namına olsun korumak gerektiğini duyan sapına kadar Müslümanlar vardır?”
Şunu unutmamak gerekir: Amicis, Loti, Le Corbusier gibi sanat ve kültür adamlarının hayran oldukları İstanbul, yangınların,
depremlerin ve göçlerin harap ettiği İstanbul’du. Refah devirlerinin İstanbul’unu görselerdi, kim bilir neler yazarlardı? Devletin
zengin ve halkın refah seviyesinin yüksek olduğu asırlarda, yanan
yakılan sokaklar, mahalleler, semtler, çok kısa sürede aynı güzellikle yeniden inşa edilirdi. Ancak devlet ve halk fakirleştikçe,
kaybedilenlerin yerine yenileri konulamaz oldu. Konulabilenler
ise gittikçe fukaralaşan devletin ve halkın acıklı vaziyetini yansıtıyordu. Fotoğraf makinesi tam o yıllarda icad edildi ve objektifleri İstanbul’a çevrildi. Yerli ve yabancı fotoğrafçıların harıl harıl
görüntüledikleri şehir, inkıraz halindeki Devlet-i Aliyye’nin başkentiydi. Yanan yıkılan geniş, ferah evlerin, konakların yerlerine
önce konak yavruları, durum kötüleştikçe “kutu gibi”, “iki bakla
bir nohut” yahut “nohut oda bakla sofa” evler yapılmaya başlanmış, bunlar da yeterince bakım görmediği için İstanbul ma-
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 39
halleleri enikonu salaşlaşmıştı. Bununla beraber hâlâ güzelliğiyle
Batılı gezginleri hayranlık ve şaşkınlık içinde bırakıyordu. 1874
yılında İstanbul’a gelen Edmondo de Amicis’in şu cümleleri XIX.
asır sonu İstanbul’u hakkında bir fikir verebilir:
“İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, sefir ile tacirin, prenses ile gemicinin, kuzeyli ile güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı alemşümul ve son derecede büyük
bir güzelliktir. Bütün dünya bu şehrin dünyanın en güzel yeri
olduğu fikrindedir. Seyahat hâtıralarını yazanlar buraya gelince şaşırıp kalırlar. Perthusier’in dili dolaşır, Tournefort beşer
dilinin aciz kaldığını söyler, Pouqueville cennette olduğunu sanır, La Croix sarhoş olur, Marcellus vikontu kendinden geçer,
Lamartine Tanrı’ya şükreder, Gautier gördüğü şeyin hakikat
olduğundan şüphe eder ve hepsi de tasvir üstüne tasvir yığarak pırıl pırıl bir üslûpla yazarak düşüncelerinin yanında fakir
kalmayacak ifade tarzını bulabilmek için boşuna kafa yorarlar.”
Gezginleri güzelliğiyle dilsizleştiren İstanbul, hiç şüphesiz,
Levantenlerin Galata’sı değil, abidevî camileri kucaklayan ahşap şehir dokusu ve bu dokuyu sarıp sarmalayan yeşil örtüsüyle
Türk ve Müslüman İstanbul’dur. Boğaziçi’dir, Süleymaniye’dir,
Eyüp’tür, Üsküdar’dır. Dar ve gölgeli sokakları, insanı ezmeyen
binaları, hanları, hamamları, küçük mescitleri, çeşmeleri, mezarlıklarıyla son derece insanî ve pitoresk bir şehir... Amicis, bu
İstanbul’un gelecekte yok olacağını ve “dünyanın en güler yüzlü
şehri”nin harabeleri üzerine yükselecek modern, korkunç ve gamlı
şehri düşünerek dehşete kapılır, kalbinin sıkıştığını hisseder.
Eski Türk şehrinde planın esası, arazinin topografik yapısına göre belirleniyordu. Çünkü makbul olan, tabiata tecavüz
etmek değil, onu tamamlamak, şehrin onun bir parçası olarak
doğup gelişmesini sağlamaktı. Şehir, geleneğin şaşmaz ölçüleri
40 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
kullanılarak tespit edilen mevkilere kurulmuş külliyelerin etrafında emprovize bir biçimde şekilleniyordu. Bu teşekkül biçimini plansızlık, gelişigüzel yapılaşma olarak anlamamak gerekir. Çünkü her yapı, çevresine uyumu gözetilerek inşa edilir,
böylece harikulâde sürprizlerle dolu emprovizasyon şaheserleri
doğardı. Abidevî eserlerin dışında, beşerî ölçülerin hemen hiç
dışına çıkmayan atalarımız, gölgeli dar sokaklarındaki asmalı
çardakları, yer yer ağaçlı köşeleri, ne tabiatı taklit, ne de tabiata müdahale esasına dayanan bahçeleri, muhtelif ağaçlarla gölgelendirilmiş kahveleri, çeşmeleriyle, son derece munis şehirler
kurmuş, daha önce kurulmuş şehirlere de yepyeni bir kimlik
kazandırmışlardı.
İstanbul’un yedi tepesine yedi taç kondurulmak suretiyle, hiç şüphesiz, gece ve gündüz farklı güzellikler sunan göz
kamaştırıcı bir siluet yaratılmıştır. Ufuk çizgisine yerleştirilen
bu harika yapılar, ne taraftan bakılırsa bakılsın, bu tepelerin
tabii uzantılarıymış gibi görünür. Abidelerin etrafındaki sivil
yapılar, bu abideleri daha da görünür kılacak şekilde küçük
yapılırdı, yani beşerî ölçekteydi. Büyük yapılar bile hiçbir zaman bu camilerin yüksekliğini aşan boyutlarda inşa edilmezdi. Küçük mabetler de her şeyiyle ölçülüydü; küçük, ahşap bir
mescide upuzun bir minarenin yapıldığı görülmüş şey değildi. Külliyeler, kamu binaları ve mezarlıklarda kullanılan taş
ve tuğla ile meskenlerde kullanılan ağaç ve bunları birbiriyle
kaynaştıran yeşil doku, eski İstanbul’un açıklanması zor estetiğinin sırlarından biriydi.
İstanbul’da, nüfusun istikrarlı olduğu zamanlarda meskenler
geniş bahçeler içine oturtulur, şehir yukarıdan bakıldığı zaman
bir ormanın içine gömülmüş gibi görünürdü. Külliyeler, evlerin çatılarındaki kiremitlerle ayrı bir güzelliğe bürünen, pastel
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 41
renklerin hâkim olduğu suluboya resim güzelliğindeki bu dokunun içinden birer ışık kütlesi gibi taşardı. Cetvelle çizilmiş gibi
dümdüz, bir ucundan bakılınca diğer ucu görünen caddeler ve
sokaklar hiç sevilmezdi. Dolanıp kıvrılarak ilerleyen, bahçe duvarlarından meyve ağaçlarının, mor salkımların taştığı, baygın
kokulu hanımellerinin, yaseminlerin duvarlara tırmandığı, zaman zaman üzeri asmalarla adeta örtülmüş, sebilleri, çeşmeleri, küçük mescitleri, hazireleri, kuyuları, çıkrıklarıyla herbiri
karakteristik özellikler taşıyan ve hiçbiri diğerine benzemeyen,
çoğu zaman biraz ilerleyince birden bir mucize gibi müthiş bir
deniz manzarasını önünüze seriveren caddeler ve sokaklar,
İstanbul’un vazgeçilmezleriydi.
Şehir dokusu şaşırtıcı bir üslup birliği gösterirdi, fakat her
ev ayrı bir kişilik taşırdı. Bazen küçücük bir arsanın üzerinde
çıkmalarla genişletilmiş, masal mimarisi gibi, eşsiz güzellikte bir yapı yükseliverirdi. Ahşabın inanılmaz zenginlikteki
plastik imkânları büyük bir zevk ve incelikle kullanılırdı.
Eli böğründelerle sokağa taşırılan çıkmalar, cumbalar, bazen çatıya kondurulan bir cihannüma, herbiri yepyeni bir
çözümle, komşunun manzarasını engellemeden inşa edilmiş evler... Bir sokağın bitip diğerinin başladığını gösteren
köşe başlarındaki evler başka bir güzellikteydi. Üçgen planlı
zemin kat üzerine yapılan katın, kare veya dikdörtgen bir
cepheyle sokağa baktırıldığını, çatıya da zarif bir cihannüma
kondurulduğunu düşününüz.
Yedi tepe üzerine kurulduğu için inişli çıkışlı bir şehir
olan İstanbul’un bol yokuşu vardı; yamaçlara inşa edilen evlerin ilk bakışta fark edilen özelliği, birbirini kapatmaması
ve genellikle denize veya yeşil bir alana bakan manzaranın
âdilane bölüşülmesiydi. Bu konuda yazılı olmayan, herkesin
42 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
uyduğu, uymak zorunda olduğu kurallar vardı. Bir ev boyanırken bile, o civardaki evlerin renkleriyle hem-âhenk
olması, uyum sağlaması gözetilirdi. Daha da önemlisi, bu şekilde teşekkül eden mahallelerde herkes oturabilirdi; zengin
bir tüccarın veya bir devletlinin konağıyla fakir bir bekçinin,
sıradan bir memurun evi yan yana olabilirdi. Zenginler, mahallenin fakirlerini kollar, camisinin, mescidinin ihtiyaçlarını karşılarlardı.
Genellikle bir camiin, bazen de bir çeşmenin yahut ağaçlıklı bir meydanın etrafında oluşan mahalle, camii, mektebi,
hamamı, küçük çarşısı vb. ile kendi kendine yeten bir bütünlüktü. Sakinleri, tek bir aileymiş gibi birbirlerine kenetlenirlerdi. Evler sokaklara birbirinin mahremiyetini ihlâl etmeksizin,
fakat komşuluk ilişkilerinin kolayca yürütülmesini sağlayacak
şekilde yerleştirilmişti. Komşuluk demek, yardımlaşma ve dayanışma demekti. “Ev alma komşu al”, “Komşu hakkı, Tanrı
hakkı”, “Komşu komşunun külüne muhtaç”, “Komşuyu komşudan sorarlar” gibi atasözleri, Türk mahallesindeki komşuluk
ilişkisinin mahiyetini son derece açık bir biçimde özetlemektedir. Mahallenin bütün sokakları, cami ve mahalleyi şehrin merkezine bağlayan ana yola çıkardı. Sokakların çoğu çıkmazdı.
Çıkmaz sokağı, tek tek evlerin veya birkaç evin özel sokağıdır
diye tarif etmek mümkündür Âdeta loş dehlizlere benzeyen bu
dar sokakların üstleri, birinci katların çıkmaları ve cumbaları,
ağaçların bahçe duvarlarından taşan dalları ve nihayet çatıların saçaklarıyla âdeta örtülürdü. Evlerin birinci katlarındaki
pencerelerin açıldığı sokaklar, yerli ve yabancı birçok ressamı
cezbeden pitoresk mekânlardı.
İSTANBUL’UN OLUŞ VE BOZULUŞ TARİHİ \ 43
İstanbul Bozuluyor
Yüzyıllar içinde oluşan ve İstanbul’u İstanbul yapan ölçüler ve değerler, XVIII. asrın başlarından itibaren aşınmaya
başlamıştı. Avrupa şehirlerinde geniş, dümdüz caddeleri, bu
caddelerin etrafına bitişik nizam dizilmiş kârgir yapıları, büyük
meydanları, bu meydanları süsleyen heykelleri, tiyatro ve opera
binalarını, konser salonlarını vb. gördükten sonra kendi şehirlerini beğenmeyen aydınların ve devlet adamlarının psikolojisi,
Ziya Paşa’nın ünlü beytinde çok iyi özetlenmiştir:
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm
Viranelerden kurtulmanın tek yolu vardı: Yıkmak.
İstanbul’u Avrupa şehirlerine benzetmek isteyen aydınlar ve
yönetici zümre, yangın ve depremlerin de yardımıyla, yüzyıllar
içinde teşekkül etmiş ve kendi estetiğini bulmuş şehrin çehresini yavaş yavaş değiştirmeye başladılar. İstanbul’un yok oluşunda askerî yenilgilerle başlayan göçlerin de çok büyük rolü
vardı. Hiç şüphesiz, şehrin taşıyamayacağı bir nüfus, o şehrin
kurdudur. Büyük bir hızla Anadolu ve Rumeli’nin ekonomik
olarak beslediği merkez olmaktan çıkarak kendi kendini tüketmeye başlayan İstanbul, Ekim 1917 devriminden sonra Türk
dünyasıyla irtibatını kaybetmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağılmasına yol açan Birinci Dünya Harbi’nden sonra da İslâm
dünyasıyla ilişkileri zayıflamıştı. Merkez olarak Ankara’yı tercih eden modern Türkiye de İstanbul’u gözden çıkarmış gibiydi. Çiçeği burnunda Cumhuriyet’in kültürü ve bu kültürün estetiği artık Osmanlı mirasının ağır yükünü taşımayan bu çorak
Anadolu kasabasında modern başkentle eşzamanlı olarak inşa
44 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
edilecekti. Osmanlı mirasına karşı bu meydan okuyuşun merkez üssü İstanbul olamazdı. Çünkü yaratılmak istenen kültür,
İstanbul’un damgasını taşıyan ve bu dünya şehrinde varlığını
hâlâ köklü bir şekilde devam ettiren kültürün alternatifi olacaktı. Edebiyatından musikisine, mimarisinden şehir dokusuna
kadar her şeyiyle farklı bir kültür, farklı bir tarih, dil ve yaşama tarzı... Fakat üç imparatorluğa başkentlik etmiş İstanbul’un
cazibesini yok etmek mümkün değildi; Ankara-İstanbul rekabetinde, İstanbul’un tartışılmaz üstünlüğü, Yahya Kemal’in
meşhur nüktesinde en çarpıcı ifadesini bulmuştu. Gerçeğin farkında olanlar, Ankara’yı İstanbul’a dönüşün zevkini yaşamak
için seviyorlardı.
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 45
BİR LİMAN KENTİ
OLARAK İSTANBUL
İdris BOSTAN*
Giriş
Akdeniz ile Karadeniz’i birbirine bağlayan suyolu üzerinde
bulunması ve Avrupa’yı Asya’ya bağlayan karayolunun kesişme noktası üzerinde olması sebebiyle İstanbul, tarihin en eski
dönemlerinden itibaren önemli bir liman ve yük aktarma yeri
haline gelmişti. Haliç, Boğaziçi ve Marmara Denizi şehrin genel görünümünde ve sakinlerinin günlük yaşamında önemli bir
yer tutuyordu ve limanı şehrin ekonomik ve sosyal hayatını biçimlendiriyordu. Tarihî bir gerçek olarak, Boğaz’ın iki kıyısına
sahip olan devletler kısa sürede Karadeniz’i hâkimiyeti altına
almayı başarmıştı ve bu durumlarını sürdürdükçe kendi konumlarını ve refahlarını devam ettirmişlerdi.
İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olduktan kısa
bir süre sonra yeniden canlandı ve Anadolu’dan Balkanlar’a,
Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan bölgede büyük bir ticaret merkezi oldu. Daha Yıldırım Bayezid’in 1395’te Anadolu Hisarı’nı,
Fatih Sultan Mehmed’in de 1452’de Rumeli Hisarı’nı yaptırması İstanbul’a giden deniz yollarının kontrolünü sağlamaya
* Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Öğretim Üyesi
46 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
yönelikti ve bunun gereği olarak bu hisarlar, yüzlerce yıl ticaret
gemileri için uğrak bir yer olmuştu. Fatih’in, Rumeli Hisarı’nın
inşaatı tamamlandıktan sonra yayımladığı bir ültimatomla
Karadeniz’den geçecek gemilerin taşıdıkları yük ve insanların
kontrol edilmesini istemesi, abluka altına aldığı İstanbul’a deniz yoluyla gelecek desteğin önünü kesmeye yönelikti.
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 47
İstanbul Limanı: Deniz Üssü
Osmanlılar zamanında daha önce Bizans’ın da kullandığı
Haliç ve Langa Limanları, sivil ve askeri denizcilik için önemli
birer merkezdi. Özellikle rüzgârlara karşı korunaklı olan Haliç’in,
hem askerî deniz üssü ve hem de deniz ticareti için taşımacılığın
önemli merkezi haline gelmesiyle birlikte şehrin yapısını etkileyecek değişiklikler olmaya başladı. Kasımpaşa, Galata ve Eminönü,
korunaklı limanlar olarak bu dönemde öne çıktılar.
Haliç kıyıları ahşap evler, yalılar ve basit atölyelerle dolu olmasına rağmen bölgeye asıl damgasını vuran Tersâne-i Âmire
idi. Denizde duran donanma gemileri, kızaklarda inşa edilmekte olan tekneler ve gözlerde bakım halindekiler hep birlikte
muazzam bir görüntü sergiliyorlardı.
Osmanlılar fetihten sonra bir müddet için Bizans’tan kalan kadırga limanını donanma üssü olarak kullanmış olsalar da
Fatih’in Haliç’teki Bizans/Ceneviz tersanesini geliştirdiği bir gerçektir. Bilhassa Yavuz Sultan Selim’in tahta çıktıktan kısa bir
süre sonra verdiği bir emirle Gelibolu ve İstanbul’da yüz gözlü tersaneler yapılmasını istemesiyle birlikte 1513-14 kışında
48 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Kasımpaşa Deresi’nin aktığı koyda tersane inşasına başlandı. Bu
yapı kısa bir süre sonra dikkate değer bir kurum haline geldi.
Tersane’nin ilk yıllarında hem inşaat faaliyetinin hem yeni gemi
yapımının hızla sürdürüldüğü bilinmektedir. Tersane’deki gemi
yapım gözlerinin sayısı 16. yüzyılda 200 kadardı. Burada gözler
yanında, Kapudan Paşa’nın da içinde bulunduğu yönetim binası olarak kullanılan Divanhane, mahzenler, atölyeler ve zindan
bulunuyordu. Tersane’de meydana gelen çalışmaların yoğunluğu
Galata’daki hayatı ve liman semtlerindeki faaliyetleri yakından
ilgilendiriyordu. Donanmanın büyük bir sefer için hazırlanması
halinde inşa edilen gemilerin sayısı çoğalmakta, bu ise tersanede
çalışan sanatkâr ve işçi sayısını arttırdığı gibi, malzemelerin hem
çeşit ve hem de miktar bakımdan çoğalmasına yol açmaktaydı.
Sadece Kocaeli bölgesinden temin edilen kerestenin sağlanması ve İstanbul’a getirilmesi bile büyük organizasyonlar gerektiriyordu. Keresteler geldiği zaman, bu işin uzmanları olan marangozlar tarafından incelenip gözden geçirildikten sonra mahzen-i
çûb denilen depolarda koruma altına alınıyor ve kurutuluyordu.
Gemiler yapılırken bu keresteler kullanılacakları yerlere göre hazırlanıyor ve gemi mimarlarıyla marangozlara teslim ediliyordu.
Bütün bu faaliyetler, bölgede ciddi bir hareketlilik getiriyordu.
Bu sebeple Tersane’deki yeni gemi yapımı faaliyetlerinin güncel
ihtiyaçlara ve Osmanlı Devleti’nin o sıradaki askeri hedeflerine
göre belirlenmesi kaçınılmazdı. Tersane bölgesinde yaşanan yangınlar ise büyük zararlara sebebiyet veriyor ve her şeyin yeniden
yapımını gerektiriyordu. Bu yüzden Tersane bölgesinin ve orada kızağa alınmış gemilerin korunması ile görevli vardiyanların,
bekçilerin sayısı sık sık artıyordu. Tersane çalışanlarının sayısı
16. yüzyılın ortasında 2500 civarında idi ve ihtiyaç halinde dışarıdan vasıflı sanatkâr temin ediliyordu.
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 49
Tersane-i Amire
16. yüzyılın sonlarında tersanede savaş gemilerinden çok,
saray mensupları ve üst düzey devlet adamları için nakliye
gemilerinin yapılması, sivil ticaret için ilginin arttığını düşündürmektedir. Bu gemiler, sahiplerinin hesabına İskenderiye’ye
gidiyor, yük ve yolcu taşıyordu.
17. yüzyılın ortalarına doğru kullanılır tersane gözlerinin
sayısı 154 kadardı. Girit Seferi’nin hazırlıkları ve sefer süresince tersane gözlerinin onarıldığı ve sayılarının arttırıldığı, buna
karşılık sefer hazırlıklarının azalmasıyla birlikte kullanılmayan
gözlerin harap olduğu anlaşılmaktadır. Girit Seferi’nin Osmanlı
donanmasına ve özellikle İstanbul limanına sağladığı en önemli
değişim gemi teknolojisinde yaşandı. Kürekle hareket eden ve
alçak bir yapısı olan kadırgalara karşı yüksek bordalı, birden
çok ambarlı ve yelkenli gemilerin yapımına başlanması tersanedeki faaliyetlerin çeşitliliğini de arttırdı. Mesela 1715’te 47
m. uzunluğunda, 130 top bulunan üç ambarlı bir kalyondaki
bu özellik o zaman için emsalleri arasında eşi olmadığını göstermektedir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren yelken imalathaneleri, iplikhane, lengerhane gibi tesisler tersane bünyesine
50 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
kazandırıldı. Kalyonların yapımı için kadırga kızakları uygun
olmadığı için yeni alanlar açıldı. Darağacı ve maçuna sistemleri tersanede uygulanmaya başlandı. Zaman zaman tersanede
meydana gelen yangınların önemli tahribata yol açtığı ve yeni
tamirlerle ve ilavelerle tersanenin yapısının kısmen değiştiği
gözlenmektedir. 1797-1800 arasında ilk kuru havuzun inşası
ve 19. yüzyılda iki havuzun daha yapılmasıyla kalyonların daha
uzun ömürlü olmaları için yeni tekniklere göre havuzlama usulü uygulanmasına geçilmiş oldu.
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 51
Klasik dönem yönetim yapısı içerisinde tersane ve donanmanın en üst yöneticisi kaptan-ı derya idi. Onunla birlikte
Tersane kethudası da kaptan ve mürettebatı yönetmek ve disiplini sağlamak suretiyle tersane yönetiminde etkili idi. Asıl
tersane işlerini ve gemi yapım faaliyetlerini yürüten, sorumlulukları dağıtan ise tersane emini idi. Emri altında pek çok
idarî görevli bulunuyordu. Liman reisi tersaneden, liman nazırı limandaki düzenden sorumluydu. Gemi inşası için lüzumlu
malzemeler esas itibariyle üretildikleri yerlerden, çoğunlukla
vergi karşılığı veya ihtiyacın fazla olması halinde satın almak
suretiyle temin ediliyordu.
İstanbul Liman Ticareti ve Taşımacılık
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kara yollarının pahalılığı
sebebiyle bilhassa zahire nakliyatı, deniz yolları ve nehirlerden
istifade edilerek gerçekleştirilmiştir. İmparatorluğun en önemli
üretim bölgelerini, büyük hububat pazarlarını Karadeniz, Ege
Denizi ve Akdeniz’in etrafında Tuna, Dicle, Fırat ve Nil gibi büyük nehirlerle küçük suların civarında yerleşmiş olduğu görülmektedir. Deniz yolunun sağladığı kolay ve ucuz imkânlara karşılık özellikle İstanbul merkezli deniz ticaretinin birtakım engel
ve tehlikeleri olduğu unutulmamalıdır. O zamanki tekneler için
deniz, her zaman seyrüsefere uygun değildi. Yalnız ticaret gemileri değil donanma gemileri bile kış günlerinde limanlara çekilmek
ve “derya mevsimini” beklemek zorundaydı. Bu dönem “rûz-ı
Hızır’dan rûz-ı Kasım’a kadar” sürüyordu. Bu zaman diliminde
İstanbul’un ihtiyacı olan zahirenin bulunduğu iskelelerden vakit kaybedilmeden İstanbul limanına getirilmesi devletin takip
ettiği en önemli konulardan biriydi. Bu mevsimin dışında denize
52 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
açılan gemileri zaman zaman büyük tehlikeler bekliyordu. Bazı
gemiler fırtınaya yakalanarak karaya vurup parçalanıyor, bazısı
dalgalar arasında batıyor, kimisi de korsanlara yakalanıyordu.
Taşımacılıkta genellikle yelkenli gemilerden kalyon, barça ve
pulaka türü gemiler kullanılıyor, bunlar da rüzgârsız havalarda
hareketsiz kalıyor ve bir limana yanaşarak rüzgâr çıkmasını bekliyordu. Bu gecikmeler İstanbul’un iaşe ihtiyacının karşılanmasında zaman zaman gecikmelere sebebiyet veriyordu.
Limanın günlük faaliyetleri ile donanma ve ticaret faaliyetlerinin birlikte yürümesi bazı güçlükler doğuruyordu. Şüphesiz
tarihte de bir büyük metropol olan İstanbul limanı çok canlıydı
ve çeşit çeşit gemi ve tekneler için en uygun imkanlara sahipti. Bir taraftan tersanede donanmaya ait gemiler, diğer taraftan
Haliç kıyılarına bağlanmış ticaret gemileri rengârenk bayraklarıyla birbirini tamamlıyordu. Seyyah Lubenau, bir günde limana
800 gemi girip çıktığını belirtmektedir. Bu sayının çok fazla olduğunu düşünmemek gerekir. Çünkü Karadeniz ve Akdeniz’de
ticaret yapan Osmanlı teknelerinin büyüklü küçüklü sayısı çok
daha fazla idi. Evliya Çelebi’ye göre, Akdeniz ticareti yapan
gemiler 600 kalyon ve 2000 karamürsel ve şaykadan oluşuyordu. Akdeniz’e sefer yapan bu ticaret filosunda 3000 kaptan ve
27.000 tayfa bulunuyordu. Karadeniz gemiciler loncasına kayıtlı olan denizcilerin sayısı da 9000 kadardı. 16. yüzyıl sonlarında
Tersane-i Âmire’de saray mensupları için inşa edilmiş 20 büyük
kalyon, İstanbul ile İskenderiye arasında sefer yapıyordu.
Osmanlı Devleti, Akdeniz’de egemenlik tesis ettikçe kendisine dost olan yabancı devletlere ahidnamelerde belirlenen
şartlar çerçevesinde, kendi sularında ticaret yapma hakkı tanıyordu. Buna rağmen Akdeniz’deki deniz ulaşımı Müslüman ve
Hristiyan korsanların tehdidi altında idi. Müslüman korsanlar
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 53
çoğunlukla Avrupalı devletlerin gemilerine, Hristiyan korsanlar da Osmanlı gemilerine saldırı düzenliyordu. Hatta Hristiyan
korsanların Ege Denizi’ne kadar girdikleri oluyordu. Bu yüzden
Osmanlı ticaret gemilerinin konvoy halinde gitmeleri tercih ediliyordu. Bu sebeple devlet Rodos, Sakız, Midilli beyleri gibi bazı
derya beylerini küçük filolarıyla deniz güvenliğini sağlamakla
görevlendiriyordu. Yeterli silahlarla donatılmış olan kalyon tipindeki daha büyük gemiler ise, kendi başlarına da denize açılabiliyordu. Avrupa devletlerine ait gemiler de kendi tedbirlerini
almak üzere konvoylar halinde yola çıkıyordu. Mesela Venedik,
16. yüzyıldan beri konvoylar halinde hareket ediyordu. Fransa
ise daha çok Kuzey Afrikalı korsanlarla anlaşmaya çalışıyordu.
İstanbul önlerine gelen küçük gemiler (160 tona kadar)
Galata kıyılarındaki gümrük önüne yanaşabildiği halde büyük
gemiler Galata önlerinde demirliyordu. Büyük gemilerdeki
yükler genellikle Haliç’te dolaşan kürekli ve yelkenli küçük
teknelerle taşınıyordu.
Yabancı tüccarlar, getirdikleri malların gümrüklerini ya Eminönü’ndeki gümrükte veya Galata’daki Kurşunlu
Mahzen’de ödüyorlardı ve bu gümrük, resmi ahidnamelerde
belirtilen kadardı. Gümrük dışında ayrıca bir de liman resmi ödeniyordu. Yabancı tüccarla iş yapılırken devreye giren
İstanbullu Yahudilerin rolü de önemliydi.
Haliç’in iki yakasında gelişen ticaret limanının kuzey kıyısında Karaköy ve Tophane tarafında Avrupalıların uğradığı
iskeleler bulunuyor, güney tarafında ise daha çok Osmanlı tüccar gemilerinin yanaştığı Bahçekapı’dan Balat’a kadar uzanan
iskeleler yer alıyordu.
İstanbul’a getirilen malların türlerine göre gemiler yüklerini
farklı yerlere indiriyordu. Şehrin en önemli ihtiyacı olan hu-
54 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
bubat ve diğer erzakın indirildiği yer, Eminönü ile Unkapanı
arasındaki kıyı şeridi idi. Özellikle kereste Odunkapı’daki, hububat ise Unkapanı’ndaki ambarlara konuyordu. Ancak zaman
zaman büyük tüccarlara ait özel ambarlar da faaliyet gösteriyordu. 17. yüzyılda İstanbul nüfusunun daha da artmasıyla birlikte
yeni erzak depolarına ihtiyaç doğmuştu. III. Ahmed tersanede
birkaç zahire ambarı yaptırdı ve III. Mustafa da bunlara üç yeni
ambar ilave ettirdi.
İstanbul Limanına Gelen Mallar
İstanbul limanına giren mallar ve miktarları hakkında düzenli bilgiler bulunmamakla beraber ne tür malların taşındığı
konusunda bazı veriler bulunmaktadır. İstanbul’un nüfusu 16.
yüzyıl başlarından itibaren arttığı için gıda maddelerine oldukça
fazla oranda ihtiyaç duyuluyordu. İç ticaret için öncelikle yakın
yerlerden, Marmara, Batı Anadolu ve Güney Karadeniz sahillerindeki limanlardan, daha çok hububat, meyve, sebze, tuz, yağ,
pirinç gibi yiyecek maddeleri getiriliyordu. Özellikle şehrin ihtiyaç duyduğu en önemli gıda maddesi olan ekmek için gerekli
hububat zaten ihracı yasak mallar arasında idi. 16-18. yüzyıllarda
yüzlerce küçük ve orta büyüklükte gemi, bir kısmı devlet emrinde, çoğu devlet denetimi altında kendi hesabına Karadeniz’den
tahıl getiriyordu. Karadeniz’de hububatın temin edildiği bölge
Tuna havzası ile Rumeli ve Anadolu sahillerinin hinterlandıydı.
18. yüzyılda Karadeniz’de ticaret yapan Osmanlı deniz tüccarını iki grupta incelemek mümkündür. Birinci grup, İstanbul’un
ihtiyacı olan buğdayı taşıyan ve devletle sözleşmeli olarak çalışan
kapan tüccarları, diğeri ise serbest çalışan müteşebbis tüccarlardı. Özellikle Tuna ve havalisindeki iskelelerden Unkapanı’na
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 55
zahire taşımak için devletle birtakım şartlar dâhilinde sözleşme
yapan bu gemilere “kapan-ı dakik sefâyini” veya “kapanın defterli sefâyini” deniliyordu. Nitekim 1755’te devletle gemi sahipleri
arasında yapılan bir sözleşmede 56 tüccar 120 gemisini bu işe
tahsis etmek suretiyle bu tür taşımacılığı üstlenmişti.
Serbest çalışan tüccar da benzer muameleye tabiydi. İstanbul
Boğazı’ndan gemileriyle geçebilmek için bazı şartları yerine getirmeleri gerekiyordu. Yük alacakları iskeleyi, sahip oldukları
geminin tonajını, taşıyacakları hububatın cins ve miktarını
belirtir ve yüklerini doğruca İstanbul’a getireceklerini taahhüt
ettikleri gibi kefil de gösterirlerdi. Bu evraklarını hazırladıktan
sonra, kapan naibine giderler ve o da durumu İstanbul kadısına arz ederdi. İstanbul kadısı müracaatı onayladıktan sonra
Divan-ı Hümayun’a gönderir, buradan geminin yük alacağı
iskelelerin kadı veya diğer görevlilerine hitaben bir ferman hazırlanırdı. Hububatın yüklendiği iskelede, alınan yükün cins ve
miktarı fermanın arkasına kaydedilir ve tasdik edilirdi. Gemi
İstanbul’a dönerken İstanbul Boğazı’ndan geçişi sırasında hisarların hizasına geldiklerinde durdurulup incelenir ve kayıtlar
mutabık ise bir görevli bindirilerek geminin Unkapanı’ndan
başka bir yere gitmesi engellenirdi.
18. yüzyılın sonlarına doğru Rusya’nın Karadeniz’in kuzey
sahillerini ele geçirmesiyle bu bölgede ticaret yapma düşüncesinin serbest Osmanlı tüccarları tarafından benimsendiği görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda deniz ticareti ile uğraşan
ve Rusya ile ticaret yapmak isteyen gemi sahipleri bir başka
devletin topraklarına gideceklerinden İstanbul Boğazı’ndan
geçmek için izin almak ve antlaşmalarda belirtilen şartlara uymak zorundaydılar. İzn-i sefine denilen bu belgeler, 1780-1846
yılları arasında Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebasına ait
56 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
4176 geminin İstanbul Boğazı’ndan geçtiğini göstermektedir.
1800’lere kadar bu bölgeyle ticaret yapan gayrimüslim tüccar
oranı % 80’in üzerindeyken, 19. yüzyılın ortalarına doğru % 5’e
inmişti. Buna mukabil Müslüman tüccar oranı % 95’e çıkmıştı.
Osmanlı tüccarı Rusya ile ticareti sırasında ihracı yasak mallar dışında kuru yemiş, kuru üzüm, hurma, sirke, limon, limon
suyu, portakal, taze meyve ve zeytin gibi gıda maddeleri götürüyor ve dönüşte İstanbul için esas itibariyle zahire getiriyordu.
Rusya’dan deniz yoluyla getirilen mallar şayet İstanbul’da kapan tarafından satın alınmazsa tüccarın mağdur olmaması için
müstemin tüccara satılmasına müsaade edilirdi.
Osmanlı ticaret gemilerinin İstanbul ile Doğu Akdeniz
limanları arasında sıkça sefer yaptıkları bilinmektedir.
Mesela İstanbul’dan büyük yük gemilerine aktarılan kereste
İskenderiye’ye taşınıyor ve aynı gemiler dönüşte Mısır’ın şeker,
mercimek, pirinç, yağ ve keten gibi ihtiyaç maddelerini getiriyordu. Şüphesiz bu güzergâhta sadece Osmanlı ticaret gemileri
dolaşmıyordu. 16. yüzyılda Venedik, Dubrovnik ve Fransa dışında 17. yüzyıldan itibaren Hollanda ve İngiltere ticaret gemileri de Osmanlı denizlerine gelerek ticaret yapmaya başladılar.
18. yüzyılda İstanbul limanına gidip gelen Avrupalı tüccar gemileri giderek artmıştı. Çeşitli ülkelerden gelen gemiler kendi yörelerinin mallarını ağırlıkla kendi tüccarlarının hesabına
İstanbul’a getiriyordu. Yünlü ve ipekli cinsi çeşitli dokumalar
ithal edildiği için Fransız, İngiliz ve Hollanda ticarethaneleri
canlı bir rekabet halindeydiler. Fransa’dan ayrıca boya maddeleri, Venedik’ten cam, kâğıt ve ecza, İngiltere’den kurşun,
kalay ve saat geliyordu. Bunların dışında kıymetli mücevher
taşı benzeri lüks mallar ithal ediliyordu. Uzakdoğu’dan gelen
mallar, giderek artan bir miktarda Marsilya, Ceneviz, Venedik
BİR LİMAN KENTİ OLARAK İSTANBUL \ 57
ve Livorno üzerinden İstanbul’a taşınıyordu. İstanbul’a yük getiren gemilerin en büyük güçlüğü dönüşte götürecek yük bulamıyor olmalarıydı. Çünkü İstanbul yalnızca idari ve askeri bir
şehir olup, mamul mal ya hiç yoktu veya çok azdı. İstanbul’un
ihraç ettiği mallar, buradan transit geçen mallardı. Bunun sebebi Karadeniz’in yabancı devlet gemilerine kapalı olmasıydı.
Osmanlı gemileri İstanbul’a Karadeniz kıyılarının mahsulünü
getiriyor veya İran’dan gelen mallar İstanbul’a ulaştığında burada Avrupa gemilerine aktarılıyordu. Bu durumda İstanbul,
Karadeniz bir tarafa bırakılacak olursa o zamanki şartlarda büyük ticaret yollarının dışında kalan bir limandı. Buna karşılık
İzmir daha fazla tüccar çekiyordu ve bu yüzden 16. yüzyıl ve
sonrasında İzmir ve İskenderiye deniz ticareti için ihracat ve
ithalat merkezi konumundaydı.
İstanbul’da şehir içi ulaşımında yüzlerce yıl en önemli taşıma araçları hamallar ve yük hayvanları idi. Ancak biraz uzak
yerlere yük taşımakta bunlar büyük zorluk çekiyordu ve bu yüzden karayolu yerine daha rahat ve çoğu defa daha hızlı bir ulaşım aracı olarak kayık veya pereme kullanılıyordu. Bu sebeple
peremeciler teşkilatı 19. yüzyıl ortalarına kadar çok kalabalıktı.
1680’de ortalama 1.500, 1840’larda 24.000 kürekçi üyesi bulunuyordu. Kayıkçı sayısındaki bu fazlalık, ihtiyaç halinde zaman
zaman donanma hizmetine alınmalarına sebep oluyordu.
İstanbul dünya üzerine denizciliğin önemli merkezlerinin
başında yer almıştır. Bu açıdan İstanbul dünya şehirleri arasında tarihi ve kültürü ile önemli bir yere sahiptir.
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 59
İSTANBUL VE KÜRESEL
ŞEHİRLER
Recep BOZLAĞAN*
Giriş
Küreselleşme olgusu bir yandan kültürleri birbirine benzeştirirken, diğer yandan da yerel değerlerin küresel piyasalara sunulmasını kolaylaştırmış ve yerelliği güçlendirmiştir.
Küreselleşme süreci şehirlere bir yandan yeni ekonomik, siyasî
ve kültürel roller yüklerken, diğer yandan da şehirler arası rekabeti hızlandırmıştır. Bu durum “küresel şehir”, “dünya şehri”, “uluslararası şehir” gibi kavramsallaştırmalara yol açmış
ve şehirleri sınıflandıran endeksler geliştirilmeye başlanmıştır.
Birçok uluslararası veya küresel şirket veya sivil toplum örgütü
onlarca parametre ve değişkeni göz önünde bulundurarak şehirlere ve şehir yönetimlerine siyasî, sosyal, ekonomik ve malî
boyutları olan puanlar vermekte ve derecelendirmeye tâbi tutmaktadır. Neredeyse her bir şehir için hazırlanan karneler yatırımcılar, turistler, organizatörler ve finansmancılar tarafından
yakından takip edilmektedir. Ulusal, uluslararası veya becerebilirse küresel düzlemde güçlü bir konum elde etmek isteyen
şehirler ve belediyeler ise söz konusu endekslerdeki kriterlere
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Öğretim Üyesi
60 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ulaşmaya çalışmaktadır. Bu sebeple, bugün küreselleşme olgusu, küresel şehirler ve bir küresel şehir olarak İstanbul’un
durumuna değineceğiz. Bu bağlamda küreselleşme olgusunu
açıkladıktan sonra küreselleşmenin şehirlere etkileri, küresel
şehirlerin özellikleri, sorunları ve İstanbul’un küresel şehirler
ligindeki konumu üzerinde duracağız.
Küreselleşme
Küreselleşme; sermayenin, emeğin, bilginin, malların ve
kültürel öğelerin dünya üzerinde serbestçe dolaşmasıdır.
Küreselleşme ülkeleri ekonomik açıdan birbirlerine daha bağımlı hâle getirirken, kültürleri de daha benzeşik hâle getirmekte. Kültürler arasındaki farklılıklar zamanla azalmaya başlamıştır. Farklı toplumlarda şahit olduğumuz tavırlar, davranışlar,
kılık ve kıyafetler birbirine daha fazla benzerlik göstermekte.
Söz gelimi, dünyanın birçok her yerinde insanların Avrupalılar
gibi giyindiklerini görürsünüz. Yeme içme kültürünün de birbirine daha çok benzemeye başladığını görmekteyiz. Hatta
Türkiye’de mesafeli durduğumuz bazı uluslararası restoran
veya tez yemek (fast food) dükkânlarına, yurt dışı seyahatlerde
daha “güvenilir” yerler gözü ile bakabilmekteyiz. Bu durum, söz
konusu mekânların bizim zihnimizde oluşturduğu âşinalık ve
algıda seçiciliğin bir sonucudur.
Kültürler arası benzeşmenin artması yerelleşmeyi, yani yerel
farklılıkları da ön plana çıkarmakta. Küreselleşme bir taraftan
dünya üzerindeki farklı kültürlerin, egemen batılı kültürlerle
benzeşmesini teşvik ederken, diğer taraftan da farklı ve ilginç
özelliklere sahip yerel kültürlerin veya kültürel öğelerin ön plana çıkarılmasını ve dünya pazarlarına sunularak tüketilmesini
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 61
tetiklemekte. Ancak, bu sürecin yerel kültürleri canlandırmak
veya geliştirmek amacıyla değil, metalaştırarak tüketmek amacıyla yürütüldüğü söylenebilir.
Küreselleşme bir yandan benzeşmeyi arttırırken diğer yandan da yerelleşmeyi, yerel kültürel öğelerin ortaya çıkarılmasını ve bunların bir tüketim zinciri içerisinde dünya pazarlarına
sunularak tüketilmesi sürecini de beraberinde getirmektedir.
Diğer taraftan, farklı olanın keşfedilmesi, küresel pazarlara sunulması, onun farklılığı üzerinden bir ticarî gelir elde edilmesi,
bir müddet sonra sıradanlaşmayı beraberinde getirmektedir. Bu
defa da farklı olan başka bir şey metalaştırılmaya çalışılmakta
ve döngü bu şekilde devam etmektedir. Küreselleşmenin bu
etkisi yerel kimliklerin güçlenmesine katkı yapmaktadır.
Küreselleşmenin Şehirlere Etkileri ve Küresel Şehirler
Küreselleşme süreci bir yandan yerel kimliklerin ve kültürel
unsurların “gün yüzüne” çıkmasına ve güçlenmesine yol açarken, diğer yandan da şehirlerin önemini artırmakta ve bazı şehirlerin konumunu güçlendirmektedir. Küreselleşmenin dünya
üzerinde sınırsız bir şekilde dolaşımını sağladığı sermaye, emek,
bilgi, mal ve kültürel öğeler büyük ölçüde şehirlerde üretilmektedir. Bu sebeple, küreselleşmenin şehirlerin önemini artırdığı
söylenebilir. Şehirlerde veya şehirlerin kontrolü altındaki alanlarda üretilen her türlü meta yine şehirler üzerinden yerel, ulusal ve küresel pazarlara sunulmaktadır. Şehirler ayrıca ulusal ve
uluslararası bütün organizasyonların yapıldığı ve önemli kararların alındığı kumanda merkezlerine dönüşmüştür. Elbette her
şehir bu dönüşümden eşit veya benzer şekilde etkilenmemiştir.
Bazı şehirler küresel sistemin ana yönetim üslerine dönüşür-
62 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ken, bazıları daha sınırlı rollerle yetinmek zorunda kalmaktadır. Bazı şehirler ise bu süreçte önemli ölçüde zemin kaybetmektedir. Yaşana süreçte şehirler arasında da küresel düzeyde
bir hiyerarşik sistemin oluştuğu görülmektedir. Bu sistemin en
tepesinde “küresel şehirler” olarak adlandırılan sınırlı sayıda
şehirler yer alırken, bunların altında uluslararası şehirler, uluslararasılaşan şehirler, ulusal merkezler, bölgesel merkezler ve
yerel merkezler sıralanmaktadır.
Küresel şehirler, dünya üzerinde geniş coğrafyalarda sermaye, emek, bilgi, mal ve kültürel değerlerin dolaşımını kontrol
eden ve yönlendiren şehirler olarak tanımlanabilir. Küresel şehirler de kendi içlerinde gruplara ayrılmaktadır. En üst grupta
yer alanlar küresel veya kıtalar arası ölçekte kontrol ve yönlendirme gücüne sahipken, bir alt grupta yer alanlar kıta içi
veya alt kıta ölçeğinde etkilidir. Daha alt grupta yer alanlar ise
kontrol ve yönlendirme gücünden daha ziyade, küresel ilişkilerağının ana kavşak noktalarındaki terminaller gibi fonksiyon
üstlenmektedir.
Sistemin tepesinde yer alan küresel şehirlerin belirli alanlarda uzmanlaştıkları görülmektedir. Londra ve New York gibi
şehirler finans ve sigortacılık konusunda ön plana çıkarken,
Los Angeles ve Tokyo iletişim ve bilişim teknolojileri, Paris ve
Milano kültür, sanat ve moda endüstrilerinde uzmanlaşmıştır.
Küreselleşmenin hızlanması, küresel şehirlerin konumunu
kuvvetlendirirken, özellikle aynı ülkede yer alan bazı şehirlerin konumunu ise olumsuz etkilemiştir. Söz gelimi, Japonya’da
Tokyo’nun yükselişi Osaka’nın göreceli olarak gerilemesine yol açmıştır. Benzer bir durum New York ile Detroit ve
Londra ile Manchester arasında da yaşanmıştır. Diğer bir
ifade ile ana kumanda merkezi konumunda olan şehirlerde-
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 63
ki büyük şirketlerin, üretim üslerini hammadde ve işçiliğin
daha ucuz, vergilerin daha düşük olduğu ülkelere kaydırması,
geleneksel olarak üretim üssü olan şehirleri olumsuz etkilemiştir. Sonuçta Tokyo’daki büyük Japon şirketleri birçok üretim tesisini Osaka başta olmak üzere bazı Japon şehirlerinden
Tayland, Çin ve Endonezya gibi ülkelere kaydırmıştır. Bu durum Osaka başta olmak üzere birçok Japon şehrini olumsuz
etkilemiştir.
Türkiye’de ise İstanbul ile İzmir’in son 30 yılda sergilediği
performans bu duruma örnek olarak verilebilir. 1980’lerin başlarında bir ulusal merkez konumunda olan İstanbul, 1990’larda
bir uluslararası şehir, 2000’li yıllarda ise bir küresel şehir hâline
gelmiştir. İstanbul’un küresel sistemle bütünleşme konusunda
ulaştığı nispeten yüksek performans, 1980’lerde Türkiye’nin
tartışmasız ikinci önemli ekonomik merkezi olan İzmir tarafından gösterilememiştir. Bu süreçte İzmir merkezli sermaye gruplarının ve bankaların büyük çoğunluğu, yönetim merkezlerini
İstanbul’a taşımıştır. İzmir limanı Türkiye’nin en büyük ihracat
limanı olma özelliğini kaybederken, Ambarlı limanı en büyük
ihracat limanı hâline gelmiş, Kocaeli ve Bursa gibi yeni sanayi
merkezleri İzmir’in yerini almıştır.
Yaşanan süreç, bir taraftan Anadolu’nun birçok şehrindeki
şirketlerin yönetim merkezlerinin İstanbul’a kaymasını teşvik
ederken, diğer taraftan da merkezi İstanbul’da olan büyük şirketlerin, üretim tesislerini önce İstanbul dışına daha sonra da
yurt dışına kaydırma eğilimi içine girmesine sebep olmuştur.
Sonuçta Mısır’da, Balkanlar’da, Rusya’da, Doğu Avrupa’da,
Kafkaslar’da, Orta Asya’da ve Çin’de Türk sermayesi ile kurulmuş veya satın alınmış üretim tesisleri, alışveriş ve iş merkezleri
görülmeye başlanmıştır.
64 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Küresel şehirler ligine yükselmek ve burada tutunmak
uzun ve yoğun emek isteyen bir süreç olup bu tür şehirlerin
ulaştığı sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel seviyeye erişmek
gereklidir. Küresel şehirler hakkında yapılan bilimsel çalışmalarda bunlara yönelik kriterler de belirlenmiştir. Ekonomik
kriterlere örnek olarak sermaye piyasasının büyüklüğü, ar-ge
faaliyetleri, kalifiye işgücü oranı, şehir ekonomisinin rekabet
gücü, vergi rejimi, üretim kalitesi, profesyonel hizmet tedarik
imkânları ve lojistik hizmetleri verilebilir. Bunların yanı sıra,
üniversitelerin kalitesi, üniversite mezunu nüfusun oranı,
uluslararası okulların sayısı ve kapasitesi, geniş bant internet
abonelerinin sayısı, bilimsel sayın sayısı ve bu tür yayınlara
yapılan atıfların sayısı, patent sayısı, uluslararası organizasyonların sayısı ve niteliği, büyükelçilik veya konsoloslukların
sayısı, merkezi o şehirde bulunan uluslararası kuruluşların sayısı, konaklama tesislerinin kapasitesi ve niteliği, hizmetlere
erişebilirlik, güvenlik, sağlık hizmetlerinin niteliği, kültürel
ve sanatsal üretim kapasitesi, trend oluşturma kapasitesi, alışveriş ve yeme-içme mekânlarının çeşitliliği ve niteliği, spor
altyapısı ve sportif organizasyonların niteliği gibi birçok kriter
de sosyal, kültürel ve siyasî ölçütlere örnek olarak verilebilir.
Küresel şehirler bu tür kriterlerin birkaçına, birçoğuna veya tamamına belirli ölçülerde sahip olabilir. Boston, Oxford ve Chambridge
gibi şehirler yükseköğretim altyapısı ve bunları destekleyen kentsel
hizmet düzeyi dolayısıyla küresel şehirler liginde kendilerine yer
bulabilmektedirler. Dubai ise erişilebilirlik, alışveriş, eğlence ve reexport konusunda sahip olduğu altyapı ve imkânlar sebebiyle küresel şehirlerin arasına girebilmiştir. Sydney güçlü ekonomik altyapı,
yüksek hayat standardı ve kentsel yaşam kalitesi dolayısıyla küresel
şehirler liginde üst sıralarda bulunmaktadır.
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 65
Küresel Şehirlerin Sorunları
Küresel şehirler önemli fırsatlar ve imkânlar sundukları kadar birçok sorunlarla da yüz yüzedirler. Söz gelimi küresel şehirlerin önemli bir kısmında ciddi yönetim sorunları görülmektedir. Bu durum bir yandan bu şehirlerin aşırı büyümesinden
ve yoğunlaşmasından, diğer yandan da bütüncül bir yönetim
yapısına sahip olamamaktan kaynaklanmaktadır. Şanghay,
Tokyo, Sao Paulo, Meksiko City, Mumbai gibi şehirler aşırı büyümekten türeyen sorunlarla yüz yüze iken, New York,
Paris, Johannesburg ve Los Angeles gibi şehirler parçalı yönetim yapısından kaynaklanan sorunlardan muzdariptir. İstanbul
hem aşırı büyüme hem de parçalı yönetim sisteminden türeyen sorunları ciddi bir şekilde yaşamaktadır. Metropoliten
alan dâhilinde bulunan Gebze, Çayırova, Darica ve Dilovası
Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları içinde yer almazken, ulaşımda, çevre yönetiminde, kültürel hizmetlerde ve planlamada çok
başlılık devam etmektedir.
Küresel şehirlerin bir diğer sorunu ise ücret dengesizliğidir.
Bir tarafta çok yüksek ücret ödenen işler, diğer tarafta ise çok
düşük ücretlerle yürütülen işler var. Levent’te, Maslak’ta veya
Kozyatağı’nda binlerce, on binlerce ABD doları ücretle çalışan
ve yılın belirli dönemlerinde yüksek prim veya ikramiyeler alan
kişilerin alışveriş veya tüketim yaptığı marketlerdeki, mağazalardaki veya diğer işyerlerindeki birçok hizmeti sunan görevliler çok düşük ücretlerle çalışmaktadırlar. Bir tarafta yüksek
nitelik gerektiren ve çok yüksek kazanç sağlayan işler, diğer
tarafta ise daha az vasıf gerektiren, fakat çok düşük seviyelerde
kalan ücretler. Bu durum iş hayatında ayrışmalara ve zaman
zaman gerilimlere sebep olabilmektedir.
66 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Ekonomik gelirdeki ayrışma mekâna yansımakta, yüksek
gelir grubuna mensup insanlar küresel şehirlerin belirli bölgelerinde yoğunlaşmaktadır. Söz gelimi, bir yanda yüksek duvarlarla çevrili Kemer Country diğer yanda ise orta ve alt gelir grubuna mensup insanların yaşadığı Kemerburgaz. Ayazağa-Maslak,
Çekmeköy-Dudullu, Bahçeşehir-Esenyurt, Tepeüstü-Yeşilvadi
yerleşmeleri de bu konuda örnek olarak zikredilebilmektedir.
Yalnızca İstanbul’da değil bütün küresel şehirlerde benzer bir
durum söz konusudur.
Sosyal ve ekonomik ayrışma veya farklılaşma birçok küresel şehirde ciddi güvenlik sorunlarına yol açmıştır. Birkaç
sene önce Paris’in banliyölerinde yaşanan olaylar, New York
ve Los Angeles gibi ABD şehirlerinde hırsızlık, gasp ve cinayet gibi suçların yüksekliği, Meksiko City ve Sao Paulo’nun
bazı semtlerine polisin bile girememesinde küreselleşmenin
yol açtığı sosyo-ekonomik ve mekânsal segregasyonun etkisi
büyüktür.
Küresel şehirlerde tarihî mekânların da önemli ölçüde fonksiyon değişikliğine uğradığı görülmektedir. Londra’da “City”
olarak adlandırılan finans bölgesi ve yakın çevresinde büyük
şirketlerin toplanmasıyla bu bölgedeki tarihî eserlerde fonksiyon değişikliği veya kaybı yaşanmıştır. Ayrıca Canary Wharf
bölgesi de iş merkezleri ve plazalarla dolmuştur. Benzer bir süreci İstanbul da yaşamaktadır. İstiklal Caddesi zaman içerisinde ciddi bir şekilde kabuk değiştirdi. Cadde üzerinde ve yakın
çevresinde modern alışveriş merkezleri, yeme-içme mekânları,
kültür ve sanat merkezleri, oteller ve iş merkezleri inşa edilmekte veya eski binalar restore edilerek bu tür amaçlar için
kullanılmaktadır. Benzer bir durum Eminönü-Sirkeci-Karaköy
üçgeninde de yaşanmaktadır.
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 67
Küresel Şehirlere Dair Endekslerde İstanbul’un Konumu
Küresel şehirleri tasnif eden birçok çalışma bulunmaktadır.
Bunlara dikkatli bir şekilde bakıldığında, aslında bu tür şehirlerin kabaca üç ana gruba ayrıldığı söylenebilir. Bunlar alfa, beta
ve gamma grubu şehirlerdir. Alfa grubu şehirlere örnek olarak New York, Londra, Paris, Tokyo, Hong Kong ve Singapur
verilebilir. Beta grubu şehirlere örnek olarak Melbourne,
Johannesburg, Barcelona, Dubai, Manila ve Bogota, gamma
grubu şehirlere örnek olarak Montreal, Bratislava, Kazablanka,
Zagreb, Kalküta ve Amman verilebilir.
İstanbul’un konumuna daha ayrıntılı bir şekilde bakıldığında, Küresel Şehirler Endeksi’nin 2011 yılında yayımlanan verilerine göre toplam 40 şehir arasında nüfus açısından 20., gayrisafi hâsıla açısından 30., ekonomik faaliyetlerin büyüklüğü açısından 28., siyasî güç açısından 9., hayat kalitesi açısından 36.,
bilgi ve etki gücü açısından 27. sırada olduğu görülmektedir.
Genel olarak bakıldığında, 40 farklı küresel şehir arasında 27.
sırada olduğu görülmektedir. Dünya Şehirleri Endeksi’ne göre
178 şehir arasında 35., Küresel Finans Merkezleri Endeksi’ne
göre 76 şehir arasında 63., Yaşanabilir Şehirler Endeksi’ne
göre 140 şehir arasından 109., En Çok Ziyaret Edilen Şehirler
Sıralaması’nda 5., Kongre ve Konvansiyonların En Çok
Organize Edildiği Şehirler Sıralaması’nda ise 1. sıradadır.
Küresel Şehirler Endeksi’nde İstanbul’un yer aldığı alfa grubu dört alt kümeden oluşmakta olup, İstanbul bunlar içinde
en alttaki kümede bulunmaktadır. İstanbul’un üzerindeki şehirler Londra, New York, Paris, Tokyo, Hong Kong, Singapur,
Toronto, Sydney, Milano, Şanghay, Pekin, Madrid, Moskova,
Seul, Brüksel, Mumbai, Buenos Aires, Kuala Lumpur ve
68 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Şikago’dur. İstanbul ile aynı kümede ise Varşova, Sao Paulo,
Zürich, Amsterdam, Meksiko City, Jakarta, Dublin, Bangkok,
Taipei, Roma, Lizbon, Stockholm, Prag, Viyana ve Budapeşte
gibi şehirlerin bulunduğu görülmektedir.
İstanbul sahip olduğu coğrafî üstünlük, tarihî derinlik ve kültürel zenginlik dolayısıyla küresel şehirler liginde daha yüksek bir
konuma erişecek potansiyele sahiptir. Bu hedefin başarılabilmesi
için İstanbul’un üstün olduğu taraflara odaklanması gereklidir.
Sözgelimi, İstanbul sahip olduğu coğrafî avantajlar dolayısıyla
dünyada hava yolu ulaşımının en yoğun olduğu aktarma merkezi hâline gelebilir. Benzer şekilde dünyanın en önemli lojistik
üslerinden biri olabilir. Dünyanın en önemli kongre ve fuarlar
şehri olabilir. Küresel fiberoptik ağların ana bağlantı noktalarından biri hâline gelebilir. Yine İstanbul 8.500 yılı aşan tarihî
derinliği ve eşsiz kültürel mirası dolayısıyla küresel ölçekte en
çok ziyaretçi çeken, yüksek nitelikli birçok kültürel, sanatsal ve
sosyal organizasyonun yapıldığı, dünya üzerinde trend oluşturan
ve kültürel değerler üreten bir şehir olabilir. Bütün bu fırsatların
değerlendirilebilmesi hâlinde, önemli bir ekonomik üs ve finans
merkezi konumuna yükselebilir. Aslolan İstanbul’u İstanbul yapan değerlere sahip çıkarak bu hedefe ulaşmaktır. Bunun için
şehrin yönetim yapısından kentsel dokusuna, şehir ekonomisinin dayandığı temellerden kentsel altyapı sistemlerine kadar çok
geniş bir sahada vizyoner çalışmalar yapılmalıdır.
Soru-Cevap
Soru: İstanbul’un rakipleri hangi şehirlerdir? Şehirdeki dikey yapılaşma sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: İstanbul Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının buluşma noktasında yer aldığı için çok geniş bir coğrafya ile etkileşim hâlindedir. Bu sebeple, bu kıtaların her birinde rakipleri
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 69
var. Orta ve Doğu Avrupa’da, Batı Asya’da ve Kuzey Afrika’da
bulunan bazı şehirler İstanbul ile rekabet hâlindedir. Misal verecek olursak Viyana, Berlin, Moskova, Dubai, Tel-Aviv ve
Kahire İstanbul’un karşısındaki en güçlü rakiplerdir. Bunların
yanı sıra Prag, Atina ve Cidde gibi şehirlerden de söz edilebilir.
İstanbul’un potansiyelinin büyüklüğü dikkate alındığında daha
geniş coğrafyalara göre politika ve stratejilerin geliştirilmesi gerektiği söylenebilir. Diğer bir ifade ile, İstanbul Londra, Paris,
New York ve Tokyo ile rekabet edebilecek bir kapasiteye sahip
olmayı hedeflemeli.
Sadece İstanbul’da değil Türkiye’nin hiçbir yerinde dikey yapılaşmanın gerektiğine inanmıyorum. Çünkü Türkiye bir deprem ülkesidir. Türkiye gibi bir deprem ülkesi olan Japonya’da
dikey yapılaşmaya nadiren izin verilmiştir. Japonya’da yüksek
binalar sadece Tokyo’nun birkaç semtinde vardır. Onların
büyük çoğunluğu iş merkezleridir. Bunların dışında Tokyo’da
genel olarak 3-5 katlı binalar vardır. Alman şehirlerinde hiçbir deprem riski yok; ama Frankfurt’un dışında dikey yapılar
göremezsiniz. Yapılar genellikle yatay. Hollanda şehirleri de
yatay yapılaşmanın hâkim olduğu yerlerdir. Rahmetli Turgut
Cansever Hoca “Türkiye’de toplamda 5000 kilometrekarelik
arazi kullanarak bütün nüfusu, bahçeli müstakil evlerde yaşatabilirsiniz” derdi. Bunun anlamı şu, ülke topraklarının %1’inden bile daha az bir mekânda bugünkü nüfusunuzu, insanların hayal edemeyeceği kadar güzel konutlarda yaşatabilirsiniz.
Ülke topraklarının %99’u da sanayi, ticaret, tarım, hayvancılık,
ormanlar ve diğer ihtiyaç ve faaliyetler için kullanılabilecek.
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun yaptığı hesaplamalara göre
sanayi, ticaret, kamusal hizmetler vb. dâhil olmak üzere insan
yerleşimleri için ihtiyaç duyulan toplam arazi miktarı 30.000
70 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
kilometrekaredir. Diğer bir ifade ile, ülke topraklarının %5’inden daha az bir alan yeterli olup, ülke topraklarının %95’inden
fazla bir alan ise tarım, hayvancılık, ormanlar ve diğer ihtiyaç
ve faaliyetler için ayrılabilmekte ve bu araziler ise yaklaşık 300
milyon insanın ihtiyacını karşılayacak potansiyele sahiptir.
İstanbul’a baktığımızda, şehirdeki nüfus artış trendinin yavaşlama eğilimi içine girdiğini söyleyebiliriz. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yaşayan nüfus 1980’lerde yıllık %14 oranında artarken, 1990’larda yıllık %3, 2000’li
yıllarda ise yıllık %1,7 oranında artış görülmektedir. Diğer bir
ifade ile, şehrin nüfus artış hızı ciddi ölçüde azalma eğilimi içindedir. Nitekim, İstanbul İl Çevre Düzeni Planı’nda İstanbul
için öngörülen nihaî nüfus 16 milyondur. 2011 yılı sonu itibarı
ile şehrin nüfusunun 13,6 milyon olduğu dikkate alındığında,
İstanbul’un nüfusu yaklaşık 15 yıllık zaman dilimi içinde 2,4
milyon kişi artacaktır. Diğer bir ifade ile şehrin nüfusunda yıllık 160 bin kişilik artış yaşanacaktır. Bu artış ise büyük ölçüde doğal yollardan (doğumlar ile) gerçekleşecektir. Sonuçta,
İstanbul’un nüfusunun çok hızlı artmakta olduğu, şehrin büyük
boyutta göç aldığı ve bu sebeple arazinin yetersiz olduğu türünden iddialar anlamını büyük ölçüde kaybetmiştir. İstanbul’un
şehirleşme açısından temel sorunlarından biri arsa üretiminin
yetersiz olmasıdır. Bu durum, şehir toprağının göreceli değerini
olağanüstü artırmakta ve toprak câzip bir rant ve yatırım aracına dönüşmektedir. Arsa arzının, ihtiyacın çok altında kalması
dolayısıyla bir yandan mevcut gayrimenkuller hızla değerlenirken diğer yandan da “yık-yoğunlaştırarak yeniden inşa et” türü
bir yapılaşma tarzı ile birim kentsel toprağa düşen yapılaşma
miktarı sürekli artmıştır. Sonuçta zaafın zaafı beslediği sağlıksız
ve yüksek maliyetli bir şehirleşme modeli ortaya çıkmıştır.
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 71
İstanbul İli’nin toplam yüzölçümü 5.343 km², iskân edilmiş
toplam saha ise yaklaşık 1.000 km²’dir. Şehirde yaklaşık 14 milyon insan 1.000 km²’lik bir alanda büyük ölçüde plansız ve sağlıksız bir ortamda yaşamaya çalışmaktadır. Kentsel toprakların
büyük bir rant aracına dönüşmesi, dar bir mekânda alabildiğine
dikey bir şehirleşmeyi dikte ettirmiştir. Planlama ve imar sürecinin yerel düzeyde bile merkezîleşmiş yapısı, gözü dönmüş bir
rant kavgası, toplumsal bilinç eksikliği, yönetim beceriksizliği
ve Dubai-New York tarzı bir şehirleşmenin, kamu yöneticileri
tarafından model alınması, şehri kabul edilemez bir dikey yapılaşmaya mahkum etmiştir. Oysa, İstanbul’u yatay düzlemde
inşa etmek mümkündür. Üstelik şehri besleyen su havzalarına,
ormanlara, sulak alanlara, tarihî eserlere, kıyılara ve tarım arazilerine en küçük bir zarar vermeksizin.
Soru: Şehirlerin rekabetinden bahsettiniz. İstanbul’un kentsel
yaşam kalitesi ile ilgili tartışmalar oldu. Hâlâ da devam ediyor.
Dünyada bu tür listeler yayınlanıyor. Uluslararası şirketler daha çok
bu çalışmaları yapıyorlar. CEOların yerleşimleri ve benzeri birçok
uluslararası faaliyeti şekillendiren listeler oluyor bunlar. İstanbul’un
ne kadar güvenli olduğuna, yaşam kalitesinin nasıl olduğuna bakarak karar veriyorlar. Bu listelerin politik olma durumlarıyla ilgili
olarak bir soru sormak istedim. Şehirlerin tek başına değil de politik
olarak da desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. İstanbul’u sadece
sevdiğimden değil, hakikaten kalitesinin bu kadar az mı olduğu noktasında bir soru var aklımda. Üniversiteler adına neler yapılabilir
merak ediyorum ve sivil toplum olarak bizler neler yapabiliriz?
Cevap: Ben de yaşam kalitesine dair verilerin çok güvenilir
olduğunu zannetmiyorum. Sebebi de bence kamu kurumlarından kaynaklanmakta. Bu şehirde birçok kurumun stratejik planını yaptık. Bu süreçte topladığımız birçok verinin güvenilir ol-
72 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
madığını gördük. Çünkü kamu kurumlarının büyük çoğunluğunun bilimsel kurallara uygun arşivlere veya veritabanlarına sahip olmadığına şahit olduk. Türkiye’de şehirlere dair istatistikî
veriler TÜİK tarafından özel olarak tutulmalı. TÜİK’in taşra
birimleri bu konularda uzmanlaşmalı. Ayrıca, her ilde valilik
bünyesinde ve her şehirde de o şehrin bünyesinde istatistik birimleri kurulmalı ve gerekli her türlü istatistikî bilgi bilimsel
kriterlere uygun olarak saklanmalı. Ne yazık ki İstanbul bu konuda yeterli değil. Böylesi bir yapıdan çıkan veriler de yeterince
güvenilir olmuyor. Ancak, kentsel yaşam kalitesi üzerine ölçüm yapan uluslararası endeksler de sonuçta İstanbul’daki kurumlardan derledikleri verilere göre şehrin sıralamasını belirliyorlar. Şehirde birçok konuda güvenilir veritabanlarının veya
bilgi bankalarının bulunmaması, İstanbul’un endekslerde hak
ettiği yerde bulunmaması sonucunu doğuruyor.
Soru: Kentsel dönüşüm konusunda bir soru sormak istiyorum. Hedeflenen kanun da çıktı. İstanbul’da bu kentsel dönüşüm
çok önemli. Bıraksanız 39 ilçe belediyesinin 39’unun da kendisine has yaklaşımı var. Eğer bunlar bütüncül yaklaşımlar olmazsa
İstanbul’u çağdaş bir metropol hâline dönüştürmek üzere planları
yapılmazsa İstanbul yamalı bohçaya döner. Bütüncül yaklaşım
konusunda siz ne düşüyorsunuz.
Cevap: Bütüncül yaklaşım gereklidir. Yerel yönetim olmanın avantajı var, dezavantajı var. Yani biz her hâl ve şartta yerel yönetimi savunan insanlar değiliz. Yetki optimum ölçekte
ve düzeyde kullanmalı. Yerel yönetimin dezavantajlı olduğu
noktada merkezi idarenin müdâhil olması gereklidir. Mevcut
kanunun en zayıf tarafı, yetkilerin tamamen merkezileştirilmiş olmasıdır. Çünkü Türkiye’de yerel yönetimin aktif desteği olmadan kentsel dönüşüm yapmak mümkün değil. Kendi
İSTANBUL VE KÜRESEL ŞEHİRLER \ 73
evimizdeki bir duvarı yıkıp iki odayı birleştirme hususunda ne
kadar zorlanıyoruz. Ne kadar sorun yaşıyoruz. Bir de kentsel
dönüşüm kapsamında yıkılacak on binlerce binayı düşünün. O
binalarda yaşayan insanlar nereye taşınacaklar? Nerede yaşayacaklar? Yıkım sonrasında ortaya çıkan milyonlarca ton molozu
nereye götüreceksiniz? Nasıl geri dönüştüreceksiniz? Böylesine
kompleks ve büyük boyutlu bir sürecin bütüncül bir şekilde yönetilmesi gerekli. Merkezî yönetimin, yerel yönetimlerin, sivil
toplum örgütlerinin, meslek kuruluşlarının ve hemşehrilerin
sürece aktif bir şekilde katılımı gerekli.
Soru: Küreselleşmenin kent kimlikleri üzerindeki etkilerini merak ediyorum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Küreselleşme alt ve üst kimlikler arasında ayrışmaya
yol açıyor. Mesela Akmerkez ve İstinyepark’tan alışveriş yapan
kitle ile Forum İstanbul’dan alışveriş yapan kitle farklılaşmaya başlıyor. Bulunduğu yer dolayısıyla İstanbul’un her kesimi
Forum İstanbul’dan alışveriş yaparken İstinye Park’a “elit” olarak tabir edilebilecek bir kesim gidiyor. Çünkü o kesim kendisini farklı bir kimlikle tanımlıyor. Onların gittiği mekânlara kendisinin alışık olmadığı “tipler” gelmeye başlayınca, o mekânı
terk etme eğilimi gösteriyor. Küreselleşmeyle bir tarafta çok üst
gelir grubu oluşuyor. Öbür tarafta ise toplumun %90’ını oluşturan orta ve alt gelir grubu var. Bunlar birbirinden ayrışmaya
başlıyor.
Soru: Taksim’de yapılması muhtemel bir camiden söz ediliyor.
Ve bunun üzerine tartışmalar başladı. İşin politik yanı ön plana çıkmaya başladı. Bu konuda ne düşünmektesiniz?
Cevap: Böyle bir projeyi ortaya atan insanların ve projeye
karşı çıkanların yaklaşımlarına ayrı ayrı bakmak lazım. Projeyi
ortaya atan insanlar “Taksim’de bir camiye ihtiyaç var” diyor.
74 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Taksim bölgesinde bir camiye hakikaten ihtiyaç var. Ama
Taksim’in neresine yapılmalı? Taksim’de cami yapılmasına
karşı çıkanlar, “Taksim’de 4 katlı mescit var” diyerek, muhtemelen kasıtlı bir şekilde yanıltıcı bir bilgilendirmeye de yol
açıyorlar. Oysa o mescidin her bir katı en fazla 10 m² ve toplamda 40 m². O mekânda en fazla 60-70 kişi namaz kılabilir.
Taksim gibi her gün on binlerce insanın gelip geçtiği bir yerde,
insanların ibadet ihtiyacını karşılayabileceği, yeterli büyüklükte bir mekân bulunmamakta. Bazıları da Ağa Camii’nden bahisle bu bölgede bir de cami olduğunu söylüyor. Ağa Camii’nin
Taksim Meydanı’na mesafesi en az 400 metre ve kapasitesi en
fazla 150-200 kişilik. İstanbul’un en hareketli mekânlarından
biri olan Taksim’de, insanların en doğal ihtiyaçlarından biri
olan ibadet ihtiyacının karşılanması için yeterli mekân bulunmamaktadır. Karşı çıkan çevrelerin ileri sürdüğü bir diğer iddia
ise “Taksim Meydanı’nın mimarî bütünlüğünün korunmasının
gerekliliği”. Taksim’de mimarî bütünlüğün olduğundan söz etmek kolay değil. Özetle, Taksim’e cami yapılmasının bir ihtiyaç
olduğunu düşünüyorum.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 75
MODERN TÜRK
ŞİİRİNDE ÜÇ
İSTANBUL ALGISI
M. Fatih ANDI *
*
Önce yazımızın başlığındaki “üç algı” konusu üzerinde durarak başlamak istiyorum. Bizim edebiyatımızda, şairlerin ve
şiirlerin İstanbul’u, acaba yalnızca üç algıya indirgenebilir mi?
Hatta yalnız edebiyatımızda değil bütünüyle kültürümüzde
İstanbul’a dair yalnızca üç algı biçimi mi var? Yoksa bu idrak
mekanizmaları çok daha fazla sayıya çıkartılabilir mi? Elbette,
İstanbul gibi büyük, hem tarih bakımından çok eskilere giden,
birçok medeniyetin zeminini ve beşiğini oluşturmuş, hem de
bugün yaşanan pratik ve aktüel hayat itibarıyla çok yönlü bir
şehrin çok fazla yaklaşım biçimine kucak açtığını, idrak mekanizmalarını harekete geçirdiğini söyleyebiliriz.
Bu yalnızca İstanbul için mi böyledir? Yoksa İstanbul’dan
bağımsız olarak “şehir” dediğimiz olgu için mi böyledir?
İstanbul mademki geçmişten bugüne kurmuş olduğumuz en
büyük şehrimiz, İstanbul’a bu şehir olgusu üzerinden bakmak
daha faydalı olacaktır. Çünkü bu konuşmamızda üzerinde du*
Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Öğretim Görevlisi
76 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
racağımız şairlerin İstanbul’a bakışlarını bu şehir olgusu etrafında değerlendirdiğimiz zaman, şehri bir kavram olarak ele alıp
yaklaştığımız zaman daha sağlıklı ve zengin bir zemine oturturuz, diye düşünüyorum. Onun için İstanbul algısına geçmeden
evvel, şehri nasıl görmeliyiz ve nasıl anlamalıyız, biraz ondan
bahsedeceğim. Daha sonra da, yapmış olduğum iki çalışmadan
hareketle 1 Yahya Kemal, Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın
şiirlerinde İstanbul’un nasıl yer aldığı konusuna eğileceğim.
*
“Şehir” nedir?
İster sosyo-psikolojik, ister coğrafî açıdan, ister felsefî, ister
sanatsal pencerelerden, ister hayat pratiğinin içinden, ister
tarihsel bir zeminden bakın “şehir” insanoğlunun yeryüzünde
meydana koyduğu en büyük toplumsal birim ve en kapsamlı
fiziksel bütünlüktür. İnsanlık tarih boyunca şehirden daha büyük, girift bir somut kültürel yapı ortaya koymamıştır. Her şehir
bir kültür yumağı etrafında inşa edilir ve döner kendisi bir kültürel ilişkiler ağını inşa eder. İnsanoğlu şehrin dışında tabiatın
ritminin esiridir. Ama şehirde bu ritmi kendisi yapar. Her şehir
kolektif bir emeğin ürünüdür. Her şehir kendisine özgü bir kültürel rengi yansıtır. Çünkü her şehir kendisini meydana getiren
zihinsel kapasitenin ve donanımın, maddî ve manevî gayretlerin, beklenti ve niyetlerin, normların ve formların bir toplamıdır. Kimi kent sosyologlarına göre dünya tarihi şehirli insanın
tarihidir. Şehrin niteliği, içinde barındırdığı kitlenin ruhunu da
biçimlendirir. İnsanlar içinde barındıkları kente özgü yaşama
biçimleri, yaşama birimleri, davranış kalıpları hatta duygular,
1 M. Fatih Andı, “Yahya Kemal’in Şiirlerinde Bir Medeniyet ve Kimlik Göstergesi Olarak
Şehir”, Güneşe Tutulan Ayna, İstanbul 2010, Hat Yayınları, s. 237-253; “İstanbul’a İki Bakış:
Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın Şiirlerinde İstanbul”, Güneşe Tutulan Ayna, İstanbul
2010, Hat Yayınları, s. 139-178.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 77
düşünceler ve inançlar geliştirirler. Bu ise insan teklerini, tek
tek insanları toplum haline getiren önemli harçlardan birisini
oluşturur.
Peter Burke şehirlerin toplumda bireylere toplumsal rol ve
kimlik kazandırma açısından da etki ettiğini söylüyor ve toplumsal tarih çalışmalarında bu kavramların önemine dikkat çekiyor. Burada çok yönlü bir ilişkiler ağı karşımıza çıkıyor.
Bu söylediklerimiz açısından bakıldığında şehir bir birimdir.
Vatan dediğimiz o büyük yapı bile aslına bakarsak bir şehirler
toplamıdır, boş araziler yekûnu değil. Vatanın kimliği, bir büyük coğrafya içerisine nasıl ve hangi hüviyette şehirler inşa ettiğimizin cevabıyla anlam bulur. Jean Jacques Rousseau; “Köyü
evler oluşturur, kenti ise yurttaşlar.” diyor. Aslında bu kentlilik
bilincine, kentte yaşamanın bilinçli bir tercih, hatta bir tarz ve
eylem olduğuna yapılan vurgudur.
Şehir üzerine çalışan kimi sosyologlar ısrarla bir kavrama
vurgu yapıyorlar ki biz de konuya buradan yaklaşacağız. İvan
İllich “Bir şehir, ancak ruhu yok edilirse tarihten silinir.” der.
Roland Barths’ın bakış açısıyla “Şehir bir söylemdir, bu söylem
bir dildir, şehir sakinleri ile konuşur, biz de içinde bulunduğumuz şehri konuşuruz, bunu da orada yaşayarak, orada dolaşarak, ona bakarak yaparız.”
İslâm kültüründe de “medinüt’l-münevvere”, “medînetü’lfâzıla”, “belde-i tayyibe”, “şehr-i şerîf” vb. gibi kavramlar etrafında
şehre bir “ruh”, bir insanî hususiyet yüklenmiş ve Müslüman coğrafyanın kimi şehirleri bu hususiyetleri ile birlikte anılagelmiştir.
Şehri böylesi bir sahipleniş, yorumlayış ve yaşayış... Şehir kültürü, şehir hayatı, şehrin ritmi, şehrin ruhu, şehrin kimliği, şehir
ve kutsallık, şehrin söylemi… Çoğaltılması mümkün olan bu ve
benzeri kavramlar ve yaklaşımlar, şehre tarih, millet, kültür ve
78 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
dünya görüşü odakları etrafında en geniş açılımıyla bir bağıntıyı
yüklememizi zorunlu kılar: Şehir ve uygarlık.2
Her şehir bir uygarlığın içinde var olur ve her şehir içinde
var olduğu uygarlığı taşır, yansıtır ve somutlaştırır3. Şehir varsa
uygarlık onun üzerine inşa edilir. Her şehir bir uygarlığın içinde
var olur ve her şehir içinde var olduğu uygarlığı taşır, yansıtır
ve somutlaştırır.
*
**
İstanbul ve Şairler
Yahya Kemal, Sezai Karakoç ve Cemal Süreyya… Biz burada
bu üç şairin İstanbul şiirlerinden, bu şiirlerinde İstanbul’u nasıl
görüp gösterdiklerinden, nasıl algılayıp yorumladıklarından söz
etmeye çalışacağız. Peki bu üç isimden mi ibarettir İstanbul’un
şiirde yorumlanışının temsilcileri? Tabii ki hayır… Bu kadar
“revnaklı” bir şehirde elbette her insan kendisine görünen veya
kendisinin baktığı cephesiyle görecektir İstanbul varlığını. O
zaman birisi çıkacak karşımıza, büyük bir medeniyet meşheri, uygarlık vitrini diye gördüğü İstanbul’u anlatacaktır. Birisi
İstanbul’u kendisini inşâ eden bir milletin temsil bulduğu bir birikim olarak görecektir. Birisi ferdî yaşanmışlıkların, hatıraların
çağıldadığı İstanbul’u, aşkının mahreki ve muharriki İstanbul’u
dile getirecektir. Bir başkası ideolojisinin hazırlayıcısı, kışkırtıcısı, çoğaltıcısı, besleyicisi olarak İstanbul’u görecektir. Hatta
kimisi de çıkacaktır: “Kahrolası İstanbul!” düşmanlığı ile yaklaşacaktır. Tevfik Fikret bunların başında gelir.
2Bu bağıntı çerçevesinde tarihsel süreçte kentlerin ortaya çıkış kuramları, kent-uygarlık
ilişkilerinin çeşitli açılardan görünümleri için bk.: Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent,
(Çev.: Gürol Koca-Tamer Tosun), İstanbul 2007, Ayrıntı Yay., 736 s.; Rana A. Aslanoğlu,
Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa 1998, Asa Yay., 245 s.
3Bir XIX. yy. aydını olarak Ahmed Midhat Efendi’nin Paris’i böylesi bir uygarlık perspektifi ile görüşü hk.da bk: M. Fatih Andı, “Bir Medeniyet Algılaması Olarak Ahmed Midhat
Efendi’nin Paris’i”, İlmî Araştırmalar, nr. 20, Güz 2005, s. 7-25.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 79
Önce bu yaklaşım tarzlarına birkaç örnek verelim, daha
sonra asıl konumuz olan üç şairin yani Yahya Kemal, Karakoç
ve Cemal Süreya’nın İstanbul’una geçelim.
Önce birkaç soru soralım: Her şair bir entelektüel midir?
Tartışılabilir. Her entelektüel şair bir düşünce yükünü yüklenir
mi, bir düşünce adamı mıdır? Bu da tartışılabilir. Her entelektüel şairin İstanbul denildiğinde veya daha genel olarak “şehir”
denildiğinde bir özgün bakışı ve yorumu var mıdır? Bunu tartışmayalım. Doğrudan cevaplayalım: Elbette hepsinin yoktur.
Birçoğu İstanbul’un günlük hayatının içerisinde, düşüp kalktığı
çevrelerin sesini tekrarlar şiirinde. Bu ses, şu veya bu toplumsal
katmanın, zihniyetin, aidiyetin sesi olabilir. Şairin tercih ettiği
şu mekân yahut bu mekân olabilir. Çünkü insanlar içinde yaşadıkları şehri kültürel, mekânsal, tarihsel niteliği kadar, kendi
kültürel, ideolojik gözlükleri, aidiyetleri perspektifinden de görüp tercih edebilirler. Şehrin bize kattığı ses gibi, bizim de şehre
kattığımız bir ses vardır. Şehir bize bakar ama biz de şehre bakarız. Bu bakışmadaki gördüğümüz ise, “biz” dediğimiz şeyin ta
kendisidir. O “biz” kim isek, o gördüğümüz “şehir” de o olur bir
bakıma. Bu yüzden aynı şehre, aynı şehrin aynı ögesine baksa
bile şairlerin bakışları ve o bakışın şiirdeki yansıyışları (“Bu şehre
bakan gözlerim/Bu şehir aslı gibidir.” diyen Abdurrahim Karakoç
merhumun hilafına) başka başka olabilmektedir. Önemli olan
bu başka başkalığın içinde kendine has olabilmeyi, özgün yorumlarla baktığına anlam katabilmeyi, onu daha zenginleştirebilmeyi
becerebilmektir. “Önem bakışında olsun, baktığın şeyde değil.”
diyen vecizeyi hatırlamanın tam da sırasıdır.
Evet biz, şehir bağlamında, aynı varlığa, aynı mekâna baktığımızda farklı farklı şeyler görebiliriz. Buna Nazım Hikmet’i örnek
vermek istiyorum. Şiir metinlerine de böylece girmiş olalım.
80 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Nazım Hikmet, “Ağa Camii” şiirinde dindar bir Müslüman’ın
duygulanışı ile Ağa Camii’ne sahip çıkar, İstiklâl Caddesi’ni
alabildiğine kötüler. İstiklâl Caddesi’nde Ağa Camii’ni öksüz
yetim bir cami olarak görür. Yanlış yere konumlanmış bir cami
diye niteler. “Ama merak etme, senin bu yalnızlığını imanı ile
paylaşan bir ben varım.” der. Şiiri okuyalım:
Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce
Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allahım’ın ismini daha çok candan andım.
Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,
Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,
En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.
Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhum ağlıyor.
Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 81
Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!
Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer
Bir gün harap olmazsa Türk’ün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!
Gün gelir, Nazım Hikmet değişir. Ağa Camii örnekli cami
algısı, mabede bakışı da değişir:
“ben ne tarih hocasıyım, ne de coğrafya
beni ancak,
dört taş duvar bir ambar
kadar alakadar eder Ayasofya...”
demeye başlar. Bu da bir İstanbul algısıdır, ama mabedsiz bir
İstanbul…
İstanbul’a böyle bakanlar da var. İstiklâl Caddesi’ni Ağa
Camii şiirindeki Nazım Hikmet gözüyle görenler kadar, şıkır
mıkır yaşanan günlük hayatın içerisinde heyheyleriyle, eğlenceleriyle, yollusu yolsuzu, hırlısı hırsızı ile veyahut birtakım
imkânların içerisine gömülmüş insanların hayat tarzını yansıtışıyla bir başka İstanbul özeti olarak gören, gösteren gözler
de vardır. Bunlardan birisi de Salah Birsel’dir. Onun “İstiklal
Caddesi” şiirini Ağa Camii ile kıyaslayarak dinleyiniz lütfen:
82 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Caddelerden İstiklâl Caddesi
Havuzdur da havuzdur.
Kadınlar da ördekleri,
Dolaşır şıpıdak şıpıdak.
İstiklâl Caddesi’nde dükkânlar
İki yandadır da iki yandadır.
Vitrinlerden incik boncuk
Şıkırdaktır da şıkırdaktır.
İstiklâl Caddesi dediğin
Antep kilimine benzer
Beyazlar, yeşiller, karalar
Fırıldaktır da fırıldaktır.
İstiklâl Caddesi’nde dullar
Cımbızlarıyla dolaşır
Baldırınan eksik eteknen
Kıkırdaktır da kıkırdaktır.
Akşamları İstiklâl Caddesi’nde
Çiçekler kokulanır da kokulanır
Karanfillernen afişler
Fıkırdaktır da fıkırdaktır.
Caddelerden İstiklâl Caddesi
Uzundur da uzundur
İstiklâl Caddesinde bekârlar
Dolaşır şıpıdak şıpıdak...
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 83
Melih Cevdet Anday’ın “Boğaziçi’nde Ayın Ondördü” şiirinde ise bir ideolojinin penceresinden görünen, çizgilerini “zengin
fakir farkı”nın netleştirdiği bir İstanbul dikkati çekmektedir:
Ben Boğaziçi’nde ayın ondördü
Nazlı nazlı, aheste beste... derken zil zurna
Def keman dümbelek çiftenağra
Hey babam hey...
Yamandır Boğaziçi’nde ayın ondördü yaman
Çileden çıkarır adamı dinden imandan eder
Komaz zengin fakir farkı
Kör eder, sağır eder, dilsiz eder.
(...)
Bir yanda pırıl pırıl Göksü testileri
Ayışığında dipdiri, büyümekte kolları, elleri...
Bir yanda ağlar, alabanalar
Yavaş yavaş uyanan fakir balıkçı köyleri
Bir yanda yalılar, sahilsaraylar
Kimi yanmış, kimi çökmüş, kimi...
Kiminin Hürriyyet’te beli bükülmüş
Kiminin Hürriyet’te atılmış temeli.
Bir yanda betonarme kübik yalılar
Betonarme kübik yalıların salonlarında
Mor kadife yastık üstüne çiğ beyaz
Yağlı boya hülyalı bir mehtap
84 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
İki sahil boyunca yalılar
El ele diz dize sıralanırlar
Şevki Paşa yalısı, Zarifi Bey’in yalısı
Elmasyan’ın yalısı, Sabuncular’ın yalısı
Mısırlı’nın yalısı, dedenin yalısı, silsilenin yalısı
Ali Bey’in, Hasan Bey’in, Hüseyin Bey’in yalısı
Yezid’in yalısı, hınzırın yalısı, domuzun yalısı
Kedinin köpeğin yılanın çıyanın yalısı
Yalısı da yalısı da yalısı da yalısı...
Burada Boğaziçi yalılarının bir güzellik unsuru olarak
değil, bu şehrin sakinleri arasındaki zenginlik-fakirlik farkını somutlaştıran yapılar olarak yorumlandığına dikkatinizi çekiyorum.
Kimi şairler de İstanbul’a dışarıdan gelmiş, İstanbul’u “taşralı” bir çocuğun gözüyle, bir yanı hep eksik, bir yanı hep Âraf’ta,
bir yanı hep geldiği diyarı özleyen hasretli çocuk gözüyle görüp
tanımıştır. Cahit Külebi’nin “İstanbul” başlıklı şiiri, edebiyatımızda bunun en iyi örneklerinden birisidir. Bu büyük şehir,
şairi “çocukluğundan koparmış”tır. Okuyalım:
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm.
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm.
Niksar’da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 85
Sonra âlem değişiverdi,
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak…
Sonra âlem değişiverdi,
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak…
Mevsimler ne çabuk geçiverdi.
Unutmak, unutmak, unutmak…
Anladım bu şehir başkadır,
Herkes beni aldattı gitti.
Anladım bu şehir başkadır,
Herkes beni aldattı gitti.
Yine kamyonlar kavun taşır,
Fakat içimde şarkı bitti.
Bizim edebiyatımızda İstanbul denilince ilk önce akla gelen
birtakım isimler vardır ki onlara “İstanbul şairleri”, “İstanbul
edebiyatçıları” desek yeridir. Dönüp dolaşıp İstanbul’a dair yazılar, şiirler yazmışlardır. Yahya Kemal Beyatlı, Abdülhak Şinasi
Hisar, Ruşen Eşref Ünaydın, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi…
***
Yahya Kemal’in İstanbul’u
Yahya Kemal bir İstanbul şairidir. Yazdıklarının büyük
çoğunluğu, ister şiir olsun, ister düz yazı, İstanbul temalıdır.
Bu bakımdan bu yönüyle baktığımızda Yahya Kemal’in şiiri, şehirli bir şiirdir ve o şehir İstanbul’dur. Yahya Kemal’in
şiirlerinde pastoral manzaralar çok fazla yer tutmaz. Kırlar,
kırlarda el ele tutuşularak koşulan sevgililer, onun şiiri-
86 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
nin aslî rengi değildir. Yahya Kemal, Fransız şairi Charles
Baudelaire gibi “şehrin şairi” de değildir. Şehirli bir şairdir;
ama şehrin şairi değildir. Bütün yazıp çizdikleri şehrin tecellileridir. Bu tecelliler, İstanbul’un değişik katmanlarından farklı yansımalarının tespiti şeklinde de değildir. Tam
tersine o, İstanbul’a kendisine özgü bir perspektiften bakar
ve onu kendi istediği, kendi baktığı açıdan yorumlar. Yahya
Kemal’in şiirinin şehirli oluşu, bu bakış açısı ile anlam bulan
bir oluştur. O bakış açısını kaldırdığınızda Yahya Kemal’in
şiirinde ucuz bir İstanbul övgüsü kalır demek çok da haksız
bir hüküm olmaz.
Yahya Kemal, İstanbul’a bir ruh yükleyerek, o açıdan bakar. Bazı aydın geçinen yazarların ileri sürdüğü üzere o bir şehir
aylağı (flanör) değildir. Bilindiği gibi, Fransız edebiyatının “flanör” kavramı, işi gücü şehirde dolaşmak olan, şehrin aktüel hayatını ve kültürünü şehri gezerek, görerek ,“gününde” yaşayan,
şehrin semtlerini sokaklarını mekânlarını, eserlerini tanıyan
insanlar için kullanılır. Flanör, işsiz güçsüz, bir bohemdir adeta. Bu bakış doğrultusunda, Yahya Kemal bir flanör değildir.
Yahya Kemal öğrencileri ile, amaçlı olarak İstanbul’un çeşitli semt ve mekânlarına geziler düzenlemiştir. Bu gezilerin ana
amacı öğrencilerle birlikte İstanbul’un ruhunu yakalamaktır.
Bunlar aylaklık gezileri değildir.
Yahya Kemal, İstanbul’u bir ruhla gören bir şairdir. Yahya
Kemal’in İstanbul’u, bir şehir aylağında (flanörde) olduğu gibi
bir “fetiş mekân” da değildir. İstanbul’u fetişist bir yaklaşımla sahiplenmez o. Edebiyatımızda bu tür şairlerimiz de vardır.
Aklıma hemen Sait Faik geliyor. Ama Yahya Kemal’de biraz
evvel söylediğim bakış açısının yüklediği misyonla görünen bir
İstanbul vardır.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 87
Yahya Kemal’de İstanbul bir misyonun şehridir. Bu milletin
tarih içerisinde inşa ettiği medeniyetin en büyük, en görkemli,
kristalize olmuş şehridir. Tekrar edersek, bu milletin tarih içerisinde inşa ettiği medeniyetin en büyük göstergesidir. Bu son
tanım cümlemde üç tane kavram var: Millet, tarih ve medeniyet. İşte Yahya Kemal, İstanbul’u bu kavram üçlüsünün penceresinden görür. Yani onun İstanbul’u “milletin İstanbul’u”
diye niteleyebileceğimiz bir İstanbul’dur. Bu konuşmamın
odağına aldığım üç şair içerisinde, İstanbul’a bakışı itibarıyla,
Yahya Kemal nerede durur? Yahya Kemal’in İstanbul’u nasıl bir İstanbul’dur? “Milletin İstanbul’u”… Millet kavramını
çektiğinizde Yahya Kemal’de İstanbul anlamını yitirir. Yahya
Kemal’de o millet, Türk milletidir. Türk Ocağı’nda verdiği bir
konferansının başlığı “Türk İstanbul”dur ki Aziz İstanbul isimli
kitabında bu konferansın metni yer almaktadır. Yahya Kemal’e
göre İstanbul, “Türk İstanbul” olması dolayısıyla önemlidir.
Yahya Kemal’in “medeniyet” kavramını kavrayışı da “millet”e
dayanan bir medeniyet kavrayışıdır. O “Türk medeniyeti” diye
bir kavramdan bahseder. Medeniyeti milletle örtüştürür. Millet,
tarih, medeniyet… Bu ilişki çerçevesinde ele alınan İstanbul düşüncesi Yahya Kemal’in şiirinde ifadesini bulur.
Burada Yahya Kemal’in şiir ve hatta nesirlerinde en geniş
kapsamıyla “şehir” dediğimiz bütünün nasıl ele alındığını ve bu
bütünlük içinde İstanbul’un onun şiirlerine hangi görünümleri ve özellikleri ile dahil olduğunu, daha önce yapmış olduğumuz “Yahya Kemal’in Şiirlerinde Bir Medeniyet ve Kimlik
Göstergesi Olarak Şehir”4 başlıklı çalışmanın da katkısı ile sizinle paylaşmak istiyorum:
*
4 M. Fatih Andı, Güneşe Tutulan Ayna, İstanbul 2010, s. 237-253.
88 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Şehir hakkındaki az evvel belirttiğimiz düşünceler ve açılımlar çerçevesinde Yahya Kemal’in şiirlerine eğildiğimizde,
acaba bize nasıl bir tablo görünür? Gerek nesirlerinde ve gerekse şiirlerinde tarih ve medeniyet düşüncesini ağırlıklı olarak
çıkış noktası yaptığını söyleyebileceğimiz bir edebiyatçı, döneminden bugüne etkili olmuş bir aydın için “şehir”, bir tema yahut kavram olarak ne ifade etmektedir ve bu ifade ediş onun
şiirlerine nasıl aksetmektedir? Bu çalışmamızda biz bu sorunun
cevabına eğileceğiz ve bu cevabı onun şiirlerinde arayacağız.
Hemen belirtelim ki, bu arayışta münhasıran “şehir” kavramı
üzerinde durmak istiyoruz. Şairin bu kavramı ayrıntılarıyla somut ve belli bir mekâna yönelttiği ve bizim kasdımızı ve çerçevemizi aşan açılım ve alt temalara doğru kanatlandığı İstanbul
teması çalışmamızın kapsamına ancak konu ile ilgili olduğu
oranda dahil olacaktır.
Konunun daha başında söylemeliyiz ki, kendisi her ne kadar
Eğil Dağlar’daki “Esir Jeminüs ve Altor Şehri” başlıklı yazısında
yer alan
“Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ
tepesinde birkaç saat geçiren insan, bu zamanlarda, fena bir
rüyadan uyanır gibi oluyor. Ruh da tıpkı hava gibi alçaklarda
bulanık, yükseklerde saf; şehirlerden dağlara çıkınca tortusu
dibe iniyor, asıl şarabı yukarıda kalıyor.” 5
satırlarında Rousseau-vârî bir tavırla tabiatı, dağ başını şehre yeğ tutan bir tutum içinde görünse de, şiirlerine ve hatta
yazılarının tamamına bu gözle baktığımızda Yahya Kemal “şehirli” ve şehri seven, benimseyen bir şairdir. Onun şiirlerinde
karlı dağ tepeleri, sevgili ile koşulan çiçekli, engin kırlar, dereler, çağlayanlar vb. pastoral temalar yerine mekân olarak şeh*
5“Esir Jeminüs ve Altor Şehri”, Eğil Dağlar, İstanbul 2007, 10. bs., İstanbul Fetih Cemiyeti
Yayınları, s. 268.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 89
rin güzellikleri ve insana sunduğu hayat açılımları, şehir peyzajı vardır ağırlıklı olarak. Bu eksende semt, sokak, yol, cami,
meydan, kaldırım, mahalle, ev, pencere, konak, kâşâne, hazîre,
bahçe vb. şehir vokabüleri Yahya Kemal’in şiirini dokuyan kelime hazinesi içinde önemli bir yer tutar.
Yahya Kemal’in şiiri, geçmişiyle, hâlihazırıyla ve zaman sarkacının bu iki kutbu arasındaki pek çok cilvesi ve görünümüyle şehirli şiirdir demek yanlış olmaz. “Şehirli şiir” ama “şehrin
şiiri” değil. Çünkü bize göre onun şiirine münhasıran “şehrin
şiiri”dir demek, ufku biraz daraltmak anlamına gelir ki, bu
Yahya Kemal için doğru değildir. Zira Yahya Kemal için şehir, sözgelimi bir Baudelaire gibi, sokaklarında “ân”ın yaşandığı, “sıkıntısı”nın çekildiği, gerektiğinde Walter Benjamin’in
“flaneur”u gibi kaldırımlarında aylaklıkların yapıldığı, bütün
yüzleri ve cilveleri ile “şimdiki zaman”ın sürüklendiği bir “fetişmekân” değildir. O, şehri kafasındaki tarih, milliyet ve medeniyet tezinin en müşahhas ve büyük tezahürlerinden biri olarak
gördüğü için, şiirlerine bu kadar yoğun olarak taşır.
Nitekim 1942’de verdiği bir konferans metni olan ve Aziz
İstanbul’a alınan “Türk İstanbul” yazısının girişinde ve başka
pek çok yazısı ve şiirinde bir şehir kurmayı, bir “iklîm” inşa
etmeyi, bir şehrin sâkini olmayı, yukarı paragraftaki bu üçlü
denklem içerisinde ve İstanbul perspektifinden gördüğünü ortaya koyan ifadeleri mevcuttur:
“Bir iklîmin manzarası, mîmârîsi ve halkı arasında hâlis ve
tam bir âhenk varsa, orada gözlere bir vatan tablosu görülür.
İklîmden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un
eski semtlerinden herhangi birini, meselâ Koca Mustafapaşa
semtini yahut Eyüp’ü yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin
90 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kati bir hüküm vererek der ki: ‘Bu halk, bu iklîmde
ezelden beridir sâkindir ve bu iklîme bu mîmârîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.’ (...)
Vatan toprağı bizde de, ecnebî memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır.”6
Millet-tarih-medeniyet ilişkisi çerçevesinde ele alınan bu
şehir düşüncesi onun şiirlerinde de ifadesini bulur. Meselâ
“Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at,
Sana târîhini her lâhza hayal ettirsin.”
temennisiyle bitirdiği “Hayâl Beste” şiirinde Türk’ün “yoktan yaratış kudretini”, fethettiği ülkelerde “azminin kurduğu
yüzlerce şehrin” ve bu şehirlerdeki “iri fîrûzeye benzer nice gök
kubbeyle, büyük mîmârînin dehre aksettirdiği”ni söyler7. Aynı
şekilde “Kocamustafapaşa” şiirindeki
*
**
Bu geniş ülkede, binlerce latîf illerde,
Nice yıl cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâya.mısralarda da bu düşüncenin yansımasını okuruz.8
Bu iki şiirin bahis konusu ettiğimiz mısraları, aynı zamanda
Yahya Kemal’in nasıl bir şehir yapısı tasavvur ettiğini de açıkça belirlemektedir. Onun şehri, içinde barındırdığı “millet”in
rengini taşıyan; tarihini, bugününü ve geleceğini yapan ve onu
“temsil ve temessül” eden bir hayat mekânıdır. Yukarıda zikrettiğimiz “Türk İstanbul” yazısında, İstanbul merkezli olarak
şehre yüklediği anlam ve misyonu şöyle dile getirir:
***
6 “Türk İstanbul-I”, Aziz İstanbul, İstanbul 2008, 11. bs., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, s. 3.
7 Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul 1974, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, s. 38.
8 a.e., s. 51.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 91
“Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün yeryüzünde güzellik nâmına
başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir
kudrette olduğunu isbat etmeğe kifayet ederdi. (...) Eski Bizans
harabesi üstüne kurulan Türk İstanbul, selefinden bambaşka
bir hüviyetteydi ve yalnız kendini kuran milletin milliyetinin
bir ifadesi gibiydi.”9
Bu satırlar, şairin “vatan şehirleri” arasında İstanbul’a biçtiği
değer ve önemi de ortaya koymaktadır.
Yahya Kemal’e göre şehir, aynı zamanda yaşayan ve geçmişten getirdiği birtakım hatıraları yaşatan yani “hafızası olan”
bir birimdir. Bu açıdan Üsküb’ün anlatıldığı “Kaybolan Şehir”
şiiri dikkat çekici bir metindir10. Burada Üsküp şehrini anışa,
ta fethedildiği yıllardan başlanır ve bir “aidiyet”i ve devamlılığı
vurgulayan mısralarla bu anış devam eder:
*
**
Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır,
Evlâd-ı fâtihâna onun yâdigârıdır.
Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o,
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhuyla bizdi o.
Üsküp ki Şar Dağında devâmıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
9 Aziz İstanbul, s. 4.
10 Kendi Gök Kubbemiz, s. 77-78.
92 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Şiir bir yandan şairin çocukluk günlerindeki hatıralarının
sıcaklığında ilerlerken, bir yandan da yaşanan aktüel hayatla
ve şehrin halihazırdaki durumunu sorgulayışla kurulan buruk
mısralar bu şehir temasını tamamlar:
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
“Kaybolan Şehir”, şairin kendi hayatının bir dilimini de geçirdiği ve bugün elimizde olmayan bir şehre tahassürle yakılan içli
bir ağıt gibidir. Şiirdeki hakim vurgu “Niçin?” sorusu etrafında
şekillenir ve “vaktiyle öz vatanda bizim” olan bu şehrin bize ait
oluşu, şehrin hafızası demek olan toplumsal geçmiş (tarih), kişisel geçmiş (hatıralar) ve mimarî kimlikle tescil edilmeye çalışılır.
Benzeri bir hafıza tazeleme ve hatıralarla şahsiyet kazanma
teması, İstanbul merkezli olarak, Üsküdar semti ekseninde anlatılır. “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” şiiri11, bu açıdan, bir
şehrin, hafızası ile ve bu hafızanın biriktirdiği tarihî geçmişle
anlam ve değer arttırdığını işleyen bir şiir olarak yorumlanabilir. Zira şaire göre Üsküdar, “bir ulu rü’yâyı görenler şehri”dir
ve “vatanın her şehri onu gıptayla hatırlamakta”dır. Çünkü
Üsküdar, “bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü” görmüş
ve “bunu asırlarca hayâlinde saklamış durmuş”tur. Bu şiirde de
bir şehri yapan insan mevcuduna (millet) aidiyet ve tarihî geçmişte yaşanan olayları hafızada hatıra ve kimlik ögesi olarak
saklama özellikleri Üsküdar’ı değerli ve üstün yapan iki unsur
olarak öne çıkar ki burada Yahya Kemal’in İstanbul semtleri
içinde üç semti, Üsküdar, Kocamustafapaşa ve Eyüb’ü bu açı*
11 a.e., s. 28-29.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 93
dan daha fazla benimser bir tutum içinde olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır. Bu üç semt, İstanbul semtleri içinde barındırdıkları insan mevcudunun niteliği (“mü’min, mütevekkil,
yoksul”), geçmişte yaşadıkları olaylar ve taşıdıkları mânevî hüviyetleri itibarıyla diğer semtlerden daha üstün bir mevkidedir
onun gözünde.
Bu üstünlük, “Üsküdar’ın Dost Işıkları” şiirinde12 kendisini
bir kere daha belli edecektir. Çünkü bu semtin halkı, her sabah
fecir vakti, sabah namazı için kalkmakta ve evlerinin ışıklarını
birer birer yakmaktadırlar. Onları karşı yakadan seyreden şair,
bu uyanış ve aydınlanışı bir kimlik ve aidiyet tezahürü olarak
yorumlar ve onlara “Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli/
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” diyen Âkif’le duygudaşlık hâlet-i ruhiyesi ile seslenir:
*
“Sizlersiniz bu ânı ışıklarla Türk eden!
Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden!”
Şiirin sonu şairin hüviyet ve aidiyetini kesin olarak belirleyen şu mısralarla gelir:
Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim,
Dünya ve âhirette vatandaşlarım benim.
Benzeri bir mensubiyet ve paylaşma duygusu, “Kocamustâpaşa”
şiirinde de bizi bulur13. Şair bir gün ziyaret için bu fakir semte
gider, akşama kadar semti gezer. Buradaki bize ait olan mimarî
eserleri görür, onların hikâyesini, semtte medfûn olan cedlerin
menkıbelerini hatırlar. Semtin ahâlîsinin asaletine, tevekkülüne
hayran olur. Geç vakit bu “Allah’a yakın dünya”yı terk edip ayrılacakken içinden bir ses ona şöyle der:
**
12 a.e., s. 36-37.
13 a.e., s. 48-52.
94 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor,
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle diyor:
“Gitme, kal! Sen bu taraf halkına dost insansın,
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.”
Yahya Kemal Beyatlı’da şehir kavramının, şehri yapan
geçmiş ve kimlikle birlikte anlam kazandığını ve bu anlamın
her şehrin bir hafızası olduğu düşüncesi ile zenginleştiğini
yukarıda söylemiştik. Bu hafıza, şehrin içinde var olduğu
medeniyetin geçmişinden bir şeyler saklayıp bunu geleceğe
ve aynı medeniyetin çocuğu olan başka şehirlere taşıdığı ölçüde kıymet kazanır. Bu açıdan şehir, bir uygarlığın yükünü
en zengin renkleri ve en mahrem değerleri ile taşıyabilen
bir birimdir. Bu taşıyabilme kabiliyeti ise, şehri şehre, şehrin
içindeki insanları bir başka şehrin içindeki insan mevcuduna yakınlaştıran, hatta rapteden en kuvvetli bağdır. Bu bağladır ki, bir coğrafyada var olan şehirler birbirinden bağımsız
“site”ler olmaktan çıkar, şairin nitelemesi ile “vatan şehirleri” olurlar.
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”14, bu düşünceleri içeren
yorumlara fırsat veren mısraları ile de önemini arttıran bir
şiirdir. Bir bayram sabahı, bayram namazı için Süleymaniye
Camii’ne giden şair, fecir vakti bayram toplarının atılmasına
kulak kabartır ve bu seslerin her birini Türk tarihinin büyük
ve şanlı zaferlerini haber veren top sesleri olarak dinler. Bu top
sesleri şaire sanki yüzlerce şehrin birbirine tarihin derinlikleri
içinden seslendiğini hayal ettirtir. Bu atmosferde:
*
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine,
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
14 a.e., s. 9-13.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 95
mısraları, ardından bir bir sayılan vatan şehirleri ve hele
bendi bitiren:
Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını
beyti okurun muhayyilesini birden bire ufuktan ufka yaşadıkları büyük ve tarihî maceraları birbirine derin uğultularla
anlatan devler imajı ile sarsar. Bu devler/şehirler, yaşadıkları
ortak macerayı (tarihi), hafızalarında diri olarak saklamışlar ve
şimdi bir uyanışın fecir vaktinde, bir mânevî seherde, “son hudutlarda yücelmiş sıra dağlar” gibi, ufukları tutan bir heybet ve
mehabetle (“Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an”) birbirlerine anlatarak hatıra ve hafıza tazelemektedirler. Çünkü bir bir
gelen sesler “aynı” seslerdir:
Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.
Şehirden şehre akseden bu seslerdeki “aynılık”, şaire “birlik”/tevhid düşüncesini çağrıştırır ve kendisi de “ulu mâbed”in
kubbesi altında “vatanın birliği”ne karışır:
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine,
Çok şükür Tanrı’ya, gördüm bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
***
Yukarıda Yahya Kemal’in şiirinin şehirli bir şiir olduğu
üzerinde durmuştuk. Buraya kadar anlatılanlar da göstermeye
başladı ki, bu şiir, İstanbul odaklı bir şehirli şiirdir. Başta
doğup büyüdüğü, çocukluk yıllarını geçirdiği Üsküp olmak
üzere, Bursa, Konya, İzmir, Van, Budin, Kosova, Varna,
96 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Paris, Madrid, Nis, Gırnata, Şam, Şîrâz gibi İstanbul’un
dışında başka şehirler de bazan bir tema yahut motif, bazan da
yalnızca bir telmih ögesi olarak geçse bile, Yahya Kemal’in
şiirlerinin şehir mekânı İstanbul’dur.
Yahya Kemal için bu şehir, “azîz İstanbul”dur. Bazan bir
akşam vakti “cânân”la birlikte onu “Bir Tepeden” seyreder15,
bazan “Bir Başka Tepeden”16 bir sevgiliyi süzer gibi,
güzelliklerini içer. Bu şehir için biçtiği yer “gönül tahtı”dır:
*
**
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Dünyanın başka şehirleriyle kıyasladığında İstanbul her
zaman değerli ve eşsizdir şaire göre. Bu, şiirinde de dile gelir:
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Kimi zaman olur, şairin gönlü, “Hiçbir zaman kader
bizi senden ayırmasın.”17 duasıyla sahiplenip benimsediği
İstanbul’u, bir başka şehirle kıyaslamaya bile elvermez:
***
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri,
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.18
Yurt dışında bulunduğu zamanlarda şair, yaşadığı şehri ve
ortamı hep İstanbul’la ve İstanbul’un semtleri ile mukayese
eder, İstanbul güzelliği ve özlemi, hatıralar yüküyle birlikte
sürekli onu izler. “Kar Mûsikîleri”19, “Karnaval ve Dönüş”20,
“İstanbul Ufuktaydı”21, “Hüzün ve Hâtıra”22 ve “Madrid’de
****
*****
*******
15 a.e., s. 20.
16 a.e., s. 21.
17 “Siste Söyleniş”, a.e., s. 27.
18 a.e., s. 26.
19 a.e., s. 46.
20 a.e., s. 67-68.
21 a.e., s. 69-70.
22 a.e., s. 116.
******
********
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 97
Kahvehane”23 şiirleri bunun tipik birer örneğidir. Bu özleyişte, İstanbul’un tabiî güzelliği, şairin şahsî ilişkileri, yaşadıkları
ve anıları ağır bassa da, şehrin kültürel ve tarihî kimliği de bu
özlemi arttıran etkenler arasında yer yer göz kırpar. “Hüzün ve
Hâtıra” ile “Madrid’de Kahvehane”de bu böyledir:
Durdum hazin hazin, acıdım kendi hâlime
Aksetti bir dakîka uzaktan hayâlime
Sakin Emirgân’ın Çınaraltı’nda kahvesi,
Poyraz serinliğindeki yaprakların sesi.
Bazan gönül dalar suların mûsikîsine
Bazan Yesârî hatlarının en nefisine.
“Kar Mûsikîleri”nde, Varşova’da, çalan eski plakta Tanbûrî
Cemil Bey’in sesini duyunca hatıraları Boğaz’da bir mûsikî
faslına kanatlanırken, “Karnaval ve Dönüş”te Nis şehrinden
İstanbul’a dönüşün sabırsızlığı ve özlemi daha ön plandadır:
Dönsem vatanın semâsına artık bu ülkeden.
Görsem Erenköyü’ndeki leylaklı bahçede
Cânânla bir zaman konuşup içtiğim yeri.
*
“İstanbul Ufuktaydı” şiirinde yer alan:
Yıllarca uzaklarda yaşarken
İstanbul’u hicranla tahayyül beni yordu.
Yer kalmadı beynimde hayâle.
İstanbul’a artık bu dönüş son dönüş olsun,
Son yıllarım artık
Geçsin o tahayyüllerimin çerçevesinde.
mısraları bu özlemin yaşlılık yıllarındaki yorgun itirafıdır.
Şairin bu karar kılışı ve yer tutup sakin oluş isteği o kadar
baskındır ki, “Bedri’ye Mısralar”da ölümden sonra kendisi23 a.e., s. 171.
98 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ne ahirette sunulan imkân ve nimetleri bile reddedip tekrar
İstanbul’a dönmeyi hayal eder:
Gelmek’çün ikinci bir hayata
Bir gün dönüş olsa âhiretten:
Her ruh açılıp da kâinâta,
Keyfince semada bulsa mesken,
Talih bana dönse, nâzikâne,
Bir yıldızı verse mâlikâne,
Bîgâne kalır o iltifâta,
İstanbul’a dönmek isterim ben.
Yahya Kemal’in İstanbul’u bu kadar benimseyişi, ayrılıklarda özleyişi niçindir?
Bunda şairin şahsî hayatından getirdiği birçok anının, yaşanmış hayat tecrübelerinin ve ilişkilerinin elbette payı vardır. Ayrıca şehrin coğrafî konumu, peyzajının güzelliği, eşsiz
tabiî güzellikleri, İstanbul’u, gören ve içinde yaşayan herkes
gibi, şair için de kıymetli yapmıştır. Nitekim bu şahsî yaşayış, bu güzelliklerden zevk alış, semt semt, köşe bucak güzel bir hayatın izlerini sürüş, onun “İstanbul’un O Yerleri”24,
“Gezinti”25, “Moda’da Mayıs”26, “Erenköyü’nde Bahar”27,
“Viranbağ”28 gibi şiirlerinde kendisini gösterir. Benzeri bir tutumu Eski Şiirin Rüzgârıyle’de yer alan kimi gazellerde de görürüz. “Üsküdar Vasfında Gazel”29, “Şarkı”30, “Bebek Gazeli”31,
*
**
***
****
*****
******
*******
24 a.e., s. 73.
25 a.e., s. 100-101.
26 a.e., s. 102-103.
27 a.e., s. 135-136.
28 a.e., s. 145-146.
29 Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul 1974, 2. bs., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, s. 85.
30 a.e., s. 117.
31 a.e., s. 23-24.
********
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 99
“Çubuklu Gazeli”32, “Göztepe Gazeli”33, “Çamlıca Gazeli”34
vb. bunlardandır.
Ancak bunun yanı sıra ve belki de daha fazla, bu şehrin
temsil ettiği değerler dünyası, tarihi ve bu tarihin yüklendiği
medeniyet yükü yani şehrin ruhu, şehrin hafızası, şehrin kimliğidir Yahya Kemal’in asıl üzerine eğildiği. Nesirlerinden şiirlerine, İstanbul’u Yahya Kemal’in nazarında “azîz” kılan, şehrin bu
temsil kudretidir. Çünkü İstanbul, Türk varlığını ve bu varlığın
dünden bugüne tarih içinde ortaya koyduğu medeniyet birikimini en mükemmel bir surette, bütün şa’şaası ile bünyesinde
barındıran bir “mümessil” şehirdir. Bu çalışmada yukarıdan
beri adı geçen “İstanbul Fethini Gören Üsküdar”, “Üsküdar’ın
Dost Işıkları”, “Kocamustâpaşa”, “Süleymaniye’de Bayram
Sabahı”, “Bir Tepeden”, “Bir Başka Tepeden” gibi şiirler, Aziz
İstanbul’daki yazılarının yanında, onun bu görüşünü yansıtan
metinler olarak önümüzdedirler.
Yahya Kemal’in bu bakış açısıyla gördüğü ve bu anlayışla
yorumladığı “vatan şehirleri” kavramını söz konusu eden en
dikkate değer şiirlerinden birisi ise “Yol Düşüncesi”dir35. Bu şiirde, şair ölüm sonrasında, mezarda kendisi için istediği tahayyül çerçevesinin içini şu mısralarla döşer ki, bunlar, aslında başından beri üzerinde durduğumuz üzere, onun şehir kavramını
hangi bağlamlarda, hangi aidiyet, kimlik ve kültürel hamûle ile
değerlendirdiğini ortaya koyan unsurların adeta bir terkibidir.
Bu yüzden biz de bu şiiri burada okumak istiyoruz:
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda,
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insanda,
*
**
***
****
32 a.e., s. 63-64.
33 a.e., s. 65-66.
34 a.e., s. 67-68.
35 Kendi Gök Kubbemiz, s. 83-84.
100 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
-Cihan vatandan ibarettir itikâdımcaBudur ölümde benim çerçevem, murâdımca:
Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir,
Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir,
Şerefli kubbeler iklîmi, Marmara’yla Boğaz,
Üzerlerinde bulutsuz ve bitmeyen bir yaz,
Bütün eserlerimiz. halkımız ve askerlerimiz,
Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz,
İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin,
Zaman zaman da Nevâkâr’ı doğsun Itrî’nin.
Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.
Yahya Kemal’de sevgiliyle birlikte yaşanan bir şehir olarak da İstanbul vardır. Kimi zaman şahsi hayatının yansımalarını da İstanbul odaklı olarak okuruz onda. İstanbul’dan
uzak geçen günlerden sonra bu sevgili şehre dönüş heyecanı,
uzakta olduğu günlerde İstanbul’a duyulan hasret gibi duygular da, meselâ “İstanbul Ufuktaydı”, “Hüzün ve Hatıra”,
“Madrid’de Kahvehane”, “Kar Mûsikîleri” gibi şiirlerde ifadesini bulur.
Bu bahsi, onun çok bilindik iki şiirini okuyarak bitirmek istiyorum. “Bir Tepeden” ve “Aziz İstanbul” diye de bilinen “Bir
Başka Tepeden” şiirleri… Bunlardan ilkinde sevilen kadının
kimliğinde ve güzelliğinde sevilen şehri ve o şehir üzerinden
koca bir memleketi görmek ve duyumsamak teması çok derinlikli olarak işlenir. Şöyledir:
Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldin
Çok benzediğin memleketin her tepesinde.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 101
Baktım: Konuşurken daha bir kerre güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde.
Irkın seni iklimine benzer yaratırken,
Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış,
Târihini aksettirebilsin diye çehren,
Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış.
Bu şiir aslında aynı zamanda psikanalitik olarak da incelendiğinde bize çok şey söyleyecek bir şiir. Psikanaliz diyor ki;
şehir sanatkârın tahayyülünde çoğu kez bir güzel kadın imgesi
olarak belirir. Cihangirlerin bilinç altında şehri feth etmek, bir
güzeli elde etmek gibidir. Burada da Yahya Kemal, çok da basite indirgemiş olmayalım ama, sevgilisini İstanbul ile birlikte,
İstanbul’u da tarihi kimliği ile birlikte düşünüyor. Sesi ve kendi
İstanbul olan sevgili… İstanbul’un bir tepesinden sevgilisine
sesleniyor ve diyor ki, sen bu şehre benzediğin için güzelsin.
Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldim.
Çok benzediğin bu memleketin bir tepesinde
Niye güzelsin biliyor musun? Çünkü konuşuyorsun ve konuşman İstanbul Türkçesini getiriyor kulaklarıma.
Baktım: Konuşurken daha bir kerre güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde.
Bu sevgili, ırkın ve o ırkın hüviyetini yapan coğrafyanın,
iklîmin özelliklerini taşıdığı için, o mevcudiyetin tarihinin derinliklerinden, bütün o savaşların, yaşanan hatıraların birikimini yansıttığı için, sesi bütün o birikimin en güzel ve terennümlü ifade ediş aracı olan İstanbul Türkçesi olduğu için Yahya
Kemal’in nazarında “sevgili” vasfı kazanıyor. Dikkat ederseniz
bir sevgili kimliği kaç öğe ile birleştirildi.
102 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Bir Başka Tepeden” şiiri birçoğumuzun ezberindedir. Bu
şiiri okuduğumuzda Münir Nurettin’in bestesinin nağmeleri de
eminim ki hemen kulaklarımızda çınlamaktadır.
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yâda
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.
“Aziz İstanbul”, Yahya Kemal’in İstanbul’a ayrılmaz bir sıfat
olarak getirip eklediği bir nitelemedir. Başka hiçbir şairimiz bir
sıfatla İstanbul’u bu kadar değerli bir konuma yükseltememiştir. Aziz İstanbul onun bir eserinin de ismidir, biliyorsunuz.
Bu bahsi burada kapatalım ve kapatırken bir kere daha belirtelim ki, Yahya Kemal’in İstanbul’u tarih ve millet ikilisinin
medeniyet bağlamında kurduğu bir İstanbul’dur. Bu İstanbul
da “milletin İstanbul’u” nitelemesi özetlenebilir.
***
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 103
Sezai Karakoç ve İstanbul
Sezai Karakoç’ta şehir nasıl bir algı ile bize geliyor? Şehir
kavramına şair nasıl bakıyor? İstanbul’a geçmeden, burada da
önce Sezai Karakoç’ta şehir anlayışı üzerinde durup, daha sonra İstanbul’un ele alınışına geçmek istiyorum.
Benim bu konuda yazmış olduğum bir makalem vardı:
“İstanbul’a İki Bakış: Sezai Karakoç ve Cemal Süreya’nın
Şiirlerinde İstanbul” 36. Bu noktadan sonra söyleyeceklerim,
büyük oranda bu çalışmanın izinde yürüyecektir.
Hemen belirtilmelidir ki, modern Türk şiirinin önemli ve kalıcı temlerinden birisi olarak karşımıza çıkan ve Edip
Cansever’den İsmet Özel’e, Necip Fazıl’dan Turgut Uyar’a, Atila
İlhan’dan Cahit Zarifoğlu’na kadar birçok şairimizde yansımasını
bulan modern kente, kentleşmeye, modern kentlerin insanı yutan bunalımlı ortamına tepki gösterme ve metropollerin beton
bloklar ormanı halinde tabiatı ve insan tabiatını bozucu istilâsına
aksülamel duyma tavrı Sezai Karakoç’un şiirlerinde de kendisini birçok örnekle ortaya koyar. Bu duygu ve düşü­nüş, modern
Türk şiirini besleyen ortak temlerden birisini teşkil etmektedir.
Kentleşme ve modern kentleşmelerin getirdiği kozmopolit, insan
psikolojisini bozucu ve boğucu hayat biçimi...
Bu yaklaşım Karakoç’un şiirlerinin birçoğunda, değişik görünümleriyle, farklı boyutlarıyla ve zengin ifadelerle belirir.
“Ey batıdaki mağaralar
Beni afyonunuz bağlasaydı da
Uyusaydım
Bu katı, bu sert kente gelmeseydim.”37
*
**
36 Güneşe Tutulan Ayna, İstanbul 2010, s. 139-178.
37 Şiirler I/ Hızırla Kırk Saat, İstanbul 1982, s. 7.
104 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Taha yürüdü yarasaların üstüne
Biliyordu kentten kendine bir fayda yoktu
Kent savaşçı değil belki bir savaştı”38
*
“Göğsünü aç gül habercisi bu doğuluya
Gözle görünmez doğulu sabah rüzgarına
Sonra git kentin kır batı kapılarını
Kış kepenklerini parçala”39
**
“Kent bir tabuttur artık, çivisi insan”40
***
“Kulağında ne bir aşk, ne de bir kürek sesi,
Bir meydan uğultusu, barbar bir inşaat sesi,
Bir kere kente girdin.”41
****
“Kentlerimiz düşük çocuklar doğurganı”42
*****
“Nerede Kenti ve ölüleri havaya dağıtan İsrâfil sûrları, güller?
Ve eski kasidelerde unutulmuş menekşeler?”43
gibi mısralar, onun şiirinin bu yönünü açıkça gösterir.
Burada şunu söylemek gerekir: Çok kesin ve keskin çizgilerle olmamakla beraber, şair “kent” ve “şehir” kelimeleri etrafında adeta bir kavramlaştırmaya doğru gider. Modern zamanların
yerleşim merkezleri ile modern öncesi çağların geleneksel yerleşim merkezlerini “kent” ve “şehir” olarak birbirinden ayırmak
ister gibidir. Yukarıda verdiğimiz örneklerde görüldüğü şekilde,
kentlere bu menfî bakışa karşılık, Karakoç, başta İstanbul olmak
üzere, Kudüs, Bağdat, Şam, Mekke, Medine, Buhara, Basra,
Kurtuba, Mursiye, Konya, Diyarbekir, Semerkand, Saraybosna
vs. gibi müslümanların tarihî süreç içinde kurdukları ve birer
******
38 Şiirler II/Taha’nın Kitabı- Gül Muştusu, İstanbul 1978, s.22.
39 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu İstanbul 1978, s. 72
40 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s. 39.
41 Şiirler III / Körfez-Şahdamar-Sesler, İstanbul 1982, s.7.
42 Şiirler V/Âyinler, İstanbul 1979, s.22.
43 Şiirler V/ Âyinler, s. 7
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 105
medeniyet merkezleri haline getirdikleri yerleşim merkezlerinden çoğu mısralarında “şehir” diye bahseder ve onların tarihî
geçmişlerini hasretle ve övgüyle anar. Hızırla Kırk Saat’te44 ve
Âyinler’de 45 bu şehirlerin geçmişteki görkemli hayatlarına ve
bugün içine düştükleri perişan ve meskenete gömülmüş, talana, istilâya uğramış hallerine temas eden mısralar ağırlıktadır.
Taha’nın Kitabı’ndaki
“Taha dağın ucunda bir kavis gördü
Şehre indi ama şehri ölü buldu
Yarasaların soluğundan tütsülenmiş
Üstünden bin kış ve bin sonbahar geçmiş”46
mısralarında bu maceranın kısa bir özeti saklıdır adeta. Bu
uzun şiirin kahramanı Taha bu durumu “Yanardağ Kıyısında
Yaşama” olarak niteler ve gün gelir bu durumun olumsuzluklarına alışır:
“Yukarıda bir yanardağ
Kızgın küllerini savuruyor
Bu ölü şehrin üstüne
İşte bu şehre alıştı Taha
Kırağı çalmış evlerine
...
Gül açmayan baharlarına
Yaprak düşmez sonbahara
Kurbansız bayramlara 47
*
**
***
****
44 Hızırla Kırk Saat’in 25-28. şiirleri İslâm tarihinin Şam, Bağdat, Kahire gibi kadîm
şehirlerinden bahseder.
45 Âyinler‘in 1-6. şiirlerinde de Kudüs, Şam, Bağdat, Beyrut gibi İslâm coğrafyasına ait şehirler işlenir.
46 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s.47-48.
47 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s.51-52.
106 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Buna rağmen şairin beklediği bir “diriliş” vardır:
“Araştırıyor gözleriyle kuşlukta biriken
Muştulu kader seslerini
...
Hiç görmediği büyük şehirlerde
Bir şey olacak biliyor ama ilerde”48
Modern Batılı kentler ve bu kentleri kuran zihniyet ile müslümanların tarih içinde kurdukları yerleşim merkezleri arasında yaptığı ayırım, şairin Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler isimli
eserindeki şu mısralarında, daha kesin ve radikal bir şekilde,
Batı’nın ruhunu adeta “temessül” etmiş modern metropolleri
dışlama tavrı olarak kendisini açıkça göstermektedir:
*
“Bana ne Paris’ten
New York’tan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında
Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme ve gündüzüme”49
***
İstanbul, Sezai Karakoç’un şiirlerinde daha çok, yukarıdaki bu
mısralarında da söylediği gibi, bir uygarlık problemi, tarihî bir perspektifle görülen bir medeniyet meselesi olarak söz konusu edilir.
Alınyazısı Saati’nde yer alan
“Yeniden özgürlüğe ve özgünlüğe çıkmak
Bize mahsus görüntüler Bursa İstanbul Konya Edirne
Bize mahsus görüntüler Diyarbekir
...
**
48 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s.75.
49 Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler, İstanbul 1985, s. 22.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 107
Kendi uygarlığımız
Yenilememiz gereken
Ve diriltmemiz
Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor ama
Varolmanın tek şartı.” 50
mısralarındaki bakış açısı ve değerlendiriş, İstanbul’un da
şair tarafından nasıl görüldüğünün ve ele alındığının ölçüsünü
bize verir.
Yahya Kemal, İstanbul’u Türk dehasının, Türk sanatının,
kısaca Türk medeniyetinin yeryüzüne kondurduğu en mükemmel eser, bütün güzellikleriyle Türk zevkinin coğrafyada “vatan
rengi”ni kazandığı bir şehir olarak görüyordu. Sezai Karakoç’ta
ise İstanbul, benzer bir şekilde, fakat şairin dünya görüşüne paralel olarak, dînî bir idrâkin belirlediği perspektifle ele alınır ve
İslâm medeniyeti çerçevesinde ve tarihî seyir içerisinde müslümanların inşa eyledikleri büyük şehirler arasında, onların en sonuncusu ve mükemmeli olarak görülür.
Sezai Karakoç’un, bu bakış açısının dışına çıkarak, nesildaşı
ve arkadaşı Cemal Süreya’daki gibi, İstanbul’u doğrudan doğruya
kendi ferdî macerasının da mekânı yaptığı müstakil bir şiiri yoktur. Ancak bazı şiirlerinde, şiirin bütünü içinde mevziî kalsalar
da, yer yer -Hatıralar’ından da sağlamasını yapabilme imkânını
bulduğumuz- kendi hayatından yansımalarla da karşılaşırız.
“Daha dün kirecin rüyası bu kente indim
Gün doğmadan kiralık ev aradım Şehzadebaşı’nda” 51
*
**
“Güvercinler konarken taraçalara
Fatih’te
50 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 57-58.
51 Şiirler III/Körfez Şahdamar Sesler, s. 17.
108 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Oturduğum
Çatı katında.” 52
*
“Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında, bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lâmba
Hep Kanlıca’da Emirgân’da
Kandilli’nin kurşunî şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında”53
**
“İstanbul’dur bu otuz yıl kana kana yaşadığım
Taşlarına adeta resmim işledi
Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre
İstanbul damla damla içimde birikti.”54
gibi mısralar bu kabilden temaslara örnektirler.
Fakat bunların ötesinde Karakoç için İstanbul, tarihî bir zenginliğin, bir büyük medeniyetin bütün güzelliklerinin coğrafyada kristalize olmuş görkemidir. Bağdat’ın, Şam’ın, Kudüs’ün,
Mekke ve Medine’nin bir “depremde sallandığı” dönemde
***
“İstanbul saçılır son define gibi orta yere.”55
****
Ama şaire göre bu görkemli define de artık eski güzelliğini
ko­ruyamamaktadır, tasallutlar karşısında değerinden çok şey
kaybetmiştir. Çünkü:
“İstanbul’a küflenmiş
Bir Avrupa akşamı dadanmıştır.
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır.”56
*****
52 Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler, İstanbul 1985, s.14.
53 Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler, İstanbul 1985, s. 27.
54 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 38.
55 Şiirler V/Âyinler, s. 27.
56 Şiirler III/Körfez Şahdamar Sesler, s. 48.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 109
Şair Şiirler VII/Ateş Dansı’nda yer alan “Şehirlerim” başlıklı şiirinde, biraz da bedbin bir duygu ile, İslâm medeniyetinin büyük
şehirlerinin bugün içine düştükleri menfi durumu dile getirir:
“Gördüm Diyarbekir’i Konya’yı Bursa’yı İstanbul’u
Görmediğim şehirlere karşılık
Şiraz Isfahan Semerkant
Basra Bağdat Şam kaybolmuş ve karanlık.
Bir anının uzak akisleri
Kurumuş ağacın sararmış çiçekleri
Aydınlığı çalınmış lâmbanın pervaneleri
Sönmüş bir deniz gibi batık.
Kentler benim kırılmış
Kollarım ve kanatlarım.”57
Karakoç bazı şiirlerinde İstanbul’u hassaten Bağdat ve Şam
ile birlikte zikreder. Ona göre bu üç büyük şehir, müslümanların tarih içinde, değişik zamanlarda kurdukları medeniyet
ve kültür merkezlerinin en önemlileridirler ve şair bugünün
İslâm coğrafyasının siyasal çalkantıları içinde de bu şehirleri
öne çıkarır. Bir mısraında “İstanbul’u, Bağdat’ı, Şam’ı kaplayan
matem”den bahseden Karakoç, Alınyazısı Saati’nde sorar:
*
“Bütün sır İstanbul-Bağdat-Şam çizgisinde mi?”58
**
İstanbul’un modern zamanlarda maruz kaldığı olumsuzlukları “deniz” sembolü ile ifade ettiği “Denizin Kentini Yaktım”
şiirinde 59 ise Karakoç, şehrin bozuluşunu, onun “deniz kenti”
mi (artık bu şiirde İstanbul bir ‘kent’tir), yoksa şairin “karadan
***
57 Şiirler VII/Ateş Dansı, s.20.
58 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s.54.
59 Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler, s.65.
110 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
gelen sesi”ne kulak veren bir “sevgili şehir” mi olacağı ikilemi
içinde ele alır ve zihnî bir platformda “denizin kenti”ni yakar:
“Denizin kentini yaktım
Vızıldayıp duran kafamın ortasında”
Bu şiirde, yazımızın başında bahis konusu ettiğimiz “kent” ve
“şehir” kavramlaştırması çerçevesinde, İstanbul’un menfî cephesi, yani “kentleşen” yüzü deniz sembolü ile mısralara taşınmıştır.
“Şehir”in ge­leneksel vechesi ve tarihî kimliği ise, şairin “karadan
gelen ses”ine dö­nüşle korunacaktır ancak. Üstelik bu konudaki
kararlılık da, nakarat olarak şiirde altı kez tekrarlanan
“Denizin kentini yaktım”
mısraındaki kökten bir çözümleyiş ve kesin bir tavır alış
ifadesiyle veri­lir. Bu deniz ve kara sembolleştirmesinin yorumunda, denizin değiş­kenliği, oynaklığı, akışkanlığı, zaman
zaman hırçınlığı ve buna karşılık karanın istikrarlılığı, sabitliği, münbitliği; insan-toprak bağlantısının in­san-geçim, insanfanîlik, insan-hilkat düzlemlerinde zengin anlamlar yüklendiği gibi açılımların yanısıra, herhalde İstanbul’un deniz
cephe­sinin baktığı yön ile arkasını yasladığı kara parçasının
uzandığı cihetin neler olduğuna da dikkat etmek gereklidir.
Şöyle yorumlayabiliriz: Şaire göre, İstanbul’un karası, arkasını
Anadolu’ya ve oradan da Ortadoğu’ya (yani İslâm coğrafyasına) dayar. Eğer
“Bütün sır İstanbul-Bağdat-Şam çizgisinde mi?”
sorusunu da bu çerçevede düşünürsek, yorumu daha sağlam bir zemine oturtmuş oluruz. Nitekim Alınyazısı Saati’ndeki
bu mısraın hemen devamında şair, birisi İstanbul-Bağdat-Şam
merkez noktaları arasında oluşturulan, iki üçgenden söz eder
ki, ikincisi bütün bir İslâm coğrafyasını içine alacak kadar geniş
tutulmuştur:
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 111
“Ya iki üçgen söz konusu, biri dar biri geniş
Darını, iç üçgeni söyledim. Geniş
Ya da dış üçgene gelince
Afrika’dan Malezya’ya gider ta.
Ve orta daire Kahire-İslâmâbadMekke...”60
Diyebiliriz ki, bu her iki üçgenin de içinde yer aldığı karaya
karşılık deniz, İstanbul için bir ucuyla kuzeye, yani şiirin yazıldığı 1970’li yılların siyasal şartları içerisinde Sovyet Rusya’ya,
diğer ucu ise Avrupa sahillerine uzanış ve ulaşışın imkânı ve
sırtını bu iki kutba dayayışın “sath-ı cârî”si idi.
Şair, bu
“Kararmış denizin kentini”
yakmıştır, zira bu kent onu “çocukluğundan koparmakta”dır.
“Denizin kentini yaktım
Beni çocukluğumdan koparan”
mısralarında şairin, bir yandan Diyarbakır’da denizden uzak
geçen kendi çocukluğuna telmihte bulunurken, diğer yandan da
modern kent yaşantılarının insanı çocukluk safiyetinden uzaklaştıran, çocuklara ço­cukluğun masalımsı, serazat atmosferini
haram eden ortamını tenkit et­tiğini söylemek mümkündür.
“Denizin kentini yaktım
Bir kent kadın kabuklarından”
Bir kent ki, her şeyiyle alabildiğine “dişi”leştirilmiştir.
Modern hayatın bütün maddî zevklerine kucak açar hale getirilmiştir. Bir kent ki, orada kadınlar bile, hatta özellikle ve
öncelikle onlar, kadınlıkların­dan, (anne, eş, sevgili) o hürmet duyulması gereken niteliklerinden tecrit edilmiş, yalnızca
*
60 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s.54-55.
112 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“dış”ları, yani tenleri, yani “kabuk”ları ile bir değer ifade eder
hale getirilmişlerdir.
Bu yangına verişte şairin yardımcıları nelerdir?
“Denizin kentini yaktım
Miras kalmış bir alevle
Denizin kentini yaktım
Velî ağaçlarla, kalbi atan mermerle
Tanrıyı anarak kalbi atan
Cami sütunları boğdu
Sararmış gözyaşlarıyla,
Kararmış denizin kentini”
mısralarında bildirilen “miras kalmış bir alev”dir (tarihî birikim mi yahut gelenek mi desek?), “velî ağaçlar’dır (Osmanlı’nın
sembolü ve İstanbul meydanlarının tarihî dekorunun tabiî
anıtları çınarlar mı, İstanbul mezarlıklarının Allah’ı zikirle başları eğilmiş, toprağın sırrına vâkıf, “mü’min, mütevekkil, yoksul” servileri mi?), “kalbi atan mermer”dir (Evliya Çelebi’nin
“harem-i beyaz” yahut “ak yayla” dediği ve Tanpınar’ın tavsifiyle ta “Marmara’dan, Akdeniz’in adalarından yelkenlilerin
büyük martılar gibi süzülerek İstanbul iskelelerine taşıdığı”61
Süleymaniye’nin, Şehzade’nin, Eyüp Sultan’ın iri mermer sütunları, mihrapları, minberleri mi?)62. Şair dördüncü dörtlükte ise
“Tanrıyı ana­rak kalbi atan cami sütunları” ve “sararmış gözyaşları” ile birlikte bize dervişâne bir ortamın kapılarını da aralar.
*
**
61 A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul 1969, s. 167.
62 Bu terkipte, Sezai Karakoç’un çok sevdiği ve “üstâd” tanıyarak hürmet duyduğu Necip
Fazıl Kısakürek’in 1949’da yazdığı “Sakarya Türküsü” şiirindeki
“Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sadâyı: Allah Bir!”
mısralarının izini aramak da mümkündür.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 113
Şiirdeki bütün bu “ihrâk bi’n-nâr” eyleminin neticesi ise,
İstanbul’un, o “sevgili şehir”in kazanılmasıdır. Şiir İstanbul’a
sıcak bir davetle biter ki bu bir bakıma “asla rücû” davetidir.
“Asla rücû” ise, ancak şairin “karadan gelen sesi”ne kulak vermekle ve bir “istihâle”yi “zaman yatırı”nın başında kendisine
“denizden getirilen biçimine” (bu biçim kendisine ‘getirilmiş’tir)
son vererek gerçekleştirmekle mümkün olacaktır:
“İstanbul, ey sevgili şehir
Dön dön karadan gelen sesime
Son ver zaman yatırında
Denizden getirilen biçimine”
Karakoç’un “Denizin Kentini Yaktım” şiiri, şairin İstanbul’a
onun aktüel şartları içinden bakışındaki iki zıt kutupluluğu, bir yanını redderken, diğer yanını kabul edip benimsemeyi, kabul ettiği
değerler vasıtasıyla reddettiği cephesini (zihnen de olsa) değiştirme çabasını en güzel bir şekilde dile getirişiyle önem taşımaktadır.
Sezai Karakoç’un şiirlerinde deniz temi önemli bir yer tutar.
Fakat Alınyazısı Saati’ndeki İstanbul’un camilerinin tasvirinin
de içerisinde yer aldığı
“Ve ben karadan geldim ama denizi üstlendim
Denizi yüklendim adeta denizle evlendim
Denizle yaşadım denizle öldüm
Öldükten sonra denizin gözlerini gördüm
Denizden denize yükseldim
Birliğin şarkısını işittim dinledim derinliklerinde
Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları
Beyaz güvercin kanadı köpüklerinde
Kubbelerini gördüm camilerin” 63
*
63 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 41.
114 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
mısralarında yahut
“Deniz köpüğünden kurulmuş kubbeler altında
Yıkayan hatıraları...” 64
“Ben kayalarını denizin ahenkleştirdiği kıyılarda
Gerçeği kovaladım hayal meyal görünen kelimeler
arkasında”65
“Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini”66
gibi mısralarda müsbet mânâda bir deniz imajı kendisini gösterse bile, hatta şairin ilk şiir kitabı denizle ilgili bir öge olarak
Körfez ismini taşısa ve bu kitaptaki iki şiirin ismi “Köpük” ve
“Deniz” olsa bile, Karakoç’un yukarıda geniş bir şekilde bahis
mevzuu ettiğimiz “Denizin Kentini Yaktım” şiirindeki olumsuz
deniz imajı, zaman zaman başka şiirlerinde de, değişik vesilelerle karşımıza çıkmaktadır. Meselâ:
“Denizlerin karaya gelen ucu
Bir lânet çıngırağı gibi
Beddua mercanını taşıdı yaraya”67
“Deniz mi dedin ne denizi
Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim
Ben ırmakçıyım denizci değilim”68
“Her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt”69
“Köprü çöktü çürüktür denizlerin sesi
...
*
**
***
****
*****
******
64 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 15.
65 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 42.
66 Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler, s. 27.
67 Şiirler I/Hızırla Kırk Saat, s. 120.
68 Şiirler II/Körfez Şahdamar Sesler, s. 7.
69 Şiirler II/Körfez Şahdamar Sesler, s. 11.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 115
Denizin ötesinde bir dağ ve bir ülke var
Bütün geçmiş zamanların köleleri ordadırlar” 70
“Nesimî gibi derisi yüzülecek denizlerin” 71
“Ne mum ve ne deniz
Ne ateş üstündeki mumya
Ne aptal şairlerin turuncu heykelleri
Alıkoyabilir beni” 72
“Yazları göç ettiler denize gömmek için
Ateşten fırlayan o zehir parçacıklarını
Kışın kentin kayganlığında
İçki bardaklarının ardında
Pürtük televizyon ekranlarında
Biten o deniz dibine mahsus anı yosunlarını”73
gibi mısralarda böyle bir deniz imajı dile getirilmiştir.
Denizin yanında, Sezai Karakoç’ta İstanbul’un suyla ilgili
bir başka cephesi de akis bulur ki o da aynı zamanda İstanbul
meydanlarının tarihî anıtları olan çeşmelerdir. Hem Şiirler
V/Âyinler’deki “Çeşmeler” bölümünde yer alan sekiz şiirde
(“Çeşmeler” I-VIII), hem de diğer şiir kitaplarındaki birtakım şiirlerinde çeşmelere dair temaslar karşımıza çıkmaktadır.
Bunlardan “Çeşmeler” başlığı altında yazılmış bulunan sekiz
şiir, doğrudan doğruya İstanbul’un Osmanlı’dan kalan tarihî
meydan çeşmelerini tem olarak işler74.
Ayrıca Âyinler’den çok daha evvel, Şiirler III/Körfez Şahdamar
Sesler’de yer alan “Sultan Ahmet Çeşmesi” de şairin çok bilinen ve sevilen bir şiiri olmuştur. Fakat ondan önce diyebiliriz
ki, yine bu kitabında yer alan “Köşe” isimli şiirindeki
*
**
***
****
*****
70 Şiirler II/Körfez Şahdamar Sesler, s. 21.
71 Şiirler V/Âyinler, s. 28.
72 Şiirler V/Âyinler, s. 62.
73 Şiirler VII/Ateş Dansı, s. 9.
74 Şiirler V/Âyinler, s. 43-59.
116 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“İçimde İstanbul çalkanırken bozbulanık çeşme
...
Su akıyor birikiyor kan lekeleri
Kurtulsam diyorum bir eser buna engel
Öyle büyüyor öyle çoğalıyorsun
İstanbul kalmıyor
Hangi köşesinde huzur o köşesinde sen
Hangi köşesinde yeni çağlara uygun odalar
Ben bölünmez bir şairsem
Sen bölünmez bir anne
Bir çeşme” 75
mısralarında dile getirilen duygu ve bakış, daha sonraki çeşme
şiirleri­nin çok önceden bir habercisi gibidirler. Buradaki sığınma
duygusu, “hem-hâl olma” ve idealize ediş, daha sonra “Çeşmeler”de
daha zengin hisler ve ifade edişlerle bizi karşılayacaktır.
Şairin, yukarıda zikrettiğimiz “Sultan Ahmet Çeşmesi” başlıklı şiiri 76 belki de Faruk Nafiz Çamlıbel’in “İshak Ağa Çeşmesi”
ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “İstanbul’un Çeşmeleri” isimli
şiirleriyle birlikte, İstanbul’un çeşmelerine dair yazılmış şiirlerin
en güzellerinden birisidir.
Şiirin ilk bendinde adeta birkaç fırça darbesiyle, fakat bir
Çinli ressamın renk seçişindeki ve teferruatı asıldan ayırışındaki titizliğine benzeyen bir ustalıkla gözümüzün önünde bir yanı
estetiğe, bir yanı tarihî/masalımsı bir dekoru yeniden inşaya dayanan bir tablo çiziliverir:
“Su yerine süs akıyor
Deliklerinden
*
**
75 Şiirler II /Körfez Şahdamar Sesler, s. 88-89.
76 Şiirler II /Körfez Şahdamar Sesler, s. 81-82.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 117
Eğilmiş ölümsüz ince bilekli
Cariyeler bakıyor
Derinlerden geliyor sesleri”
İkinci bendde ise çeşmenin inşa edildiği yerin konumu da
göz önünde tutularak, Sultanahmet Camii ile Ayasofya etrafında bir sembolleştirmeye, bir inanç ve hatta medeniyet ayrımının çeşme merkezli olarak ifadesine çalışılır:
“Önünde dokuz minare
Aynalar kadar aydınlık yüreği
Kilise öte yanında yara bere
İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor
Değiştiriyor deri”
Şiirin son bendi ise, bütün kapalılığına rağmen, yazıldığı dönemin (1960’ların) siyasal ve sosyal çalkantılarının adeta bir
hicvi, bir kızgınlığı gibidir. Aktüalitenin gösterdiği şartların
olumsuzluğu içerisinde “tramvayın ortasında oturmuş ‘mesut
bir sağır’ın bütün gün türkü çağırması” çeşmeyi de, çeşmenin
sözcülüğünü üstlenen şairi de etkiler:
“Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasında oturmuş mesut bir sağır
Bütün gün türkü çağırır
Erir çeşmenin iki göz bebeği
Ben o kanlı kızgın
Gözyaşlarıyım çeşmenin”
Şiirler V’in “Çeşmeler” başlıklı kısmında Fındıklılı Mehmet
Ağa Çeşmesi, Üsküdar, Tophane, Kabataş çeşmeleri,
Valideçeşme, Sultanahmet Çeşmesi, Sofular, Ağa Camii’nin
ve Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki çeşmeler gibi
bazılarının isimlerinin de anıldığı İstanbul’un tarihî çeşmeleri,
118 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Sezai Karakoç’un eserlerindeki “diriliş” düşüncesi etrafında bir
uygarlık temsilcisi olarak ele alınır.
Şaire göre bu çeşmeler, bir “diriliş depreminde, bağrımızdaki karanlık ufku kutsal bir kitap genişliğinde aydınlatan” “eski
günlerin kapalı kapıları”dırlar, “eski zamanların durmuş saatleridirler”, “eski zaman inceliklerinin kapısı”dırlar.
“Terkedilmiş unutulmuş
Eski zaman çeşmeleri
Ruhumun hiyeroglifleri
Gönlümün çözülmez şifreleri
Ölümsüz bir uygarlığın
-Ah, ne çelişkiÖlümsüz kitabeleri
Sonsuzluğun mezartaşları
Çeşmeler”
Şair bu çeşmelerin bugünkü terkedilmişliklerini,
kurumuşluk­larını, hor kullanılışlarını, “buruşturulmuş bir kâğıt
gibi” bir kenara atılmışlıklarını, “çürümüş sebzelerle, yemişlerle ödüllendirilişlerini”, “üstlerine kokmuş isyan afişlerinin
asılışını”, “yavru kedilerin, köpek­lerin yuvası” oluşlarını, “her
yerlerinde ‘Tamir Yapılır’ levhalarını taşı­yışlarını”, çevrelerinin
“plastik veya naylondan, paslı tenekelerden ıvır zıvırlar”la dolu
oluşunu hayıflanarak anlatır ve çeşmeleri de kaderleri açısından şairlere benzetir:
“Taşını kırarsınız çeşmelerin
Başını kırdığınız gibi şairlerin”
Bu şiirlerde Karakoç, zaman zaman çeşmelerle aynîleşir,
onlarla ortak duyguları paylaştığı olur, kendisini onlara yakın
hisseder. Bu “hem-hâl oluş” ve sırdaşlık, şiirin daha ilk mısralarından itibaren kendisini gösterir:
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 119
“Benim yalnızlığımdan
Damıtılmış çeşmeler
Kurumuş unutulmuş
Çeşmelerin akışıyım
İnsanlık içinde”
Bu yakınlaşma ve kader arkadaşlığı, “Çeşmeler”deki şiirlerde bariz bir einfühlung (empaty, eşduyum) oluşturur. Bir yandan
şairin kendi şahsî hayat macerası çerçevesinde yaşadığı yalnızlık, bir yandan da çeşmelere sözcülüğünü yüklediği uygarlığın
bugünkü toplum tara­fından değerlendirilişindeki lâkayıtlık şairin nazarında bu çeşmelerle hem kendisi, hem de dünya görüşü
ve tebcil ettiği medeniyet arasında bir benzerlik, bir “eşduyum”
kurmasına yol açar. Yani burada hem ferdî, hem de sosyal platformda bir “eşduyum” söz konusudur. Hemen yukarıda verdiğimiz mısralardan başka, bunun en güzel örnekleri aşa­ğıdaki şu
mısralarda ifadesini bulur:
“Ya gidip bir çeşmeye kapansam
Ya çeşme bana açılsa
Ya çeşme gelip bende kapansa
Ya birlikte bir ağıt olsak
Kurumuş bir ağıt
Kurumuş bir kan gibi
İnsana ve kente”
“Gece yarısı
Ayışığında
Yaz ay ve ben
Silinmeye yüz tutmuş yazı
Ölümü hecelemiştik
Ortalığı dolduran sesinde
120 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Ta.. aşağılarda olan yatıra
Bir türkü söylüyordu
Ölüm ötesinde açmış
Menekşeler kimliğinde
Ölüydü insanlar
Yalnız yaşıyordu o yatır
Ve o çeşme.
Ben de..”
Çeşmeleri su ögesi etrafında maddî ve manevî arınmanın ve
arıtmanın sembolü olarak da gören şair, bu fonksiyon etrafında
onları şairlere benzetir. Eski şairlerimiz çeşmelerin yapımlarına
tarihler düş­müşlerdir. Çünkü Karakoç’a göre, onlar çeşmelerin
az çok kendilerine benzediğini bilmekteydiler. Çeşmeler de şairler gibi toplumun ortasında çağıldayıp dururlardı. Bu yüzden
her yeni yapılan çeşmede bir doğumu kutlamışlardı.
“O insanların susuzluğunu giderir
Arıtır ellerini ayaklarını
Şair de giderir ruh susayışını
Yıkar çirkefe batmış insan ruhunu
Ama ikisinin de alınyazısı en son
Unutulmak terkedilmek”
Sezai Karakoç, bu şiirlerin bir yerinde çeşmeleri de bir uygarlığın “diriliş”i için bir mesaj olarak görür ve onlara böyle bir
mesajın aktarıcılığı görevini yükler:
“Doğ kendi çeşmenden kendi uygarlığından
Ağacın topraktan
Çiçeğin ağaçtan
Suyun dağdan doğduğu gibi
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 121
Çeşmenin şahdamarını
Bir kere daha zorluyor
Tarihin çeperi”
Sezai Karakoç’un şiirlerinde İstanbul, yukarıda uzunca bahsini ettiğimiz çeşmeler konusunda olduğu gibi sık sık,
İstanbul’un tarihî dokusunu ören, zengin kültürel cephesini
oluşturan yapılar ve semt isimleri etrafında da belirir. Onun
şiirlerinde İstanbul bu yer ve bina adları etrafında geniş bir
açılıma kavuşur. Bu durum, şairin İstanbul konusundaki derine inen dikkatini ve İstanbul’un çeşitli çehreleri içinde hangi
İstanbul’u tercih ettiğini, bu şehri hangi perspektiften gördüğünü de bize verecek bir ipucudur.
Karakoç, İstanbul’un semtleri içinde, isim olarak en fazla
Üsküdar’ı şiirine taşımıştır. Bütün şiirleri içinde Üsküdar’ın adı
beş yerde zikredilir.
Üsküdar’dan sonra Şehzadebaşı’nı anmak gerekir. Zira
Şehzadebaşı’na dair müstakil bir şiiri vardır: “Şehzadebaşı’nda
Gün Doğmadan” 77.
Bu şiirde Şehzadebaşı ve Şehzade Camii’nin avlusu bir seher
vaktinin ruhânî ve sükûnet dolu havasında, tarihî dekoru içerisinde görülür ve şair bu dekor içerisine tarihî geçmişi ve adeta
masalımsı bir tabloyu, yer yer aktüelle bağdaştırarak, gözümüzde
canlandırır. Şu bendler bu tablonun en belirgin hatlarını çizerler:
“Yüzü gözü toz içinde
Şiirden mest develerin
Gül dökülür heybesinden
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Külâhıyla Yunus Emre
*
77 Şiirler V/Zamana Adanmış Sözler, s. 52-54.
122 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Sarığıyla Akşemseddin
Kavuğuyla Mimar Sinan
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Gün doğmadan şehzadeler
Ellerinde meşaleler
Şehzadebaşını gezerler
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Gün de doğar gün de doğar
Bir gün mutlaka gün doğar
Gün doğmadan neler doğar
Gün doğmadan Şehzadebaşı’nda
Karakoç’un İstanbul’unun diğer semtleri ise şunlardır:
Beyoğlu, Çemberlitaş, Edirnekapı, Emirgân, Haliç, Kabataş,
Kadıköy, Kağıthane, Kandilli, Kanlıca, Karacaahmet (2 kere),
Sahaflar (2 kere), Sarayburnu, Sofular, Tophane (2 kere).
Sezai Karakoç’un şiirlerinde, İstanbul’un tarihî eserleri içinde ise baş köşeyi Ayasofya almaktadır. “Çeşmeler”de
“Ayasofya’yı da kat Ruhun Diriliş Kenti
Şiirinin içine
Görkem dolu bir tarihî ve metafizik bir görünüm
Kazandırmak için ülküne” 78
dediği Ayasofya, şairin şiirleri içinde yedi yerde anılır. Bu
eseri hemen Eyüp Sultan izler. Taha’nın Kitabı’nda
“Sanki tam şimdi doğmaktasınız Eyyup Sultan’da
...
Sanki tam şimdi Taha
Bir kere daha doğmakta
*
78 Şiirler V/Âyinler, s.53.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 123
Yeniden bir kere daha doğmakta
Eyyup Sultan’da Eyyup Sultan’da” 79
*
dediği Eyüp Sultan, şairin nazarında bir “yeniden doğuş”
semti, bir diriliş merkezidir ve Karakoç, şiirlerinde dört yerde
Eyüp Sultan’ı zikreder.
Bu iki eserden başka, şair Kızkulesi’ne dair iki şiir kaleme
almıştır: “Kızkulesi’ne Gazel-I” ve “Kızkulesi’ne Gazel-II” 80. Bu
şiirlerinde Kızkulesi’ni “ölümden korkuşun ve ölümden kurtuluşa yol arayışın sembolü” olarak gören şair, onu “denizden
yükselmiş bir Eyyup Sultan gecesi mumu” diye niteler. Kızkulesi
Bizans’ın değil, “İslâm’ın dirilişine bir şehadet parmağı”dır.
Kızkulesi’ne benzer bir sembolleştirmeyi Karakoç “Kapalı
Çarşı” şiirinde yapar 81. Bu şiirde “Kapalı Çarşı” bir tarihî mekân
olmaktan ziyade, yer yer adeta bir olumsuz kavramdır. Bu durum şiirin son iki mısraında iyice belirir:
“Sen kapalı çarşılar üstüne yağmur yağanı
Yağmurun iyi ve doğru yağmadığını onlara anlat”
Gerek bu mısralardaki ve gerekse şiir içerisinde
“Sen bana kapalı çarşı”
“Kapalı çarşılar içinde fikre ve gerçeğe
Neler neler etti anlarsın onlar”
“Bir gazete uzun ve kül olmuş bir gazeteydi kapalı çarşı”
gibi mısralardaki hem mânâ ve hem de imlâ açısından kullanılışları göz önüne alınırsa, burada bahis konusu edilen çarşının İstanbul’un Kapalıçarşı’sı olabileceği gibi, genel anlamda,
herhangi bir kapalı çarşı olması ihtimalinin de mümkün olduğu
söylenebilir. Şiirde “Kapalı çarşı”, şairin onlar dediği “nâhoş”
insanların olumsuzluklarının mekânı olarak çizilir.
**
***
79 Şiirler II/Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s. 42-43.
80 ŞiirlerVII/Ateş Dansı, s. 23; Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 45-48.
81 Şiirler III/ Körfez Şahdamar Sesler, s. 56-57.
124 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Karakoç bu “Kapalı çarşı” kavramlaştırmasını bu şiirinden
başka Taha’nın Kitabı’nda da, yine olumsuz anlamda kullanır:
“Güneşse Kapalıçarşıda batmıştı Kapalıçarşıda batmıştı
Sahaflar yanmıştı bütün kitaplar ıslanmıştı
Çınar ve mermer kuru şadırvan ve güvercin
Yanmıştı için için
Çökmüştü ufkumuza bir ateş keskin keskin
Ve bulmuştu yepyeni bir cebir yarasalar” 82
*
Üzerinde durduğumuz bu eserlerden ve yukarıda isimlerini
andığımız İstanbul çeşmelerinden başka Karakoç’un şiirlerinde
şu tarihî mekânların da adları geçer:
Ağa Camii, Beyazıt, Çemberlitaş, Dikilitaş, Fatih Camii,
Galata Kulesi (2 kere), Merkezefendi, Osmanağa Camii,
Süleymaniye Camii (2 kere), Sultanahmet Camii, Sümbülefendi,
Şehzade Camii, Yeraltı Camii, Yerebatan Sarayı.
İstanbul’un bugün içinde bulunduğu durum ile geçmiş günlerini karşılaştırdığında “Divan şairlerinin kasidelerine” benzettiği bu şehrin bir hazan mevsimini yaşadığını dile getirdiği
“İstanbul’un Hazan Gazeli”83, Sezai Karakoç’un İstanbul’u
anlatan en güzel şiirlerinden birisidir. Sa‘dâbâd’a dair meşhur
“Şarkı”sında
“İzn alıp Cum‘a namâzına deyû mâderden
Bir gün uğrılayalım çarh-ı sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa‘dâbâd’a.”
diyerek, sevdiği güzelle başbaşa kalmanın çapkınca yollarını
gözeten Nedim’in “tenperest” aşk anlayışının, Cuma namazından kaçıp Sa‘dâbâd’a tenezzühe gitmeye karşılık, plajları gezmek
**
82 Şiirler II/ Taha’nın Kitabı-Gül Muştusu, s.24.
83 Şiirler VII/Ateş Dansı, s. 22.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 125
ve sinemaya gitmek gibi modernize edilmiş şartlar altında günümüze yansıyışının bir dünya görüşü ve fikrî bir tavır alış arkasından esprili bir şekilde tenkidini de ihtiva eden ve üstelik
ironik bir şekilde bunu “Nedim’in ruhunu şâd etmek için” yapan
bu şiirde Karakoç’un İstanbul’u idrâk edişinin ve görmek istediği
şehir dokusunun dayandığı unsurlar da kendisini gösterir.
Nitekim Nedim’in yukarıda bir bendini iktibas ettiğimiz
“Şarkı”sına dair telmihlerle ördüğü
“Ne yapacaksın plaj yerlerini
Gidelim Kağıthane’ye Sâdabat harabelerine
Şâd etmek için Nedim’in ruhunu
Ağzımızı dayayalım kurumuş çeşmelerine
‘Sinemaya gidiyorum’ de annene
Cuma namazına gidelim onun yerine”
beyitlerinden hemen sonra, şairin, İstanbul’u bir hazan mevsiminde “son kez tatmak” için gezmek istediği mekânlar, temsil
ettiği değerler etrafında, şiirde şöyle dile getirilir:
“Bakalım hayranlıkla Süleymaniye’ye
Sultanahmed kubbe ve minarelerine
Sahaflar’da kitapların sonbaharında
Erelim geçmiş baharların menekşelerine
İstanbul’un kaybolan geçmiş tarihini tabiatını
Son kez tadalım başlamadan ahiret seferine.”
Süleymaniye ve Sultanahmet kubbe ve minarelerinin çizdiği
dînî ve manevî atmosfer, Sahaflar’daki eski yazılı kitapların zaptettiği kültürel kimlik ve kaybolan geçmiş tarih ve tabiat... Bunlar
şairin gözünde, İstanbul’un üzerinde şimdiye kadar var olduğu
zemindir. Diyebiliriz ki, Karakoç’un görmek istediği İstanbul’un
nirengi noktalarıdır bunlar. Ve şair, bu değerlerin bugün bir
126 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
hazâna maruz kalmasından hiç de umutsuz değildir. “İstanbul’un
Hazan Gazeli” bir mersiye, ölünün arkasından okunan bir Fatiha
değildir. Zira Karakoç, İstanbul’u bugünün şartları içinde, bütün
olumsuzluklarına rağmen, ne şekilde gördüğünü ve nasıl değerlendirdiğini 1988’de yazdığı ve önce Diriliş dergisinde yayımlayıp,
arkasından da son şiir kitabı Alınyazısı Saati’ne aldığı bir şiirinde
şöyle dile getirir ki bu onun İstanbul’u da kendi dünya görüşü
doğrultusunda ve bütün eserlerine yansıttığı “Diriliş” esprisi etrafında idrâk edişinin özetidir adeta:
“Yok olduysa bu şehir, ruhu ruhuma sindi
Ben yaşadıkça o yaşayacak bende
Kim bilir belki o da dirilecek benimle
İslâm milletinin dirilişinde.
...
Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir.
...
Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak
İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak
Bunun için savaşırım ben.
Servi için savaşırım, çınar için savaşırım
Tozlanmamış gün doğuşu için
Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye
...
İstanbul için savaşırım.
...
İstanbul olacak yine gerçek özgürlüğün türküsü
Kıyamete kadar söylenecek türkü.”84
*
83 Şiirler VII/Ateş Dansı, s. 22.
84 Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, s. 39, 43-44.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 127
Sezai Karakoç ve İstanbul bahsini de burada şu cümlelerle
bağlayalım:
Yahya Kemal’in İstanbul’u “milletin İstanbul’u”ydu, Sezai
Karakoç’un İstanbul’u ise “medeniyetin İstanbul’u”dur. Yahya
Kemal medeniyeti “Türk medeniyeti” olarak düşünüyordu. Yani
medeniyet kavramını millete indirgiyordu. Sezai Karakoç’ta
medeniyet bütün Müslüman milletlerin tarih içerisinde ortaklaşa inşa ettikleri birikimin genel adıdır. İstanbul’u bu medeniyetin başkenti olarak görür o. Tarih içerisinde oluşmuş kristalize bir bütün olarak görür. Bu bağlamda bakar. Karakoç için
İstanbul bir tarihî zenginliğin, bir büyük medeniyetin bütün
güzelliklerinin coğrafyada kristalize olmuş görkemidir.
***
Cemal Süreya’nın İstanbul’u
“Dol (An)kara bakır dol!” yahut “Ankara Ankara/ Ey iyi
kalpli üvey ana!” diye seslendiği Ankara’ya85, yahut Kars’a86 ve
Mardin’e 87 dair müstakil şiirler de yazan Cemal Süreya’nın şiir
coğrafyasında Anadolu şehirlerinin de mühim bir yeri vardır.
Fakat hayatının çoğunu geçirdiği İstanbul, onun şiirlerinde
daha zengin ve kalıcı bir şekilde belirir ve Cemal Süreya şiirinin
esas temlerinden birisini teşkil eder.
Cemal Süreya’ya göre
“İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir.”88
Buna rağmen, o bu şehri çoğu kez şahsî bir maceranın arka­
sından, bazan alabildiğine duygusal bir surette ‘yaşar’. Sezai
*
**
***
****
85 “Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir”, Sevda Sözleri, İstanbul 1995, s.163-170.
86 “Kars”, a.e., s. 51.
87 “Mardin”, a. e., s.118.88
88 Sevda Sözleri, İstanbul 1995, s.149.
128 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Karakoç’tan farklı olarak, Cemal Süreya’da İstanbul, aktüalitesine daha fazla kapılınan, günlük hayatının akışının içine daha
çok girilen, canlı ve değişken bir şehirdir.
“Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası”89
mısralarında dile getirdiği üzere, mekânı, kendi psikolojisinin ve hayat tecrübesinin arkasından idrâk ettiğini gözlemlediğimiz şairin bazan İstanbul’u çoğu kez, sevdiği kadınla birlikte
hatırladığı, sevgilerini yaşadığı bir kent olarak şiirine taşıdığı
karşımıza çıkar. Sevgilisiyle birlikte bu kent onda sanki bir
ibtilâya dönüşmüştür:
“Bekârlara ev vermiyorlar, doğru;
Evlilere kız vermedikleri de doğru,
Bu yüzden bir gün seni bırakırım ya,
Tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu.
Evet, gün geliyor bıkıyorum senden
Ama İstanbul’dan bıkmak gibi bir şey bu.
Git, istersen, cüzzam kap bir yerlerden,
Görmek istersen, nicedir, tutkunluğumu.”90
Süreya’nın “Banko” isimli bu şiirinden başka, “Sevgilim Bir
Günün...” şiirinin, İstanbul’un günlük hayatının koşuşturmalarının, küçük telaşlarının dokuduğu şu mısralarında da böyle,
bir aşkın mekânı olan İstanbul görülür:
“Sevgilim, bir günün ortası şimdi
Taşıtlar hızla gelip geçiyor, her yer kalabalık,
Ben seni düşünüyorum bir bodrum kahvesinde.
Uzat bana uzat ellerini
*
**
89 a. e., s. 62.
90 a. e., s. 148.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 129
İzinli askerler görüyorum, kırıtarak yürüyen işçi kızlar
İstanbul her günkü yaşantısı içinde, uğultulu,
Güvercinler güneşten bir sessizliği biriktiriyor.
Ben seni düşünüyorum seni.” 91
Böyle bir İstanbul siluetini, başka şiirlerde yakalamamız da
mümkündür. Meselâ:
“Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik.” 92
*
**
“Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak
İstanbul’da bir duvar.
.....
İstanbul’da bir duvar duvarda bir kilise
Sen çırılçıplak elma yiyorsun
.....
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz
Bir yanda Sirkeci’nin tiren dolu kadınları.” 93
Ayrıca Süreya’nın birçok şiirinde de küçük küçük temaslar halinde, sevilen kadının penceresinden görülen bir İstanbul
detayı, sık sık bize kendisini gösterir:
***
91 a. e., s. 304.
92 a. e., s. 17.
93 a. e., s. 25.
130 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı’nda akşam üstleri” 94
“Şimdi işten çıktın Beşiktaş’tasın”95
“Bir ilkokul bahçesinde görmüştüm seni
Marienbad ilkokulu, Nişantaş’ta” 96
“Sen belki de bir resimsin ne haber
Kıpkırmızı bir Beykoz’un yanında duruyorsun
Yapan bir de ağaç yapmış yanına
Dallarına konsun diye kelimelerin.
-Garson şarap getir
Garsonun hali harap.”97
gibi mısralar bunun örnekleridirler.
Cemal Süreya, bu hareketli, renkli, yaşayan ve ‘yaşanan’
şehri şiirlerine şu semtleri ile taşır:
Aksaray, Beşiktaş (3 defa), Beykoz, Cihangir, Çubuklu (2
defa), Divanyolu, Galata (2 defa), Haliç, Karaköy, Kadıköy,
Kilyos, Laleli, Nişantaşı, Sirkeci, Sultanahmet, Üsküdar (3
defa), Yeldeğirmeni, Yenikapı.
Ayrıca bu semtlerin yanında, Çiçek Pasajı, Dalgıç Okulu,
Dolmabahçe Camii, Dolmabahçe Sarayı, Galata Kulesi (2
defa), İtalyan Bankası (Karaköy), Karaköy köprüsü, Kadıköy
Evlendirme Dairesi, Kızkulesi (2 defa), Yeni Cami gibi İstanbul
binaları ve bu binaların çer­çevelediği mekânlar da Süreya’nın
İstanbul tablosunu tamamlar.
Bu tablonun içinde Galata’nın ve Galata Kulesi’nin öne
çıktığı görülür. Sezai Karakoç, Üsküdar’ı, Eyüp Sultan ve
*
**
***
****
94 a. e., s. 39.
95 a. e., s. 155.
96 a. e., s. 244.
97 a. e., s. 19.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 131
Şehzadebaşı civarını tercih etmişti daha çok. Süreya ise, insanlarıyla, eski binalarıyla, dar ve izbe sokaklarıyla, meyhaneleriyle
Galata’ya biraz daha ilgi duyar ve meselâ bütünüyle İstanbul’a
hasredilmiş bir şiiri olan “Bir Kentin Dışardan Görünüşü”nde
bu “Agop’un ülkesi”ni genişçe bir şekilde şiire taşınır:
“Şoför edebiyatına önsöz olarak geçse yeridir
Yeni Cami’nin caddeye dadanmış dirsekleri
Ve
Bitişiğindeki gri gökkuşağının altından
Agop’un ülkesine bir anda geçilir.
Orada işte orada
Kibrit bilekli kızların anahtar burunlu sekreterlerin
Lastik mühürle para basanların eğeyle tabanca üretenlerin
Cüzamlı işhanlarının çiçekbozuğu basımevlerinin
Önlerinden dalgın dalgın yürüyorsun.
Sen ki bu şehrin eski tutarsızlarındansın.”98
“İşte Tam Bu Saatlerde” isimli şiirde Galata, “Burkulmuş
Altın Hali Güneşin” şiirinde Galata Kulesi, “Rokoko” başlıklı şiirde ise Galata ve kulesi birkaç mısralık dokunuşlarla şiirde
kendisini gösterir:
“Bugün bu küçük salı günü
Her şeyi eksik İstanbul’un, tepelerinden başka,
Yalnız Galata
Galata
Gecenin bodrumlarında beslediği
O tükenmez paslanma tutkusunu
Bir ağız mızıkası halinde
Denize yediriyor yavaş yavaş.”99
*
**
98 a. e., s. 76-77.
99 a. e., s. 69.
132 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“ve şehir. Ve Galata Kulesi (1514 yılında Bizanslılar zamanında şapkası uçmuştu, 1967’de Türkler tarafından sünnet
edildi), binalarını çevresine toplamış, yaklaşmakta olan bir
fırtınaya rahatça göğüs germenin yollarını arıyor, görüşmeler
yapıyor: kavminin başında, ve en önde, Cehennemin kapısını
çalmaya hazırlanan Firavun gibi.”100
*
“İşaret parmağını bir bina
İtalyan Bankası’na bitişik
Uzatıp derdi burdan git
Oradan giderdim işim ne.
Yokuşa kurulmuştu Galata
Kulesiyse hemen şurda
İçlenir dururdu koca ayı
Uymuş bir gramafona.”101
Cemal Süreya’nın İstanbul tablosunun içerisinde “deniz” ögesinin ayrı bir yeri vardır. Birçok şiirde İstanbul’un bir deniz kenti
ol­duğu vapurlarıyla, balıklarıyla, martılarıyla, mavi dalgalarıyla
sürekli bize kendisini hatırlatır. Süreya, İstanbul’u denizden ayrı
düşünmez. Bu tavrıyla da onun şiirlerinde, Sezai Karakoç’un
“Denizin Kentini Yaktım” şiirinde çizdiği İstanbul idrâkine ve
“deniz” sembolleştirmesine zıt bir İstanbul yer alır. Bu sembolleştirmenin tam tersine onda deniz hem kendisi için, hem de şiirlerinin İstanbul’u için “olmazsa olmaz” bir nitelik kazanır.
“Şu da Var” şiirinde kendi mizacının denize düşkünlüğünü
“Ne yapıp yapıp denizi görmek isterim”102
diyerek dile getirirken, “Bir Kentin Dışardan Görünüşü”nde bu
“deniz­den kaçma” tavrını bütün bir millete atfederek açmaya çalışır:
**
***
100 a. e., s. 91.
101 a. e., s. 54.
102 a. e., s. 29.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 133
“Büyük suları sadece karpuz soğutmada kullanıyorlar
Fatih Sultan Mehmed gemilerini karadan yürüttü ya
Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün
Toprakçıl bir çapadır Denizyolları’nın arması bile,
Ama dilimizde yine de en ürpertili kelime deniz
Yine de sokaklarda bir kanal eğitimi
Dondurmacılarda bir ikinci kaptan tavrı
Teneşirlerde bir tekne beğenisi
Bir kazazede takısı bulunur sarhoşların yüzlerinde.”103
Bu ‘deniz kenti İstanbul’ görüntüsünün vazgeçilmez unsurları olan vapurlar da, Süreya’nın İstanbul’u anlatan şiirlerinde
bazan küçük bir temas, bazan yaşanan bir aşk macerası dolayımıyla söz konusu edi­len birer mekân-araç, bazan da ayrıntılarıyla, hatta şiire adını verecek bir tema halinde akis bulur.
*
“Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.”104
“Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki.”105
“Sevgilim, bir günün ortası şimdi
...
Ben seni düşünüyorum seni
Binalar yan yana yükselip gidiyor
Vapurların ağzı köpük içinde”106
**
***
****
103 a. e., s. 76.
104 a. e., s. 16.
105 a. e., s. 319.
106 a. e., s. 304.
134 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“İstanbullar geminin altında
Kadınları sorarsan onlar da öyle”107
“Çubuklu’da Mübeccel İzmirli
Vapura bindiği zaman
Canyeleği sayısı da
Bir adet artardı o an”108
gibi şiirin dokusu içinde küçük temaslar halinde kalan bu örneklerin yanında, “8.10 Vapuru” isimli şiir, her gün İstanbul’un
yarısını diğer yarısına kavuşturan ve İstanbul için hayatî birer
ulaşım vasıtası olma işlevini yüklenen Şehir Hatları vapurlarından birinde şairin sevdiği bir kadın karşısındaki duygulanışlarını ve ona hitabını aktarırken, bir vapur ortamında yaşanan
insânî yaklaşımları, yani İstanbul insanının günlük yaşantısının
bir başka boyutuna ait bir kesiti, hoş bir sıcaklıkla bize taşır.
*
**
“Sesinde ne var biliyor musun
Bir bahçenin ortası var
Mavi ipek kış çiçeği
Sigara içmek için
Üst kata çıkıyorsun.
....
Sesinde ne var biliyor musun
Ev dağınıklığı var
İkide bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
Düzeltiyorsun.”109
İstanbullar... İstanbul’un bu şekilde çoğul anılışı, Cemal
Süreya’da birçok defa karşımıza çıkar. Bu kullanışın bir “kasd-ı
mahsûs” ile olduğunu söyleyerek, şairin
***
107 a. e., s. 14.
108 a. e., s. 180.
109 a. e., s. 202.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 135
“İstanbullar geminin altında
(...)
Ama İstanbullar kadınlar deniz yıldızları
Hepsi hepsi geminin altında.”110
“Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların
dünyaların” 111
gibi mısralardaki bu kullanışını,
“Sevinçler acılar şarkılar ki
İstanbul’u an an görünür kılar”112
mısralarının da yardımıyla, bir yandan bireysel olarak, değişik anların, değişik duyguların ve değişik şartların arkasından
görülen İstanbul’u algılayış ve yaşayıştaki farklılığı vurgulama çabası; öte yandan, bir büyük şehrin insanlarının, yaşama
şartlarının yani sosyal vechesinin ve belki de kültürel ve tarihî
dokusunun göstereceği katmanlaşma ve farklılaşmanın ifadesi
şeklinde yorumlayabiliriz.
Cemal Süreya’nın bu İstanbullar’ından birisini de, -yer yer
tarihî bir çerçevenin içerisinden- siyasî ve ideolojik bir bakışın yüklendiği İstanbul oluşturur. İstanbul’u bir fikrî kaygının
ve dünya görüşününün eşliğinde yorumlama cehdi olarak değerlendirebileceğimiz bu tutumda, farklı köşelerde de dursalar
ve diğerininki çok daha yoğun ve etraflı da olsa, Süreya’yla
Karakoç’un buluştuklarını görürüz.
Mesela Cemal Süreya, başlığı, döneminin Demokrat Parti
hükümetine karşı başkaldırı eylemlerinin meşhur şifre-sloganı
olan ve Ağustos 1960 tarihinde yazılan “555 K” şiirinde,
*
**
***
110 a. e., s. 14.
111 a. e., s. 17.
112 a. e., s. 211.
136 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Çünkü millet hayınları Ankaralar’da
Çünkü İzmirler’de, çünkü İstanbullar’da
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin”
derken, küçük bir temastan ibaret de olsa, devrin aktüel
siyasî çalkantıları içerisinden gelen politik bir İstanbul algılayışına yönelir. Bu noktada şairin tavrı, Sezai Karakoç’un aynı
yıllarda yazdığı “Sultanahmet Çeşmesi” şiirinin bilhassa son
bendindeki tavrına alabildiğine zıttır.
Bu siyasal ve fikrî bakışa yer yer İstanbul’un tarihî geçmişi de
bir fon teşkil eder ve İstanbul ideolojik bir aynaya yansır:
“Eski bir Osmanlı paşası gibi
Feodaliteyi süpüren bıyıklarıyla
İstanbul İstanbul uzakta
İstanbul’a ateş etmeyiniz.
Tutalım yanılıp ateş ettiniz
Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerini
Eski hececilerin şiirlerini bir de
Ben çok seviyorum siz de seviniz.”113
*
“Zamansızlığın ortalarında
İstanbul’da enderun ağaları
Padişahın buyruğuyla
Kartopuna tutar birbirini”114
**
***
Buraya kadar, modern Türk şiirinin bu üç önemli isminin,
aynılıkları ve ayrılıkları etrafında, eserlerinde ortaya koydukları İstanbul portresini yer yer detaylarına da inerek çerçeve
113 a. e., s. 53.
114 a. e., s. 230.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 137
içerisine almaya çalıştık. Gördük ki, her üçünde de İstanbul
önemli bir temdir. Yahya Kemal ve Sezai Karakoç, İstanbul’a
medeniyet perspektifinden bakıyorlardı. Ancak bu medeniyete
biçtikleri kimlikte bir farklılaşma görülmekteydi. Yahya Kemal,
İstanbul’u “Türk medeniyeti”nin baş şehri diye ele alıyordu.
Onu tarihî birikimi, mîmârîsi, coğrafyası (iklîmi), temsil ettiği millî değerler, açısından seviyor, yüceltiyor ve övüyordu.
Şiirlerinde İstanbul, kesif bir ilgi ile kendisini gösteriyordu. Bu
görünüşte “millet” en önemli bakış açısıydı. Bu yüzden onun
İstanbul’unu “milletin İstanbul’u” diye niteledik.
Aynı kesafet, Karakoç’ta da kendisini göstermekteydi.
Ancak Karakoç’un medeniyet şehri İstanbul nitelemesindeki
medeniyet kavramı, varlığını, geçmişten bugüne uzanan bir
açılımla, bütün bir Müslüman mevcudiyetinin üzerine kuruyordu ve “İslâm medeniyeti” vasfı ile görünür hale geliyordu
İstanbul zemininde ve birikiminde. Onun İstanbul’unu da “medeniyetin İstanbul’u” olarak belirttik. Bu medeniyet kavramına
eşlik eden ve Sezai Karakoç düşüncesinin ana kavramlarından
birisini teşkil eden “diriliş” vurgusunu da burada unutmamak
gerekmekteydi. O zaman İstanbul, İslâm medeniyetinin diriliş
merkezi vasfını haiz olmaktaydı. Bu açıdan diyebiliriz ki, Sezai
Karakoç’ta Cemal Süreya’ya nazaran daha zihnî planda kalan,
yeniden bir İslâmî diriliş motifi etrafında daha çok inanç ve
fikir bağlamında görülen, daha zengin bir anlam yüklenen ve
çoğu kez tarihî bir kimliği ve fonksiyonu üstlenen bir “düşünceşehir” İstanbul öne çıkmaktadır. Ona göre İstanbul, tarihte de,
bugün de bir misyonun temsilcisi olan bir medeniyet şehridir.
Yeryüzünün bütün şehirleri içinde, bünyesinde bir “diriliş”i büyüten bir “define”dir.
Cemal Süreya’da ise İstanbul, güncelin penceresinden görülür. İşçi, şöför, fahişe, kalpazan, sarhoş, âşık, seyyar satıcı,
138 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
mektepli insan kalabalığı… İnsanlarının çetrefil bir kent hayatının günlük telaşları içerisinde koşuşturduğu bir İstanbul…
“İstanbullar”... Ve bu İstanbullar içerisinde çoğu kez şairin
sevgilerini, sevgililerini hatırlayışı… Kadınlarla yaşanan gönül ve ten maceralarının İstanbul’u… Onlarla birlikte sevilen
bir İstanbul… Bir bakıma “şehvetin İstanbul’u”… Elbette bu
İstanbul, yer yer şairin kendi ideolojisinin perspektifiyle de görülmekle beraber, daha canlı, aktüelin içinden gelen, günü yaşayan ve günün yaşandığı bir kenttir.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 139
KAYNAKÇA (Modern Türk Şiirinde Üç İstanbul Algısı)
ANDI, M. Fatih, “Bir Medeniyet Algılaması Olarak Ahmed
Midhat Efendi’nin Paris’i”, İlmî Araştırmalar, nr. 20, Güz 2005,
s. 7-25.
ARMAĞAN, Mustafa, Alev ve Beton, İstanbul 2000, İz
Yayınları.
ASLANOĞLU, Rana A., Kent, Kimlik ve Küreselleşme,
Bursa 1998, Asa Yayınları.
BEYATLI, Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul 2008, 11.
bs., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
BEYATLI, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İstanbul 2007, 10. bs.,
İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
BEYATLI, Yahya Kemal, Eski Şiirin Rüzgârıyle, İstanbul
1974, 2. bs., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
BEYATLI, Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul
1974, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
BURKE, Peter, Tarih ve Toplumsal Kuram, (Çev. Mete
Tuncay), İstanbul 1994, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
KARAKOÇ, Sezai, “Hâtıralar”, Diriliş, y.30, nr. 51, 7
Temmuz 1989 - nr. 103, 6 Temmuz 1990.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler I/ Hızırla Kırk Saat, İstanbul 1982.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler II/Taha’nın Kitabı- Gül Muştusu,
İstanbul 1978.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler III / Körfez-Şahdamar-Sesler,
İstanbul 1982.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler IV/Zamana Adanmış Sözler,
İstanbul 1985.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler V/Âyinler, İstanbul 1979.
140 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler VII/Ateş Dansı, İstanbul 1987.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler VIII/Alınyazısı Saati, İstanbul
1987.
MUMFORD, Lewis, Tarih Boyunca Kent, (Çev.: Gürol
Koca-Tamer Tosun), İstanbul 2007, Ayrıntı Yayınları.
SPENGLER, Oswald, Batının Çöküşü, (Çev. Giovanni
Scognamillo, Nuray Sengebli), 1. bs. İstanbul 1978, Dergâh
Yayınları.
CEMAL Süreya, Sevda Sözleri, İstanbul 1995.
TANPINAR, A. Hamdi, Beş Şehir, İstanbul 1969.
WEBER, Max, Şehir, Modern Kentin Oluşumu, (Çev. Musa
Ceylan), İstanbul 2000, Bakış Yayınları.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 141
BİR ANTİKACI
DÜKKÂNI OLARAK
İSTANBUL:
GÜNDELİK HAYATIN
İKONOGRAFİSİ
Ekrem Işın*
Giriş
İstanbul’u kendi kültürel zenginliği içinde kavrayabilmek
için ona farklı açılardan bakmak gerekmektedir. Ben, bugünkü
konuşmamda böyle bir çaba içerisinde olacağım. İstanbul üzerine vereceğim seminerin başlığına “antikacı dükkânı” metaforunu yerleştirmem ise, şehrin çok katmanlı kültürel yapısını
vurgulamak içindir.
Konuya Tanpınar’la başlamak istiyorum. Tanpınar’ın
“Mahur Beste” romanında bir Behçet Bey tipi vardır. Behçet
Bey pek antikadan anlamaz ama antika eserlere meraklıdır,
onları toplar, evine getirip bir odaya yığar. Zamanla içinde yaşadığı bu oda, bir antikacı dükkânının karmaşasına dönüşür.
* Kültür Tarihçisi, Yazar
142 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Tanpınar, antikacı dükkânları için romanında şunları yazmaktadır: Antikacı dükkânları üzerinde mazinin, yaşanmış zamanın
izlerini taşıyan bir yığın eşyanın bulunduğu yerlerdir. Daha sonra
buradaki eşyaları sayar: Bohemia billuru, Sevr porseleni, Çin
kâsesi, İran halısı, Hint veya Bizans oyması fildişi, ampir üslubu
konsol, Aziz devri yazı takımı, Tebriz cildi, Herat minyatürü,
Diyarbakır ve Bursa kumaşı, İstanbul yazması, Edirne Kesmesi
ve birçok antika eşya… Tanpınar’ın sıraladığı bu karmaşık eşya
envanterini, antikacı dükkânlarında birbiri üzerine yığılmış, üst
üste, yan yana bir karmaşa düzeninde bulabilirsiniz. Herat yazmasının yanında eski bir Ortodoks İkonası, onun üstünde Bursa
kumaşı konmuş olabilir. Burası karmakarışık bir mekândır, bu
özelliği yadırgamazsınız. Karmaşanın doğası keşfetmeyi, sürprizleri barındırır. Karmaşanın içinde kaybolmak ve hiç akla
gelmeyecek bir objeyi bularak ona sahip olabilme mutluluğunu
yaşamak, ancak bu tür kültürel karmaşa mekânlarında mümkündür. Karmaşayı oluşturan her obje, farklı bir kültüre aittir.
Objeler arasında dolaşmak, bu anlamda kültürler arasında dolaşmakla eşdeğerdir.
Antikacı Dükkânı Olarak İstanbul
İstanbul kültürel değerler açısından bir antikacı dükkânıdır;
şehir olarak bu karmaşayı temsil emektedir. Bu karmaşa aslında bir çeşit kültürel yığılma, pek çok nesnenin üst üste, bir arada karmaşık bir şekilde bulunmasıdır. Buna bir çeşit arkeolojik
sit alanı da diyebiliriz. Farklı uygarlıklar belli tarihsel aralıklarla gelmişler ve arkeolojik bir tabakalaşma oluşturmuşlar. İşin
bilincinde olan profesyonel bir arkeolog bu sit alanını kendi
mesleki formasyonuna uygun olarak titizlikle kazar ve bu uy-
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 143
garlık katmanlarını ayrıştırarak çözümleyebilir. Ancak İstanbul
örneğinde durum biraz farklıdır. Buradaki arkeolog değil, bir
hazine arayıcısı. Hazine sandığını bulabilmek için kazmayı bilinçsizce vuruyor ve bütün tabakaları çökertiyor. Böylece her
şey iç içe geçiyor. Yani Roma büstünün yanında İsis kültüne ait
bir rölyefin parçasını bulabiliyorsunuz. Farklı kültürlerin hepsi
tanımlanmaya muhtaç bir şekilde yan yana, iç içe; bir çeşit kültürel hamur haline gelmiş durumda. Bu görüntü İstanbul’un
kimliğini oluşturuyor. İstanbul’a antikacı dükkânı dememizin
nedeni de bu zaten. Diğer taraftan sahaf dükkânlarında da aynı
karmaşayı görmek mümkün. Bu mekânlarda da tıpkı antikacı dükkânlarında olduğu gibi bir kültürel yığılma söz konusu.
Kur’an yazmaları, İncil, taş baskısı halk kitapları, hilyeler vs.
var. Burada da aradığınızı zor buluyorsunuz. Sahaf dükkânı da
bir karmaşa, bir kaos ortamıdır. Gündelik hayatlarıyla yaşama
kurallarıyla bir kargaşa ortamı olan büyük imparatorluk şehirlerine benzerler. Fakat bu organize edilmiş bir karmaşadır.
Kültürel yığılmayı görsel olarak, imgesel bir kurgu olarak en
iyi şekilde verebilecek malzeme İstanbul’un Bizans dönemine
ait 1200’lerden kalma panoramik görüntüleridir. Panorama geleneği, fotoğrafın teknik olarak devreye girmesine kadar devam
etmiştir. 1559 tarihli ünlü panorama çizeri Melchior Lorichs’in
on bir metre uzunluğundaki panoraması, bugün Leiden
Kütüphanesi’nin girişinde asılıdır. Bu muhteşem panorama
bize, Kanuni dönemindeki İstanbul’u yansıtır. Panoramaya
baktığınızda irkilirsiniz, zaten amaç sizi irkiltmektir. O dönemde fotoğraf yok, video yok, televizyon yok, dolayısıyla dönemin ihtişamını bir şehir portresi olarak yansıtmak, gravür
ressamlarının işi. Bu durum, o dönemde İstanbul’u ziyaret etmiş olan elçi Ogier Ghislain Busbecq tarafından da kaydedil-
144 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
miştir. Hümanist kültürle yetişmiş olan Busbecq, bir bakıma
Lorichs’in panoramik İstanbul görüntüsünü, bu görüntünün
ardındaki toplumsal mekanizmayı, iktidarın gölgesi altında yorumlamıştır. Seyahatnamesini oluşturan mektuplarının ortak
konusu, Osmanlı toplum düzeninin Batı karşısındaki üstünlüğüdür. Şunları yazıyor Busbecq, “Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık
ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara
tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir
var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu,
tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar
para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık,
ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: Düşman zafere alışkın, biz ise yenilgiye.”
Busbecq’in yorumladığı 16. yüzyıl Osmanlı dünyası,
Lorichs’in İstanbul panoramasına nasıl yansımıştı? Önce şu
önemli noktayı vurgulamak isterim: Busbecq’in metni ile
Lorichs’in görüntü dizisini birbirini açımlayacak şekilde kurgularsak bir çeşit “siyasetname” elde ederiz. Merkezi iktidarın toplumsal hayat üzerindeki belirleyici rolünü ön plana
çıkartan, kamusal ahlak ile kuşatılmış yaşam alanı içinde her
biri kültürel sembolizmi ifade eden anıtsal mimari yapılarla
taçlanmış bu şehir görüntüsü, Batı’lı bir gözlemci tarafından Doğu’yu anlatan bir siyasetname metni gibi okunabilir.
Nitekim bu devasa İstanbul görüntüsünün arkasında Kanuni
Sultan Süleyman’ın siluetini görmek mümkündür. Çünkü
Batı’nın merak ettiği portre, bu panoramayı inşa eden siyasi
güçten başkası değildir. İnsan ve eseri bu görüntüde bütünleşmiş ve her meraklı gözü hayran bırakacak bir Osmanlı imgesi
yaratmayı başarmıştır.
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 145
Panoramaya baktığınızda muazzam bir karmaşa görürsünüz.
Sarayburnu’ndan Haliç’e uzanan hat boyunca şehrin limanı bir
imgeler ormanıdır. 16. yüzyılın İstanbul topografyası bu “orman” benzetmesini haklı çıkartacak şekilde dikkatli bir gözün
ve yaratıcı aklın yorumlayıcı açısında somut karşılığını bulur:
Şehrin kalbini temsil eden liman bölgesinde demirlenmiş gemiler, bunların etrafını sarmış yük mavnaları ve kayıkları, yan
yanadırlar. Birinden diğerine yürüyerek geçilebilir. Her birinin
uzun direkleri, üst üste binen, ardındaki şehir görüntüsünü
perdeleyen yelkenleri, örümcek ağını andıran halatları, yükle
dolu ambarlarıyla bu gemiler, şehrin ekonomik canlılığının birinci derecedeki aktörleridir. Panorama âdeta canlıymış duygusunu uyandırmaktadır. Arka planda ahşap sivil konut dokusu,
kamusal yapılar, minareler ve kubbelerin oluşturduğu dikey ve
yatayda tam anlamıyla son sınırlarını zorlayan bir şehir peyzajı
uzayıp gider. Bu peyzaj dünyayı idare etmeye talip olmuş bir
şehrin görüntüsüdür. Bu bir kültürel yığılmadır. Üst üste gelme, iç içe geçmedir. İmparatorluk İstanbul’u budur.
Günümüz şehircilik anlayışına göre bu peyzajı düzenlemek,
sterilize edilmiş bir mekân yaratmak anlamına gelir ki, tarihsel
imparatorluk kurgusuna ters düşer. Islah etmek yerine bu dokuyu seyrekleştirerek ortadan kaldırmak, şehir siluetine indirilmiş ölümcül bir darbedir. Kimliksizleştirme noktasında ciddi
yaralar açmak anlamına da gelebilir. Bütün tarihsel şehirler,
zamanın yığdığı karmaşanın ürünüdürler. Bu karmaşa, eskilik
ve canlılık anlamına gelir. Her iki noktada da ileriye dönük
umutları, görüşleri, üslupları barındırırlar.
İstanbul, tarihi boyunca farklı kültürlerin, sürekli biçimde kendine akacak yatak buldukları bir İmparatorluk deltası
olma özelliğini korumuştur. Şehrin kimliği bu deltaya yığılan
146 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
kültürel alüvyonla inşa edilmiştir denilebilir. İstanbul kendisini bu alüvyonu yoğurarak yaratmıştır. Aslında bütün imparatorluk şehirlerinde bu işlevsel mantığı görmek mümkündür.
Çünkü imparatorluk şehirleri bir insanın kalbi gibidir. Kalp
nasıl ki vücuttaki kanı çekip temizliyor ve ona hayatiyet katıp
tekrar kılcal damarlar aracılığıyla vücuda iletiyorsa, imparatorluk merkezleri de hinterlantlarındaki kültürleri kendilerine çekerek yoğurmakta, yeni bir çehre kazandırarak taşraya
ulaştırmaktadır. Taşra kültürlerinin imparatorluk coğrafyalarında canlılıklarını koruyabilmeleri, merkezle olan bu kültürel dolaşıma bağlıdır. İstanbul bu açıdan bir kültürel üslup
yaratıcısıdır. Tarihi boyunca ürettiği tek tüketim maddesi de
kültür olmuştur.
Bizans İstanbul’u bir Ortaçağ şehriydi; Osmanlı İstanbul’u
ise geç Rönesans şehridir. Yani Bizans İstanbul’u sur içine hapsolmuş tipik bir Ortaçağ şehrini temsil eder. Şehri göremezsiniz;
çünkü surlarla çevrilmiştir. Sur kentin kimliğidir. Yolculuk sırasında ne zaman bir sur görseniz, bilirsiniz ki bu surun arkasında
şehir vardır. Bu şehir surun içine yerleşmiş, dış dünyaya kendini
askeri, siyasi ve kültürel yönden korumaya almıştır. Rönesans
şehri ise surların yıkılması demektir. Rönesans şehirleri surları yıkarak yatay eksende gelişmişlerdir. İstanbul da bu kurala uyar ve
Fatih dönemiyle birlikte sur önemini kaybeder. Sığınmaya, dolayısıyla da sura ihtiyaç yoktur; çünkü devlet, askeri yönden, ekonomik yönden güçlüdür. Bu dönemde İstanbul mimarinin değil,
siyasi otoritenin koruyucu kanatları altına sığınmıştır. Böylece
şehir suru yıkar ve kırsal alanı kendi bünyesine katarak genişler.
Bu nedenle yeni panorama tekniği şehri Ortaçağ modeline göre
kuşbakışı değil, perspektife uygun biçimde tam karşıdan çizer.
Bu fark, harita ile resim arasındaki farktır.
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 147
Daha yakın bir zamana geldiğimizde Melling’in bu türde çizilmiş ünlü panoramasıyla karşılaşırız. Bu panorama 18.yy sonu,
19.yy başını yani III. Selim dönemini yansıtır. Burada da imparatorluğun kendine özgü o hayat karmaşasını görebilirsiniz.
Tarihsel süreci izlersek benzer bir örneğe Pierre Loti’de rastlarız.
Loti, birkaç defa İstanbul’u ziyaret etmiştir. İlk gelişi 1876 tarihindedir. Kısa ömürlü olan I. Meşrutiyet dönemine ait İstanbul
izlenimleri tıpkı kendinden önceki seyyahlarda olduğu gibi karmaşanın doğasında “Şark” irrasyonalitesini keşfetme amacını taşır. Şehrin devasa gövdesi karşısında irkilir, ama hemen kendini
toplayarak bu ezici kütle karşısında onu bir dişi imgeye dönüştürüp sahip olmak ister. Loti’nin hayran olduğu bu şehir imgesi asla
bozulmaması gereken, korunup geleceğe olduğu gibi aktarılması
zorunlu bir mirastır. Ne var ki bu miras modernleşmenin darbeleri altında kısa sürede parçalanır. Loti’nin 1876’da hayranlıkla izlediği pitoresk İstanbul karmaşasını, en son 1913’te yaptığı ziyaret sırasında göremez ve büyük bir hayal kırıklığı duyar.
Haliç’i dolduran yelkenliler, zarif kayıklar ve zevrakçeler gitmiş,
yerlerine bacalarından dumanlar saçan buharlı gemiler gelmiştir.
Sanayi devriminin birer sembolü olan bu gemiler, çevreyi kirletmekte, Loti’nin âşık olduğu İstanbul imgesi yerine cehennemin
ürpertici gerçeğini temsil etmektedirler.
Klasik ve Modern İstanbul’da Kültürel Ortam
Antikacı dükkânına benzettiğimiz İstanbul’un vitrininde
neler var? Bir defa farklı kültürlerden gelen nesneler var. Birer
ticari eşya olarak bu nesneler aynı zamanda kültür taşıyıcılarıdır. Bu bir biblo olabilir, çanak çömlek olabilir, elbiseniz için
kumaş olabilir. Aklınıza gelebilecek her türlü şey olabilir.
148 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Fetihten sonra İstanbul’u terk eden Bizanslı ustalar özellikle
İtalyan şehirlerine giderek cam ve porselen üretimine burada
devam ettirmişlerdir. Venedik merkezli bu üretim Doğu-Batı
etkileşimine açık bir estetiğin de yansıtıcısı olmuştur. Başta çanak, çömlek, cam ve metal işleri gelmek üzere Venedik üretimi mallar, Orta Avrupa üretimi tüketim eşyalarıyla birlikte
İstanbul pazarını besleyen ana ticaret damarını oluşturmuşlardır. Diğer taraftan Doğu’yla yapılan ticaret de canlıdır. Orta
Asya İslam ülkelerinden ve özellikle Uzakdoğu’dan ithal edilen ticari nesneler İstanbul’un kültürel zenginliğini bir antikacı
dükkânı karmaşasına dönüştürmüştür.
Klasik dönemi aşamalı olarak modernleşme dönemi izler.
Tanzimat’la birlikte modernizmin objeleri İstanbul’a ithal edilmeye başlanır. Geleneksel çarşıların yerine bu tür ürünlerin satışını
yapan bonmarşeler açılır. Modernleşme nesneler üzerinden öğrenilen bir süreçtir. Örneğin masa ve iskemle gibi eşyalar bizim
klasik geleneğimizde yoktur. Biz bağdaş kurup oturan bir milletiz.
Ona göre şalvar giyeriz ki rahat oturalım. Bir Fransız’ın hiç bağdaş kurduğunu gördünüz mü? Onun kültüründe bağdaş kurmak
yoktur. Oysa Tanzimat’la birlikte ithal edilen yaşam kültürüne ait
nesneler, kullanım biçimleri açısından geleneksel kültürü de dönüştürürler. Geleneksel dönemde yer sofrasında yemek yiyenler
artık modern masa üzerinde yemektedirler. Sedirde bağdaş kurmanın yerini iskemlede Batı usulünce oturmak almıştır. Bizim
hattatlarımız şaheserlerini bağdaş kurup diz üstünde yazmışlardır.
Ünlü Balta Limanı Antlaşması’nın bir gravürü vardır. Orada da
anlaşma imzalanırken bizim sefirimiz dizinin üstünde anlaşmayı
imzalıyor, ama bir farkla, sedir yerine iskemlede oturarak. Yabancı
sefir ise masada imzalıyor. O gravür gelenekselle modernizmin çatışmasını göstermesi bakımından tipik bir belgedir.
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 149
Beyoğlu bonmarşelerini dolduran Avrupa ve Uzakdoğu
malları, ticaret mekânlarından çıkıp konutlarımıza yığılmaya
başlıyor. Geleneksel konutlarımız sadedir, yatak sabah kaldırılır, akşam serilir. Geleneksel ev planımızda ayrıca düşünülmüş
bir yatak odası, çalışma odası kavramı yoktur. Bu kavram doğuya gittikçe daha da silikleşir. Bir Japon evinde hiçbir şey yoktur.
Ama batıya gittikçe konutlara eşya girmeye başlar. Çünkü hayat bireyselleşmiştir. Konut içinde herkese ait küçük bir dünya
oluşmuş ve ihtiyaca uygun döşenmişlerdir. Avrupa’da her ev,
temsil ettiği toplumsal sınıfın gelir düzeyine göre birer antikacı
dükkânıdır. Salon ve yatak odası dışında aile bireylerinin özel
kullanımına ayrılmış farklı mekânlar söz konusudur: çalışma
odası, hanımın odası, çocuğun odası, hizmetçinin odası vs. bütün odalar tıkış tıkış mobilya doludur; ayrıca bunların üstleri,
içleri tüketim objeleri tarafından istila edilmişlerdir. Burada
eşya uygarlığından söz ediyorum. İnsanın üstüne üstüne gelirler
ve ona çok sınırlı bir yaşam alanı bırakırlar.
Bizde eşyanın egemenliği Tanzimat’la başlamıştır.
Modernleşmeyle bu kültürel nesneler İstanbul’a geliyor. Fakat
biz bunları nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Bu nedenle âdâb-ı
muaşeret kitapları yazılmıştır. Örnek olarak Ahmed Midhat
Efendi’nin kitabını verebilirim. Ahmed Midhat bu kitabında
modern ev düzenlemesinde sıkça görülen yanlışlıklar üzerinde
durmuştur. İç mekânlara yığılan Batı kökenli nesnelerin kültürel içerikleri bilinmediği için evlerimiz birer eşya deposunu
andırmaktadır. Böyle bir depoyu ziyaret edenler işlevsiz eşyanın
saltanatına tanıklık edeceklerdir. Örneğin zengin konaklarında
piyona vardır. Fakat piyanoyu çalan yoktur. Ama o kullanılmasa da orada durmalıdır; çünkü modernizmi temsil eden bir statü sembolüdür. Çalınmıyor ama bir tür mesaj veriyor. Benzer
150 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
biçimde pek çok obje evlerimize girmiştir. Sonuçta kullanılsın
ya da kullanılmasın hepsi modernizme gönderme yapan birer
statü sembolüdürler.
Bu noktada nesnelerin coğrafyasından mimari formların
coğrafyasına geçebiliriz. İstanbul mimarisinde de bir üslup yığılmasından söz edilebilir. Melezleştirilmiş Asya üslubu, kuzey
Afrika üslubu, Selçuklu’dan devşirip sadeleştirdiğimiz Sinan’ın
üslubu vardır. İstanbul’un geleneksel siluetini Sinan’ın üslubu
belirlemiştir. Kubbeler ve minareler bu siluetin kurucu öğeleridir. Modernleşme döneminde ise neo-klasisizim, art nouveau,
art deco gibi Batı kökenli üsluplar geliyor. Hepsi farklı tarihsel
dönemlere ait olmakla birlikte ortak bir uygarlık toprağında
filizlenmişler. Bu açıdan baktığımızda İstanbul’un bir mimari
üsluplar müzesi olduğunu söylememiz mümkün. Mimari kurguların üst üste yığılması, iç içe geçmesi bir bakıma üslup çeşitliliğinin de bir sonucudur. Şehrin zihnine kazınmış bu karmaşa
aynı zamanda ona kimliğini de vermektedir.
İstanbul’da topografik karmaşadan da söz edebiliriz. Şehrin
birbirinden farklı yerleşim alanları vardır. Bu farklılık İstanbul’un
fethiyle başlayan yeni iskân politikasıyla bağlantılıdır. Farklı dinlere mensup olanlar cemaat yapıları içinde farklı bölgelere yerleştirilmişlerdir. Böylece toplumun bir bütün olarak siyasi iktidar
tarafından denetlenmesi kolaylaşmıştır. Suriçi İstanbul’unun
Doğu ve Batı uçlarında iki büyük Müslüman yerleşimi oluşturulmuştur: Üsküdar ve Eyüp. Ana çekirdeğin etrafındaki bu uydular
manevî kültürün yoğunlaştığı mekânlardır. Üsküdar Kâbe toprağı kabul edilir. Eyüp ise Eyübü’l-Ensari’den beri Müslümanlar
arasında kutsal kabul edilmiştir. Bu durumda Suriçi iki tarafından
manevî kültürün kuşatması altındadır. Suriçi’nde Müslümanlar
ve Hristiyanlar bir arada yaşar. Galata, Beyoğlu ise daha çok gay-
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 151
rimüslimlerin yerleşim alanıdır. Ancak modernleşmeyle birlikte
dinler arasında bir çeşit kaynaşma yaşanmıştır. Ama mekân olarak yine bir farklılık ve bu farklılığın getirdiği bir zenginlik vardır.
Kültürel karmaşanın ve üst üste yığılmanın İstanbul topografyasındaki en çarpıcı görüntüsüne Sultanahmet Meydanı’nda
rastlarız. Burası Bizans’ın Hippodrom’udur; Osmanlı dönemindeki adı da Atmeydanı’dır. Bizans imparatorlarının halk karşısına çıktıkları, iktidarlarının gücünü spor gösterileri şeklinde düzenledikleri bir çeşit siyasi ayinle halka gösterdikleri bu
mekânın ortasında meydanı bir uçtan bir uca meydanı ikiye
ayıran “Spina” adlı bir kaide vardır. Bu kaidenin üzerinde farklı
uygarlıklara ait dikilitaş ve heykeller bulunur. Aynı eksen üzerinde bugün mevcut olmayan kaideden bağımsız olarak bir de
çok sonradan 1899-1901’de Alman İmparatoru II. Wilhelm
adına yaptırılmış Alman Çeşmesi yer alır.
Bugün mevcut olmayan Spina üzerindeki anıtlara daha yakından bakalım. İlk dikkati çeken anıt Mısır kökenli Dikilitaş’tır.
Mısır’da 18. sülale hükümdarlarından III. Tuthmosis adına
M.Ö. 1450’de Karnak’taki Amon-Ra mabedi önüne yerleştirilmiştir. İstanbul’un kurucusu I. Constantinus şehri egemenlik
sembolleriyle donatmak için bu dikilitaşı Hippodrom’a getirtmek ister. Ancak bu istek imparatorun sağlığında gerçekleşmez;
ölümünden çok sonra İmparator I. Theodosius zamanında, 4.
yy’da dikilebilir. Hippodrom’daki dikilitaş yaklaşık 20 m yükseklikte olup alının üçte ikisi kadardır. Taşıma sırasında yaklaşık on metrelik bir bölümü kesilmiştir. Taşın oturduğu kaide
üzerinde at yarışlarını izleyen İmparator ve maiyetini gösteren
kabartmalar yer alır. Spina’daki ikinci anıt “Örme Sütun”dur.
Bu anıtın ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. Ancak VII.
Konstantinos’un 10. yy’da diktiği bu sütunun üzerinde bir ön-
152 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ceki imparator I. Basileios’un zaferlerini yansıtan tunç levhaların bulunduğu eski kaynaklarda belirtilmiştir. 1204’teki Latin
istilası sırasında bu levhaların sökülüp para basmak için eritilmiştir. Üçüncü anıt, “Burmalı Sütun” ya da “Yılanlı Sütun”
adlarıyla tanınır. Delfi’deki Apollon tapınağından İstanbul’a
I. Constantinus tarafından getirtilmiştir. Yunan kolonilerinin
Perslere karşı kazandıkları Salamis ve Platea zaferlerinin anısına yaptırılmış, yaklaşık 8 m yüksekliğinde, birbirine sarılmış üç
yılanın taşıdığı bir altın kazandan oluşmuştur. Yılanların başları
farklı yönlere bakmaktadırlar. 16. yy’a ait Hünernâme adlı eserdeki minyatüre göre sütun tamam olarak görülmektedir. Ne
var ki zaman içinde altın kazan ve yılan başları kaybolmuştur.
Bu anıt sütunlar ve daha sonra bunlara eklenen Alman
Çeşmesi, temsil ettikleri uygarlıklar açısından İstanbul’daki kültürel yığılmayı bize çarpıcı bir biçimde göstermektedirler. Bir ortak kaidenin üzerinde ve uzantısında yer olan bu mimari figürler,
Mısır, Yunanistan ve Avrupa kökenlidirler. Farklı kökenlere ait
zafer sembollerini ortak bir mekânda toplayan güç, İstanbul’da
temsil edilen siyasi otoritedir. Bu otorite Bizans ve Osmanlı dönemlerinde evrensel olma niteliğini sürekli vurgulamış ve bunu
şehrin merkezindeki anıtsal sembolizmle dile getirmiştir. Bu tür
anıtları dünya iktidarını temsil ettiğini iddia eden diğer şehirlerde de görmek mümkündür. Örneğin Mısır dikilitaşlarına Paris
ve New York’ta da rastlarız. Anıtlardaki egemenlik sembolizmi
dünya coğrafyasının farklı merkezlerine yayılmış durumdadır.
Bu düşünceyi başlatan şehir İstanbul’dur. Egemenliği sembolize
etme düşüncesi İstanbul’a çok erken tarihlerde gelmiştir.
Şehirler sembollerle konuşur. Hippodrom’da gördüğümüz
bu sembolizmi şehrin geneline yaygınlaştırmak mümkündür.
Böylece her köşe başında ya da umulmadık yerde irili ufaklı şehir
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 153
objeleriyle karşılaşırız. Her karşılaşma zihnin zaman içinde geriye
dönüşünü hazırlar. Böylece tarihsel şehirlerin ayırt edici özelliği
olan “hafıza mekânı” karakteri işlevsellik kazanır. Bu noktada
edebiyattan yardım almak durumundayım. Tanpınar’ın deyişiyle bu kültür nesneleri birer “firar kapısı”dır. Geçmiş zaman nesnelerin içine sinmiştir; bir bakıma her nesne, geçmişin ruhunu
taşır. Mahur Beste romanında Behçet Bey’in geçmişe ait topladığı nesneler de bugünden düne açılmış birer “firar kapısı”dır.
Her nesne, kimliğine sinmiş geçmiş sembolizminin diliyle bizi
yaşanmış zamanlara davet eder. Bu kaçış geçmişe ve toplumsal
kimliğedir. Tanpınar’ın Bergson’cu “zaman” konusunda etkilendiği modern romanın öncülerinden Marcel Proust’un yedi
ciltlik Yitik Zamanın Peşinde adlı romanı da bu alanın başlıca
eserlerinden birisidir. Proust zaman algısını idare eden nesneler
konusunda şunları yazar: “Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile,
zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet
alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun)
içinde gizlidir.” Şehir mekânına dağılmış durumdaki bu nesneler,
İstanbul örneğinde olduğu gibi kültürel yığılma sonucu zihnin
geçmişe yönelmesini sağlayan ilk güçlü hareketi başlatırlar. Her
nesne karşılığını bulduğu özneyi geçmişe çağırır. Bu nedenledir
ki, İstanbul’da yaşamak bir ölçüde her an geçmişle yaşamak anlamına gelir. Özne ile nesne arasındaki bu bağ koptuğunda ise,
şehir kimliksiz bir mekâna dönüşür. Günümüz İstanbul’unun
trajedisi, işte bu bağın kopmuş olmasıdır.
Tanpınar’ın yarattığı Behçet Bey tipi, özne-nesne arasındaki
zaman ilişkisini bir antikacı dükkânında yaşar. Bu ilişkiyi kendi odasına da taşımıştır. Satın aldığı antika eşyalar aracılığıyla
geçmişe yolculuk yapar. Örneğin Necip Paşa yalısından çıkma
154 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
bir ayna, Behçet Bey için aynı yalının bitişindeki babası İsmail
Molla’nın yalısında geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarına bir
geri dönüş anlamına gelir. Bu ayna karşısında taranan Necip
Paşa’nın güzel kızlarını hatırlar. Nesne, geçmişe “firar kapısı”nı
açmıştır. Tıpkı nesneler gibi koku ve tat duygusu da bu tür geçmiş yolculukları için başlangıç adımlarıdır. İstanbul’un mevsimlerine göre değişen bu özellikleri de, bir yerde şehrin geçmiş
zaman kapılarıdır.
Şehir objeleri, yani bir çeşme, bir cami, bir mezar taşı bizi o
mekânın geçmişine götürür, çocukluğumuzu, gençliğimizi yeniden yaşatır. Mahallenin dokusu, bir ağaç, bir kedi miyavlaması,
bir seyyar satıcının sesi de aynı işlevi görür. Bahar gelmiş, çiçekler açmış, bir sokaktan geçiyorsunuz. O çiçeklerden ve çimenden
yükselen taze toprak kokusu, size o zamana kadar unuttuğunuz,
kafanızın içinde öldürdüğünüz geçmişe ait hatıraları tekrar canlandırır. Böylece şehir sizin için gelişmiş bir hafıza olma değerini
kazanır. İstanbul gibi bir ortamda kültürel yığılma, kültürel zenginlik, işte bizi geçmişimizle buluşturan, onunla birlikte yaşatan
bu kamusal hafızanın kendisidir. Bu hafıza özünde bir kültürel
yığılma ve tasnif edilmemiş bir karmaşadır.
İstanbul’da mekânın, mimarinin ve nesnelerin yığılması
gibi bir de insanların yığılmasıyla oluşan ontolojik bir karmaşa
söz konusudur. Şehrin bu ontolojik zenginliği, bir imparatorluk merkezi olması nedeniyle tarih boyunca bu tür mekânları
şekillendiren geleneksel iskân politikasına bağlıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İstanbul Büyük Constantinus’un kafasında doğmuştur. Roma’dan ayrılıp Doğu Roma kimliğiyle
kurulan bu şehir bir imparatorluk şehri olarak planlanmıştır.
Kısacası, tapınak bölgesinin, saray bölgesinin, antik tiyatronun,
mabetlerin nerede, hangi ölçekte yer alacağı önceden belli-
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 155
dir. İstanbul planlanmış bir şehirdir. Böyle bir mekâna Roma
İmparatorluğu’nun geniş coğrafyasından getirilen nitelikli meslek birlikleri yerleştirilmiştir. Bu iskân politikasının özü, kalifiye işgücünü imparatorluğun ekonomik düzeni içinde canlı
tutmaktır. Aynı politika fetihten sonra Osmanlılar tarafından
da uygulanmıştır. Doğu geleneğinde “zorunlu göç” bir idari tasarruf olarak tarih boyunca uygulanmış bir iskân yöntemidir.
Bu yöntem sonucunda ekonomik açıdan canlandırılmak istenen şehir, farklı insan zümrelerinin bir çeşit müzesine dönüşür. İstanbul’daki insan karmaşası da böyle bir müzenin tarih
boyunca giderek zenginleşen bir koleksiyonuna dönüşmüştür.
Constantinus bu şehri kurduğunda bir işyeri açar gibi törenle açmış, kurdelesini kesmiştir. Osmanlılar fetihle girmiş, ama
şehri düzenleme mantığı değişmemiştir. Değişmeyen karmaşanın kendisidir. Şehir dokusunu meydana getiren her mahalle, aslında kendi içinde bir tutarlılığı olan, toplumsal kültür,
inançlar ve konuşulan dil açısından belli bir bütünlüğü gözeten
ortak yaşam alanıdır. Gerçekte biz şehirde yaşamıyoruz, bir mahallede yaşıyoruz. İstanbul bu açıdan koskoca bir mahalledir.
Biz o büyük mahallenin içinde farklı mahallelerde yaşıyoruz.
Toplumsal aidiyetimiz mahallenin kendisi. Eski İstanbullulara
sorduğunuzda ben İstanbulluyum demezler. Karagümrüklüyüm,
Salacaklıyım ya da Salmatomrukluyum derler. Yani size bir
mahalle ve semt adı verirler. İstanbul’da toplumsal ve bireysel
aidiyetin, dolayısıyla kişiliğin ve kimliğin oluştuğu yer mahalledir. Geçmişte insanların büyük bir kısmı doğdukları mahallede
ömür sürerler ve yine aynı mekânın toprağına gömülürlerdi.
Bunun anlamı, insanımızın şehir içindeki hareket kabiliyetinin
oldukça düşük düzeyde kalmasıdır. Bizim kültürümüzde bu kabiliyete sahip üç tip insan vardır: Askerler, tüccarlar ve der-
156 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
vişler. Bu üç insan tipi, kendisi dışına çıkabilen tiptir ve geniş
bir coğrafya üzerinde hareket etmişlerdir. Sonuçta hayatımızı
zenginleştiren, kültürel yığılmayı gerçekleştiren bu uygarlık taşıyıcısı tiplerdir. Mahallenin dokusundaki kültürel yığılmanın
baş aktörleri bunlardır.
Tanzimat ile birlikte bu tarz mahalle hayatımız yavaş yavaş çözülmeye başlar. Bu döneme kadar zengin ve fakir yan
yana yaşarken ayrışma başlar. Klasik dönemin mahallesinde
sadrazamın konağı ile orta tabakadan bir tüccarın evi, onun
yanında da bir hizmetlinin müştemilâtı vardır. Batı’da böyle bir
örneğe pek rastlanmaz. Orada daima bir şehir merkezi vardır
ve üst tabakaya, zenginlere ayrılmıştır. Bu merkezin etrafı halkalar şeklinde genişleyen statü grupları tarafından çevrilmiştir.
Merkezden çevreye yapılacak bir yolculuk zenginlikten fakirliğe doğru çıkılmış bir yolculuk anlamına gelir. Aristokratlar,
burjuvalar, bürokratlar, işçiler zincirini bu anlamda İstanbul
ölçeğinde görmek mümkün değildir. Zengin, İstanbul mahallesinde fakirin sigortasıdır. Bu dayanışmacı yapı Tanzimat modernleşmesiyle birlikte çözülmeye başlar ve serveti elinde tutan
gruplar klasik mahalleyi terk ederek yeni statü mekânlarına
taşınırlar. Bu yeni mekânların başında Boğaziçi gelir. Yalılar
da modernleşme kültürünün yarattığı değerler karmaşası için
uygun bir müzeye dönüşür. Bu dönüşüm İstanbul’un çöküşünü
hazırlar. Klasik mahalle ekonomik açıdan ayakta kalamaz ve
gerilemeye başlar, bir süre sonra da dağılır.
Sonuç
İmparatorluk merkezlerinin kültürel karmaşa merkezleri olduğunu söyledik. Ana vurgumuzu bunun üzerine yaptık. Bu bir
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 157
dinamizmdir. Eğer bu karmaşa olmasaydı bu şehir yaşayamazdı.
Tahtakale bölgesini ele alalım. Burası, İstanbul’un en hareketli en
karışık yeri, bir liman bölgesi. Dünya transit ticaretinin belli düğüm
noktalarından birisi bu bölge. Dolayısıyla geniş bir coğrafyadan kalkıp gelmiş insanların getirdikleri farklı kültürlerin de bir kaynaşma,
erime potası. İlk kahvehane burada açılıyor. Niçin Süleymaniye değil de Tahtakale? Çünkü burası kültürel farklılıkların yığılma alanı. Kahvehane derken, toplumsal hayatımızda devrim yapmış bir
mekândan söz ediyorum. 16. yy’a kadar bizim hayatımız üç mekân
arasında geçiyor. Birincisi aile hayatımızı kuşatan evimiz; ikincisi
aile hayatımızı ayakta tutacak ekonomik gücü sağlayan çarşı; üçüncüsü de manevî dünyamızı oluşturan ibadethane. Kahvehane bir
dördüncü mekân olarak açıldı. Bir insan kahvehaneye niçin gider?
Aile saadeti için mi, para kazanmak için mi, ya da ibadet etmek
için mi? Elbette hiçbirisi için değil, yalnızca sosyalleşmek için. İşte
bu nedenledir ki kahvehaneler İstanbul’un gündelik hayatında çok
önemli rol oynamışlar, 16. yy ortalarından itibaren şehir hayatındaki
yüz yüze ilişkileri geliştirerek kültürel dolaşımı hızlandırmışlardır. Bu
kültürel dolaşım aynı zamanda İstanbul’un kültürel kimliğini oluşturan çok kültürlü yığılmanın da kendisidir.
Soru ve Cevaplar
Soru: Obelisk dikme ihtiyacı, kendini Batı medeniyetine ait
olarak görenlerin, kendi kültürlerinin temelinde Antik Yunan ve
onların ilham kaynağı olarak kabul ettikleri Antik Mısır’ı görmeleri
dolayısıyla bu davranışı sürekliliğin gereği olarak göstermek
istemelerinden kaynaklanmaktadır. Dikilmiş olan obelisklerin
kimisi granitten, kimisi kare, kimisi dikdörtgen ama yukarı doğru
uzandığında ince bir şekilde yapılmıştır. En sonunda da üçgen
şeklindedir. Üçgen şeklinde olması, yani piramitle sonuçlanan bir
şeklinin olması yönetim felsefesinde hiyerarşiyi temsil etmektedir.
Kaldı ki eski medeniyetler Maya Medeniyeti olsun, Mısır
158 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Medeniyeti olsun, Çin’de bulunan medeniyet olsun oradaki yapılara
baktığımızda piramitten yapıların, yine hiyerarşiyi sembolize ettiğini
görmekteyiz. Özellikle İstanbul’da hangi yapılar hangi sembollerle
ve hangi felsefe ile yapılmıştır, bunları açıklayabilir misiniz?
Cevap: Bizim kendi kültürümüze ait böyle bir şey yok. Biz
ancak şunu iddia edebiliriz. O da çok modern bir yaklaşım
olur: Minare. Avrupalıların İstanbul’u ziyaretini düşünün.
Örneğin Marsilya’dan kalkan gemi İstanbul’a yolcu getiriyor.
Marmara’ya gelindiğinde Sultanın şehrini görmek isteyenlerin heyecanı bir kat daha artıyor. Kafalarında oryantalist bir
düşünceler, sahneler var. İşin içinde merak da var. Gemi yaklaşıyor, hepsi güverteye çıkmış fakat sis olduğu için İstanbul’u
göremiyorlar. Sis hafif hafif dağılıp da bir minarenin ucu görülünce İstanbul’a geldiklerini anlıyorlar. Minare ve kubbe
bu anlamda bir iktidar sembolü olup şehrin siluetini de belirlemişlerdir. Osmanlılar hiçbir zaman başka coğrafyalardan
iktidar sembolleri taşıyıp şehrin merkezine dikmediler. Bu
tür uygulamalar kültürümüzde yoktur. Ancak modernleşme
mevcut sembolizmi zedelemiştir. III. Selim dönemine gelindiğinde, İstanbul’u ziyaret eden Avrupalı bu defa Üsküdar
tarafında çok acayip bir yapıyla karşılaşıyor: Selimiye Kışlası.
Klasik dönemin manevî sembolizmini ezen bir yapı. Verdiği
mesaj göğe değil, yeryüzüne ait.
Soru: Kahvehanelerin 16. yy ortasında kurulduğunu söylediniz.
Bizim geçmişte atıfta bulunduğumuz kahvehaneler; kıraathaneler
şeklinde mi oluşuyor? Yoksa zamanla kıraathaneye dönüşüp, yakın
zamanda da bu bozulmaya uğrayıp şu anda oyun oynan vakit
öldürülen yerlerle mi dönüşüyor?
Cevap: Cami cemaati namaz vaktini beklerken canı sıkılmasın,
boş vaktini değerlendirsin diye kahvehanelerin birer kitap okuma
BİR ANTİKACI DÜKKÂNI OLARAK İSTANBUL: GÜNDELİK HAYATIN İKONOGRAFİSİ \ 159
odası şeklinde açıldıkları söylenmiştir. Bu okuma odalarına kıraathane diyoruz. Elbette bunların kahvehane işlevi de var. Ulema
semtlerinde böyle mekânlar açılmış olabilir, ancak mahalle ölçeğinde pek yaygınlaşmamışlardır. Asıl kahvehane dediğimiz şey
mahalle ölçeğine kadar giren, sosyalleşmeyi sağlayan mekânlardır.
İkisini de dengeli olarak göz önünde bulundurmak lazım.
Soru: İstanbul’un mevcut durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Açıkçası ben karamsarım. İstanbul’u bu haliyle sevmiyorum, beni rahatsız ediyor. Sokağa çıktığımda yıkıntı görüyorum, pislik görüyorum, rant için yağmalanan bir şehir görüyorum. Benim gerçeğim bu. İstanbul’un bütün bu olumsuzlukları
etkisiz hale getiren güçlü bir yapısı vardı. Sonra bu gücü kaybetti. Taşradan gelen kültürler İstanbul’u esir aldı. Yani gümrüksüz malın girişi gibi kendi kanunuyla kendi töresiyle geldi ve
İstanbul’u yok etti. Tarih boyunca göçler hep olmuştur. Ama siz
o göçleri uygun politikalarla denetleyebiliyorsanız şehir açısından sorun yoktur. Ama denetleyemiyorsanız sorun var demektir.
Dünyada bir anonimleşme var. İstanbul’daki bir binanın aynısı Hong Kong’da da var, Amerika’da da var. Şehirler birbirine benzemeye başladı. Bu bir anonimleşme ve taşrayı da şekillendiriyor. Bu süreç popülist siyaseti besleyen yanlış bir demokrasi anlayışının sonucudur. Biz İstanbul’un kültürel dokusunu
kaybettik, mahalleyi kaybettik. Bütün anıtsal yapıların arasını
dolduran o hayat gitti. Küçük ahşap evler, çeşmeler, mezarlıklar gitti. Şimdi Süleymaniye Camii, Topkapı Sarayı, Kapalı
Çarşı birer turistik mekân olarak çöle çevirdiğimiz İstanbul’un
ortasında kalmış durumdalar. Venedik’e gittiğimiz zaman şehrin dokusunu görebiliyoruz. Burada öyle bir şey yok. Biz kaybettik bu şehri. Kendi kendimizi kandırıyoruz. Bu şehrin ko-
160 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
runması lazım. 1950’lerden beri uygulanan politikalar maalesef
İstanbul’u mahvetti. Sanayi şehrin dışına kurulmalıydı. Şehrin
göbeğinde sanayi kurmaya kalktık. Anadolu’daki insan yorganını sırtına vurup geldi. Onu karşılayabilecek kapasitede istihdam yaratılamadı. O insanlar ne İstanbullu olabildiler, ne de
kendileri olabildiler. Garip bir nesil türedi. Zevksizlik bulaşıcı
bir hastalık bu şehirde. Şeyh Hamdullah’ı yetiştirmiş bir kültür
artık mezar taşı kitabesi yazamaz durumdadır. Ha bir mezar taşını yıkmışsınız ha Süleymaniye’yi, hiç fark etmez. Sonuç olarak
şehrin kimliği hızla erozyona uğruyor. Ben biraz karamsarım bu
konuda; çünkü hep yıkım hep talan gördüm.
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 161
YANLIŞ BİLİNEN
OSMANLI
Mehmet MAKSUDOĞLU*
Giriş
Öncelikle İstanbul’un Osmanlı Devleti için öneminden bahsedip, daha sonra Osmanlı kaynaklarına dayanarak, Osmanlının
kendini nasıl tanımladığını ve Osmanlı müesseselerini anlatacağız. Üçüncü bölümde de yanlış bilgiler bize nereden geliyor, yanlışlar nasıl yaygınlık kazanıyor, onları belirteceğiz.
İstanbul’un Osmanlı İçin Önemi
İstanbul, medeniyetlerin üst üste geldiği yer olmak bakımından medeniyetler merkezi ve insanın insanca yaşamasını öngören İslâm medeniyetinin son başkenti olduğu için de son derece önemli bir şehirdir. İslâm’a göre, insanın hayâtı, ölümle sona
ermez; bu, Dünyâ Hayâtıdır, yâni yakın hayat’tır, Allah’tan gelen rûh, ölümsüzdür. Arapça’da, “son” karşılığı iki kelime vardır: Ahîr ve Âhir. El-Yevmu’l Ahîr “son gün” demektir; meselâ
bir işe başvurmak için veya bir senedin ödenmesi için “son
gün” kavramı da kullanılır. Diyelim ki, bir senedin ödenmesi
için “son gün”; El-Yevmu’l Ahîr, o gün de Çarşamba olsun.
* Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi
162 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Çarşamba, El-Yevmu’l Ahîr; ama ardından Perşembe, Cuma
günleri gelecektir. Hâlbuki El-Yevmu’l Ahîr; yâni Âhiret, “sonrası olmayan son” demektir. Böylece, Müslüman, bu “yakındaki hayât” boyunca sınavda olduğunun farkındadır. (Hanginiz
daha güzel işler yapar, sınamak için ölümü ve hayâtı yaradan
O’dur. Mülk Sûresi 2.).
İstanbul, her şeyden önce, böyle şumûllü, kuşatıcı, gerçekten en büyük medeniyet olan İslâm Medeniyetine 4,5 yüzyıl
boyunca -ki 15-19. yüzyıllar arası, deyim yerindeyse dünyânın
son biçimini aldığı zaman dilimidir- başkentlik etmiştir. Ayrıca,
dünyânın merkez bölgesinde olması, iki kıt’anın birleştiği yer olması ve stratejik konumu bakımından muhakkak ki çok mühimdir. Napolyon Bonapart’ın, İstanbul’u dünyanın tabiî başkenti
olarak algılaması boşuna değildir. Birçok medeniyete zemîn olan
bu şehir, gelişmesinin doruğuna Osmanlı’da ulaşmıştır.
İstanbul’u Fâtih Sultan Mehemmed fethedince, İstanbul,
İslâm’a açılınca Osmanlı Devleti kuruluşunu tamamlamıştır.
Osmanlı, Sultan Yıldırım Bayezid çağında, Avrupa’nın içlerine kadar genişlemiş; fakat devletin ortasında, yanlış olarak
“Bizans” denilen Doğu Roma İmparatorluğu bir ur gibi durmakta olduğundan dolayı devlet huzur içinde olmamıştır. Osmanlı
devleti kuruluşunu, kanaatime göre, ancak İstanbul’un fethi ile
tamamlamıştır. Ondan sonra devlet yükselişe geçmiştir.
Osmanlı Devleti
“Yanlış bilinen Osmanlı” konumuza isminden başlayalım:
isim bir cismin değişmez durumunu anlatır. Bir yabancı dil öğreniyorsak, o dilde o nesnenin adını biliyorsak o şey bizim için
vardır. İsim bir cismin, bir varlığın değişmez durumunu gösterir.
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 163
Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. (Bakara Suresi 30)
Allah ilk insana mevcut her şeyin bilgisini verdi demektir. Âdem Aleyhisselam çok bilgiliydi ve her şeyi biliyordu.
Sonradan icâd edilen, yapılan şeyler bunun dışındadır. Bir şeye
doğru isim vermek son derece önemlidir. Kesin bir gerçektir ki,
bir varlığa kendi aslî, orijinal isminden başka bir isim vermek,
tahrîfdir ve ona karşı olmayı ifşâ ve ilân eder; bu durum da bilimin temel kuralı olan objektifliğe taban tabana zıttır.
Yakın zamanlara kadar Müslüman’dan Müslüman diye bahsedilmez, “gerici” veya “mürteci” denirdi. Bunu, İslâma karşı olanlar
yapardı; işin farkında olmayan bilinçsizler de onlara uyardı.
Basra Câmii’nde ders vermekte olan Hasan Basrî hazretlerine birisi gelip büyük günah işleyenin durumunu, yerini sordu. Hasan Basrî hazretleri cevap vermeden, öğrencilerinden
biri, Vâsıl b. Atâ, “fil menzileti beynel menzileteyn (iki yer,iki
mevki arasında bir yer)” dedi. Bunun üzerine Hasan Basrî hazretleri “i’tezele ‘annâ Vâsıl” (Vasıl bizden ayrıldı)” dedi. Vâsıl
ve onun izinden gidenlere Mu’tezile denildi. Hâlbuki bu fırka mensûpları kendileri için “Ehlu’l-Adl”, “Ehlu’t-Tevhîd”,
“Ehlu’l-Hakk” diyorlardı. İslâm âleminin rasyonalistleri diyebileceğimiz, aklı önceleyen bu inanç grubuna Müslümanların
çoğunluğunu meydana getiren Sünnet bağlıları “Mu’tezile”
adını verdiler; bu inanç grubu Müslümanlar tarafından 1400
yıla yakın bir zamandan beri bu adla anıla geldi. Mu’tezile’nin
görüşü benimsense idi, onlara “Mu’tezile” değil, “Ehlul Adl”,
“Ehlut Tevhîd” veya “Ehlul Hakk” denirdi.
Amr b. Hişâm adındaki, İslâm’ın azılı düşmanı için Hazreti
Muhammed (A.S.) “Ebû Cehil” buyurdular. Müslümanlar, o
zamandan beri bu kişiyi “Ebû Cehil” diye anarlar. Bir Araba
“Amr b. Hişâm kimdir?” diye sorsanız, bilmekte tereddüd eder;
164 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ama “Ebû Cehil” derseniz hemen o kişiyi hatırlar.
Batıdan alıp papağan gibi düşünmeksizin tekrarladığımız,
okul kitaplarımıza bile girmiş olan “Osmanlı İmparatorluğu” ifadesi fâhiş, korkunç bir yanlıştır.
Dünya görüşü ve siyâset alanına çıkış şartları, sosyal yapısı Avrupa’daki siyâsî-sosyal kuruluşlarınkine hiç benzemeyen
Osmanlı Devleti, şimdiye dek, hep Avrupa topluluklarına benzetilerek ele alınmıştır.
Terim, târif edilmiş, sınırları belirlenmiş, kendisiyle ne kasdedildiği, ne denilmek istendiği, açık seçik belli olan kelime
demektir. Istılâh da, “üzerinde anlaşılmış, sulha varılmış, herkesin kabûl ettiği” gibi anlamlara gelir. “Kare” denilince nasıl
“dörtkenarı birbirine eşit, dört iç açısı da dik açı olan, karşılıklı
kenarları birbirine paralel geometrik şekil” anlaşılıyorsa, târih
terimleri de öyle olmalıdır. Yoksa, “ben şu kelimeyle şu kavramı kasdettim”, “şu terimi şu anlamda kullanıyorum” denmeye başlanırsa, tam bir kavram kargaşası, büyük bir kaos ortaya
çıkar. Birbirine benziyor diye, dikdörtgene “kare” demek ne
kadar yanlışsa, sosyal terimleri de doğru olarak kullanmamak
öylece yanlıştır.
Osmanlı târih terimleri ile ilgili başlıca yanlışlar şöyle sıralanabilir:
Osmanlı, kurduğu siyâsî yapıya Devlet-i ‘Alîyye-i Osmâniyye
(Pek Yüce Osmanlı Devleti) adını verdi, (‘alîyye: ‘pek yüce’ demektir. ‘âliye: ‘yüce’ demektir. ‘alîyye, faiyl vezninde abartma
kalıbındadır, ‘âliye değil de ‘alîyye olması, sıfatı olduğu devlet
kelimesi muennes: feminin olduğu içindir). Osmanlı, kendisi
için bâzen de Saltanat-ı Senîyye (Parlak, Muhteşem Saltanat)
ifâdesini kullanmıştır. Normal olarak, Devlet-i Osmâniyye
(Osmanlı Devleti) denilip, sıfatı sona eklenmeliydi; Devlet-i
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 165
Osmâniyye-i ‘Alîyye olmalıydı. Ama Osmanlı’ya göre bir tek
Devlet vardı (devlet kelimesi, Osmanlıca’da, Arapça’dakinden
çok daha geniş ve içerikli anlam yüklenmiştir), bu devlet pek
yüce idi, sonuna da Osman’a âid olduğunu belirten Osmâniyye
sözü eklenmişti. Bu, gerçekten çok büyük bir siyâsî kuruluşun
gösterebileceği göz kamaştırıcı ve çarpıcı bir alçakgönüllülük
ifâdesidir. Küçük ve zayıf olan, tevâzu gösteremez. Öte yandan,
Osmanlı Bankası kurulunca da adı, Bank-i Osmânî–i Şâhâne
(Şâhâne Osmanlı Bankası) konmuştu; Bank-i Osmânî–i
Emperyal (Emperyal Osmanlı Bankası) değil. Çok iyi bilinen
ve yerleşmiş bir prensiptir ki, özel isimler tercüme edilmez.
Osmanlı siyâsî yapısının adı da yüce, muhteşem, parlak, gibi sıfatlar bir yana bırakılırsa, Osmanlı Devleti’dir, “Osmanlı Cihân
Devleti” diyen bilinçli tarihçiler de vardır. Osmanlı, yeryüzünün en büyük siyâsî gücü olduğu 16. yüzyılda ve daha sonraları ‘İmparatorluk’ sıfatını kendisi için hiç kullanmadı. Osmanlı
kaynağına bakıyoruz o kendisine ne demiş acaba diye; Osmanlı
devletinin ilk resmî tarih yazıcısı “vakanüvisi” Mustafa Naîmâ
Efendi, “Ravzatu’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâril Hâfikayn” kısaca Târîh-i Naîmâ veya Naîmâ Tarihi diye adlandırılan eserinde, Osmanlıyı anlatırken:
el Kelâm fî Zuhûrid Devletil ‘Aliyyetil Osmâniyye (Pek
Yüce Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı Hakkında Söz, Bahis)
demektedir.
Devletin târih yazmakla görevlisi, Osmanlıyı Devlet-i
Aliyye-i Osmaniyye diyerek adlandırmıştır. Osmanlı devleti, kendini Pek Yüce Devlet olarak adlandırmıştır. Osmanlı,
Sosyo-ekonomik, kültürel yapısı için Devlet sözünü kullandı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki, sayısı 200 milyon tahmîn
edilen belgelerde Osmanlı siyâsî yapısının adı, dâima Devlet-i
166 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Alîyye olarak geçer. Bazen de Saltanat-ı Senîyye yâni parlak saltanat diye geçmektedir. İsmin, normal olarak Devlet-i
Osmaniyye olması gerekiyor. Sonra da sıfatın (pek yüce’nin)
‘aliyye diye sona eklenmesi gerekir; ama Osmanlı öyle yapmıyor: Bir tane çok yüksek devlet var; sonra da bu devlet
Osman’a aittir, diye Osmaniyye sona ekleniyor. Burada muhteşem bir tevâzu vardır. Çok güçlü olan tevâzu gösterebilir, zayıf
olan tevâzu gösteremez, böbürlenir. Bütün Osmanlı tarihlerinde Osmanlı’nın adı Devlet-i Aliyye diye geçer; bunda hiçbir
şüphe yoktur. Osmanlı belgelerinin hepsinde, Kur’ân-ı Kerîm
harfleri ile yazılmış belgelerde ve basılı kitaplarda Devlet-i
Aliyye diye geçer. Meselâ herhangi bir arşiv belgesine bakalım.
Sultan Abdülaziz Paris Antlaşması’na katılmak üzere 1870 yılında Londra’da toplanan ilgili taraflar temsilcilerinin hazırladığı belgeyi tasdîk ederken Osmanlı siyâsî varlığından Devlet-i
Aliyyemiz diye söz etmekte diğer siyâsî teşekkül başkanları sıfatları ise aynı belgede şöyle sıralanmaktadır:
Alamanya İmparatoru ve Prusya Kralı
Avusturya İmparatoru ve Bohemya ve Macaristan Kralı
Fransa Hükûmet-i İcrâiyyesi Reîsi
Birleşik Krallık ve Bretanya-yı Kebîr ve İrlanda Kraliçesi
İtalya Kralı
Bütün Rusyalar İmparatoru (Başbakanlık Osmanlı Arşivi,
Nâme-i Hümâyûn Defteri, Numara 13 Sayfa 73).
Osmanlı devleti kendisi hakkında, resmî ünvân olarak sonuna kadar Devlet-i Aliyye sözünü kullandı. Kısacası, gerek
Osmanlılar zamanında yazılmış olan târih kitaplarında, gerekse Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde, (o zamanki ifâdeyle
“İmparatoriyye-i Osmâniyye” olması gerekiren) ‘Osmanlı
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 167
İmparatorluğu’ tâbirine aslâ rastlanmaz. Devletin başındaki zâtın
ünvanları olarak da Hân, Hâkan, Pâdişâh, Halîfe, Hünkâr
deyimleri kullanılmıştır, ‘İmparator’ değil. Tekrâr tekrâr ifâde
etmek zarrûretindeyiz (çünkü uzun yılların birkaç nesilden beri
yerleştirdiği yanlış alışkanlığın yok edilmesi kolay değil): Osmanlı
eğer kendisine İmparatorluk deseydi orijinal belgelerde o zamanki dille İmparatoriyye-yi Osmaniyye ibâresi bulunurdu. Böyle bir
ibâre katiyyen göremezsiniz. Osmanlıya imparatorluk demek
için böyle bir ibârenin olması gerekir, ama yoktur. Daha önce
belirttiğimiz gibi, bir varlığa aslî, orijinal isminden başka bir isim
vermek, ona olan husûmeti, düşmanlığı gösterir.
İmparatorluk Sömürmek Demek
Peki, “İmparatorluk” deyiminde ne kötülük var? denilirse; kötülüklerin şâhı, insanlığın yüzkarası sömürme var: İmparatorluk,
sömürmenin, emperyalizmin âleti. İmparatorlukta, idâre eden,
sömüren bir kavim ve sömürülen, ezilen, kimliğini bile kaybetme derecesine getirilen kavimler var. İngiliz İmparatorluğu’nun
Afrika’daki bir sömürgesindeki yerliye “Hiç İngiltere’ye gittin
mi?” diye sorulduğunda, “No, I have never been home” (Hayır
hiç anavatan’da, yuvada bulunmadım) diye verdiği karşılık,
kimlik yitirilişinin en keskin kanıtıdır. Osmanlı’nın 4 asırdan
fazla kaldığı Sırbistan’da, Sırpların, dinleriyle, dilleriyle 19. yüzyılda ortaya çıkmış olmalarıyla Afrikalının durumu yan yana
getirilirse gerçek anlaşılır.
Nitekim Prof. Dr. Kemal Karpat Osmanlı Devleti’ne imparatorluk iftirâsını uygun görmediği için, Batılı Osmanlı
târihçileriyle yaptığı bir ilmî toplantının tebliğlerini yayınladığı
kitaba The Ottoman State and Its Place in History adını vermiş,
168 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
İmparatorluk sözünü kullanmamıştır. Osmanlı Devleti’nin
büyüklüğünü anlatmak için kirli, yüzkarası ‘imparatorluk’ sözüne ihtiyaç yoktur. Osmanlı’dan “imparatorluk” diye söz etmek, onun temsîl ettiği kutlu dünyâ görüşünü dinamitlemek,
berhavâ etmek, Nizâm-ı Âlem bekçisini eşkıyâ kılığında sunmak demektir.
Türk Arap İlişkileri İnceleme Vakfı, 1980’li yılların başlarında Boğaziçi Üniversitesi’nde bir seminer düzenlemişti. Bu
seminer Basra Körfezi konusundaydı. Seminer sırasında bir
İngiliz Profesör ile tanıştık. Profesöre, Osmanlı için imparatorluk sözünün değişmesi gerektiğini ve kullanılmaması gerektiğini söyledim. O da aynen şunu söyledi: asla değiştiremeyeceksiniz! Anlayana sinek sesi saz. Kitaplıklardaki çok sayıda
yanlış ibâreli kitaplara ve düşünce özürlülerin papağan gibi,
düşünmeksizin tekrarladıkları ‘imparatorluk’ sözünün yaygınlığına güvenerek böyle söylüyordu, bu kirli ibârenin değiştirilmesinin çok zor olacağını düşünüyordu. Bilmediği ise: “Dağ
nice yüce olsa, yol onun üstünden aşar” diyen Yûnus Emre’nin
milletinden, mârûz kaldığı kültür istilâsından sıyrılan yeni nesil
târihçilerin gelmekte olduğu idi.
Osmanlı Devlet ve Medeniyeti
Her medeniyet, belli tasavvurlar, kavramlar üzerine kurulur. Osmanlı Devlet ve Medeniyeti de İslâmî kavramlar üzerine
binâ edilmiştir. Bu kavramlar üzerinde kısaca duralım.
HÜMÂYÛN: Hümâ, hep gökte yaşadığı düşünülen efsânevî
bir kuştur, Hümâyûn, Hümâya âit, Hümâ ile ilgili, Hümâ gibi,
kısaca; semâvî, gökçe demek olur. Osmanlı, Semâvî Mesaj:
İslâm’ın temsîlcisi olduğu, kendini öyle kabûl ettiği için, mü-
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 169
him gördüğü her müesseseye, nesneye hümâyûn sıfatını eklemiştir: Osmanlı Devleti’ni yöneten, tepedeki hey’etin adı
Dîvân-ı Hümâyûn’dur. Osmanlı, yönetimine, Dîvân-ı Hümâyûn
(Semâvî Dîvân, Gökten gelen buyrukları Yeryüzünde hayâta
geçiren idâre) adını vermiştir. Ordusuna, semâvî ordu, gök ordusu manâsına gelen Ordu-yu Hümâyûn demiştir. Osmanlı donanması: Donanma-yı Hümâyûndur, Donanma-yı Osmâniyye
değil! Pâdişâh’ın mührü Mühr-ü Hümâyûn, el yazısı Hatt-ı
Hümâyûn’dur. Topkapı Sarayı’nın ilk kapısı Bâb-ı Hümâyûndur.
Pâdişâhın katıldığı cihâd yolculuğuna Sefer-i Hümâyûn denilmiştir. Dîvân-ı Hümâyûn’dan İngilizce kitaplarda Imperial
Council diye söz edilmesi fâhiş hatadır. (msl. bkz.: en iyi niyetlilerden biri olan Stanford Shaw, History of the Otoman Empire and
Modern Turkey, Cambridge 1991, pp. 25, 26, 101, 102, 108, 115,
117, 120, 123, 164, 258, 280,289)
Varlık sebebi i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın buyrukların
yüce tutmak, hâkim kılmak) olan Osmanlı, İslam târihinin
devâmıdır. Sadrâzamının bulunduğu yere Bâb-ı Âsafi der. Âsaf
b. Berkhiyâ, binlerce yıl önce yaşamış, hüküm sürmüş olan
Süleymân (a.s)’ın akıllı vezîridir. Osmanlı kendi sadrâzamı
onun gibi akıllı olsun diye bulunduğu konağa Bâb-ı Âsafi diyor.
Aslında, semâvî dediğimiz her üç dîn (insanların ilk iki safhasına değişik isimler vererek Mûsevîlik, Hristiyanlık dediği ve
İslâm), aynı ilâhî kaynaktan gelmektedir. İslâm’a göre, bütün
Peygamberler aynı dînin târihin akışı içindeki teblîğcileridirler.
Bir kimse, Hz. Âdem’i, Hz. İbrâhim’i, Hz. Mûsa’yı, Hz. Îsa’yı
ve diğer gönderilmişleri Peygamber olarak kabûl etmezse, Müslüman olamaz. Bunun içindir ki, altı köşeli yıldız,
Osmanlı’da, Süleyman Aleyhisselâm’ın mührü olarak kabûl
görmüştür. Ünlü Osmanlı Kapudân-ı Deryâ’sı Hızır Hayreddîn
170 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Paşa’nın sancağında, Zülfikar’la birlikte Mühr-i Süleymân da
vardır. Osmanlı Cihân Devleti, Süleymân Peygamber’in akıllı
veziri Âsaf b Berhiyâ’yı takdirle yâd ederek, en büyük sorumluluğu taşıyan, Pâdişâh adına iş gören Sadrâzam’ına, Âsaf’ı örnek kabûl ettiği için, Sadrâzamın ikametgâhını Bâb-ı Âsafî diye
anmıştır.
VEZÎR: Osmanlı merkezî karar ve icrâ (yürütme) organı
Dîvân-ı Hümâyûn’da vezîrler vardır. Kuran-ı Kerim’de şöyle
buyrulur:
Ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ (Hiçbir kimse, başkasının
günah yükünü çekmez. İsra Sûresi 15)
Vizr yük demektir. Vezîr öyle saltanat süren değildir, sorumluluk yüklenmiş, yükün altına girmiş zavallı demektir. Vezîr
kelimesinin meselâ İngilizce’ye minister diye tercüme edilmesi
doğru değildir. Terimler, kesinlikle değiştirilmez.
Bu kesin kuralı göz ardı edenler, İngilizce yazarken vezîr kelimesi yerine minister diyorlar.
‘Minister’ ne demek, ona bakalım; bu terimin şu anlamlarda
kullanıldığı görülüyor:
a) belli bir bölümden sorumlu bakan (the foreign minister; the
Minister of Education)
b) (büyükelçi) ‘ambassador’dan daha aşağı rütbedeki temsilci (the Belgian minister in Madrid),
c) papaz (The Reverend Philip Foster was inducted as minister
of the local Baptist church in 1992.) (Cambridge International
Dictionary of English, (Cambridge University Press, 1995, p.901)
Elçi, papaz gibi mânâlar bir yana bırakılsa bile, vezîr kelimesi, bakan kelimesinin ifâde ettiği kavramla da tam örtüşmez:
Bakan, Başbakan’a bağlı, belli bir hükümet biriminin başındaki
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 171
kişidir. Dîvân-ı Hümâyûn’da ise, belli, mahdût sayıda vezîr vardır, öyle görev bölümü yoktur. En önemlisi de, bakan’ın yetki
ve sorumluluğu ile vezîr’inki çok farklıdır. Vezîr, yük yüklenmiş,
yükün altındaki, ‘sorumluluk yüklenmiş’ kişi demektir. Kelime,
sorumluluk ifâde etmektedir. İki çeşit vezîr var. Osmanlı veziri
tefvîz veziridir. Pâdişâh adına hüküm verir. Büyük hata yaptığı
zaman da canı ile öder. (Diğer çeşit ‘tenfîz’ vezîridir, verilen
hükmü, buyruğu infâz eder.)
Her medeniyetin kendi özel kavramları üzerinde binâ edildiğini hatırlatalım. Bu kavramın gereği gibi anlaşılabilmesi için
ra’iyyet, re’âyâ kavramının iyi bilinmesi gerekir.
RAİYYET: Son İlâhî Mesaj’ın, İslâm’ın temsîlcisi olan
Osmanlı Cihân Devleti’nde, yönetilenlere re’âyâ denirdi.
Re’âyâ, ra’iyyet kelimesinin çoğuludur, kelime anlamı gözetilenler, korunanlar, kollananlar, bakımlarına dikkat edilenler demektir. Bu anlam, Kur’ân-ı Kerîmdeki “Femâ Ra’avhâ
Hakka Ri’âyetihâ” (Buna da gereği gibi ri’âyet etmediler,
uymadılar, o işin hakkını vermediler. Hadîd Sûresi 27))
âyetinde görülmektedir. Kelimenin bir anlamı da, otlatmak,
bakımını üstlenmek, sorumluluğunu almaktır. Çoban, nasıl sürüsünden sorumlu ise, ra’iyyet’in yönetimini üstlenen de öylece
sorumludur.
Öte yandan, yönetilenler için İngilizce’de subject denmektedir. Bu kelime neyi ifâde etmektedir, ona bakalım:
subject (person): a person who lives or who has the right to
live in a particular country, esp. a country with a king or queen.
He is a British subject.
subject (govern) to defeat (people or a country) and then to
control them against their wishes and limit their freedom. The invaders quickly subjected the local tribes. (Cambridge, 1995, p. 1451)
172 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Subject, görüldüğü gibi, ‘boyun eğdirilmiş’ demektir,
ra’iyyet’den çok farklıdır. Görüldüğü gibi, raiyyet ve subject kelimeleri, çok farklı iki dünyâ görüşünü yansıtmaktadır. Batı’daki
idâre edilen: subjecttir, Osmanlı’da ise idâre edilen raiyyet’tir
ve emânet-i ilâhiye olarak kabûl edilmektedir.
FEODALİTE: “Ülkeler ve halklar diğerlerinden farklıdır
(her biri ayrı, ‘biricik’tir) ve birbirlerine sâdece sınırlı, özel noktalarda -aldatılarak- benzetilebilir” (Countries and peoples are
unique and are not so easily lured into identity with each other save
on limited, and specific points.) (Rupert Emerson, From Empire to
Nation, Cambridge, Massachaussets: Harvard University Press
1967, vii). Yâni her cemiyet kendi şartları içinde incelenmeli. Bakıyorsunuz Avrupa’da uzun çağlar boyunca feodalite var.
Feodalitede insanlar, toprağa bağlı yarı köle durumundaydılar ve toprak satıldığı zaman çiftlik hayvanı gibi sâhip değiştirirlerdi. Bir kız evlendiği zaman ilk gecesini toprak sahibiyle geçirmek zorunda idi. Bu, Kanundu: Latincesi Jus Primae
Noctis (İlk Gece Hakkı). Bizde ise tımarlı sipâhî savaşta yararlılık göstermiştir. Ona köylerin gelirini toplayacaksın demişlerdir. Gayrimüslimlerden haraç, Müslümanlardan öşür toplar.
Karşılığında devlete savaşa hazır belli sayıda asker yetiştirir.
Şimdi İstanbul Defterdarı, İstanbul’un sahibi mi? Tımarlı Sipahi
onun gibi bir şey. Devlet adına vergi toplayıp asker besliyor ve
halkın canından, malından ve ırzından sorumlu. İnsanlık için
yüzkarası feodalite bizde hiçbir zaman olmamıştır.
FETH: Fetih açmak demektir. Bir yeri fethetmek orayı
İslam’a açmak, orada İslâmî değerleri üstün kılmak demektir;
yoksa işgal etmek, zorla baskı yapmak değildir. Hadîs-i şerif’te
buyruluyor ki: “her doğan çocuk fıtrat üzere doğar; anası, babası
onu Hristiyan, Yahûdî yapar.” Her çocuğun fıtrat üzere doğması,
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 173
İslam fıtratı üzre doğması demektir: çünkü fıtrat, tabiî durum,
hâl, yaradılış demektir ve İslâm insanın bu tabiî (şimdi tabiî için
‘doğal’ diyorlar) durumuna çok uygundur. Bu fıtrat durumunu
şu olayda da görürüz: gayr-i müslim birine İslâm anlatıldığı anda,
-kalbi mühürlenmediyse- hemen Müslüman oluyor, deyim yerindeyse, su tabiî mecrasına, yatağına akmağa başlıyor. Afrika’ya
misyonerler gidiyor, yerli halkın hastasını tedavi ediyor, çocuğuna bir şeyler öğretiyor ve onu Hristiyanlığa sokuyor. Arkasında
büyük bir teşkilât var, büyük maddî destek, kaynak var. O misyonerler hak bildiği bâtıl yolda uğraşıyor. Nasıl dînî tören icrâ
edeceğini öğreniyor. Çabası takdîre değer de; ama bâtıl yolda. Bir
gerçek Müslüman gidiyor. Bakıyorlar: adam dürüst, alışverişte
aldatmıyor. Müslüman, inancına göre yaşıyor. Kendiliklerinden,
o Müslüman gibi olmaya, Müslüman olmaya başlıyorlar. Yâni fetih insanların İslam’ı görmesini sağlayan hareket demektir. Bir
ülke fethedildiğinde, İslâm’a açıldığında o ülke halkı İslam’a girmeye zorlanmaz; o insanlarla İslâm arasındaki sun’î, insanların
koyduğu, şartların getirdiği engeller kaldırılmış olur. İslâm son
derece gerçekçi bir dindir. Zorla dîne giren, münâfık olur; dışı
Müslüman, içi kâfir olur. İnsanın sorumluluğu için iki şart vardır:
akıl ve buluğ (ergenlik). Aklı olmayanın dini de yoktur. İkinci
şart buluğ, ergenliktir. Yani insan iki cinsten birisine ait olduğunu anladığı an sorumluluğu başlar. Buluğ çağında sorumluluk
başlar. Fetih, insanların İslâmla tanışmasını sağlayıcı bir olgudur.
Fethedilen ülkede İslami değerler hâkim kılınır. O değerleri benimseyen cemiyette yükselir. Osmanlı’da bunu çok iyi görüyoruz. Sadrâzam pâdişah adına hüküm veriyor. Adam 15 yaşına
kadar Balkanlar’da çobanlık yapar, ama devşirilir, kabiliyetlidir.
Enderun’da yetişir. Sancakbeyi olur, beylerbeyi, vezir, sadrâzam
olur. Sadrâzamların birçoğu Türk aslından da değildir. İslâm’ı
174 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
benimsemiştir. İslâm’ı benimsemişse hiçbir engel yoktur. İslâm’a
göre bir gayrimüslim bir kâfir, kelime-i şehâdet getirdiği anda hepimizden temiz oluyor. Böylece insan kendi dünya görüşünü ilân
ediyor. “Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed’in O’nun
kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim” diyor. Şehâdet getirdiği
anda bir gayrimüslim hepimizden daha iyi bir durumda oluyor.
Bütün günahları siliniyor. Böyle olunca, insan en yüksek yerlere geliyor. Fetih budur. Feth kelimesinin meselâ İngilizce’ye fiil
olarak to conquer, isim olarak conquest diye çevrilmesi, Fâtih’in
Conqueror şeklinde ifâde edilmesi doğru değildir; vâkıayı, gerçeği yansıtmaz. To conquer, bir ülkeyi zaptetmektir. Napolyon’un,
Hitler’in başarıları da conquesttir. Feth ise, sâdece bir ülkeyi zaptetmek, ele geçirmek değildir; fethedilen ülkede İslâmî değerleri
hâkim kılmaktır. Feth kelimesi yerine başka bir kelime kullanmak, fethin içeriğini boşaltmak, eylemi nötrleştirmektir.
CİZYE: Cizye, Arapça bir kelimedir, fi’le veznindedir, cezê
(karşılığını vermek) fiilinden türemiştir, bir nevi karşılık demektir. Fi’le vezni, tarz, nevi anlatır. Nitekim rece’a, geri dönmek
demektir, fi’le veznindeki ric’at, ‘bir nevi geri dönüş’ (düzenli şekilde geri çekiliş) demektir, bozgun hâlinde darmadağınık kaçmak
değildir. Gayrimüslimler askerlik yapmadıkları için, savunmaya
katkıları olmadığından dolayı, kendilerinden, ‘bir nevi karşılık’ olarak cizye alınırdı. Cizye, gayrimüslimlerin hepsinden de
alınmazdı; papazlardan, kadınlardan, çalışamayan yaşlılardan,
çocuklardan cizye alınmaz, ödeyenlerden de, mâlî durumlarına
göre (a’lâ, evsat, ednâ seviyelerinde) alınırdı. Yâni Cizye, bâzı
oryantalistlerin ifâde ettiği gibi “baş vergisi” değildir.
Cizye, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulmaktadır. (Kendilerine Kitap
verilenlerden Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanmayan, Allah ve
Resûlünün harâm kıldığını harâm saymayan ve Hak Dîni kendine
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 175
dîn edinmeyen kimselerle savaşın, tâ ki küçülerek elleriyle cizye
vereler. Tevbe Sûresi 29) Hz. Muhammed (A.S.) m.630 yılında,
Tebuk Seferi sırasında, Eyle Hâkimi Yuhanna b. Ru’be’den cizye
almıştır. Cerbâ ve Ezruh halkı da gelmiş ve cizye ödemişlerdir (İbn
Hişâm, es Siretün Nebeviyye, 1375/1975, II, 525).
DEVLET: Devlet meselesine geldiğimizde; 1648 yılı, gerek
Avrupa târihi bakımından, gerekse Dünya târihi bakımından
çok önemlidir. Katoliklerle Protestanlar 1618’den 1648 yılına
kadar 30 yıl harp ettiler birbirlerini haklayamadılar. Sonunda
Vestfalya Andlaşması ile “her Alman Prensi hangi dini ister
ise onu seçer” dediler; her prens kendi dînini seçti ve 1648’de
ortaya Parlamento çıktı. Parlamento teşri (yasama) işi yapıyor.
Üç erkten bahsediliyor Yasama, Yürütme ve Yargı. Osmanlı
Devleti’nde, icrâ heyeti diyeceğimiz Divân-ı Hümâyûn vardır.
Divân-ı Hümâyûn yürütme ve yargı erkini kullanır, Osmanlı’da
mezâlim mahkemesi yok. Derdi, dâvâsı olan doğrudan Divân-ı
Hümâyûn’a gidebiliyordu. Yasama yok; bu ciddî görünüşlü
müsteşrikler, kanunnameleri laik kanunlar diye çeviriyorlar. Halbuki, Kanunnameler zâten var olan ilâhî hükümlerin
nerelerde, hangi şartlarda nasıl uygulanacağını belirleyen yönetmeliklerdir. Devlet de bu ilâhî kanunları, şerîatı hayâta geçirmenin âletidir. Osmanlı’da yasama yok şeriat var, Kuran-ı
Kerim var, sünnet var ve Hanefî mezhebine göre iş görülüyor.
Vestfalya’da ise ne oluyor? Parlamento, yasama erkini üstleniyor. Ondan sonra o kuruluşlara kimisi State diyor İngilizce; biz
alışkanlıkla devlet diyoruz. Osmanlı’da devlet yasama yapmaz;
o kanunnameler zâten belli olan Ahkam-ı Şer’iye’nin, Şeriat
hükümlerinin hangi bölgede hangi şartlarda nasıl uygulanacağını gösteren yönetmelikler demektir. Şeriata aykırı kanunname olmaz. Osmanlı Devleti şeriatla yönetilen İslam devleti.
176 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Kanunname çıkacak ve Şeraite aykırı kanun olacak! Yâni günümüzde Anayasa’ya aykırı kanun gibi. Dîvân-ı Hümâyûnda
yasama yok sadece yargı ve yürütme vardır. Devlet dediğimizde bu ikisi vardır. Devlet ile state, etat, staat denilen Avrupaî
kuruluş arasında fark var. State, parlamentosunda yasama yapıyor. Devlet yasama yapmıyor. Devlet sözü ortadan kalktığı
zaman İslami muhteva gidiyor, nötrleşiyor. Devlet, İslam’ın
tatbikçisi demek. İmparatorluk dediğimiz anda hem İslâmî
içerik buharlaşıyor, hem de, Batılıların yamadığı sömürücülük
iftirâsına katılarak kendi kalemize gol atıyoruz.
Özetlersek: Devlet’te iki erk var: yürütme ve yargı.
State/Etat/Staat denilen Avrupa sosyo-politik kuruluşunda
üç erk var: yasama, yürütme ve yargı. Görüldüğü gibi Devlet ile
State örtüşmüyor.
Osmanlı Devleti’nin ne zaman kurulduğu konusuna geldiğimizde erken Osmanlı târihçileri arasında sayabileceğimiz Neşrî’nin Tarih-i Cihânnüma’sında şu bilgileri buluyoruz:
“Karacahisar şenlendi. Cuma kılınması lâzım diyorlar, Tursun
Fakih ve Edebalı Hazretleri, bunu tartışıyorlar. Osman Gazi bu
söz üzerine geliyor kimden izin alacakmışız” diyor. Cuma’nın bir
hususiyeti var, izn-i âm derler, yâni mülkî âmirin, hükümdârın
izni olması gerekir, ancak öyle kılınır. Cuma namazı herkese
açık olacak, herkes Cuma kılamaz; kılanın hür olması gerek.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu 1299 olarak kabul ediliyor. Ben
ise 1289 olmalı diyorum. Karacahisar fethedilmiştir, Osman
Bey adına ilk hutbe Karacahisar’da okunmuştur. Bayram namazı Eskişehir’de kılındı. O zaman Eskişehir adında bir yer yok
o zaman Sultanönü, Sultan öyüğü diye geçiyor. Cuma namazının bir husûsiyeti vardır. Cuma namazını Resulullah (a.s.) hicret sırasında Mekke’den ayrılıp baskıdan kurtularak hür olunca
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 177
ilk defa yolda (şimdi Cuma farz oldu diye) Rânûnâ Vâdisinde
kılmıştır (İbn Hişâm, es Siretün Nebeviyye). Daha Medine’ye
ulaşmadan kılmıştır ki hür olmayana Cuma farz değildir. Cuma
hâkimiyet ve hürriyet alâmetidir. Nitekim Osmanlı yıkıldığında Kahramanmaraş’ta Cuma kılınacak iken İmam Fransız
bayrağı orada dururken Cuma kılınmaz der. Bunun üzerine
Müslümanlar kaleye çıkıp Fransız bayrağını indirirler, Cumayı
öyle kılarlar. Cuma hâkimiyet alâmetidir. Hutbe kimin adına
okunuyorsa orası onun hâkimiyetinde demektir. İslâm’ın klasik devrinde hâkimiyet alâmeti olarak hutbe ve sikke kabul
edilir. Sikke madenî para basılmış paradır. Ama İslâm’da ilk
sikke Ümeyyeoğulları Devleti’nden Abdülmelik b. Mervân,
(Kubbetu’s-sahra’ya altın kaplamalı kubbeyi yaptıran) halîfe
zamânında basıldı. Ondan önce Peygamberimiz (sav) devrinde,
dört halife devrinde hep mahallî paralar kullanıldı. Para, anlaşılacağı üzere, ikinci derecede hâkimiyet alâmetidir. Birinci
derecede hâkimiyet alâmeti hutbedir. Karacahisar’da Osman
Gazi adına hutbe 1289 yılında okunmuş olmalıdır. Çünkü
Karacahisar’ın fethi çok erkendir. On beş senedir KKTC diye
bir Cumhuriyet var. Dünya onu tanımıyor. Diyelim ki şartlar
değişti 2020 yılında tanıdı. KKTC 2020’de mi kurulmuş olacak. Aynı şekilde Osmanlı Devleti Osman Gazi adına hutbenin okunduğu dakikada kurulmuştur. Hutbe okunduğu an
Osmanlı Devleti kurulmuştur. Tam müstakil (bağımsız) olması
uzun zaman almıştır hattâ Orhan Gazi çağında bile Moğollara
haraç veriyordu.
Sosyal duruma gelince: Orhan Gazi devrinde Müslümanlar
zekât verecek insan bulamıyorlar. Yani Osmanlı, günümüz
Amerika’sından çok daha ileri. Hatalar yok mu? O da var.
Meselâ Kanunî Sultan Süleyman çok büyük padişah; has-
178 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ta hasta Zigetvar Seferine çıkıyor. Ama bence Birinci Vezir
Ahmet Paşa’yı sadrâzam yapacağına nizamı bozarak İbrahim
Paşa’yı sadrâzam yapması büyük hatâ. İbrahim Paşa çok kabiliyetli; Mısır’da işleri yoluna koyuyor, orada tımar düzeni yerine
sâliyâne usûlünü uyguluyor. Ancak, töreyi, kanunu bozmamak
lazım. Bence sırayı bozup İbrahim Paşayı sadrâzam yapması
doğru olmamıştır.
İmparatorluk sözü nereden geliyor?
19. yüzyılda, 1826’dan sonra Osmanlı’nın orijinal
hükûmetindeki Dîvân-ı Hümâyûn kalkmış, yerine Bâb-ı Âli’de,
şimdiki İstanbul Valiliği’nin bulunduğu binada hükûmet kurulmuştur. O yüzyılda, Avrupa ülkeleri arasında -İngiltere dışında- diplomasi dili Fransızcadır. Fransızca öylesine yaygındır ki Çarlık Rüyasının başkenti Saint Petersburg’da, sarayda
bile Fransızca konuşulmaktadır. Osmanlı Hükûmeti’nden de
Bâb-ı Âli (Yüce Kapı) karşılığı olarak Fransızca Sublime Porte
Ottoman diye söz edilmektedir.
Kırım Harbi (1853-1856) sona ererken Londra’da yapılan ve müttefiklerin eline geçen ganîmetin paylaşılmasını görüşen toplantıda, Osmanlı temsîlcisi Kostaki Musurus Paşa,
alışılmış alfabetik sıraya göre “Sublime Porte Ottoman” şeklinde imza atacak olursa, imzası, küçük Sardunya Krallığı’nın
temsîlcisinden sonra geleceği için, İstanbul’a danışmadan, izin
de almadan oracıkta “l’Empire Ottoman” tabirini kullandı.
(Sinan Kuneralp, “Bir Osmanlı Diplomatı: Kostaki Musurus
Paşa {1807-1891}” Belleten, cilt 34, No. 135, s. 424). Sonradan,
Bâb-ı Âli de bu oldu-bittiyi kabûl etti. Ancak bu olay, 19.
yüzyılın ikinci yarısındadır (1856) ve bundan böyle bu tabir,
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 179
Devlet’in sâdece dış yazışmalarında kullanılmıştır. Kısacası,
Osmanlı, kendisi için, bütün orijinal belgelerinde, kitaplarda,
resmî evrakta dâimâ Devlet-i “Aliyye tabirini kullanmış, 600
küsûr yıllık ömrünün sadece 10 da birinde ve dış yazışmalarda bu
sonradan uydurma tâbir Hâriciye mensuplarınca kullanılmıştır.
Kırım Harbi’nde Osmanlı ilk defa borçlanmış ve batmaya oradan başlamıştır.
Osmanlı Bankası kurulduğu zaman adı Bank-ı Osmanî-i
Şâhâne idi; Bank-i Osmânî-i Emperyal değil. Emperyalizm sömürge rejimidir, Osmanlı ise sömürgeci değildir. Sözgelimi
Osmanlı’nın Macaristan’a yaptığı masraf Macaristan’dan aldığı vergilerden çok daha fazladır. Bu konuda Batılı bir yazardan alıntı yapalım. Chris Cook şöyle diyor: “Emperyalizm: 15.
yy’dan itibaren İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve Britanya
deniz aşırı İmparatorluklar kurmaya başladılar.”(Dictionary of
Historical Terms London: Macmillan, 1983). Diğer bir Batılıya
bakalım: “Emperyalizm (Latince imperium: kudret, iktidar’dan
türeme) genellikle ticârî ve endüstriyel yayılmanın bir âleti,
vâsıtası olarak bir İmparatorluk kurma ve yönetimi. 15.yüzyıldan başlayarak İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere
denizaşırı İmparatorluklar kurmağa başladılar. 19.yüzyılda
Avrupa emperyalizmi daha ileri götürüldü ve öncekinden çok
daha etkili hâle geldi. Bu, iki merhalede oldu, birisi, 1870’lere
doğru gelen ve ilk merhale denebilecek olandır. Bu merhalede,
eski emperyal güçlerin bazıları İmparatorluklarını daha da genişletmeğe devam ettiler: Rusya, Fransa ve İngiltere böyleydi.
Ötekiler durakladı veya İmparatorluklarını küçülmüş buldu,
bu grupta Hollanda, İspanya ve Portekiz vardı.(J.M.Roberts,
The Hutchinson History of the World, London: Hutchinson,
1987, p. 835.)
180 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Görüldüğü gibi, Dünya tarihini yazarken Batılı, normal
olarak emperyalist ülkeleri sayıyor, içlerinde tabiî, Osmanlı
yok! Ama sıra Osmanlı tarihini yazmaya gelince, sanki her
ülkenin gelişimi, oluşumu, yapısı birbirinin aynı imiş gibi
veya Osmanlı’nın devâmı Türklerle, komşularının, özellikle
Arapların arasını açmak için, Osmanlı’ya “imparatorluk” yaftasını yapıştırıyorlar.
Bizdeki Yaygın ve Yanlış Bilgilerin Kaynağı
Biz (Seyyid Mustafa Nûri Paşa’yı ve diğer birkaç zâtı saymazsak) analitik tarih metodunu Batı’dan aldık. Modern
tarih yazıcılığı ile bu metodu alırken birtakım görüşleri de
aldık. Avrupalılardan alınan görüşler, -doğru imiş gibi- birkaç nesildir tekrarlandı, durdu. Durum İslâm dünyası için
de aynıdır. Tunus’a gittiğimizde Yaşayan Diller Enstitüsü,
Arapça Bölümü’nde derslere devam ettik. Oradaki Tunuslu
öğretim elemanları Arapçayı Fransa’da öğrenmişti. Fasîh
Arapçayı, Araplar konuşmazlar. Onların konuştukları
Arapça mahallî dildir. Arapçayı Fransa’da öğrenmiş bir öğretici, “Kurân-ı Kerîm’de çelişkiler var” dedi. Tefsîr doktoru (Prof.) İsmail Cerrahoğlu ve hadîs doktoru (Prof.)
Talat Koçyiğit’le birlikteydik. İsmail Bey “Kur’ân’ın neresinde çelişki var göster” dedi, ama o gösteremedi; fakat o
kanaati de değişmedi. Çünkü daha dili öğrenirken o iddiâyı
müsteşrikten almış, benimsemişti. Müsteşrikler diyorlar ki
“Arapçanın durumu fecî, (Araplar Arapçayı, bilmezler en az
lise seviyesinde okuyup öğrenmesi gerekir.) Arapça Türkler
yüzünden böyle oldu Türkler İslam Dünyâsına hâkimdi,
Arapçayı ihmâl ettiler.”
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 181
İslâm târihini biraz bilen fark eder ki Hz Muhammed (s.a.v)
tebliğ ettiği İslam ilk 80 yılda büyük bir hızla yayıldı. Bir yandan
Çin’e dayandı bir yandan da bütün Kuzey Afrika ve Endülüs
(İspanya) alındı. Oralara giden Arap mücâhitler bulundukları
yerde Müslüman olmuş hanımlarla evlendiler. Çocuk dilini annesinden öğrenir, “anadili” diyoruz, kadın Arap değil, Arapçayı
bilmiyor ki çocuğa öğretsin. Böylece Arapça ilk 80 yıldan
itibâren bozulmaya başladı. Selçuklular çağında Nizamiye
Medreseleri kuruldu, buralarda Öğretim Dili Arapçaydı.
Selçuklularda da Osmanlılarda da öğretim dili Arapçaydı.
Müsteşrikler (oryantalistler) kuyuya bir taş daha atıyorlar: “Osmanlılar Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı da
Pâdişahlar niçin Hacca gitmedi?” diyorlar, bazıları da bu tuzağa düşüyor. Bu da kocaman bir yalan: Osmanlılar Çelebi
Mehemmed (o zamanki telaffuzu Mehemmed şeklinde olduğunu Halil İnalcık ve Mevlüd Oğuz’un yayınladığı Gazavât-ı
Sultan Murâd Bin Mehemmed Han adlı, Fâtih’in babası İkinci
Murâd Hân’ın gazâlarını, seferlerini anlatan eserin başlığından
da anlaşılacağı üzere, o çağda, Mehmed değil, Mehemmed deniliyordu, Fâtih’in adının da Mehemmed olması gerekir) zamanından beri Osmanlılar, Hicâz’a surre heyeti ile hediyeler
gönderiyorlardı.
Osmanlılar, Hicâz’ı aldıktan sonra, İslam Dünyası’nın sorumluluğunu taşıyan devlet olarak her yıl surre alayı gönderdiler. Surre Emini hac ediyor. İslamda bedel diye bir konu vardır.
Birisini bedel olarak gönderirseniz hem sizin adınıza haccetmiş
olur, hem kendisi de hacı olur. Padişah’ın gönderdiği Surre
Emini Hicaz’a gidip Haccettiği zaman oturup daha icat edilmemiş Amerikan filmlerini seyretmiyordu; haccediyordu ve
kendisi hacı olduğu gibi, onu gönderen padişah da hacı olu-
182 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
yordu. Yâni, bedel yoluyla padişahlar haccettiler. Yoksa maddî
olarak İstanbul’dan ayrılmaları nasıl mümkün olacaktı? Arada
koskoca Kölemen (Memluk) devleti vardı. O devletin arazisinden geçerek birkaç bin askerle Hicâz’a gitmesi olacak şey
değildi. Öte yandan; Portekiz ve İspanya 16. yy. da en kuvvetli
iki Hristiyan devlet. Papa Güney Amerika’yı ikisi arasında paylaştırdı. Brezilya hâlâ Portekizce konuşur, diğerleri İspanyolca
konuşur. Portekizliler Kızıldeniz’e girdiler, Cidde’ye hücûm
ettiler. Niyetleri Mekke’yi alıp Kudüs ile değiş tokuş etmekti.
Böyle tehlikeli bir durumlar vardı. Hicaz’a surre gönderme geleneği Birinci Cihân Harbi sırasında bile devâm etmiştir.
Ayrıca, İstanbul boş kalacaktı, yani Pâdişâhın İstanbul’dan
ayrılması söz konusu değildi. Çokbilmiş, çok ciddî görünüş altında komiklikler yapan müsteşrik/oryantalistlerin ortaya attığı
diğer bir tuzak-soru da şudur: “Osmanlılar Müslüman olduklarını iddiâ ediyorlardı da Endülüs’ün imdâdına niye koşmadılar?”
Osmanlılar Endülüs’ün imdâdına koştular. Sultan II. Bâyezîd
Kemal Reîs’i gönderdi, 70 bin Müslüman’ı kurtardılar. Osmanlı,
kara yoluyla bütün Avrupa’yı çiğneyerek oraya gidemezdi.
Akdeniz’e hâkimiyet değil üstünlük 1538’de Preveze Deniz Savaşı
ile Osmanlı’ya geçti. Endülüs’te son düşen Gırnata 1492’de yani
40 sene önce Hristiyanların eline geçmişti. Endülüs çoktan bitmiş,
ondan sonra Osmanlı’ya üstünlük geçmişti. Osmanlı oraya gidemezdi. Osmanlı’nın deniz terimleri bugün hâlâ İtalyanca kökenlidir, bu terimler, Venedikliler’den ve Cenevizliler‘den alınmıştır.
Osmanlı yayılışı ile Batılı yayılışında fark vardır.
Onlar da yayıldı. Osmanlı da yayıldı. Batılı sanâyi inkılâbı
yaptı. Eline imkân geçti. Dünyanın dört bir yanına gitti. “Biz
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 183
medeniyet götürüyoruz” diye bir sebep uydurdu. Osmanlı yayılışının temelinde hadis-i şerif var. Îmânı deve hörgücüne
benzeten Hz. Muhammed (s.a.v)’in ifâdesine göre, en yüksek
mertebe cihâdtır. Bugünkü durumumuz farklı. İslâm’da namaz
% 100 farz, zekât % 80 farz, oruç % 70 farz, hac % 50 farz
diye bir şey yok. Cihâd da namaz gibi % 100 farzdır. Âyette
“Hoşunuza gitmediği halde cihâd size farz kılındı. Olur ki bir şey
hoşunuza gitmez o sizin lehinizedir. Olur ki bir şeyi seversiniz o sizin
aleyhinizedir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara 216.) buyurulmaktadır. Osmanlı bu cihâd görevini yerine getirmek için oralara gitti. İnsanın inancı uğrunda yapacağı en son şey de onun
için savaşmaktır. Bugün kültürel cihâd var. O daha çok etkili.
İslam’ı anlatmak, yaşamak, örnek olmak var. Osmanlı bütün
tarihi boyunca sadece 28 yıl harp etmedi; 1740–1768 arasında
harp olmadı. Osmanlı, cihâda sefer diyor. Sefertası oradan kalmış güzel bir hâtıra. Sofra kelimesi de cihâd hâtırasıdır. Sofra
da Sefer de S-F-R kökünden gelmektedir. Sözlüğe bakıyoruz:
sofra:ta’âmul musâfir (yolcu yemeği) diyor. Osmanlı’nın ömrü
cihâd yolunda, seferde geçtiği, yemeğini seferde yediği için sofra diyor. Bugün bile sofra diyoruz. Papalık kim bilir kaç milyar
dolar harcar bu sofra kelimesinin Türkçeden çıkarılması için.
Kısmet kelimesi de cihâd hâtırasıdır. Kısmet bir nevi bölüştürme demektir. Çünkü ganîmette herkes aynı payı almaz. Yaptığı
yararlığa göre, rütbesine göre pay alır; ayrıca süvâri yayadan
daha çok para alır. Kısmet bir nevi bölüştürmek demektir. Bu
da cihâd hâtırasıdır. Dahası şehâdet şerbetini içmek deyimi
vardır. Can vermek kolay bir iş değildir. Şerbet şimdiki uydurma içecekler gibi değil; içinde çeşitli bitkiler bulunan çok lezzetli bir içecektir. Osmanlı, Allah’ın buyruğuna uyarak seferde
bulunurken, cihâd ederken can vermeyi şehîd olmayı, şerbet
184 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
içmeye benzetiyor. Yağsız tuzsuz peynire kötü peynir demiyor.
İmansız peynir diyor. Peynirin îmânsızı öyle olursa insanın
îmânsızı nasıl olur onu düşünmek lazım. Bütün bunlar” nasıl
bir İslam ile nasıl yoğrulduğumuzu gösteren şeyler.
Bu devlet meselesine dönelim. Devlet iki boyutlu; icrâ (yürütme) var; zâten var olan, Allah’ın emrettiğine inanılan kanunları
tatbîk ediyor, uyguluyor, bir de yargı var. Devlette yasama yok.
Batılı siyâsî yapılarda, Parlamento YASAMA/TEŞRÎ görevi de
yapıyor. İmparatorlukta sömürme var. Osmanlı bir kere olsun
imparatorluk sözünü kullanmamış. Biz bir yeri aldık, fethettik
diye yazarız. Batılı, kendisinden alınan yer için fall der, ‘fall of
Constantinopol’ der: İstanbul’un düşüşü der. Nereden baktığınıza
bağlı. Kelimeleri kullanırken bilinç gerek, dikkat gerek. Bir fıkra
var. Hayırseverin biri, küfeciler tutmuş, içerek yolda sızıp kalan
çağdaşları topluyor. Yolda giderken birini alıyorlar, küfeye bindiriyorlar. Bir müddet sonra başka bir çağdaşa rastlıyorlar. Onu kaldırıp küfeye bindirirken ilk küfedeki kendine geliyor, konuşmaya
başlıyor. “İnsan bu kadar içer mi kendini bilmeyecek kadar! Öyle
şey olur mu” diye. Kendisinin nerede olduğunu bilmiyor. Şuur (bilinç) çok önemlidir. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor;
Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme:
Başsız başsız adamlar...
Soru ve Cevaplar
Soru: Sadrazam kelimesini açıklayabilir misiniz?
Cevap: Sadr: Arapçada göğüs anlamındadır. A’zam: en büyük demektir. Dîvânda başköşede oturduğu için sadrâzam di-
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 185
yorlar, bazen vezir-i a’zam diyorlar. Osmanlıyı ben anladığım
gibi anlatmaya çalıştım. Çok sonraları İstanbul Büyükşehir
Belediyesinin Doğudan Batıdan Konferanslar kitabını bana hediye ettiler. Oradaki bir makaleden öğrendim ki Bizans diye
bir şey yok. Bu Yunan tarihçilerinin bize dayattığı bir şey.
Biliyoruz ki 6. yy.’da (Roma) Doğu İmparatorluğu deniyordu.
Çünkü 395’de Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldı. 476’da Batı
bölümü yıkıldı. Doğu imparatorluğu devam etti. Bizans diye
bir şey yok. Bu Bizans kelimesini de kullanmamak gerek. Rum
İmparatorluğu’dur. Nitekim bu onun uyruklarına, tebasına, torunlarına bugün de Rum diyoruz. Bu konuyla ilgili yazıyı sunuyorum:
“M.S. 1000 yılının ikinci yarısında, Anadolu, yanlış bir biçimde “Bizans” diye anılan Doğu Roma İmparatorluğu’nun
hâkimiyeti altındadır. Yanlış bir biçimde dedim, çünkü hiçbir zaman ‘Bizans Devleti’ denilen bir devlet var olmamıştır. ‘Bizans’, günümüz bilim adamlarının Latince ‘İmperium
Orientale’ diye bilinen devlete verdikleri isimdir. Sonuç olarak,
bu devlet Doğu Roma İmparatorluğu idi ve Bizans vatandaşı
diyebileceğimiz hiç kimse olmadı. Hristiyanlık ve Romalılardan
önce İstanbul’un bir bölgesinin adı olan “Bizans” sözcüğünden ortaya çıkan bu uydurulmuş “Bizans” terimi, modern Yunan kurumları tarafından tarihin değiştirilmesinin esas araçlarından biridir
ve bu da onu reddetmek için diğer bir sebeptir.” Muhammed
Şemseddin Megolommatis, Batı, Doğu ve Türkiye, “DoğudanBatıdan Konferanslar Dizisi II”, İst. Büyükşehir Belediyesi,
Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayını, İst. 1997, s. 39.
Soru: Son zamanlarda tarihin popüler kültür tarafından işlendiğini görüyoruz. Vasat bir insan için bundan elli sene sonra sağlıklı
bir bilgiye ulaşma imkânı kalmayacak. O kadar temel yanlışlıklar
186 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
temel doğrular gibi sunuluyor ki bir toplumun kişiliğini oluşturan
tarihin bu kadar çağrışıma açılması bu kadar işlenmeye açılması,
provokasyona açılması ne derece doğrudur? Buna akademisyenler,
memleketin aydınları mukavemet edemezler mi?
Cevap: Endişelerinizde haklısınız; ama ben iyimserim. O
Osmanlı tarihini daha çok magazin boyutunda anlatıyor. Hiç
olmazsa gençler arasında tarihe merak saranlar ortaya çıkabilir.
Sağduyu yanılmaz er geç ortaya çıkar diye düşünüyorum. Batılılar
tarihi nasıl yazıyorlar, bakalım: AJ.P. Taylor adlı dişli bir İngiliz
tarihçi var. Batılılar soykırımcı olmuştur, diyor. Amerikanları,
İngilizleri, İspanyolları anlatıyor. Avusturya’da öğretim üyeliği
yapmış. Alman tarihi ile ilgili kitap yazmış. Önsözünde “Alman
tarihinde hep aşırılıklar vardır diyor. Orta yol yoktur ya kaos vardır, ya diktatörlük vardır. Hitlerin ortaya çıkışı akarsuyun denize
ulaşması kadar bir tesadüftür.” diyor, yani öyle bir milletten böyle kötü bir adam çıkar demeye getiriyor. Alman tarihini yerden
yere vuruyor. İngiliz, Alman tarihini böyle yazıyor. Acaba bizim
tarihimizi nasıl yazar? Stanford Shaw vardı, 2 ciltlik Osmanlı
Tarihi var birisini kendisi yazmış, birini hanımıyla beraber yazmış.
Şimdiye kadar Osmanlıların tarihi hiçbir kaynağa bakılmaksızın
yazılmıştır diyor. Fransa’nın tarihini yazarken İngiliz ve İtalyan
kaynaklarına bakmak nasıl isabetli olmazsa özür dileyecek değiliz
diyor. İlk defa Osmanlı kaynaklarına da bakmışlar. Bizim tarihçilerin Batılı târihçilerin yerleştirdiği yörüngeden çıkmaları lâzım.
Yapılacak şey rötuş değil yörüngeyi değiştirmek.
Soru: Osmanlı Hanedanı’nın taht mirasçısı Kırım Hanedanı olduğu söylencesi var. Bu konuda ciddi bir delil var mıdır? TRT’de bir
dizi başladı. O dizi de İran Şahı’nın Osmanlı tahtına göz diktiğini
görüyoruz. Bu tarihsel olarak doğru mudur?
Cevap: Tarîhî dizileri kasden seyretmiyorum. Kendi iç dünyalarının çirkefini döktükleri için, ruh sağlığım bozulmasın
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 187
diye seyretmiyorum. Bizim tarihlerde Kırım’ın 1475’te Gedik
Ahmet Paşa tarafından alındığını yazar. Bu doğru değildir.
1475’te olan Cenevizlilerden alınan kolonilerdir. Kırım’ın iç
taraflarında karışıklıklar vardır. Kırım ulemâsının desteği ile
Mengli Giray Han seçilir. Yavuz Sultan Selim aynı zamanda
çok büyük bir diplomattır. Han’a 20 bin altın gönderir. Diğer
ileri gelenleri maaşa bağlar. Osmanlı sancağa çekilmesini ister. Han danışır; ileri gelenler kabûl etmek istemezler. Sultân
Selîm, Kırım Hânı’ndan, oğlunun terbiyesi için (aslında rehin
olarak) Osmanlı Sarayına gönderilmesini ister. Böylece Yavuz
Sultan Selîm zamanında Kırım iç işlerinde serbest olmak üzere
Osmanlıya bağlanır. Kırım Hânı protokollerde Sadrâzam ile eşit
durumdadır. Avrupa hükümdârları, protokolde sadrâzama eşit
idiler. 1606 Zitvatorok Andlaşmasıyla Avusturya Hükümdârı
Padişah ile eşit duruma geliyor. Yavuz Sultan Selim, babası II. Bâyezid’e karşı ayaklandığı zaman Trabzon Sancakbeyi
idi. Kefeye geçiyor ve Kırım Hanı’nın kızı ile evleniyor. Hafsa
Sultan, Yavuz Selim’in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın annesidir. Zannediyorum öyle bir akrabalıktan dolayı böyle şeyler gündeme gelmiş olabilir. Manisa’daki Mesir macunlarının
dağıtılan camiyi ve külliyeyi yaptıran bu hanımdır. Akrabalık
meselesi ondan olsa gerek.
Soru: Son dönem Osmanlı Kamu Yönetiminde bir tabir
var. “Kaht-ı Rical” ne anlama gelmektedir?
Cevap: Kaht-ı Rical; adam kıtlığı demek. Osmanlının son
döneminde bazı görevlere ehil insanlar bulunması zorlaşmıştır. Adam kolay kolay yetişmiyor. Sultan İkinci Abdülhamîd
Han birçok okullar açtı. Kütüphanelerde tasnîf yaptırdı. Sultan
Birinci Abdülhamîd’in bir sözü var: “Ya Avrupalılar gibi oluruz
ya da bizi Türkistan’a sürerler”. Sadece taklidi kastetmiyor.
188 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Güçlü olmaktan bahsediyor. Ne yapacağımızı bilemediğimiz
için hep şekille uğraştık. Bir de batılıların dayatmaları var.
Filozof Rıza Tevfik bölükbaşı diyor ki: (Sultan Abdulhamîdi
türlü oyunlarla ve Avrupa desteğiyle tahttan indirdiklerinde
‘âferin almak için’)” Talat’la İngiliz Konsolosluğu’na gittik,
kimi sorduysak ‘yok’ dediler. Bir mana veremedik, döndük”.
Yıllar sonra İngiltere’ye gittiğinde Bay Nicolson (1908 yılında
İstanbul’daki İngiliz Elçisi) ile görüşüyor, bu olayı anlatıyor, görüşmemelerinin sebebini soruyor. Bay Nicolson “biz Mısır’da,
Hindistan’da tebaamızı tutmak için milyonlarca altın harcıyorduk. Ama Abdülhamîd bir Hâfız Osman hattı Kur’ân ile
selâmını gönderiyordu ve onların bağlılıklarını temin ediyordu.” dedi. Avrupalı güçlerin yok etmek istedikleri, Halîfelik
kurumu idi; Sultân Abdülhamîd’in Halîfelikten hal’i, indirilmesi, onlar için yetmiyordu, Halîfelik kurumunun ortadan kaldırılmasını istiyorlardı.
Sonuç
Bütün toplumların aynı merhalelerden geçmek, içyapılarını
birbirine benzetmek gibi bir mecburiyetleri olmadığının, târih
boyunca da, bütün toplumların aynı merhalelerden geçmediği,
içyapılarının birbirinden çok farklı olduğu vâkıasının hatırdan
çıkarılmaması gerekir. Nitekim bu gerçek, yine Batılılarca da
zaman zaman dile getirilmektedir. Misâl olarak birini tekrâr
sunalım: ‘Ülkeler ve halklar diğerlerinden farklı)dır (her biri ayrı,
‘biricik’tir) ve birbirlerine sâdece sınırlı, özel noktalarda -aldatılarak- benzetilebilir” (Countries and peoples are unique and are
not so easily lured into identity with each other save on limited, and specific points.) (Emerson, 1967, vii).
YANLIŞ BİLİNEN OSMANLI \ 189
Osmanlı tarihini ele alırken, incelerken, Osmanlı kendisiyle
ilgili olarak hangi deyimleri kullanmışsa onları kullanmak, nomenclature prensibini çiğnememek gerekir; bu husûsa riâyet edilmezse, ortaya konan, Osmanlı değil, Osmanlı karikatürü olur.
Osmanlı tarihine yaklaşımda esâs mesele, müsteşriklerin
yerleştirdiği, tercümelerle bizde de büyük ölçüde yerleşmiş olan
Osmanlı karikatüründe rötüş yapmak değil, onu aslî yörüngesine oturtmaktır. Bunun için de, ilk adım, müsteşrikleri ciddîye
almak saplantısından, hastalığından kurtulmaktır; Osmanlı’ya
müsteşrik açısından değil, Osmanlı’nın kendine baktığı gibi
bakmaktır.
Teşekkür Ederim.
MODERN TÜRK ŞİİRİNDE ÜÇ İSTANBUL ALGISI \ 191
İSTANBUL TÜRKÇESİ
Mustafa KAÇALİN *
Musa DUMAN **
Uğur DERMAN ***
Hayati DEVELİ****
Mustafa Kaçalin: Merhaba Sayın dinleyiciler. İstanbul tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Birçok
millet kendi dilini hoşgörü içerisinde bu topraklarda kullanmıştır. Çocukluğumun İstanbul’unda birçok komşumuz farklı
milletlerdendi. Hepsi kendi dillerini konuşurlardı. Bu bizim ve
İstanbul’daki yaşayanlar için bir zenginlikti. İşte bugün bu zenginliği İstanbul’umuzun Türkçesini konuşacağız.
Musa Duman: Türkçe bizler için yani Türk milleti için çok
önemlidir. Milli kimliğimizin en önemli göstergesidir. Geçmişte
olan ne varsa bugüne Türkçe sayesinde geldiler. Atalarımız ne
düşünmüşler, ne söylemişler, geleceğe ait düşüncelerinin ne
olduğunu dil sayesinde öğrenmiş bulunuyoruz. Bugünkü konumuz İstanbul Türkçesi, aslında buna İstanbul’ca demek lazım.
İstanbul bir coğrafi mekânın adı yani içinde aslında dil yok.
İstanbul 1453’te bizim oldu; ama Türkçe ondan önce de vardı.
İstanbul bir coğrafi mekân olduğuna göre bu İstanbul ve çev* Prof. Dr., Türk Dil Kurumu Başkanı
** Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi, Öğretim Üyesi
*** Prof. Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Öğretim Üyesi
**** Prof. Dr,. İstanbul Üniversitesi, Öğretim Üyesi
192 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
resinde konuşulan, kullanılan Türkçe, Türkçenin diğer ağızlarının yanında bir kullanımı temsil ediyor. Tıpkı İstanbul Türkçesi
gibi bugün Anadolu’da kullanılan, belli bölgelerde kullanılan,
Erzurum’da kullanılan, Kayseri’de kullanılan, Edirne’de kullanılan, Konya’da kullanılan, hem ses hem de kelime bakımında birbirine göre farklılık taşıyan Türkçeler var. Biz hangi yöredensek
onları daha çok biliyoruz. Bu Türkçeler de İstanbul Türkçesi gibi
buralara sonradan gelmiştir. Daha sonraki zamanlarda da Kıbrıs
Ağzı dediğimiz bir Türkçe var, o da 1571’den sonra oluşmaya
başladı; dolayısıyla Türkçenin gelişmesi lehçe, ağız, şive olarak
farklılaşırken, bir yandan da Türkçe için tarihi bir süreç başlamış
oldu. Yaşadığımız süreçte de yeni ağızlar ve yeni lehçeler oluşmaya başlıyor. Bu Anadolumuz’da değil, Avrupa’da, Avrupa
Türkçesi dediğimiz bir Türkçe şeklinde gelişiyor. Bu Türkçe örneğin Almanya’da konuşuluyorsa Almanca’nın etkisi altında,
Hollanda’da oturuyorsa Hollanda’da kullanılan dillerin etkisi
altında ve bazı kelimelerin söyleyiş yönlendirmesi ile buralarda
bir Türkçe ağzı oluşuyor.
Bizim Batı Türkçesi dediğimiz, Türkçemiz, bilindiği gibi
Oğuz Türkçesine dayanmaktadır. Diğer Türk lehçelerine
göre farklı bir yanı var. Oğuz Türklerinin Anadolu’ya gelmesi
ile bir temel Türkçe olarak yerleşti. Ama bu Türkçeyi etkileyen, bu Türkçeyi besleyen Anadolu’daki farklı unsurlar da var.
Etkileşimde bulunulan milletlerin dillerinin etkisi var. Bizim
Türkçemiz için temel fonetik kurallar vardır. Ses kuralları, büyük ünlü uyumu vb. dediğimiz olaylar. Ama Anadolu’da gelişen Türkçemizde buna uymayan, bu yapıyı bozan pek çok kullanımla karşı karşıyayız. Türkçenin kendi doğal seyri içersinde
bu değişikliklerin gerçekleşmemiş olması lazım gelir. Diğer dillerin, bazen Arapça ve Farsçanın böyle bir kuralı olmadığı için
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 193
fonetik açıdan Türkçenin bu fonetik kullanımı özellikle ilmi
çevrelerde bazen konuşma dillerindeki kullanımlarda bu farklılıkları görebiliyoruz. Bu azınlıkların Türkçeye kattıkları yanında biz Türklerin, Türkçe konuşan insanların yabancı kelimeleri
kullanmaya başlamalarıyla kendi dillerindeki bu fonetik yapıya
uymayan kullanımları rahatlıkla kullanabildiklerini görüyoruz.
Müşkülat kelimesini seslendirmek aslında bir Türk için kolay değildir. Ama biz bunu bugün öğrendik ve neredeyse bunu
yabancı bir kelime olduğunu düşünmeden rahatlıkla kullanıyoruz. Tiyatro diyoruz, bu da gene Türkçenin ses düzenine uymuyor; ama hiçbirimiz zorlanmadan bugün için rahatlıkla kullanabiliyoruz. Dolayısıyla bizim fonetik ağız yapımız, Anadolu’da
biraz değişmiş oldu. Bu kültürel farklılığı yaşamamış coğrafyalarda Türkçeler biraz kapalı kalmışlarsa onlarda bu renkliliği, bu çeşitliliği göremiyoruz. Ses olayları Kazak Türkçesinde
daha bir sağlam gözüküyor. Biz, Anadolu’ya geldikten itibaren
İstanbul’un fethinden önceki Türkçe de bizim bugün İstanbul
Türkçesi dediğimiz dilin incesini temsil ediyor. Önceki dönemde yöresel farklılıkları temsil eden kelimeler o döneme ait
metinlerde karşımıza çıkıyor. Bunun devamında artık Osmanlı
coğrafyasının payitahtının bir cazibe merkezi olmasıyla İstanbul
ve çevresinin temsil ettiği Türkçe bir üstünlük kazandırmış
oldu. İstanbul Türkçesi aslında bir payitaht Türkçesidir. Diğer
ağız bölgelerinin hepsinin bir cazibe merkezi oldu. Şu da söylenebilir ki bu Türkçe’de diğer ağız bölgelerinin hepsinden ve
azınlık ağızlarından izler bulmak mümkündür. İstanbul’da payitaht Türkçesi oluştuğu yıllarda Molino adında bir gramerci
1641 yıllarında İstanbul’da 30 civarında Türkçenin konuşulduğunu naklediyor. Bunlardan sarayda konuşulan Türkçenin en
güzel Türkçe olduğunu söylüyor.
194 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Sarayda kullanılan Türkçe nasıl bir Türkçe? Bizim bugün
temsil ettiğimiz standard dil, oradan gelip 1900’lü yıllardaki
yeni lisan hareketleri ile biraz daha sistemleşmiş ve daha sonra bugün kullandığımız konuşma dilini temsil eden Türkçedir.
Bunu Latin harfli metinlerdeki konuşma dili örneklerinin bugünkü kullanım örnekleri ile tıpa tıp benzer olmasından anlıyoruz. Yani bütün o dış etkilerin, azınlık dillerinin, Arapça, Farsça
gibi ilmi dillerin etkisinin içerisinde bir de konuşma dili olarak
var olan ve cazibe merkezi dediğimiz o payitaht Türkçesinin
oluşturduğu bir Türkçe. 1672’lerde basılmış bir konuşma kılavuzunda, Harsany’nin metninde bir seyyah ile İstanbullu
bir rehberin konuşmasında bugünkü Türkçemizin örneklerini, hatta bir benzerini görürüz. 1780’lere doğru Carbognano
adında başka bir gramercinin eserinde tipik örnekleri vardır:
Mesela Osmanlı alfabesiyle serv okunacak şekilde yazılan bir
kelimeyi Latin harfleriyle selvi diye verir. Buna benzer pek çok
örnek vardır bu kitapta. Bu ilmi Türkçenin yazıya dayalı olanının dışında, konuşma Türkçesini esas alan ve ana gövde şeklinde sürüp gelen İstanbul Türkçesi diye adlandırdığımız o ana
çizgiyi temsil eden Türkçe’nin içinde böyle alıntı kelimelerin,
azınlık dillerinin örneklerini de görürüz. Konuşma dili olarak
bu yapı kurulurken bir taraftan da kara kelimesini kare diye
telaffuz eden ediplerimiz vardır. Örneğin bir şiir örneği vardır.
Alişimin kaşları kare
Bunlar da Türkçedir; fakat bunlar Türkçenin fonetik sistemine uymayan kullanışlardır.
1900’lü yılların başına geldiğimizde Tanzimat sonrası ulemasının ve siyasilerinin gündemi işgal eden fikir tartışmaları
içerisinde dil tartışmalarında da önemli bir yeri vardır. Bunların
içerisinde de dilin sadeleşmesi konusu önemli bir yer tutar.
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 195
Yeni Lisan hareketi, Genç Kalemler Hareketi içersinde Ömer
Seyfettin, Ziya Gökalp bu konularla ilgili pek çok yazılar yazmıştır. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat gibi aydınların
bu konuyla ilgili yazıları da vardır. Oradaki tartışmalarda hedef
şu olmuştur: Genel itibariyle kısmen konuşma dilinden uzaklaşmış gözüken edebi dilin daha anlaşılır, daha sade olmasını
sağlamak. Yani kullanılan Türkçeyi yazı dili haline getirmek;
hiç olmayan bir şeyi getirmek değil. Osmanlı Türkçesi dediğimiz dönem içerisinde yazı dili konuşma dili farklılığını ortadan
kaldırmak. Edebiyatçılar ve ulema kısmen farklı bir dil kullanarak eserlerini yazmışlardır. Bu bir kudret gösterisiydi. Böyle
yazmadığınız zaman dili iyi bilmiyor ve kullanamıyor suçlaması
ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Sade yazan, çeviri eser yazan birçok yazarımızın sebeb-i telif bölümünde özür beyanları vardır:
“Size daha iyi bir dille eser yazardım; ama bu eserimi halktan kişiler
okusun diye böyle sade yazdım” şeklinde açıklama yaparlar.
Tevfik Fikret’in eserlerinde okuyucuyu zorlayan bir dil vardır. Namık Kemal’in mektuplarına bakarsanız bugünkü mektup
dilinden hiçbir fark göremezsiniz. Ama aynı yazarın edebi eserlerinde o tarz bir şey yoktur. Bugünkü okuyucuyu biraz zorlayan
bir dil vardır. Yani dili bütün yönleriyle kullanabilecek ölçüde
kabiliyetli ve becerikli yazarların eserleridir onlar. 1900’lerin başında yazarlar karar verdi ve sade dili kullanmaya başladılar. O
günkü aydınların pek çoğunun buna destek olduğunu biliyoruz.
Bazı yazarlar ise buna çok sıcak bakmadılar, halkın ilim ve irfanını yükseltmek gerektiğini, dilin seviyesini düşürmemek gerektiğini söylediler. Fakat bunlar da 1920’lerde kendi eserlerinin
dilini değiştirmek suretiyle bu akıma tabi olmuşlardır. Dil sadeleştiğinde 1900’lerde doğal ortamına gelmiştir. 1928’den sonra
harf inkılâbından sonraki o ilk yıllarda yazılan, henüz yeni imla-
196 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
nın yerleşmediği dönemlerde yazılan ve basılan metinlerde farklı
şekillerin ve yazı dilini esas alan söyleyiş örneklerini de görürüz.
Türkçenin esas yapısı, o fonetik sistemi bilinen o ana çatıyı muhafaza ettiği için gelişmeler hep doğal ortamına, doğal şartlarına bırakıldığı zaman bu yönde olmuştur. Türkçe hiçbir zaman
kaybetmemiştir. Arapça ve Farsça ile boğuştuğu yıllarda da
kaybetmemiştir. Fransızca ve İngilizce ile boğuştuğu yıllarda da
kaybetmemiştir. Bugün de bir sürü şeyle boğuşuyor, ben gene de
Türkçenin her şeyi ile galip geleceğini ve İstanbul Türkçesinin
Türkçemizin ana omurgasını temsil etmesi sebebiyle, bizim lehçelerimiz içerisinde en güzel, en çok kullanılan ve en zevk veren
bir lehçe olarak devam edeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin birçok yerinde eğitim ve diğer iletişim organlarının her yere ulaşmasıyla hepimizin ana dili olan, yazı dili olan, konuşma dili olarak
kullandığımız ve temelini İstanbul Türkçesinin oluşturduğu Batı
Türkçesini Standard dil olarak kullanıyoruz.
Mustafa Kaçalin: Çocukluğumun geçtiği İstanbul’da artık gelmeyor, gitmeyor, geleyorlar gibi kelimeleri kullanmıyoruz. İstanbul
başkent olması payitaht olması sebebiyle yurdun her yerinden en
üst seviyede o bulunduğu ilin kaliteli insanı İstanbul’a geliyordu.
Yani pazarcısı sokak satıcısı, simitçisi yüksek seviyede oluyordu.
Benim zamanımda bozacılar yoğurtçular vardı. Siz onların ne dediğini anlamasanız bile ses ahenginden hangi satıcının geçtiğini
anlayabiliyordunuz. Şimdi sözü Hayati Develi’ye veriyorum.
Hayati Develi: İstanbul Türkçesi dediğimizde şu soruya
cevap vermeliyiz: Gerçekten İstanbul Türkçesi mi konuşuyoruz? Bir diksiyon kursuna gittiğiniz zaman size “gelmeyeceğim”
ifadesinin İstanbulca olmadığını söylerler. Bize okulda İstanbul
Türkçesi diye öğretilen “gelmeyeceğim” yerine “gelmîcim”; ”almayayım” yerine “almîm” şekilleri önünüze konur.
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 197
İstanbul Türkçesi derken neyi kastettiğiniz önemli; bu konuda bir kavram karmaşası var. Esas İstanbullu yani birkaç
kuşaktır İstanbul’da yaşayan, 50’lerde başlayan iç göçten önce
İstanbul’da bulunmuş ve İstanbul kültürünün sürdürücüsü
olan insanlar: “Biz eskiden böyle konuşmuyorduk!” diyorlar.
İstanbul Türkçesi derken onlar farklı bir konuşma tarzını, söz
varlığını, adab-ı muaşeret kuralları ile beraber kastediyorlar.
Ama genelde Türk Dili alanında öğretmen olan arkadaşlarımız, yani üniversitedeki hocalar İstanbul Türkçesi derken
İstanbul’da konuşulan Türkçeyi değil, Türkçenin standart formunu, yani standart Türkçeyi kastediyoruz. İstanbul Türkçesi
Türkiye Türkçesi’nin yazı dili ve standart şeklidir diyoruz.
Bunun dışında elbette İstanbul’un Kasımpaşa’sında İstanbul’un
Etiler’inde konuşulan dil farklıdır. Bugün genişleyen İstanbul
coğrafyasıyla beraber İstanbul Türkçelerinin sayısı da artmıştır.
Türkçe standartlaşma yolunda uzun bir süreçten geçti.
Sultan Veled’in :
Bu cihândan kim çıkarsa bizi ol bile ki nevüz
Yolumuza kim girerse bile kuş bigi uçavuz
Yarı koyuban gidevüz bu halâyıkı kıyavuz
İsî’nun yolın dutavuz yokaru göğe ağavuz
Yolumuzu kim urursa ileyümüze durursa
Duravuz çalış kılavuz dartavuz kılıç uravuz
Türkçesinden yaklaşık 700 yıl içerisinde
Sevgili ey sevgili en sevgili
Uzatma dünya sürgünü benim
Türkçesine kadar uzun bir yol geçmiş oldu. Ama bu yolun
çeşitli merhaleleri var. Anadolu’ya gelen Türkler farklı diyalektlerini, farklı konuşma biçimlerini de getirdiler. Anadolu’ya
yerleşenlerin çoğu Oğuz boyundan olmakla beraber, farklı
198 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Türk dillerini konuşan Türk halkları da vardı. Anadolu’da birbirleriyle ve yerli halklarla etkileşerek bir kültür ve medeniyet
oluşturdular. İslam medeniyetinin içine girdiler; etkilediler, etkilendiler ve zamanla bir yazı dili oluşturdular. Bunun merkezi
öncelikle Konya idi. Eğer Konya merkez olarak kalsaydı bugün
belki Sultan Veled’in diline benzeyen, günümüz Konya’sının
diyalektine benzeyen bir dil kullanıyor olacaktık, edebiyatta
veya medyada. Eğer başkentimiz Üsküp olsaydı, İstanbul’u hiç
almasaydık Türkçemiz bir Üsküp Türkçesi olarak gelişecekti.
Yani merkez neresiyse standart dil onun çevresinde oluşuyor.
İstanbul Türkçesi’nin adı nerden çıktı. Yani Evliya
Çelebi’nin zamanında, Veysi’nin zamanında, Vehbi’nin zamanında böyle bir tabir var mıydı? Bu İstanbul Türkçesi lafı dilde modernleşme, sadeleşme, yenileşme arayışları ile beraber;
yeni bir Türkçe kurma çabaları içerisinde ortaya çıkıyor. 1909
yılında, yani II. Meşrutiyet’ten bir sene sonra Türk Derneği
kuruluyor. Türk Derneği’nin nasıl bir dil anlayışı olduğu Türk
Derneği beyannamesinde ifade ediliyor. Beyannamede bunlar
biraz örtüktür. Ama o derneğin savunucularından olan İsmail
Hakkı diyor ki: “Yeni dilimiz okuma yazma dilimiz, konuşma dilimiz İstanbul Türkçesine dayalı olacaktır”. Yani biz dili sadeleştireceğiz, Arapça, Farsça kelimeleri azaltacağız konuşma ve yazı
dilimizde standart olarak İstanbul konuşmasını esas alacağız diyor. Bu anlayış Genç Kalemler’in beyannamesindeki 14. maddesinde vardır. Derler ki: “Yazı dilimiz İstanbul Türkçesini esas
alacaktır”. İşte biz o günden beri “İstanbul Türkçesi” yazıyoruz
ve konuşuyoruz diye bir iddia vardır.
Tahirü’l-Mevlevi, İstanbulludur. Önemli bir yazardır,
Edebiyat Lügati’nin yazarıdır. Bir ara Latin harfleriyle ilgili
kurslar açıldığı zaman bu yazarımıza diyorlar ki sen de bura-
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 199
da muallimlik yap da şu insanlara İstanbul Türkçesi’ni öğretelim, hem para kazanmış olursun. Kendisi bu süreci ve cevabını şöyle yazıyor: “Her tarafta kurslar açıldığı sırada defterhanede
açılan kursa benim muallimliğimi inha için müdür bey görüşümü
sordu. Gönderdiği haberde Tahir Bey gayretine mukabil bir şey
yapamıyor. Muallimliği kabul edecek olursa verilecek ücretten istifade eder. Ben ise itiraz ettim. Daha sonra benim itirazımın sebebini sordular. Beyefendi ben şimdiye kadar kanaatim hilafına söz
söylemedim şayet söylemeyeceğim, söylemeyecek halde bulunduysam
hiç olmazsa sustum. Dil Encümeni 1928’de bir beyanname ile ortaya çıkar ve İstanbul Türkçesini esas aldığını ifade eder. Artık yazı
dilimiz standart bir İstanbul Türkçesidir. Dil Encümeninin kararları
benim fikrime uymuyor. Hem İstanbul şivesine göre yazılacak diyor
hem gelmiştir, yedi buçuk kuruştur, gibi yazılar yazıyor. Ben üç batın
İstanbulluyum. Yarım asırdan beri İstanbul Türkçesi konuşuyor ve
işitiyorum. Hiçbir İstanbulludan duymadığım “gelmiştir-olmuştur”
sözlerini müdafaa edemeyeceğim. İstanbul’da böyle denmez gelmişdir,
üç buçuk guruşdur diye yazarlar. Ben de gider başka muallimin dersini kemal-i hayretle dinlerim. Böyle bir İstanbul Türkçesi mi olur?!”
İşte bizim “İstanbul Türkçesi” dediğimiz konuşma ve yazma biçimine bir İstanbullu karşı çıkıyor: bu İstanbul Türkçesi
değil diyerek.
Gazeteci Fuat Uğur bir yazısında şöyle diyor; Televizyonculuk
deneyimim başladığı sırada bir diksiyon kursuna gittim, orada dediler ki Türkçe yazıldığı gibi okunmaz. Bu olgu bir tabuymuş gibi
gizleniyor, resmen dile getirilmiyor. Ama Türkçe yazıldığı gibi
okunur; ama başka türlü okunur. Geleceğim yazarız, gelecem diye
okuruz. Ama diksiyon kurslarında böyle demiyorlar. İstanbul
Türkçesi asıl diyalekt olarak kabul ediliyorsa bunun eğitimi neden yapılmıyor. Bu diksiyon kurslarında başka bir şey öğretiyor-
200 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
lar. Birkaç tane daha örnek vermek istiyorum, Haydi yazarız hadi
diye söyleriz. Değil sözcüğü diil. Bunları diksiyon kurslarında öğretiyorlar peki ben nerden öğreneceğim, okulda hocalarım diyor
ki değil; böyle yazılır, böyle söylenir ve böyle okunur.
İstanbul Türkçesi dediğimiz olgu standart Türkçe demekse, bu standart bundan yüzyıllar önce oluşmuş ve gelişmiştir.
İstanbul fethedilmeden çok daha önce, Edirne ve Üsküp fethedildiği asırlarda, bu merkezlerde oluşan, gelişen, yazıya geçirilen
dil, Anadolu’da gelişmiş bir standart yazı dilinin varlığını gösterir. Bu standart yazı dili yüzyıllar içinde yavaş yavaş, evrile evrile
günümüze gelmiştir. Dil Encümeni’nin veya 20. yüzyıl başındaki dil planlayıcılarının kullandığı ve büyük ölçüde göz önünde
tuttukları standart dil işte bu dildir. Tartışma esasen kelime
dağarcığının sadeleştirilmesi, halklılaştırılması ile alakalıydı. Bu
dağarcık oluşturulurken de İstanbul konuşması esas alınsın isteniyordu. Oysa kolayca anlaşılabilir bir durumdur ki, İstanbul’da
yaşayan halkın dili de yeknesak olmayıp çok sayıda diyalekt grubuna ayrılıyordu. Kenar mahallelerin, merkezin, aristokratların,
devletlü veya okumuşların, azınlıkların konuşma biçimleri hep
birbirinden ayrıydı. Tahirül-Mevlevi’nin “Bu İstanbul konuşması
değil!” diye itirazı biraz da buna dayanıyordu.
Bunlar İstanbul‘da her zaman farklı Türkçeler olduğunu
gösterir. Elbette, her toplumda, hatta her kasabada farklı
gruplar vardır. Hatta küçük bir toplumda ailelerin bile dilleri farklı olabilir. Eğitim durumlarına, kültürlerine, oturup
kalkmalarına göre farklılık olur. Bir aile eğitimli ise daha kibar konuşur, diğer bir aile hayvancılıkla uğraşır; o komşusu
kadar nezaketli konuşamayabilir. Büyükşehirlerde bu farklılık
daha çok ortaya çıkıyor. Bugün İstanbul’un etnik yapısı çok
karışık değil, imparatorluk Osmanlısı hakikaten çok renkli
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 201
ve çok dilli bir toplumdu. Onların Türkçeleri de bu nedenle çok renkli ve çeşitliydi. İstanbul Türkçesi derken yüzyılın
başındaki yazarçizerler, Ziya Gökalpler, Ömer Seyfettinler ve
diğerleri aslında ortalama okumuş yazmışın konuşma lisanını
kastediyorlardı. Yoksa Tahirül-Mevlevi’nin karşı çıktığı dili
esas kabul ederlerdi. Almicim, gelmiycim şeklinde yazılırdı.
Standizasyon böyle olurdu. Bir dil planlaması yaptılar. Artık
Türkçeyi nasıl yazalım dediler. Arap harplerini kaldırıyoruz
dediler, devrim oldu ama eskiyi bütünüyle reddedemediler.
Yazıya bağlı bir okuyuş Ziya Gökalp’in, Ömer Seyfettin’in
okuduğu biçim. Bu ortalama İstanbul aydınının okuma yazma
Türkçesidir. Seslendirme bunu esas alır. Ne yaptılar? Artık
gözel, yokarı yok güzel ve yukarı var.
Gerçekten İstanbul Türkçesi demeli miyiz? Bence dememeliyiz. İstanbul Türkçesi şu anda da vardır. Bir linguistik çalışmaya
söz konu olabilir. Mesela Ümraniye tarafındakiler bölge bölge
nasıl bir Türkçe konuşuyorlar? Etkileşimler nelerdir? Standart
dilin bunlara etkisi nedir? Araştırılabilir ve bir İstanbul ağzı tanımlaması, linguistik anlamda oluşturabiliriz. Bizim standart
dili kastettiğimizde İstanbul Türkçesi dememiz kesinlikle doğru değildir. Standart Türkçe dememiz lâzım ya da en azından
Edebi Türkçe, yahut Yazı Dili Türkçesi dememiz daha doğru
olur. Yoksa İstanbul ağzıyla kastedilen biraz mevhum ve biraz
da geçmişte kalmış. Geleceğe taşınma şansı bu hâliyle çok zor
olan İstanbul Türkçesi’nin verileri bambaşka. Bu konuda yapılmış çok ayrı bir çalışma yok. O şansı da kaybettik. Keşke 40’lı,
50’li yıllarda ses kayıt cihazlarıyla birileri bir şeyler kaydetselerdi. Onu kulaklarımızla duyup deşifre edebilseydik. Ama bazı
kaynaklara dayanan bir iki çalışma yayınlandı. Mesela “a”: kaç
tane ayrı “a” sesi var. Beş kadar ayrı “a” var. Bir normal “a” var,
202 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
bir kapalı “a”, bir açık “a” var, derin “a”, yarı uzun “a” ve uzun
“a” var. Bu derin “a” İstanbul ağzında hiç kullanılmayan ğ’nin
düşmesiyle dilin tamamen geriye çekilip dilin arkasının biraz
kabarmasıyla telaffuz edilir.
Fiil çekiminden birkaç örnek vereyim. İstanbul Türkçesi’nde
gramer anlamında ne kastedildiğini ifade etmiş olayım. Fiil çekiminde görülen geçmiş zaman eki -dı, -di, -du, -dü’dür. Yani
geçdi, çekdi, batdı gibi; ünsüz benzeşmesi yok yani. Mesela gelecek zaman gideceğim, gidicim, hangisi İstanbul Türkçesi bunların. Bence gidicim şekli İstanbul Türkçesi’dir. Diğeri standart
Türkçedir. İstanbul’da bazı yerlerde gelecak diyenler duydum.
Bana mektup yazdiğinden haberdar oldum. Bunu o aldiği için
ben almadım.
Sonuç olarak, diyebilirim ki, bizim standart Türkçemizin
İstanbul ağzına dayandığı iddiası bir şehir efsanesidir. Ortaya
koyulan dil varyasyonlarının İstanbul’daki dil varyasyonlarıyla alakası yoktur. 1928’den sonraki dil planlamasıyla uygulamaya konan varyasyon, yani bugünkü biçim, yüzyıllardır
gelişen ve münevver kesimlerin yazılı olarak metinlerde, sözlü olarak da kamusal alanlarda paylaştıkları standart biçimin,
yani o aydınların konuşma biçiminin sadeleştirilerek 20. yüzyıla uyarlanmış biçimidir. İstanbul’da daha fetihten itibaren
Türkçenin farklı varyasyonları bulunmuştur. Bugünden sonra
da bulunmaya devam edecektir. O konuşma biçimini ille de
adlandırmamız gerekiyorsa İstanbulluların konuşması anlamında, İstanbul ağzı diyebiliriz.
Mustafa Kaçalin: Hayati Develi’ye söyledikleri için çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok faydalı bilgiler verdi. Şimdi
İstanbul’un eski konuşma dilini en iyi bilen ve konuşanlardan
biri olan Uğur Derman Bey’e sözü takdim ediyorum.
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 203
Uğur Derman: Efendim, dostlarımız iltifat ediyorlar. Fakîriniz
İstanbul Türkçesi’yle konuşmak iddiasında değilim; korumağa
çalışıyorum. Daha önceki konuşmalarda Tâhirü’l-Mevlevî’nin
(1877-1951) adı geçdi. Encümenden sonra kuruma döndüğü
vakit Türk Dil Kurumu için söylediği bir beyit hâtırıma geldi:
Hıfz eyle İlâhî! Dilimi Dil Kurumu’ndan,
Lağv olması elbette hayırlı”durum”undan!
İstanbul Türkçesi sâdece telaffuz biçimiyle değil, harfleri
îtibariyle de hususiyet arz eder. Biz bugün “İ” harfinin üstündeki noktaya göre İstanbul diyoruz. O, İstanbul olmadığı gibi,
Istanbul da değildir. I ve i arası bir sesle söylenmesi lâzımdır.
Avrupa dillerinden, Arabça’dan, Farsça’dan alınmış kelimeler
bu şehre gelince yeni bir hüviyet kazanmakdadır. Aklıma şöyle
bir misâl vermek geliyor: Yahyâ Kemal’in (1884-1958) dostlarından rahmetli Dr. Muhtar Tevfikoğlu (1924-2007), onun
Selimnâme isimli şâheserini -arzûsu üzerine- yeni harflere çevirip kendisine göstermiş. Yahyâ Kemal, Muhtar Bey’in şiirde geçen “mubârek” kelimesini “mübârek” olarak yazdığını görünce:
“İstanbullular mübârek demez, mubârek der. Ona göre düzeltin”
diye müdâhalede bulunmuş. Şimdilerde “mübarek” deniyor.
Ama “müteşekkir” yerine “muteşekkir” demiyoruz. Onun, duruma göre bir tatbikâtı var. Nasıl oluyor, bilemem, çünkü dilci
değilim. Yahyâ Kemal’in buyurduğu gibi, ben burada ilmimle
değil, vehmimle konuşuyorum.
İstanbul Türkçesi mâzideki en iyi şeklini herhâlde Lâle
Devri’nden îtibâren aldı. Bunun en büyük şâhidi Nedim’dir
(ö.1730). O seviyenin üzerine zaman içinde daha neler neler eklenmiş. Bizim Orta Asya’dan gelme kuru Türkçemiz nasıl bezenip
de bu hâle gelmiş? Şâirini bilemediğim şu beyti nakletmeliyim:
204 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Fârisî vü Arabî’den iki şehbâl ister,
Tâ ki pervâz-ı bülend eyleye ankâ-yı sühan”
(=Söz kuşu, Farsça’dan ve Arabça’dan iki kanad ister. İşte
o zaman çok yükseklerden uçabilecek hâle gelir). Biz burada
İstanbul Türkçesi’nden bahsediyoruz. Lâkin benim korkum,
Türkçemizin bütününde gerekli seslerin birçoğunu kaybetdiğimiz husûsundadır. Latin asıllı harflerde “kaf” harfinin karşılığının bulunmayışı büyük bir dil cinâyetidir, kanaatimce…
Yakın zamanlarda “Kâtib Çelebi” ismiyle bir üniversite açılmış.
Oranın rektörü televizyonda üniversitesini tanıtırken kalın k
sesiyle defalarca “Kâtib Çelebi” demekle, telaffuzunun lisan
sürçmesi olmadığını da gösterdi. Bu mevkıe gelen bir kimse
kef/kaf farkını bilmiyorsa, kabâhat herhâlde bunu öğretemeyen
maarif teşkîlâtına râcidir.
İnsanoğlu lisanı kulakdan öğrenir. Bu, İstanbul Türkçesi
için eskiden çok riâyet edilen bir hususdu. Taşradan gelenler de istîdâdları nisbetinde bu zarîf dilden nasiblenirlerdi.
1900’lerin başlarında bu şehirde doğanlar, yaşayanlar İstanbul
Türkçesi’ni hakkıyla bilenlerdi. Zaman içinde gerileme hâli
başgösterdi. Size yine müşahhas bir örnek vermek isterim: Beş
altı sene evvel Şevket Rado’ya Mektublar adıyla bir kitab neşredilmişdi. Kendisinin yaşdaşları, arkadaşları olan Orhan Veli,
Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Şevket Rado’ya (1913-1988)
mektublarını hep eski hurûf ile yazmışlar. Orhan Veli’nin
yazısı güzel. İfâdesi derseniz, o da öyle... Zâten, Orhan Veli
Osmanlı Türkçesi’ni iyi bilen ve kullanan bir kimse. İbnü’lEmin Mahmud Kemal Bey’in (1871-1957), bu kadar takdîrini
kazandığına göre, diyecek başka şey yok. Oktay Rifat’ın hem
yazısında, hem ifâdesinde bocalama başlıyor, Melih Cevdet
de artıyor. Orhan Veli 1914, Oktay Rifat 1915, Melih Cevdet
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 205
1916 doğumlular. Bunların hepsi 1928’e kadar dağarcıklarını
dolduracaklar; bu târihde ilki 14 yaşında olarak ilk mektebini
bitirmiş. Eski imlâyı ikincisi dört yıl, üçüncüsü üç yıl okumuş.
Sonrasında sür’atli bir kayıb kendini gösteriyor.
Derken 1930’lı yıllara geliyoruz. Osmanlı Türkçesi’ndeki
ifâde ve yazma gücü ile Nutuk’da dikkat çeken bir devlet büyüğü, Türk milletinin halaskârı Gâzi Mustafa Kemal Paşa
dil inkılâbıyla ortaya çıktığı vakit, ne yazık ki bu mükemmel
Türkçenin canına kıyma vazîfesini üstlenmiş oluyor. Ancak gidişin vahâmetini görüp, yine kendisi geri adım atarak birkaç yıl
içinde toparlanıyor. Fakat yol bir kere açılmış. Gâliba Cenab
Şahabeddin’e (1870-1934) âid olan şöyle bir söz vardır: “Sû-i
istîmâl kapısını araladınızmı, ardına kadar açılır!” İşte, arkasından gelen 1940’lı yıllarda Türkçe adamakıllı rayından çıkıyor.
Hukuk dili kaybediliyor, harflerin telaffuzu bozuluyor. Çünkü
İstanbul Türkçesi’ni simâî yoldan, yâni işiterek öğrenen nesil
artık bitiyor. Sonrasında, Latin harflerine bağlı olarak okumağa başlayanların Türkçesini duyuyoruz. Gittikçe kaybolarak
bugünkü seviyeye geriliyor. İstanbul Türkçesi, Hayâti Bey dostumun söylediği gibi, ne derecede ileriye yürüyecek, bilemiyorum. Ama benim, o Türkçeyi en güzel kullanan nesli, meselâ
İstanbul Şehir Tiyatrosu artistlerini 1940’lı, 1950’li yıllarda
bizzât dinlemem dolayısıyla, o devr-i dilârâya bugün artık dönülemeyeceği kanaatindeyim.
Osmanlı Saray Türkçesi’nin düzgün olduğunu hiçbir
sûretde kabullenemem. Pâdişah kızlarıyla, torunlarıyla görüşüp konuşmuş bir kimse olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Medreselilerde ise -İstanbul’da tahsil gördükleri hâlde- okudukları Arabça’nın tesiriyle, konuşdukları Türkçe ekseninden hayli kaymışdır. Asıl letâfet Bâb-ı Âli Türkçesi’ndedir.
206 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
Mehmed Âkif’in (1873-1936) kanaatine bakılırsa, İstanbul
Türkçesi, Fâtih’in Sofular semtinde yaşayan hanımların ağzından duyulabilirdi. Lâkin bugün artık o Türkçeyi hiçbir yerde
işitmeğe imkân yok. Bir sual tevcîh olunursa konuyu daha da
açarız. Şu anda aklıma gelenler bunlardır.
Soru ve Cevaplar
Soru: Güzel İstanbul Türkçemizin mevcudunun korunması
için sizin önerileriniz ne olabilir?
Uğur Derman: O Türkçenin öğrenilmesi için öğretecek
kimselerin bulunması lâzım. Huzûrunuzda konuşan, 60 sene
evvel Haydarpaşa Lisesi’nde tahsîlini sürdürürken, beden terbiyesi ve mûsıkî dersi hocaları dışında, fizik ve kimya hocaları
bile eski harflerle yetişmiş kimselerdi. Notlarını o harflerle tutarlardı. Şahıslarımız hakkındaki kanaatlerini bizler okuyamayalım diye bilhassa öyle yazarlardı. O nesiller bitdi. 1940’ların
sonlarında, 1950’lerin başında, bütün muallimler henüz 1914
öncesi nesilden oldukları için bilirlerdi. Şimdi telaffuz güzelliği kalmadı. Bir “kaf” harfinin olmayışı ve abece’de bunun tek
“k” ile idâre edilişi bile ses felâketleri doğuruyor. Şahsen bütün
neşriyâtımda a’nın üzerine düz çizgi koyarak “kaf” noksanlığını
telâfi etmeğe çalışıyorum.
Soru: Konuşulan Türkçenin geri gelemeyeceğini söylüyorsunuz.
Bizim yazılı Türkçemizin virtüözleri kimler?
Uğur Derman: Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif
(1870-1927) gibi musanna’ nesirde üslûb sâhibi iki muhterem
şahsiyeti istisnâ edersek, sâdeleşmiş İstanbul Türkçesi’ni kullanmakda, kanaatimce Refik Hâlid Karay (1888-1965) nihâî
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 207
noktaya varmış, beyânını en mükemmel şekliyle ifâde etmişdir. Onun Bir Avuç Saçma olarak adlandırdığı kitabı aslında bir
avuç mücevherdir. Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967) bizim alışdığımız yazı dilindeki fâil+mef’ûl+fiil sıralamasına uymadan
öyle bir kıvam yakalamışdır ki, “hayır” diyemezsiniz. Meselâ
Portreler kitabını o konuşma üslûbu içinde yazmışdır.
Bugün artık bilgisayardan Milliyet Gazetesi’nin 50 yılını indirip okuma imkânınız var. Oradan Refî’ Cevad Ulunay (18901968), Peyâmi Safâ (1899-1961) ve Burhan Felek (1889-1982)
misâli kalem erbâbının sütunlarını dîdelerseniz, kaybetdiğimiz İstanbul Türkçesi’nin günlük tezâhürleriyle karşılaşırsınız. Keşke Ercümend Ekrem Talu’nun (1888-1956) , Sâmiha
Ayverdi’nin (1905-1994) yazdıklarından da nasiblenseniz…
Bu isimleri daha da artırmak mümkündür.
Mes’ud Cemil (1902-1963) ise -nesrindeki mükemmeliyet
bir yana- XX. asrın radyo Türkçesi’ni en güzel kullanan kimseydi. Bunlar gidince, tavsiye edecek zevât kalmıyor ki…
Soru: Bir yazı dilimiz var ve bu yazı dili standart Türkçeden
kaynaklanmış durumda. İstanbul Türkçesi bu yazı dili yanında
bir ağız olarak algılanabilir. Bu standart Türkçenin yanında
bugünün hayatında İstanbul Türkçesi’ni bir ağız olarak
belirtmeyi mi öngörüyoruz? Biz İstanbul Türkçesi’ni geçmişte
kalan nostaljik bir devre olarak mı düşünmeliyiz, yoksa
yeniden hayatımıza katacağımız bir renk, bir zenginlik olarak
canlanması için çabalamalı mıyız?
Uğur Derman: Böyle bir şeyi mümkün görmüyorum. O devir kapanmışdır. Gidişine âh ü vah ediyorum. Yine Tâhirü’lMevlevî’den bir beyit okuyacağım:
208 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
“Zamâne dilsizi oldu elimdeki hâme
Bugünkü Türkçe için ben de tercemân ararım”
Merhum, bunu en az yetmiş yıl önce söylemiş. Bugünleri
görseydi, acaba ne derdi? Çünkü İstanbul Türkçesi’ne değil,
Türkçe’ye uymayan ne kadar çok kelime ortaya çıkdı. Belki
dikkat etmişsinizdir, bilhassa genç kızlarımızın ağzında ş harfi
sür’atle kayboluyor ve s’ye dönüyor, bu da bir moda gibi yayılıyor. Sözlerimi Çerçöp Sâmi Bey’in (Dr.Sâmi Mortan, 18761951) moda hakkında söylediği kıt’a ile bağlayayım:
“Sardı mülkü moda bir illet-i sâriyye gibi,
Güzelim çehrelerin reng ü zıyâsı soldu.
Zîb-i pây eyleyecek kalmadı kimse çorabı,
Şimdi nisvân –ı zaman ‘baldırı çıplak’ oldu”.
(Moda bütün ülkeyi bulaşıcı bir hastalık gibi sardı. Güzelim
çehrelerin renk ve parıltısı soldu. Ayağını çorabla süsleyecek
kimse kalmadı. Şimdiki zamâne kadınları ‘baldırı çıplak’ oldu).
Hayati Develi: Ben bir ara bir yazı yazmıştım: “Siz hâlâ annenizin Türkçesiyle mi konuşuyorsunuz” başlığıyla. Dil değişen
bir olgu. Toplum nereye gidiyorsa dil de oraya gidiyor. Hayatla
birlikte dil de değişiyor. Elbette bazı kelimeleri unutuyoruz.
Lahmacun Batının hazır yemeklerine karşı veya tepki gibi yayıldı, kabullenildi. Alt sınıfın ucuz ve hazır yemeği olduğu yıllarda, insanlara “Lahmacun kokuyor” istihzasıyla yaklaşılırdı.
Sonra yaygınlaştı ve standart kültüre, yüksek sınıfların kültürüne bile girdi. Tabii burada kendi gelsin, ama adı gelmesin olmaz.
Köylülerin 1960‘lı yıllarda nasıl çıkınlarıyla geldilerse, lahmacunları, çiğköfteleriyle geldilerse, kelimeleriyle, tabirleriyle de
geldiler. Ne yazık ki, İstanbullular, o meşhur ve bence İstanbul
Türkçesi’ne, İstanbulcaya, aslında bütün olarak İstanbul kültürüne sahip çıkamadılar. Şehrin yerlileri yeni gelenleri kültürleyemedi. En azından arzu edilen hızda ve genişlikte kültürleyemedi.
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 209
Standardizasyon meselesi felsefi veya entelektüel bakış
açısından kötü bir şeymiş gibi görünebilir, ama dilciler bunu
gerekli görürler. Çünkü hiçbir dil tek bir dil değildir. Köyden
köye değişen varyasyonlar vardır. Şöyle bir hatıramı anlatayım:
Türkiye’de bilhassa Kürtçe konuşan nüfusun yoğun olduğu
Güneydoğu Anadolu’da Türkçe, Kürtçe ve Arapça’nın fonetik
etkisi altındadır. Mardin’e, Millî Eğitim Bakanlığı’nın hizmet
içi eğitim seminerine gitmiştik. Bizi karşılayan ve sohbet ettiğimiz Milli Eğitim Müdürlüğü bürokratlarının hepsi Mardin
ağzıyla Türkçe konuşuyor. Kürtçe ve Arapçanın etkisinde kalmış bir Türkçe. Burada Kızıltepe’ye gittik. Kızıltepe’nin nüfusu
tamamen Kürtçe konuşan bir nüfus. Orada bir okulda gençler
şiir okuyorlar, konuşuyorlar. O kadar güzel Türkçe konuşuyorlar ki, zannedersiniz İstanbul’da doğmuş, büyümüşler. Oysa
o çocuklar bu Türkçeyi okulda ve televizyondan öğrendiler.
Günümüz medyalarının dilsel olarak birleştirici, ama farklılıkları da yok edici bir etkisi var. Diller ölüyor, diyalektler ölüyor.
Standart bir şekil daha hızlı yayılıyor, birçok kelime kayboluyor.
Bir süre onu seyredeceğiz nereye kadar gideriz bilemiyorum.
Soru: Gönlümüzden geçen İstanbul Türkçesinin kalmasıdır.
Ben iki sene Almanya’da bulundum. Ve yaşlılardan öğrendim ki II.
Dünya Savaşı sırasında 1939-1945 yılları arasında Almanya coğrafyasında kullanılan değişik ağızlardan dolayı muhaberatta güçlük
çekmişler. O yüzden yüksek Almanca diye Hamburg Almancasını
esas almışlar. Bizde standart Türkçe yerine yüksek Türkçe tabirini kullanalım. Standart Türkçe bir kelime değil. Ama İstanbul
Türkçesi gönlümüzden geçen.
Hayati Develi: Standart dilin birleştirici özelliği önemlidir.
Bağdatlı Ruhi, Urfalı Nabi, Erzurumlu Nef’i, Prizrenli Şem’i,
Taşlıcalı Yahya, hepsi ortak bir dilde buluşuyor; bu, standart
Türkçedir. Yazıya dayalı yüksek kültür toplumlarında mutlaka
standart bir dil vardır. Herkesin köyünde, bölgesinde, evinde
210 / İstanbul; TARİH VE KÜLTÜR
ayrı bir dili yahut diyalekti olabilir. Pazarda ise ortak bir dille konuşulur. Yazılı metin de aynı şekildedir. Pazar yeri gibidir
yani. Daha çok insan anlasın diye ortak dil veya bir dilin ortak
biçimi kullanılır. Standart dil budur. Bizim de 15. yüzyıldan beri
sürekli gelişen bir standart yazı dilimiz olmuştur. İmparatorluk
merkezimiz İstanbul olduğu için 20. yüzyıl başlarında bu standart biçime İstanbul Türkçesi demişler. Ama esas İstanbul konuşması, halkın konuştuğu dil, bizim yazdığımızdan başka bir
şey. Bu formu günümüze taşıyabilir miyiz? Biraz zor. Bugünkü
gençlere gelmiycim, kalmiycim dedirtemezsiniz. Elbette eğitimle
bazı biçimlerin değişmesi yavaşlatılabilir, ama değişmeyi bütünüyle ortadan kaldıramazsınız. Bugünlerde diksiyon kurslarının, televizyon yayınlarının etkisiyle eski İstanbul konuşmasına
ait biçimler yeniden kullanılır oldu. Mahalle baskısı mı dersiniz, ne dersiniz... Mesela bana mütevazi dedirtmiyor, mütevazı diyorum, mecburen, ayıplamasınlar, bir dil profesörü nasıl
konuşuyor demesinler diye. Ama bunu bazı okumuş kimseler
kullanıyor, ben kullanıyorum, halk ise yine mütevazi demeye
devam ediyor. Anadolu’dan herkesin getirdiği etkiler büyük bir
aşure kazanına benzeyen maşeri zihnin içinde kaynayacak, belki 50 sene belki 30 sene İstanbul’a mahsus yeni bir Türkçe oluşacaktır. Bu sürecin devam etmesini dileyelim. Esas talebimiz
şu olmalı: Türkçe yüksek sezileri ve algıları olan, yüksek ifade
kudreti olan, yüksek edebiyatı olan; sanatı, felsefesi olan bir
dil olsun. Bunun için ne yapmamız gerekiyor? Bunun yollarını
araştırmak lâzım.
Mustafa Kaçalin: Fonetiğin faydası var. O ayrı bir şey. Esas
olan bu dille düşünebilmek. Eskiden “mübarek olsun” derdik
şimdi “kutlu olsun” deniyor. Eskiden de taş diyorduk şimdi neden taş diyoruz. O zaman onu da atalım. Eskiden dediğimiz şey
İSTANBUL TÜRKÇESİ \ 211
Müslümanlıktır. İnanmayanlar dildeki din ile alakalı kelimeleri
tasfiye etmek istiyor. İnanmayabilirsin ama din var. İkinci büyüme gönülleri fethederek ve kelimelerimizi de alarak genişleyerek olursa olur. Yoksa kadehle bardağın farkı var. Birinin
altında çubuğu var diğerinin çubuğu yok. Hepsine bardak diyoruz. Hepsinin ayrı adı olması lazım. Bu dil için bir zenginliktir.
Hayati Hocamızın ve benim dediğim aynı ifade berrak olmalı,
karışmamalı, ayrıntılar olmalı.